DİN ADAMI BÖLÜCÜ OLMAZ
Reşit Rıza-Ahmet Hamdi Akseki
1-30. Madde
Bu kitâbda,
din adamı olarak ortaya çıkan, Mısrlı Reşîd Rızâ adındaki bir mezhebsizin, (İslâmda
birlik ve mezheblerin telfîkı)nı savunan (Muhâverât) ismindeki
kitâbında, islâm âlimlerine “rahime-hümullahü teâlâ” karşı yazdığı yalan ve
çirkin iftirâlara cevâb verilmekdedir:
1 —
Kitâbı türkçeye
terceme eden Hamdi Akseki, eklemiş olduğu önsözünde, (Asr-ı se’âdetde,
gerek îmân ve gerekse amel ile alâkalı hükmlerde görüş ayrılıkları meydâna
gelmemişdir) diyor. Birkaç satır sonra da, (Nass olmıyan yerlerde, Eshâb
kendi ictihâdı ile hükm ediyordu) diyerek, yukarıdaki sözünü
çürütmekdedir. Doğrusu da budur. Açık nass bulunmıyan işlerde Eshâb-ı kirâm
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kendi ictihâdları ile hükm çıkarmışlar, böyle
hükmlerinde ayrılıklar olmuşdur.
2 —
Hamdi Akseki, yine bu
önsözünde, (Birinci ve ikinci asrda, halk mu’ayyen bir mezhebi taklîd
etmiyor. Belli bir imâmın mezhebine girmiyorlardı. Yeni bir hâdise meydâna
gelince de, şu veyâ bu mezheb demeksizin, hangi müftîye rast gelirlerse, ona
sorup müşkillerini çözerlerdi. İbni Hümâm (Tahrîr) kitâbında böyle demekdedir)
diyor. Bu sözü de, âlimlerin bildirdiklerine uymamakdadır. (Eşedd-ül-cihâd)
kitâbının onaltıncı sahîfesinde, İbni Emîr Hac’ın, (Hocam İbni Hümâm, (vefâtı
861 [m. 1457]), müctehid olmıyanların dört mezhebden birini taklîd etmesi
lâzımdır dedi) dediği yazılıdır. İbni Nüceym-i Mısrî, (vefâtı 970 [m. 1563])
(Eşbâh) kitâbında, ikinci nev’in birinci kâ’idesinde, ictihâdı anlatırken
diyor ki, (İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbında açıkça bildirdiği üzere, dört
mezhebden birine uymıyan işin bâtıl olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir).
Büyük âlim Abdülganî Nablüsî “rahimehullahü teâlâ” (Hulâsat-üt-tahkîk)
kitâbında, İbni Hümâmın bu yazısını bildirerek, (Bundan anlaşılıyor ki, dört
mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Bugün, Muhammed aleyhisselâmın
dînine uymak, yalnız bu dört mezhebden birini taklîd etmekle oluyor. (Taklîd),
başkasının sözünü delîlini araşdırmadan kabûl etmek demekdir. Bu da, kalb ile
niyyet etmekle olur. Niyyet etmeden yapılan iş bâtıl olur. Delîlini anlamak,
müctehidin vazîfesidir. Mukallidin, her işde, dört mezhebden birini taklîd
etmesi lâzımdır. Âlimlerin çoğuna göre, çeşidli işlerde, dört mezhebden
dilediğini taklîd etmesi câizdir. (Tahrîr) kitâbı da, böyle yazmakdadır. Fekat,
bir mezhebe göre başlamış olduğu bir işi bu mezhebe göre bitirmesi lâzım olduğu,
sözbirliği ile bildirilmişdir. Ya’nî bu işi kolay yapabilmek için, başka
mezhebleri karışdıramaz. [Otuzüçüncü maddeye bakınız!]. Bir mezhebi taklîde
başlayınca, zarûret olmadıkça, hiçbir işinde, başka mezhebi taklîd etmemeli
diyen âlimler de vardır) demekdedir.
Din
imâmlarının birbirlerinin mezheblerine uygun ibâdet yapmaları, dinde
reformcuların zan etdikleri gibi, o mezhebe uymak değildir. Kendinin o iş için o
andaki ictihâdına uyarak böyle yapdılar. Müctehidlerin böyle yapdıklarını ileri
sürerek, herkes böyle yapardı demek doğru olmaz. Hakîkî bir misâl vermeden, bu
sözü söylemek bir din adamına yakışmaz.
3 —
Yine bu önsözünde,
(Sonradan din perdesine bürünerek ortaya çıkan siyâsî çekişmeler, mezheblerde
olan asl maksadı unutdurdu) diyor. Bu sözü, hiç afv edilemiyecek büyük
ve çok çirkin bir hatâdır. Mezhebden çıkanların, mezhebleri bozmağa
kalkışanların kabâhatlerini fıkh âlimlerine yüklemekdedir. Dört mezhebin çok
eskiden ve yeni basılan kitâbları meydândadır. Mezheb imâmının ictihâdını
değişdirecek hiçbir yazı, hiçbir fetvâ, hiçbir kitâbda yokdur. Abduh ve onun
çömezleri gibi dinde reformcular, elbet bu âlimlerin dışındadırlar. Mezhebleri
çığırından çıkarmak isteyenler, bunlardır. Fekat, bunların hiçbir sözü, mu’teber
fıkh kitâblarında mevcûd değildir. Fıkh kitâbı, fıkh âlimlerinin kitâblarına
denir. Câhillerin, mezhebsizlerin ve (fen yobazı) olan dinde
reformcuların ve dîni siyâsete karışdıran (din yobazları)nın kitâblarına,
fıkh kitâbı denilmez. Bunların bozuk yazılarını ileri sürerek, fıkh âlimlerine
leke sürülemez.
4 —
Yine bu önsözünde, (Mezheb
imâmlarının hepsi, bizi taklîd etmeyin. Delîlimizi alın. Neye dayanarak
söylediğimizi bilmiyenler için sözümüzle amel etmek câiz değildir demişlerdir)
demesi de şaşılacak birşey, hiç afv olunmıyacak bir yalandır. Bu sözleri mezheb
imâmları değil, mezhebsizler böyle söylemekdedir. Mezheb imâmları, (Mukallide
müctehidin delîllerini bilmek lâzım değildir. Onun için delîl, mezheb imâmının
sözleridir) demişlerdir.
