SABR FASLI

205 - Sabr, derd ve elemi şikâyet etmemekdir. Derd ve elemden kurtulmak için (Se'âdet-i Ebediyye)nin 110.cu sahîfesini okuyunuz. Üç şeye sabr edersen, büyük derece kazanırsın:

1- Herhangi bir belâya sabr etmenin üçyüz sevâbı vardır. Belâya çâre, devâ aramak, düâ etmek, sabr sevâbını azaltmaz.

2- İslâm bilgilerini öğrenirken zahmet çekmeğe ve ibâdetleri yapmağa sabr etmeğe, Cennetde altıyüz derece verilir.

3- Günâh işlememek için sabr etmek.

Nefsin arzûlarına sabr etmenin yediyüz derecesi vardır. Musîbet için de her nefesi için ayrı bir derece ve sevâb alır. Malın, evlâdın gitmesi büyük musîbet olup, bunlara sabr edenleri, Allahü teâlâ, terâzî başına getirmeğe hayâ ederim, buyuruyor.

206 - Ölümden korkma! Ve ölümü isteme! Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: (Ölümü hâtırlayınız ve düâ ederek deyin ki: Yâ Rabbî! Hakkımda ölmek hayrlı ise, beni öldür, çok yaşamak hayrlı ise beni yaşat!)

Cenâzelerde hizmet etmekde bulun! Allah rızâsı için cenâzenin mezârına bir kürek toprak atıver! O atdığın toprak, kıyâmetde terâzîne konacakdır. Cenâzeye yapılacak hizmetler (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbımızda uzun yazılıdır.

KABR ZİYÂRETİ FASLI

207 - Ey Oğul! Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: (Bir mü'minin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzûrunda nâfile bir hacdan ziyâde sevâba nâil olur!) Allahü teâlânın rızâsı için, (Âyetelkürsî), (Fâtiha) ve (Kulhüvellahü)yü oku ve sevâbını mevtâların rûhlarına bağışla! Düânı bütün mü'minlerin rûhlarına şâmil et! Bütün ölülerin adedince sevâb alasın.

208 - (Vehhâbîlik) denilen fırkayı, Abdülvehhâb oğlu Muhammed adında Necdli bir kimse vâsıtası ile, ingilizler kurdu. Bu alçak adam, 1206 [m. 1791] da öldü. İngiliz plânlarını yaymak için çeşidli kitâblar yazdı. (Kitâb-üt-tevhîd) kitâbını, torunu Abdürrahmân şerh ederek (Feth-ul-mecîd) adını verdi. 1258 [m. 1842] de öldü. Bu şerhin çeşidli yerlerinde diyor ki, (Ölüde his yokdur. Rûhu da ind-i ilâhîdedir. Mülhidler, ervâh tesarruf ederler diyerek, ölülerden yardım, şefâ'at istiyorlar. Bu hareketleri şirkdir. Melek, Nebî, Velî, kimseye yardım edemezler. Ölü, yâ hazret-i Hüseyn gibi Cennet ni'metlerindedir, yâhud, Ticânî müşriki ve habîsi gibi veyâ Muhyiddîn-i Arabî ve Ömer ibnül Fârıd putları gibi azâbdadırlar. Kendilerine yapılan düâlardan haberleri olmaz. Ölü işitir, yardım eder diyenler, dinden îmândan çıkıyorlar. Allahın izn verdiği kimse, şefâ'at olunmasına izn verilene şefâ'at edecekdir. Ölüye düâ etmekle, yalvarmakla izn verilmez. Mısr halkının en büyük tanrıları olan Ahmed Bedevînin ne olduğu belli değildir. Ölülerin mezârlarına türbe yapmak, ta'zîm etmek şirkdir. Abdülkâdir Geylânî, kendine yalvaranı işitir, yardım eder diyorlar. Bu sözleri küfrdür. Bunların türbeleri birer puthânedir. Hepsini yıkmak vâcibdir.) diyorlar.