5 —
Kitâbın yazarı, Mısrlı Reşîd
Rızâ, arabî olan önsözünde, (İnsanlık tekâmül ederek, zemânın gelişmesi
ile aklları değişdi) diyor. Bu sözü, masonların tekâmül inanclarının bir
ifâdesidir. İlk insanların aklları az imiş. Şimdiki kâfirler çok akllı imiş. Bu
sözü ile, ilk Peygamberlere ve sahâbîlerine aklsızlık isnâd ediyor. Böyle
inanan, kâfir olur. Âdem, Şit, İdris ve Nûh ve dahâ nice Peygamberler
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, ilk insanlardan idi. Hepsi de, şimdiki
insanların hepsinden dahâ akllı idiler. Hadîs-i şerîf, her asrın kendinden
önceki asrdan dahâ kötü olacağını bildiriyor. Reşîd Rızânın bu sözü, bu hadîse
de ters düşmekdedir.
6 —
Yine önsözünde, (Târîhi
aç da, Ehl-i sünnet, Şî’a ve Hâricîler arasında, hattâ Ehl-i sünnet mezhebinde
olanlar arasında meydâna gelen döğüşmeleri oku! Şâfi’îlerle Hanefîler arasındaki
düşmanlık, moğolların müslimânlar üzerine hücûm etmesine sebeb oldu)
diyor.
Mezhebsizler ve dinde reformcular, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırabilmek
için, hîle yoluna sapıyorlar. Bunun için, Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfde
bildirilen yetmişiki fırkanın Ehl-i sünnete saldırılarını, çıkardıkları kanlı
olayları yazıyorlar. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebi birbiri ile
döğüşdüler diyerek, alçakça yalan söyliyorlar. Hâlbuki, hiçbir zemânda ve hiçbir
yerde Şâfi’îlerle Hanefîler arasında tek bir çatışma olmamışdır. Nasıl
çatışırlar ki, ikisi de Ehl-i sünnetdir. İkisi de aynı şeylere inanmakdadırlar.
Birbirlerini hep sevmişler, yardımlaşmışlar, hep kardeşçe yaşamışlardır.
Birbirleri ile döğüşdüler diyen mezhebsizler, bir misâl verebilseler ya!
Veremezler. Misâl olarak, Ehl-i sünnetin dört mezhebinin elele vererek,
mezhebsizlerle yapdıkları cihâdları yazıyorlar. Müslimânları, bu yalanlarla
aldatmağa çalışıyorlar. Şî’î ismi ile, Ehl-i sünnet olan Şâfi’î ismi birbirine
benzediği için, Hanefîlerin mezhebsizler ile yapdıkları savaşları yazarak,
Hanefîler, Şâfi’îlerle çatışdı diyorlar. Mezhebsizler, bir mezhebi taklîd eden
müslimânları kötülemek için, ilmî kelimelere yanlış ma’nâ vererek iftirâ
ediyorlar. Meselâ, mezheb bilgilerini açıklamağa ve bunları isbât etmeğe (Te’assub)
diyorlar. Papasların yazdığı (Müncid) lugat kitâbını da kendilerine şâhid
göstererek, (Te’assub, ilmî, dînî ve aklî olmıyan âmillerin te’sîri altında bir
görüşe bağlanmakdır) diyorlar. Te’assub, mezheb gavgalarına sebeb oldu diyorlar.
Hâlbuki islâm âlimlerine “rahimehümullahü teâlâ” göre te’assub, haksız yere
düşmanlık etmek demekdir. Ya’nî, bir mezhebe bağlanmak, bu mezhebin, sünnete ve
râşid halîfelerin sünnetlerine uygun olduğunu savunmak, te’assub değildir. Hak
olan başka mezhebleri kötülemek te’assubdur. Dört mezhebi taklîd edenler, hiçbir
zemân böyle te’assub yapmadı. Hiçbir asrda mezheb te’assubu olmadı.
Yetmişiki
bâtıl, sapık fırkanın hepsine (Bid’at ehli) ve (Mezhebsiz) denir.
Bu mezhebsizler, Emevî ve Abbâsî halîfelerini Ehl-i sünnetin hak yolundan
ayırmağa çalışdılar. Bunu başaranlar, kanlı hâdiselere sebeb oldular.
Mezhebsizlerin sebeb oldukları bu zararları önlemek için islâm âlimlerinin
halîfelere nasîhat vermelerine, onları Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birini
taklîd etmeğe çağırmalarına mezheb te’assubu demek, islâm âlimlerine karşı
çirkin bir iftirâdır. Biraz arabî öğrenmiş birinin, târîh kitâblarını karışdırıp,
tesâdüf etdiği çeşidli hâdiseleri, kendi açısından değerlendirmesi, bunları
mezheb te’assubunun zararlarına vesîka olarak gençlerin önüne sürmesi, dört
mezhebe saldırmanın yeni bir taktiği oldu. Dört mezhebe karşı olanlardan bir
kısmı, kendilerini haklı göstermek için, ben mezheblere karşı değilim. Mezheb
te’assubuna karşıyım diyorlar. Fekat, te’assuba yanlış ma’nâ vererek,
mezheblerini savunan fıkh âlimlerine saldırıyorlar. İslâm târîhindeki kanlı
hâdiselere bunlar sebeb oldu diyorlar. Böylece, gençleri mezhebsiz yapmağa
uğraşıyorlar.
(Kâmûs-ül
a’lâm)da diyor ki, (Selçûkî sultânlarından Tuğrul beğin vezîri Amîd-ül-mülk
Muhammed Kündürî, [mu’tezîle mezhebinde idi. Ehl-i sünnet mezhebine] minberlerde
la’net okutmak için fermân çıkarmış, bunun için Horasandaki âlimlerin çoğu başka
yerlere hicret etmişlerdir). İbni Teymiyye (vefâtı 728 [m. 1327]) gibi
mezhebsizler, bu hâdiseyi, (Hanefîler ile Şâfi’îler birbirlerine düşmüş,
minberlerde Eş’arîlere la’net edilmiş) şekline sokdular. Bu yanlış yazıları,
vesîka olarak etrâfa yayıyorlar. İmâm-ı Süyûtînin (vefâtı 911 [m. 1505])
kitâblarından da yanlış tercemeler yaparak gençleri aldatıyorlar. Ehl-i sünnetin
dört mezhebini yıkarak, mezhebsizliği yaymağa çalışıyorlar.
Mezheb
te’assubundan islâm târîhinde kardeş gavgaları olmuş, bunun misâllerinden biri
de şu imiş: Hicrî 617 târîhinde Rey şehrini ziyâret eden Yâkût, burasının da
harâb olduğunu görünce, rast geldiği kimselere, bunun sebebini sormuş. Hanefîler
ile Şâfi’îler arasında te’assub başgösterdi. Harb başladı. Şâfi’îler gâlib
geldi. Şehr harâb oldu demişler. Bunlar, Yâkûtun (Mu’cem-ül-büldân)
kitâbında yazılı imiş. Hâlbuki, Yâkût-i Hamevî, bir târîhci değildir. Rum çocuğu
idi. Esîr alınıp, Bağdâdda bir tüccâra satılmışdı. Efendisinin işlerini görmek
için, çeşidli şehrlere gitdi. Efendisinin vefâtından sonra, kitâb ticâreti yapdı.
Gitdiği yerlerde gördüklerini, işitdiklerini yazarak, (Mu’cem-ül-büldân)
kitâbını meydâna getirdi. Bunun ticâretinden de çok kazanc sağladı. Rey şehri,
Tahranın beş kilometre cenûbunda olup, şimdi harâbe hâlindedir. Hicretin
yirminci senesinde hazret-i Ömerin emri ile Urve bin Zeyd-i Tâî
“rahime-hümallahü teâlâ” tarafından feth olunmuşdu. Ebû Ca’fer Mensûr zemânında
i’mâr edilmiş, büyük âlimlerin kaynağı ve medeniyyet merkezi olmuşdu. 616
senesinde Cengiz kâfiri, bu islâm şehrini de, tahrîb ve ehâlîsini şehîd ve
kadınları, çocukları esîr etdi. Yâkûtun gördüğü harâbeleri, bir sene önce Moğol
ordusu meydâna getirmişdi. Yâkûtun sorduğu mezhebsizler, bu cinâyeti, Ehl-i
sünnete yüklemiş, Yâkût da, buna inanmışdı. Bu da, Yâkûtun târîhci değil, câhil
bir turist olduğunu göstermekdedir. Mezhebsizler ve dinde reformcular, dört
mezhebden birini taklîd edenleri ve yüce fıkh âlimlerini kötülemek için, ilmî ve
târihî vesîka bulamayınca, acem hikâyelerine dayanan yazılarla ve sözlerle
saldırmakdadırlar. Böyle hikâyeler, Ehl-i sünnet âlimlerinin üstünlüklerini,
kıymetlerini sarsmaz. Aksine, mezhebsiz din adamlarının câhil ve sapık
olduklarını ortaya koymakdadır. Din adamı değil, din düşmanı olduklarını
göstermekdedir. Din adamı görünüp, müslimânları aldatmak, böylece dört mezhebi
içerden yıkmak gayretinde oldukları anlaşılıyor. Dört mezhebi yıkmak, Ehl-i
sünneti yıkmakdır. Çünki, Ehl-i sünnet, amelde dört mezhebe ayrılmışdır. Bu dört
mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur. Ehl-i sünneti yıkmak da, islâmiyyeti
yıkmak, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiği hak dîni, islâm
dînini yıkmakdır. Çünki, (Ehl-i sünnet) demek, Eshâb-ı kirâmın yolunda
giden hakîkî müslimânlar demekdir. Eshâb-ı kirâmın yolu, Muhammed aleyhisselâmın
yoludur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbım gökdeki
yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz) hadîs-i
şerîfinde, Eshâb-ı kirâma uymamızı emr buyuruyor.
Uymak,
tâbi’ olmak, iki dürlü olur: Biri, i’tikâdda, ya’nî îmânda, ya’nî inanmakda
uymakdır. İkincisi, yapılacak işlerde uymakdır. Eshâb-ı kirâma uymak, inanılacak
şeylerde uymak demekdir. Onlar gibi îmân etmek demekdir. Eshâb-ı kirâm gibi îmân
eden müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Amelde, ya’nî yapılacak ve
sakınılacak işlerin herbirinde Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
hepsine uymak lâzım değildir. Buna imkân da yokdur. Her işi Eshâb-ı kirâmın
nasıl yapdıkları bilinemiyor. Çok işler de, Eshâb-ı kirâm zemânında yokdu.
Sonradan meydâna çıkdılar. Ehl-i sünnetin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir
“rahmetullahi aleyh”. Dört mezheb de, İmâm-ı a’zamın Eshâb-ı kirâmdan öğrenip
söylediği gibi inanmakdadır. İmâm-ı a’zam, Eshâb-ı kirâmdan birkaçını gördü. Çok
şeyleri bunlardan işitip öğrendi. Çok şeyleri de, hocaları vâsıtası ile öğrendi.
İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı Mâlikin, inanılacak ba’zı şeyleri değişik
söylemeleri, İmâm-ı a’zamdan ayrılmak değildir. İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini
öyle anlamışlar. Anladıkları gibi bildirmişlerdir. Sözlerinin aslı birdir.
Anlatmaları farklıdır. Dördüne de inanırız. Dördünü de severiz.
Dinde
reformcuların büyük bir kurnazlığı, inanılacak şeylerdeki ayrılığın kötülüğünü
yazarak, bu kötülüğü, dört mezhebin ayrılığına bulaşdırmağa çalışmalarıdır.
Îmânda parçalanmak, çok fenâdır. Îmânda Ehl-i sünnetden ayrılan, yâ kâfir olur.
Yâhud, bid’at sâhibi, sapık, mezhebsiz olur. Bunun ikisinin de Cehenneme
gidecekleri, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîs-i
şerîflerinde bildirildi. Kâfir, Cehennemde, sonsuz kalacakdır. Bid’at sâhibi
ise, Cehennemde azâb çekdikden sonra, çıkıp Cennete gidecekdir.
Müslimân
görünüp de, Ehl-i sünnetden ayrılanlardan kâfir olanlar da, iki kısmdır: Biri,
âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ma’nâ verirken, kendi akllarına,
görüşlerine o kadar bağlı kalmışlar ki, yanılmaları, kendilerini küfre
sürüklemişdir. Kendilerini doğru yolda sanmakda, hâlis müslimân olduklarına
inanmakdadırlar. Îmânlarının gitdiğini anlıyamamışlardır. Bunlara (Mülhid)
denir. İkincileri, islâmiyyete zâten inanmazlar. İslâm düşmanıdırlar.
Müslimânları aldatıp, dîni içerden yıkmak için müslimân görünürler. Yalanlarını,
iftirâlarını dîne karışdırmak için âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ve fen
bilgilerine, yalan yanlış, bozuk ma’nâlar verirler. Bu sinsi kâfirlere
(Zındık) denir. Mısrdaki mason din adamları ve yeni türeyen (sosyalist
müslimânlar) böyledir. Bu zındıklara (Fen yobazı) ve (Dinde
reformcu) da denir.