Yukarıdaki yazılar gösteriyor ki, vehhâbîlik fırkasının zuhûru, sonra (Sü'ûdî arab) devletinin kurulması, ingilizlerin islâmiyyete hücûmlarının bir zaferi oldu. Bunlar Ehl-i sünnete, ya'nî bize kâfir diyorlar. (Türbeler bid'atdir. Resûlullah zemânında türbe yokdu. Sonradan yapıldı) diyorlar. Bunlara deriz ki, biz (Ehl-i sünnet) mezhebindeyiz. Bizim i'tikâdımıza göre, (Edille-i şer'ıyye) dörtdür. Ya'nî din bilgilerinin kaynağı dörtdür. Bu dört kaynak, kitâb, sünnet, kıyâs-ı fukahâ ve icmâ'ı ümmetdir. Kitâb, Kur'ân-ı kerîmdir. Sünnet, hadîs-i şerîflerdir. Kıyâs-ı fukahâ, dört mezhebin fıkh kitâblarıdır. İcmâ'ı ümmet, ilk iki asrın âlimlerinin sözbirliğidir. Bu âlimlerden, hiçbiri, türbelere karşı birşey demedi. Fıkh kitâbları, türbelerin câiz olduğunu yazıyorlar. Şu hâlde, türbe yapmak ve türbe ziyâret etmek dînimizde yasak değildir. Vehhâbîler inkâr ediyorlar. İslâm dîni, vehhâbî câhillerinin ve dinde reformcu denilen mezhebsizlerin sakat mantıkları, sapık düşünceleri ve yaldızlı sözleri değildir. İslâm dîni, (Edille-i şer'ıyye)den elde edilen bilgilerdir. Vehhâbîliğin kurucusu Muhammedin kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb, Ehl-i sünnet âlimi idi. Kardeşinin tutduğu yolun bozuk olduğunu bildirmek ve müslimânların ona aldanmalarını önlemek için çok kitâb yazdı. (Savâik-ul-ilâhiyye firreddi-alel-vehhâbiyye) kitâbında vehhâbîlere cevâb vermekde, yollarının yanlış olduğunu isbât etmekdedir. Bu kitâb, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından İstanbulda neşr edilmişdir. Altıncı sahîfesinde diyor ki, (Evet, vehhâbîlerin şeyhul-islâm ismini verdikleri ve yazılarını sened olarak aldıkları İbni Teymiyye ve talebesi İbnülkayyım Cevziyye, gâib olandan ve ölüden yardım istemek, onun için adak yapmak veyâ Allahdan başkası için kurban kesmek, kabri öpmek, toprağını alarak bereketlenmek harâmdır dediler. Şirk-i ekber demediler. Hiçbir âlim, böyle yapan müşrik olur demedi. Dört mezheb âlimleri, küfre sebeb olan şeyleri uzun yazdılar. Böyle yapanın mürted olacağını hiçbiri bildirmedi. Böyle yapanların müslimân olduklarını bildirdiler.) Yûsüf Nebhânî "rahime-hullahü teâlâ" (Şevâhid-ül-hak) kitâbının yüzkırkbirinci sahîfesinde diyor ki, şâfi'î âlimlerinden Şihâbüddîn Remlî "rahime-hullahü teâlâ" fetvâsında buyurdu ki, (Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" öldükden sonra mu'cizeleri, Velîler de "kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz" öldükden sonra kerâmetleri devâm eder. Bunun için, öldükden sonra da bunlara istigâse, tevessül edilir.) Abdülhay Şernblâlî de, Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ile ve Evliyâ "kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz" ile tevessülün câiz olduğunu uzun isbât etmekdedir. İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ", birinci cild sonunda buyuruyor ki, (Âlimlerin, Seyyidlerin, Velîlerin, umûma vakf edilmiş olmıyan yerdeki kabrleri üzerine türbe yapmak câizdir.) Beşinci cildde lebs faslında diyor ki, (Evliyânın, sâlihlerin kabrleri üzerine, sanduka, örtü, sarık sarmak mekrûh denildi. Bize göre, meyyite ta'zîm ve hurmete sebeb olmak, hakâret edilmemek, gâfillerin edebli olmaları için, bunlar câizdir. Ameller niyyete göredir.) Vehhâbîler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış ma'nâ veriyorlar. Kendi anladıklarına inanmıyanlara kâfir diyorlar. [(Feth-ul-mecîd) adındaki vehhâbî kitâbında yazılı olan yalanlara ve iftirâlara, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbımızda vesîkalarla uzun cevâblar verilmiş, kitâbın yazarı rezîl edilmişdir.]