Kur’ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara ayrılmanın kötü
olduğunu bildiriyor. Bu bölünmeyi şiddet ile yasaklıyor. Tek îmânda birleşmeği
emr ediyor. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde yasaklanan bölünme, îmânda
bölünmekdir. Zâten, bütün Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm”
bildirdikleri îmân aynıdır. İlk Peygamber Âdem aleyhisselâmdan son insana kadar
bütün mü’minlerin îmânları hep aynıdır. Zındıklar ve mülhidler, îmânda
parçalanmayı kötüleyen, yasaklıyan âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri ele
alıp, bunların, Ehl-i sünnetin dört mezhebini bildirdiklerini iddi’â ediyorlar.
Hâlbuki, dört mezhebin ayrılmasını Kur’ân-ı kerîm emr ediyor. Bu ayrılığın,
Allahü teâlânın mü’minlere rahmeti, ihsânı olduğunu hadîs-i şerîfler bildiriyor.
Moğolların
islâm memleketlerine yayılmasını ve Bağdâdı yıkıp kana boyamalarını, Hanefî-Şâfi’î
çekişmelerine bağlamak çok iğrenç, pek alçak bir yalan ve iftirâdır. Târîhin
hiçbir devrinde Hanefî-Şâfi’î çatışması olmamışdır ve olamaz. Bu iki mezhebin
îmânları aynıdır. Birbirlerini severler. Kardeş olduklarına inanırlar. Amelde,
ibâdetde olan ufak tefek ayrılıklarını da, Allahü teâlânın rahmeti bilirler.
Kolaylık olduğuna inanırlar. Bir mezhebdeki müslimân, bir işi yaparken sıkışık
hâle düşerse, bu işi öteki üç mezhebden birine uyarak yapıp sıkıntıdan kurtulur.
Dört mezhebin kitâbları, bu kolaylığı sözbirliği ile tavsiye etmekde ve
misâllerini yazmakdadır. Dört mezheb âlimlerinin, kendi mezheblerinin
delîllerini, vesîkalarını açıklamaları, yazmaları, birbirlerine çatmak, (Hâşâ)
kötülemek değildir. Bunları, Ehl-i sünneti mezhebsizlere karşı savunmak ve kendi
mezhebinde olanların güvenlerini sağlamak için yazdılar. Hem böyle yazdılar. Hem
de, sıkışınca, başka mezhebi taklîd ediniz dediler. Mezhebsizler ve mülhidler ve
zındıklar, Ehl-i sünnete saldıracak başka sebeb bulamadıkları için, Ehl-i sünnet
âlimlerinin haklı ve yerinde olan yazılarını ele alarak, bunlara yanlış ma’nâ
veriyorlar.
Tatarların,
moğolların, islâm memleketlerine yayılmalarına gelince, târîhler bunun
sebeblerini açıkca yazmakdadır. Meselâ, meşhûr (Kısas-ı enbiyâ) kitâbının
sekizyüzdoksanıncı sahîfesinden başlıyan yazılarının hulâsası şudur:
(Abbâsî
devletinin son halîfesi Müsta’sım, dînine çok bağlı ve sünnî idi. Vezîri olan
ibni Alkamî ise mezhebsiz olup, halîfeye sâdık değildi. Devlet idâresi bunun
elinde idi. Abbâsîleri devirip, başka devlet kurmak istiyordu. Moğol hükümdârı
Hülâgünün Bağdâdı almasını, kendisinin de ona vezîr olmasını istiyordu. Onun
Irâka gelmesini teşvik etmeğe başladı. Hülâgüden gelen mektûba sert cevâb
yazarak onu kızdırdı. Mezhebsiz [şî’î] olan Nasîr-üd-dîn-i Tûsî, Hülâgünün
müşâviri idi. Bu da, onu Bağdâdı almağa teşvik ederdi. İşler, iki sapık elinde
dönüyordu. Hülâgü Bağdâda yürütüldü. Yirmi bine yakın halîfe ordusu, ikiyüzbin
tatarın oklarına karşı duramadı. Hülâgü, Bağdâda, naft ateşleri ve mancınık
taşları ile saldırdı. Elli gün muhâsaradan sonra, İbni Alkamî, sulh için
diyerek, Hülâgünün yanına gitdi. Onunla anlaşdı. Halîfeye gelip, teslîm olursak,
serbest bırakılacağız dedi. Halîfe buna aldandı. 656 [m. 1258] senesinin,
Muharremin yirminci günü Hülâgüye gidip teslîm oldu. Yanındakilerle berâber
i’dâm edildi. Sekizyüzbinden ziyâde müslimân kılınçdan geçirildi. Milyonlarca
islâm kitâbı Dicleye atıldı. Güzel şehr, harâbeye döndü. (Hırka-i se’âdet)
ve (Asâ-yı nebevî) yakılıp külleri Dicleye atıldı. Beşyüzyirmidört (524)
senelik Abbâsî devleti yok oldu.
[TENBÎH:
Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde kötü insanlar iyilere
saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin
cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda da
cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir.
İyilerden, ya'nî müslimânlardan harbde ölenlerin ve kazâda ölenlerin hepsi
şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni’metler
verilecekdir. Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din
kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu
kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz.
İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) diyen ve buna inanan
müslimân olur. Bunun ma’nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed
aleyhisselâm Onun resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’
olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları,
çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken
yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet
ni’metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve
çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların
kabri Cennet bağçelerindendir.) buyuruldu.]
İbni Alkamî
Ehl-i sünnete yapdığı hiyânetinin cezâsına çabuk kavuşdu. Kendisine hiçbir
vazîfe verilmeyip, zillet içinde o sene öldü. Osmânlı devletinin kurucusu Osmân
gâzi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, o sene, Söğüd kasabasında tevellüd etdi).
Görülüyor ki, Moğolların islâm memleketlerini yıkmalarına mezhebsizlerin Ehl-i
sünnete olan hıyânetleri sebeb olmuşdur.
Hanefîler
ile Şâfi’îler arasında hiç çekişme olmamış, dört mezhebde bulunan müslimânlar
birbirlerini kardeş gibi sevmişlerdir. Reşîd Rızânın Ehl-i sünnete yapdığı bu
alçak iftirâyı, Seyyid Kutb denilen mezhebsiz de tekrâr etmiş ise de gereken
cevâbı vesîkalarla verilmişdir.
7 —
Yine önsözünde,
(Birçok memleketlerde, Hanefîlerin Şâfi’îlerle berâber nemâz kılmadıkları
görülüyor. İmâm arkasında yüksek sesle âmîn demek ve tehıyyât okurken parmak
kaldırmak düşmanlığa sebeb oluyor) diyor.
Dört
mezhebdekilerin birbiri arkasında nemâz kılacağını, hepsinin kitâbları açıkça
yazmakdadır. Dört mezhebin ibâdetlerindeki ufak farkların düşmanlığa sebeb
olacağını söylemek, mezhebsizlerin, mülhid ve zındıkların hulyâları ve iğrenç
iftirâlarıdır. Dünyânın her yerinde, dört mezheb müslimânları birbirlerinin
arkasında nemâz kılmakdadır. Çünki, hepsi birbirini kardeş bilmekde,
sevişmekdedirler. Büyük velî, derin âlim, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, (vefâtı 1242
[m. 1826]) şâfi’î mezhebinde idi. Bunun mürşidi olan, buna feyz ve hilâfet veren
Abdüllah-i Dehlevî ise hanefî idi. Abdülkâdir-i Geylânî (vefâtı 561 [m. 1165]),
şâfi’î idi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hanbelî mezhebinin unutulmağa
yüztutduğunu görünce, bu mezhebi kurtarmak, kuvvetlendirmek için Hanbelî oldu.
(Celâleyn tefsîri)ni yazan, Celâleddîn Muhammed Mahallî (vefâtı 864 [m.
1459]), Şâfi’îdir. Mâlikî mezhebinde olan Ahmed Sâvî bu tefsîri şerh ederek her
yere yayılmasına hizmet etmişdir. Bu şerhinde, (Fâtır) sûresinin altıncı
âyetini tefsîr ederken, (Arabistânın Hicâz kısmında bulunan mezhebsizler, yalnız
kendilerine müslimân diyorlar. Ehl-i sünnet olan hakîki müslimânların müşrik
olduklarını söyliyorlar. Bunlar, yalan söyliyorlar. Allahü teâlâdan, bu
sapıkları yok etmesini dileriz) buyurmakdadır. Ahmed Sâvî, binikiyüzkırkbir 1241
[m. 1825] de Mısrda vefât etdi. (Beydâvî tefsîri)ne hâşiyesi de
meşhûrdur. Meşhûr Beydâvî (vefâtı 685 [m. 1286]) şâfi’îdir. Tefsîri, tefsîrlerin
en kıymetlilerindendir. Dört mezhebin âlimlerinden çoğu bu tefsîri şerh etmiş,
çok övmüşlerdir. Bunlardan hanefî mezhebindeki âlimlerden Şeyhzâde Muhammed
efendinin şerhi meşhûr ve pek kıymetlidir. [Bu tefsîr, dört büyük cild hâlinde,
Hakîkat kitâbevi tarafından basdırılmışdır.] Dört mezheb âlimlerinin
birbirlerini öven, seven kitâbları binleri aşmakdadır. Bunu bilmiyen bir
müslimân yokdur. Parmak kaldırmakdaki cevâbımız 36. cı maddededir.
8 —
Yine önsözünde, (İslâm
ümmetinde derin âlimler yetişdi. Huccet-ül-islâm imâm-ı Gazâlî ile şeyh-ül-islâm
İbni Teymiyye gibi mürşidler bunlardandır) diyor.
İbni
Teymiyye (vefâtı 728 [m. 1327]) gibi, Allahü teâlâya cismdir diyen ve kâfirlerin
Cehennemde sonsuz azâb göreceklerine inanmıyan, kılınmayan nemâzları kazâ etmeğe
lüzûm görmiyen, hazret-i Alîye ve Ehl-i beyte, şanlarına lâyık olmıyan iftirâlar
yapan ve dahâ nice sapık sözleri ile islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan bir
mezhebsizi, islâm âlimi ve mürşid olarak göstermekde, onu büyük islâm âlimi
Gazâlî gibi bir müctehid olarak tanıtmakdadır. Bu iki ismi birlikde yazmak, bir
kara taşı, pırlantanın yanına koymak gibi şaşılacak bir buluşdur. Mâlikî mezhebi
âlimlerinden Ahmed Sâvî, (Celâleyn tefsîri)nin şerhinde, Bekara sûresinin
ikiyüzotuzuncu âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet âlimleri
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, İbni Teymiyyenin sapık olduğunu
bildirdiler. Ya’nî hem sapıkdır. Hem de, çok müslimânın doğru yoldan sapmasına
sebeb olmuşdur. Onun mâlikî âlimlerinden imâm-ı Eşheb ile münâsebeti olduğu
bâtıldır, yalandır).
9 —
Reşîd Rızâ, önsözünün sonunda,
(1315 [m. 1898]) senesinde Mısrda çıkardığım (El-menâr) mecmû’asında,
taklîdin bâtıl olduğunu yazdım. Bunların bir kısmını imâm-ı allâme İbni Kayyım-ı
Cevziyyeden aldım. Bu yazıları toplayıp (Muhâverât) kitâbını neşr eyledim)
diyor.
Bu dinde
reformcu, taklîdin bâtıl olduğunu yazmakla, bindörtyüz seneden beri gelmiş
milyonlarca Ehl-i sünnet müslimânı lekeliyor. Bunların Cehenneme gideceklerini
anlatmak istiyor. Mezhebsizler, mülhidler ve zındıklar ya’nî dinde reformcular,
haksız olduklarını, kendileri de bilmiş olacaklar ki, Ehl-i sünnete açıkça
sataşamıyorlar. Hep, yaldızlı, kaçamak kelimeler kullanarak, perde arkasında
oynuyorlar. Mezheb imâmını taklîd etmeğe nasıl bâtıl denilebilir? Allahü teâlâ,
Nahl ve Enbiyâ sûrelerindeki âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Bilenlerden sorup
öğreniniz!) buyuruyor. (Ülül emr)e, ya’nî âlimlere (tâbi’ olunuz!)
buyuruyor. Mezheb imâmını taklîd etmek, bunun için vâcib oldu. Bu dinde
reformcu, taklîd bâtıldır diyerek, (Mezheb imâmlarına uymayınız! Bize uyunuz)
demek istiyor. Müslimânları hak yolu taklîdden vazgeçirip kendi bâtıl yollarını
taklîde sürüklüyor. Kendileri, bâtılın taklîdcileridir.