[Tenbîh: İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ", bâgîleri anlatırken diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, şübheli olan (birkaç ma'nâ çıkarılabilen) delîlleri te'vîl ediyorlar. Ya'nî ba'zı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflere, açık ve meşhûr olmıyan ma'nâlar veriyorlar. Hazret-i Alînin "radıyallahü teâlâ anh" askerinden ayrılarak ona karşı harb edenler böyle idi. Hâkim ancak Allahdır. Hazret-i Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu'âviyeye "radıyallahü teâlâ anh" bırakmakla büyük günâh işledi, dediler. Onunla harb etmelerine bu yanlış te'vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler. Hâricîler ve vehhâbîler gibi, şübheli delîlleri yanlış te'vîl ederek, kat'î delîle uymıyan iş yapanlara, müctehid olan fıkh âlimleri kâfir demediler. Bâgî, âsî, bid'at ehli olduklarını söylediler. Türkçede sapık, denilmekdedir. Delîllerde kat'î, (açık olarak) anlaşılan tek bir ma'nâya inanmıyan ise kâfir olur. Âlemin yok olacağına, ölülerin tekrâr dirileceklerine inanmamak böyledir. Alî ilahdır, Cebrâîl vahy getirirken yanıldı diyen de kâfir olur. Çünki bu sözler, te'vîl ederek, ictihâd için uğraşarak anlaşılan ma'nâlar değildir. Nefse uymakdandır. Hazret-i Âişeyi "radıyallahü teâlâ anhâ" kazf eden [ya'nî kötüleyen] ve babasının "radıyallahü teâlâ anh" sahâbî olduğuna inanmıyan da kâfir olur. Çünki ikisi de, Kur'ân-ı kerîmde açık olarak bildirilen delîli inkârdır. Fekat, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri seb eden ve halîfeliklerine inanmıyanın te'vîli varsa, kâfir olmaz. Müslimânların mallarına, canlarına saldırmak gibi kat'î açık olan harâmlara te'vîli olmadan halâl diyen kâfir olur. Kitâbdan ve sünnetden, şübheli bir delîli te'vîl ederek söyleseydi, kâfir olmazdı.)

Görülüyor ki, müslimân olduğunu söyleyip ibâdetlerini yapan, ya'nî (Ehl-i kıble) denilen bir kimsenin Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, ma'nâsı açık olan bir delîli inkâr olursa, te'vîl ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna (Mülhid) denir. Bu inanış, açık olmayıp, şübheli olan bir delîli inkâr olursa veyâ açık delîle uymayan bir iş ise, te'vîli varsa, küfr olmaz. Bid'at olur. Te'vîlden haberi olmayıp, bid'at sâhibi âlimleri taklîd ile veyâ nefse uyarak, dünyâ çıkarları için ise, yine küfr olur.

İster Ehl-i sünnet olsun, ister bid'at sâhibi olsun, dînini dünyâ çıkarlarına âlet eden, ya'nî dünyâlığa kavuşmak için dîninden veren câhillere, (Din yobazı) denir. Îmânı olmadığı hâlde, müslimânları aldatarak îmânlarını yok etmek, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimân görünüp, küfre sebeb olan şeyleri isbât etmek için, delîlleri yanlış te'vîl edene, (Zındık) denir. Kendisini müslimân ve fen adamı tanıtıp, dîni, îmânı bozan şeyleri fen bilgisi diyerek söyliyen yalancı kâfirlere, (Fen yobazı) denir. Fen yobazlarının da zındık oldukları evvelki maddelerde bildirilmişdi. Fen yobazları, ittihâdcılar tarafından, Tanzîmâtın i'lânından beri, ingilizlerden, masonlardan para, mevkı' gibi menfe'atler sağlıyarak, islâmiyyete saldırmışlardır. Hakîkî islâm âlimleri, din yobazlarına, kuvvetli cevâblar vererek onları susdurmuşlar, müslimânları bunların şerlerinden kurtarmışlardır. Fen yobazları ise, islâm düşmanı, ilerici denilen devlet adamlarından yardım görmüşler, istediklerini çekinmeden söylemişler ve yazmışlar, birbirlerini överek, yalanlarının yayılması kolay olmuş, islâmiyyete dahâ çok zarar vermişlerdir.] İslâm bilgilerinde âlim olan bid'at sâhiblerine ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil taklîdcilere, (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizler ve îmân hırsızları olan zındıklar, (Dinde reformcu) olarak ortaya çıkmakdadırlar. İcmâ', delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid'at sâhibi olur. Hâricîler, şî'îler, vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ'a muhâlif sözleri küfr olmaz.