Taklîd iki
dürlü olur. Birisi kâfirlerin, analarını, babalarını, papasları taklîd ederek
kâfir olmalarıdır. Böyle taklîd, elbet bâtıldır, yanlış yoldur. Kur’ân-ı kerîm
ve hadîs-i şerîfler bu taklîdi yasak etmekdedirler. Müslimânların da, analarını,
babalarını taklîd ederek, müslimânım demeleri kâfî değildir. (Âmentü)de
bildirilen altı şeyin ma’nâlarını bilip, beğenip, kabûl eden kimseye müslimân
denir. İnanılacak şeylerde mezhebsizlere aldanıp, Ehl-i sünnetden ayrılmak,
bâtıl olan taklîddir. Fekat, amelde, ya’nî yapılacak işlerde taklîdciliği buna
benzetmek doğru değildir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler bu taklîdciliği emr
etmekdedir. Büyük âlim Abdülganî Nablüsînin (Hülâsat-üt-tahkîk fî beyân-ı
hükm-it-taklîd vet-telfîk) kitâbında ve Abdülvehhâb-i Şa’rânînin (vefâtı 973
[m. 1565]) (Mîzân-ül-kübrâ)sının önsözünde ve imâm-ı Rabbânînin (vefâtı
1034 [m. 1624]) (Mektûbât) kitâbının çeşidli yerlerinde ve Yûsüf
Nebhânînin (Huccetullahi alel’âlemîn) kitâbının son kısmında yazılı olan
(Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ’ yapmaz!) hadîs-i şerîfi gösteriyor ki,
doğru yoldaki âlimlerin sözbirliği ile bildirdiklerinin hepsi elbet doğrudur.
Buna karşı olanlar haksız ve yanlışdır. İşte, bindörtyüz seneden beri gelmiş
olan milyonlarca Ehl-i sünnet âlimi ve binlerce Evliyâ, sözbirliği ile
bildirdiler ki, (Müctehid olmıyan müslimânların işlerini, ibâdetlerini doğru
yapabilmeleri için, inandıkları, güvendikleri, diledikleri bir müctehidi taklîd
etmeleri vâcibdir). Bu sözbirliğine inanmıyan, yukarıdaki hadîs-i şerîfe
inanmamış olur. Bu sözbirliği gösteriyor ki, müctehidin kendi ictihâdına göre
amel etmesi lâzımdır. Başka müctehide uyması câiz değildir. Eshâb-ı kirâmın
hepsi müctehid idi. Bunun için ba’zı işlerde birbirlerine uymamışlardır. Bunun
gibi, imâm-ı Ebû Yûsüfün, bir Cum’a günü, tekrâr abdest almaması ve imâm-ı
Şâfi’înin, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri yanında nemâz kılarken, rükû’dan
sonra ellerini kaldırmaması, başkasını taklîd olmayıp, kendi ictihâdlarına göre
hareket etmelerindendir.
10 —
Dinde reformcu, birinci konuşmaya başlarken, (Fazîletli, reformcu genç,
müslimânları, se’âdete kavuşdurmak için, sonradan ortaya çıkan taklîd belâsından
kurtarmak, Kitâba, Sünnete ve Selefin yoluna sarılmalarını te’min etmek istiyor.
İlk zemânda koyun çobanları bile din bilgilerini doğruca Kitâb ile Sünnetden
alıyorlardı) diyor.
Reşîd
Rızânın şu maskaralığına bakınız! Kendi gibi sapık olana fazîletli diyor. Bu
dinde reformcu câhilin ağzı ile, yaşlı vâiz efendiye ders vermeğe kalkıyor.
Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emr
etdikleri ve islâm âlimlerinin sözbirliği ile lâzım dedikleri, amelde, işde
taklîd ni’metine, (belâ) diyor. Anlamıyor ki, dört mezhebden birini taklîd
etmek, hak olan taklîddir. Mezhebsizlere uyarak, mezhebden ayrılmak da, bâtıl
olan taklîddir. Vâiz efendi ile ve bu mubârek kelime ile alay ediyor. Din
adamlarına mahsûs olan mubârek ismlerle alay edenin kâfir olacağının farkında
bile değildir. Hadîs-i şerîfde, (En âdî, en alçak kimseler müslimânların
başına geçecek) buyurulmuş olduğunu bilmeseydik, Mısr gibi bir islâm
memleketinde, bu adamın nasıl fetvâ merci’i olduğuna şaşardık. Ey alçak zındık!
Müslimânlarla alay edeceğine, vâiz efendilerle piyes oynatacağına, niçin erkekçe
ortaya çıkıp da, yehûdîlere, misyonerlere, masonlara, komünistlere meydân
okumuyorsun? Evet onlara yan bakamazsın! Onlar senin üstâdın, veli-ni’metindir!
Kitâba,
Sünnete, Selefin yoluna sarılmalı, taklîd belâsından kurtulmalı sözleri ile kimi
aldatıyorsun? Sözlerin birbirini tutmuyor. Kitâba, Sünnete, Selefin yoluna
sarılmak, taklîd değil midir? İşte bu istediğin taklîd dört mezheb imâmını
taklîd etmekle olur. Senin belâ dediğin bu taklîdi bırakmak; Kitâbı, Sünneti ve
Selefin yolunu bırakmak, dinden çıkmak olur. Senin istediğin de, bu bâtıl olan
taklîdcilikdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kitâbdan, hadîsden
kendine göre ma’nâ çıkaran kâfir olur) buyurdu. Sen, müslimânları, bâtıl
olan taklîde, küfre sürüklemek istiyorsun. Maskeyi yüzünden çıkar! İslâm düşmanı
olduğunu ortaya koy ki, sana öyle cevâb verelim. Şimdilik, senin gibi bir
masonun bir mısra’ını söyliyoruz:
Sen herkesi
kör, âlemi sersem mi sanırsın?
İlk
zemândaki müslimânları, koyun çobanı diyerek tahkîr etme! Onları câhil tanıtma!
Onların çobanı da, mücâhidi de, kumandanı da âlim idi. Hepsi müctehid idi.
Bilgilerini elbet doğruca Kitâbdan alabilirlerdi.
1150 [m.
1737] senesinden beri, vehhâbîlik ve mezhebsizlik, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerini
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ beğenmemek bid’ati dünyâya yayıldı.
İslâmiyyeti içden yıkan ve din kardeşlerini birbirlerine düşman eden, bu yıkıcı
ve bölücü davranışların öncülüğünü Sü’ûdî Arabistândaki câhiller yapdı. Ehl-i
sünnet olan müslimânlara saldırarak, kadın, çocuk, binlerle ma’sûmu işkencelerle
öldürerek, mallarını yağma ederek işe başlıyan mezhebsizler, İngilizlerin
yardımı ile, 1350 [m. 1932] de vehhâbî hükûmetini kurunca, devlet gücü ile ve
her sene yüzbinlerle altın dağıtarak, çeşidli memleketlerde propaganda
merkezleri açdılar. Yalanlarla, çirkin iftirâlarla dolu neşriyyat yaparak,
câhilleri aldatıyor, islâmiyyeti içerden yıkıyorlar.