209 - Âdetler, (Delîl-i şer'î) olamaz. Din, âdetlere tâbi' olamaz. Âdetlerin, modaların islâmiyyete uygun olması lâzımdır. Bir işin islâmiyyete uygun olmasını sağlamak için, bu iş ile ilgili çeşidli kavller varsa, bunlardan zemâna ve şahsa uygun, elverişli olan kavle uygun olması sağlanır. (Ahkâm zemân ile değişir) sözünün bu demek olduğu, (Berîka)da, fitne bahsinde yazılıdır.

210 - Çocuklarına dinlerini, îmânlarını öğretmek, kul hakkıdır. Yarın öğretmeğe vakt bulamazsın.

211 - Beş kısm insanlar Cehenneme gideceklerdir:

1- Beş vakt nemâzı özrsüz terk edenler. Kazâ etmeyenler.

2- İçki içip ve tevbe etmeyen.

3- Zekât ve uşur vermeyen.

4- Ana-babasına karşı gelen.

5- Câmi-i şerîflerde dünyâ için konferans verenler, nutuk söyleyenler. Hele hutbe esnâsında cemâ'atin veyâ hatîbin hutbeden başka konuşmaları büyük günâhdır.

Âkıl ve bâlig olan her müslimânın, hergün vaktleri gelince, beş kerre nemâz kılmaları ve her birisini vaktinde kıldığını bilmeleri farzdır. Câhillerin, mezhebsizlerin hâzırladıkları takvîmlere uyarak, vaktinden evvel kılmak büyük günâh olur ve bu nemâz sahîh olmaz. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, nemâz kılmalarını emr etmek velîsi üzerine vâcib olur. Oruc tutmaları için de emr eder. İçki içmemesi için de emr eder. İyi işlere alışdırır. Kötü işleri yapmamasını emr eder. On yaşına gelince, nemâz kılmaları için, el ile vurulur. Değnek ile döğülmez. Falaka ile vurulmaz. El ile üçden ziyâde dahî vurulmaz. Velîsinden başkası döğmez. [Velîsi izn verirse, hocası el ile, üç kerre döğer. Falakaya bağlayıp ayaklarına sopa ile vurmak câiz değildir.] Değnek ile döğmek, âkıl, bâlig olup cinâyet işliyen kimseye [ve hâkimin karâr vermesi ile] câiz olur. [Erkeğin zevcesini sopa ile döğmesi de câiz değildir.] On yaşındaki çocukların yatakları da ayrılır. Kimse, kimsenin yerine, onun borcu olan nemâzı kılamaz. Kendi kıldığı nemâzın ve başka ibâdetlerinin sevâbını, diri veyâ ölü olan başkasına hediyye etmek câizdir. Alacaklının, alacağını istememesi için, nemâz kılıp, sevâbını ona bağışlamak câiz değildir. Bir Dank, ya'nî bir dirhem gümüş kıymetinin altıda biri kadar [Takrîben iki buçuk kırât-ı şer'î veyâ yarım gram gümüş kadar] borc için, şartlarını gözeterek kılmış olduğu nemâzlardan, yediyüz nemâzının sevâbı, kıyâmet günü, alacaklısına verilecekdir. Borclunun sevâbları biterse alacaklısının o kadar günâhı, ona yükletilecekdir. [Zevcesini boşayınca, mehr parasını ona hemen vermek de, kul hakkıdır. Ödemezse, dünyâda cezâsı ve âhıretde azâbı çok şiddetlidir. Kul haklarından en mühimmi ve azâbı en çok olanı, akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i ma'rûf yapmamakdır. Bunlara din bilgisi öğretmeği terk etmekdir. Onların ve bütün müslimânların dinlerini öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek veyâ aldatarak mâni' olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı olduğu anlaşılır. Bid'at sâhiblerinin, mezhebsizlerin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet i'tikâdını değişdirmeleri, dîni, îmânı bozmaları da böyledir. Nemâzın farz olduğuna, birinci vazîfe olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen, kâfir olur.] Farz olduğuna inanıp da, tenbellik ile, özrsüz kılmıyan fâsık olur. Kılıncaya veyâ ölünceye kadar, hâkim tarafından habs olunur. Arada bir nasîhat verilir. Hadîs-i şerîfde, (Kâfiri müslimândan ayıran şey, nemâz kılmamasıdır) buyuruldu. Bunun için, tenbellik ederek nemâz kılmıyana, hanbelî mezhebinde kâfir denilmişdir. Terk etmek, tenbellikle, bile bile kılmamak demekdir. [Özr ile kaçırmağa, fevt etmek denir.] Özr ile vaktinde kılınmıyan nemâzları acele kazâ etmek farzdır. Âilesinin nafakasını kazanacak kadar tehîr etmesi câiz olur. İbni Teymiyyenin (Kazâ nemâzı kılmıyanın, hayrâtü hasenâtı kazâ nemâzı olur. Bunun kazâ kılması lâzım gelmez) sözü dalâletdir.

ZEKÂT VERMEK

212 - Tam mülk olan mâlın zekâtını ve uşrunu vermek farzdır. Kullanılması câiz ve mümkin olan mala (Tam mülk) denir. Dört dürlü zekât malı vardır:

1- Altın ile gümüş.

2- Ticâret için satın alınan her dürlü eşyâ.

3- Kırda ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvânlar.

4- Toprak mahsûlleri, ya'nî uşr.

Ebû Hanîfe "rahime-hullahü teâlâ" buyuruyor ki:

Yağmur veyâ nehr ile sulanıp yerden çıkan ekinin, meyvanın ve sebzenin ve balın mikdârı ne kadar olursa olsun, mahsûlü alır almaz, satarak onda birini fakîrlere vermek farzdır. Buna (uşr) denir. Uşrunu vermeden yimek harâmdır.

Altın ve gümüşün ve ticâret eşyâsının zekâtını vermek için, nisâb mikdârı olmaları lâzımdır. (Nisâb) zenginlik ile fakîrlik arasındaki sınır demekdir. Nisâb mikdârı, altın için yirmi miskaldir. Gümüş için ikiyüz dirhemdir. İhtiyâc eşyâsından başka, nisâb mikdârı her cins malı olana (Zengin) denir. Bu kadar malı olmıyana (Fakîr) denir. Altın para ve eşyâ ve kadın zînetlerinin ve diş üzerindeki altın kaplamaların ve her cins ticâret eşyâsının ağırlıklarının toplamı yirmi miskal olursa, gümüş eşyânın ise, ikiyüz dirhem olursa ve bundan sonra bir hicrî sene, ya'nî arabî sene elde kalırsa, o zemân ağırlıklarının kırkda biri ayrılıp Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sekiz sınıf insandan birine veyâ birkaçına verilecekdir. Buna (Zekât) denir. Bir miskal yirmi kırâtdır. Bir kırât-ı şer'î beş arpa, ya'nî yirmidört santigramdır. Bir miskal, dörtondasekiz [4,8] gram olur. Yirmi miskal, doksanaltı [96] gram oluyor. Doksanaltı gram altını olan, bir arabî sene sonra, ikibuçuk [2,5] gram altını, zekât niyyeti ile ayırıp, istediği zemân, istediği fakîre verecekdir. Bir dirhem-i şer'î ondört kırât-ı şer'îdir. Ya'nî üç gram ve üçyüzaltmış miligram [3,360 gram] olup, gümüşün nisâbı altıyüzyetmişiki gram [672 gram] veyâ yirmisekiz mecîdiyyedir. Bir mecîdiyye, yüz kırât-ı şer'î veyâ yirmidört gramdır. 96 gram altın ve 672 gram gümüş, aynı nisâb mikdârını gösterdikleri için, kıymetleri birbirinin aynı demekdir. Buradan, altının aynı ağırlıkdaki gümüşden yedi def'a dahâ kıymetli olduğu anlaşılmakdadır. Türkiyede kullanılan bir liralık altınların her çeşidi birbuçuk miskal, ya'nî otuz kırât [7 gram ve 20 santigram] olduğundan altın nisâbı, [20:1,5=13,33] onüç aded altın lira ve bir liranın üçde biri olmakdadır. Ya'nî, bu kadar aded bir liralık altındır. Dirhem-i urfî, dirhem-i şer'îden dahâ küçük olup, tâm üç gram idi. Çünki, dirhem-i urfî onaltı kırât-ı urfî idi. Bir kırât-ı urfî ise, dört arpa idi. [İbni Âbidîn.] Osmânlıların son zemânlarında kullandığı bir kırât, yirmi santigram, bir dirhem de 3,207 gram idi.