Vehhâbîlik
yolunu ortaya çıkaran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. 1111 [m. 1699] de Necdde
doğmuş, 1206 [m. 1792] de ölmüşdür. Bunun babası ve kardeşi Süleymân bin
Abdülvehhâb “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” temiz birer müslimân idi. Ehl-i sünnet
âlimi idiler. Hicâzdaki âlimler gibi, bunlar da, vehhâbîliğin yanlış bir yol
olduğunu müslimânlara anlatdılar. Doğru olan Ehl-i sünnet yolunu bildirmek için
çok sayıda kıymetli kitâblar yazıldı. Süleymân bin Abdülvehhâbın, kardeşine
nasîhat olarak yazdığı (Es-savâık-ul-ilâhiyye firredd-i alel-vehhâbiyye)
kitâbı, 1306 [m. 1889] senesinde basılmış ve 1395 [m. 1975] de, İstanbulda
ikinci baskısı yapılmışdır. Bu kitâbın başında diyor ki, Allahü teâlâ, Muhammed
aleyhisselâmı, bütün insanlara Peygamber olarak gönderdi. Ona indirdiği (Kur’ân-ı
kerîm)de, insanlara lâzım olan herşeyi bildirdi. Ona verdiği sözlerin
hepsini yapdı. Onunla gönderdiği islâm dînini kıyâmete kadar değişdirilmekden
koruyacağını da bildirdi. Onun ümmetinin, insanların en iyileri olduğunu da
bildirdi. Muhammed aleyhisselâm da, bu ümmetin kıyâmete kadar bozulmıyacağını
müjdeledi. Bütün insanların bu yola sarılmalarını emr eyledi. Allahü teâlâ,
(Nisâ) sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan
ayrılanı Cehenneme atarız) buyurdu. Bunun için, islâm âlimlerinin (İcmâ’)ı,
din bilgileri için delîl, huccet ya’nî sened oldu. Bu icmâ’dan ayrılmak yasak
oldu. Bu yolu, bu icmâ’ı bilmiyen câhillerin bilenlerden sorup öğrenmeleri
lâzımdır. Bunu, (Nahl) sûresinin kırküçüncü âyeti emr etmekdedir.
(Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir)
hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmekdedir.
İslâm
âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bir kimsenin (Müctehid)
olabilmesi için arabî lügatını ezberlemiş olması, lügat farklarını, kelimelerin,
hakîkî ve mecâz ma’nâlarını bilmesi, fıkh âlimi olması, dört mezhebin
ihtilâflarını, delîllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâet
şekllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi,
muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh ve kasas âyetleri tanıması, hadîs-i
şerîflerin sahîhlerini, müfterîlerini, muttasıl, münkatı’, mürsel, müsned,
meşhûr ve mevkûf olanlarını ayırd etmesi, ayrıca vera’ sâhibi, nefsi tezkiye
bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır. Bütün bu üstünlükler bulunan bir zât taklîd
olunabilir. Fetvâ verebilir. Bu şartlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz.
Dinde söz sâhibi olamaz. Onu taklîd etmek câiz olmaz. Bunun da, bir müctehidi
taklîd etmesi lâzım olur. Bundan anlaşılıyor ki, müslimânlar, yâ (Müctehid)dir.
Yâhud (Mukallid)dir. Bunun bir üçüncüsü yokdur. Müctehid olmıyanların
hepsi, mukalliddir. Mukallidlerin, bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır. Böyle
olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Vehhâbîlerin allâme diyerek övdükleri ve
her sözü seneddir dedikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (vefâtı 751 [m. 1350]) de,
(İ’lâm-ül-mûkı’în) kitâbında, (İctihâd şartları kendisinde bulunmıyan
kimsenin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarması câiz değildir)
demekdedir. Zemânımız insanları, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyarak,
bunlara kendi görüşlerine göre ma’nâ verenleri âlim sanıyorlar. Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarından söyliyenleri ve
yazanları dinlemiyorlar. İctihâd için lâzım olan şartlardan birine bile mâlik
olmıyan câhil kimseleri din adamı sanıyorlar. Allahü teâlâ, müslimânları bu
belâdan kurtarsın! (Savâ’ik-ı ilâhiyye)den terceme temâm oldu. Bundan bir
evvelki maddede, Reşîd Rızânın, imâm-ı allâme diye çok övdüğü İbni Kayyım-ı
Cevziyye bile, müctehid olmıyanların, Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmalarını
yasak ederken, onun yolunda olduğunu bildiren Reşîd Rızânın, onun sözlerine
karşı koyması, İslâm da’vâsında samîmî olmadığını, perde arkasından dîni yıkmağa
çalışan bir dinde reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.
11 —
Reşîd Rızâ, dinde reformcu ile
vâiz efendiyi konuşdurmağa devâm ediyor. Kalem kendi elinde. Dinde reformcuyu
övmekde, göklere çıkarmakda, vâiz efendiyi her bakımdan küçültmekde,
aşağılamakdadır. Derme-çatma, ahmakça yazılarını vâiz efendiye mal etmekdedir.
Bu
kitâbımızda, Reşîd Rızânın dinde reformcu olarak yazdıklarında tesarrufda
bulunmıyacağız. Fekat, vâiz efendiye mal etdiği cevâbları değil, vâiz efendinin
ağzına yakışan cevâbları yazacağız. Muhterem okuyucularımızın, temiz ve hakîkî
din adamlarının dikkat ile okuyunca, mason oyununun içyüzünü iyi anlıyacaklarına
inanıyoruz.
Vâiz
efendi, îmânın mantık bakımından, sosyal bakımdan, anatomik bakımdan, hattâ fıkh
ve tesavvuf bakımlarından ta’rîflerinin aynı olacağını sanacak kadar câhil
olamaz. Çünki o, medresede yüksek tahsîl görmüş, bunları okumuş ve anlamış bir
ilm adamıdır. Evet bu vâiz efendi, bir islâm medresesinde okumayıp da, Kâhire
müftîsi Muhammed Abduhun (vefâtı 1323 [m. 1905]) ve çömezlerinin yapdığı
reformlardan sonra, Câmi-ul-ezherde okumuş olsaydı, bu ta’rîfleri karışdırırdı.
Çünki İngilteredeki masonlar, sadr-a’zâm Mustafâ Reşîd Pâşaya emr vererek,
Osmânlılarda da, Mısrda da fen derslerini, yüksek din bilgilerini medreselerden
kaldırdılar. Din câhili olan dinde reformcuları yetişdirdiler.
Vâiz efendi
gıybetin ne demek olduğunu bilen bir müslimândır. Bir topluluk için söylenen
sözün gıybet olmıyacağını, dinde reformcu bilmez ise de, o bilir.