Ticâret eşyâsının, nisâbı hesâb edilirken alış fiyâtının, para olarak kullanılan damgalı altına veyâ gümüşe nazaran kıymetleri nisâb mikdârı olunca, bu ticâret eşyâsının zekâtı, altın veyâ gümüş yâhud, ticâret eşyâsından verilir. Şimdi, alışverişde kullanılan kâğıd paralar altın lira karşılığı olan senedlerdir. Şimdi, gümüşün altına nazaran kıymeti, islâmiyyetdekinden, ya'nî yedide birden çok düşük olduğu için, zekât hesâblarının yalnız altın lira ile kıymetlendirilmesi lâzımdır. [(İbni Âbidîn) 1271 Bulak baskısı, cild 4, sâhife 28 ve 182.]

Alacağı olan bir insanın, elinde senedleri varsa, zekâtını vermesi lâzımdır. Fekat, senedlerin kırkda birini veremez. Çünki senedler (deyn) olan, ya'nî elde bulunmıyan malı gösterir. Deyn olan malın zekâtını vermek lâzımdır. Fekat zekât, (ayn) olarak verilir. Deyn olan mal verilmez. Ya'nî elde bulunan maldan verilir. Fakîre malı teslim etmek lâzımdır. Sened, ayn olan mal değildir, kâğıd parçasıdır. Senedde yazılı olan altın ise, altın vermesi, gümüş ise gümüş vermesi lâzımdır.

Kâğıd liralar da ayn olan mal değildir. Deyn olan malı göstermekdedirler. Hükûmetlerin imzaladığı bir deyn senedidir ve altın karşılığıdırlar. Gümüş karşılığı değildirler. Elinde onbin liralık kâğıd parası bulunan bir kimse, bunun karşılığı olan altını bankaya veyâ sarrafa ödünç vermiş kimse demekdir. Elindeki kâğıd para, o altınların senedi demekdir. O hâlde, bu kimsenin, o altınların zekâtını ayn olarak vermesi, hem de altın olarak vermesi lâzımdır. Nitekim, fulûsun, ya'nî bakır paranın zekâtı kıymetinden verilir. Fulûs olarak verilmez. Bir malın kıymeti, piyasaya göre karşılığı olan altın lira adedi demekdir. Bunun için, kırkbin kâğıd lirası olan, gazetede yazılı altın fiyâtlarından fiyâtı en az olan altın lira üzerinden, nisâbı hesâb eder. Fiyâtı en az olan Hamîd altını ise ve bir Hamîd altınının karşılığı binbeşyüz kâğıd lira ise, o gün için, kâğıd paranın zekât nisâbı: 13,3 x 1500 = 19950 lira olup, kırkbin liranın zekâtını altın olarak vermek lâzım gelir. Bunun zekâtı bin liradır. Fakîre, bin kâğıd liranın karşılığı olan bir yarım altın lira ile bir çeyrek altın veyâ bir altının üçde ikisi kadar, ya'nî yaklaşık beş gram ağırlığında bir altın parçası, meselâ bileyzik veyâ yüzük verir.

Libya hükûmeti sosyalist kâfirlerin eline geçmeden evvel, Evkaf müdirliğindeki ilm hey'eti tarafından çıkarılan aylık (Hedy-ül-islâmî) mecellesinin 1393 Ramezân [m. 1973] târîhli sayısında, şeyh Milâd Celâsî imzâsı ile diyor ki, (Evrâk-i mâliyyenin, ya'nî kâğıd paraların da zekâtını vermek lâzımdır. Kâğıd paraların nisâbı, zekât verecek kimsenin bulunduğu yerdeki hükûmetin çıkardığı altın lira karşılığındaki kıymetleri ile altın olarak hesâb edilir. Gümüş ile hesâb edilmez. Kâğıd paraların nisâbı, yalnız altın lira ile hesâb edilir. Çünki kâğıd paralar, altın karşılığı değerlenmekdedir.) Mısrdaki islâm âlimlerinden şeyh Abdürrahmân Cezîrînin riyâsetindeki bir hey'etin dört mezhebe göre yazdığı (Kitâb-ül-fıkh alel-mezâhib-il-erbe'a) kitâbı beş cild olup, basılması 1392 [m. 1972] de temâmlanmışdır. Hakîkat Kitâbevi tarafından İstanbulda ofset baskısı da yapılmışdır. Kâğıd paraların altın karşılığı borç senedi oldukları, bu kitâbda da uzun yazılıdır.

Hulâsa, hükûmetin çıkarmış olduğu altın liralardan, piyasadaki geçer değeri en aşağı olanından onüç altın ve üçde bir altın karşılığı kadar veyâ dahâ fazla kâğıd parası olanın, bir arabî sene sonra, bu kâğıd paranın kırkda biri değerinde altını zekât olarak vermesi lâzımdır. [Bu kâğıd paraların altın karşılıklarının mikdârı, borsaya tâbi' olarak, zemânla değişmekdedir.] Çünki, zekât fakîrlere olan borçdur. Her dürlü borç, zekât malından verilir. Zekât borcu, ayn olan malın kendisini fakîre temlik etmekle, ya'nî fakîrin veyâ vekîlinin eline vermekle ödenir. Kâğıd para olarak verilmez ve kabûl olmaz. Evvelce kâğıd olarak verilen zekâtları, altın olarak devr sûretiyle kazâ etmek lâzımdır. Mülkünde gümüşü de bulunan bir kimse, fakîrlere fâideli olmak için, nisâbı gümüşden hesâblıyabilirse de, bu takdîrde, kâğıd paranın zekâtını da, gümüş olarak vermesi lâzım olur ki, bu kadar gümüş para bulunsa da, fukarâya yaramaz. Bir kimse, yanındakine söyliyerek veyâ uzakda olana mektûbla yâhud birisi ile haber göndererek, (Benim için, şu kadar altın zekât ver. Ben sana sonra öderim) dese, o da altınları fakîrlere verse, câiz olur. Kendisine onbin kâğıd lira verilip veyâ gönderip, (Bu benim zekâtımdır. Bunu islâmiyyete uygun olarak, falanca hayr müessesesine [derneğine] ver!) diye emr alan kimse, o günkü piyasaya göre, değeri en az olan altın lirayı öğrenir. Değeri en az olan altın lira meselâ Hamîd altını ise ve bunun o günkü fiyâtı binbeşyüz kâğıd lira ise, onbin liranın karşılığı, 6,6 adet Hamîd altın lirası olur. Bu kimse, yedi adet, herhangi bir cins altın lirayı veyâ bunların ağırlığı kırkyedi buçuk gram veyâ dahâ fazla yüzük, bileyzik gibi altını bir müesseseden veyâ sarrâfdan satın alır. Bunları, bu işleri bilen, güvendiği fakîr bir şahsa verir. Fakîr bu altınları teslîm aldıkdan sonra, bu kimseye hediyye eder. Böylece, zekât altın olarak verilmiş olur. Bu kimse sonra, bu altınları emr edilmiş olan hayr müessesesine verir. Hanefî mezhebindeki büyük âlimlerden İbni Nüceym Zeynül-Âbidîn-i Mısrî, (Eşbâh) kitâbının son kısmında buyuruyor ki, (Elindeki malın zekâtını ayrıca vermeyip, fakîrdeki alacağını buna karşılık yapmak isteyen kimse, fakîre zekâtını [altın olarak] verip, sonra borcu için bunu tekrâr geri alır. Çünki, ayn olan malın zekâtı, deyn olan maldan verilmez. Bunun gibi, bir fakîrdeki alacak veyâ bunun bir kısmı başkasındaki alacağın zekâtı olmaz. Bir zengin, bir fakîrde olan alacağını, ona vereceği zekât yerine sayamaz. Ya'nî fakîr, borcunu ödemiş olmaz ve zengin, bu fakîre o kadar zekât vermiş olmaz. Zenginin bu kadar zekâtı fakîre teslim etmesi, fakîrin de bu aldığı zekâtı zengine geri vererek borcunu ödemesi lâzımdır. Fakîr, aldığı zekâtı geri vermezse, zengin bundan zor ile alır. Zor ile alamazsa, mahkeme vâsıtası ile alır. Yâhud, borclu, zekâtını almak ve bunu alacaklısına vererek borcunu ödemek için, zenginin gösterdiği birini vekîl yapar. Vekîl, zekâtı alınca, fakîrin mülkü olur. Bununla fakîrin zengine olan borcunu öder. Fakîrin başkasına da borcu varsa, zengin verdiği zekât ile, onun borcunun ödenmesinden korkuyorsa, fakîr aldığı zekâtı zengine hediyye ederek geri verir. Zengin hediyyeyi alınca, alacağını borçlusuna halâl eder, bağışlar.) (Fetâvâ-ı Hindiyye)nin altıncı, ya'nî son cildinde de bunlar yazılıdır. Yâhud, (Fakîr başka birinden, zengine olan borcu kadar altın ödünç alıp, bunu zengine hediyye eder. Zengin, bunu zekâtı niyyeti ile fakîre geri verir. Sonra, alacağını fakîre halâl eder.) Kâğıd parasının zekâtını kâğıd para olarak dağıtmak istiyen zengin de böyle yapar. Bunun için, bir tanıdığından, dağıtacağı kâğıd liraların karşılığı kadar altın ödünç alıp, bunları tanıdığı ve güvendiği bir fakîre zekât niyyeti ile verir. Fakîr teslîm aldıkdan sonra zengine hediyye ederek geri verir. Sonra zengin dağıtacağı kâğıd parasının bir kısmını bu fakîre hediyye eder. Geri kalanı dilediği hayr ve hasenâta sarf eder. İslâmiyyete uymağa mâni', fesâd bulunduğu zemân, bu vazîfeyi yapabilmek için, kolay olan bir çâre aramağa, (Hîle-i şer'ıyye) denir. İslâmiyyete uyabilmek için, Hîle-i şer'ıyye yapmak lâzım olduğu (Hadîka) ve (Hindiyye) kitâblarında yazılıdır. İslâmiyyete uygun olması için, zekâtı altın olarak vermek ve fakîrlere kolaylık olmak için kâğıd lira olarak dağıtabilmek niyyeti ile, yukarda bildirilen hîle-i şer'ıyyeyi yapmak lâzımdır. Fekat, fakîrden veyâ vekîlinden altınları geri aldıkdan sonra, zekât verilmiş oldu diyerek fakîrlere, islâma hizmet eden yerlere kâğıd para vermemek, böylece islâmiyyete uymakdan kaçmak için hîle-i şer'ıyye yapmak harâmdır. Büyük günâhdır. Müslimânlara, böyle harâm olan hîle-i şer'iyyeyi ya'nî (Hîle-i bâtıla) yapmağı öğreten, fıkh kitâblarını okumamalıdır. Kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyliyen, müslimânları mezhebsiz yapan câhil din adamına, (Müftî-yi mâcin) denir. Müftî-yi mâcini hâkimin ta'zîr etmesi, cezâlandırması lâzım olur. Ticâret yapan, zekâtını altın olarak da, ticâret malından da verebilir. 292. ci ve sonraki sahîfelere bakınız!

(ÖNCEKİ SAYFA) (SONRAKİ SAYFA)