12 —
Dinde reformcu, (Kendi kendimize icmâ’ ve ittifâk ismini verdiğimiz aslsız
sözlerin hâtırı için gördüklerimizi inkâr etmek akla yakışır mı?) diyor.
İslâmiyyetin temel bilgileri ile alay ediyor. İcmâ’ isminin aslı yokmuş.
Fıkh âlimleri bunu, (Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ’ yapmaz!) hadîs-i
şerîfinden aldı. Fekat, dinde reformcu, bunu nereden bilecek? Bunu inkâr eden
ilerici (!) üstâdlarından işitmemiş ki!
(İcmâ’),
bir asrda bulunan müctehidlerin ictihâdlarının birbirine uygun olması demekdir.
Dördüncü asrdan sonra mutlak müctehid yetişmediği için, icmâ’ da kalmadı. Önceki
asrlardaki icmâ’lar sonraki asrlarda gelen âlimler için delîl, sened olur.
Mukallidlerin, câhillerin ve hele dinde reformcuların sözbirliğine icmâ’
denilmez. En kuvvetli ve kıymetli icmâ’, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ
anhüm ecma’în” icmâ’ıdır. İcmâ’ ile bildirilmiş mes’eleleri sonra gelen âlimler
toplamışlar, kitâblarında bildirmişlerdir. İhtilâflı mes’elelere ve müctehid
olmıyanların sözlerine icmâ’ denilmesini önlemişlerdir.
Ehl-i
sünnet âlimlerine göre, (Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Ya’nî şer’î hükmler
dört kaynakdan çıkarılır. Bunlar, Kitâb, sünnet, kıyâs-i fükahâ ve icmâ-’i
ümmetdir. Kitâb, Kur’ân-ı kerîmdir. Sünnet, hadîs-i şerîflerdir. Bu ikisine (Nass)
da denir. Kıyâs-i fükahâ, müctehid olan âlimlerin ictihâdlarıdır. İcmâ’ delîl
değildir diyen, kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Çünki şübheli nassları te’vîl
ederek böyle söylemişlerdir. Hâricîler, diğer mezhebsizler böyledir. Bunların
icmâ’a muhâlif sözleri küfr olmaz. Fekat, te’vîlden haberi olmıyan câhillerin
icmâ’a uymıyan fikrlerini, düşüncelerini söylemeleri küfr olur.
Vâiz efendi
hayâl ile, zan ile konuşmaz. Belki diyerek hükm vermez. Bilmeden söylemek, zan
ile hükm etmek câiz olmadığını o bilir. Gördüklerini inkâr etmez. Onları
inceler. Tecribelerini yapar. Çünki, tefekkürü, incelemeği ve tecribeyi Kur’ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîfler emr ediyor. Bunları yapanları övüyor. Onun medresede
okuduğu ve dinde reformcunun ismini bile duymadığı (Akâid-i Nesefiyye)
dahâ ilk sahîfesinde, ilm edinme vâsıtalarını yazmakdadır.
13 —
Vâiz efendi coğrafyaya ve
gazeteye inanmazmış. Kâfirlerin rivâyetleri makbûl değilmiş. Vâiz efendiye
yapılan iftirâya bakınız! Müslimânlar ilme, fenne inanır. Fekat, kâfirlerin fen
maskesi altında söyledikleri yalanlara aldanmazlar. Fenden haberi olmadığı
hâlde, fen adamı görünüp, fen bilgisi diyerek, söylediği yalanlar ile,
müslimânları aldatmağa, islâm dînini bozmağa uğraşan kâfirlere (Fen yobazı)
ve (Dinde reformcu) yâhud (Zındık) denir. Bunlar, hem islâm
dînine, hem de fen bilgilerine iftirâ eden bölücülerdir. Müslimânlar coğrafyaya
inanmasaydı, bu ilm üzerinde çalışırlar mı idi? Müslimânların, bu yoldaki
çalışmalarını, buluşlarını bildiren coğrafya kitâblarının ismleri ve yazarları
(Keşf-üz-zünûn)da ve (Mevdû’ ât-ül-ulûm)da ve Brockelmanın almanca
kitâbında yazılıdır. Sorarız dinde reformcuya! Meridyen çenberinin uzunluğunu
Sincar sahrâsında ölçenler kimlerdi? Bunlar dört mezhebden birini taklîd eden,
Ehl-i sünnet müslimânları değil mi idi? Onların yolunda olan, onlar gibi olan
bir müslimân, fen bilgilerine inanmaz mı?
Hele, kâfir
rivâyeti olan coğrafya makbûl değildir sözünü bir vâiz efendiye mal etmek,
müslimânlara çirkin bir iftirâdır.
Evet vâiz
efendi şekline giren bir câhil, bir zındık, bir dinde reformcu, böyle saçma
konuşabilir. Fekat, dört mezhebden birini taklîd eden şerefli bir müslimân için
böyle söyledi demek, bir din düşmanlığı olur.
Mezhebler,
ilmi, fenni, hesâbı, tecribeyi yasak etmiyor ki, mezhebleri taklîd eden, bunları
yasak etsin. Mezhebler, bu bilgileri övüyor. Öğrenilmelerini emr ediyor. Bunlara
inanmıyan, öğrenmiyen kimse, mezheb imâmlarının mukallidi olamaz. Mezheb taklîd
edene, böyle sözleri yüklemek, mezheb düşmanlarının, zındıkların yapacağı
şeydir.
14 —
Vâiz efendi, müslimânların
kötü, fakîr, zelîl hâllerini kıyâmet alâmeti sanacak kadar câhil olamaz. Çünki,
onun taklîd etdiği mezheb imâmları, âhır zemânda zenginlik, taşkınlık, binâ,
zinâ çok olacağını bildirmişlerdir. Taklîd edenin de, bunları bilmesi lâzımdır.
Bilmezse, onları taklîd etmiş olmaz. Mezheb imâmları diyor ki, insanların kötü
olması hazret-i Mehdîden sonra olacakdır. Bundan önce se’âdet günleri çok
olacakdır. Müslimânların bu se’âdet günlerini yaşamaları, bunun için de
çalışmaları, maddede ve ma’nâda yükselmeleri lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışana
karşılığını elbet verir.
15 —
Dinde reformcu, hazret-i Mehdî
için (Mehdî fikri) diyor. Bunun ilerde geleceğine inanmadığını söyliyor. Dinde
reformcu, zındık buna inanmıyabilir. Fekat müslimânların inanmaları lâzımdır.
Bütün islâm âlimleri, bunu sözbirliği ile bildiriyor. İmâm-ı Süyûtî ve Ahmed
ibni Hacer-i Mekkî (vefâtı 974 [m. 1566]) gibi büyük âlimler “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazret-i Mehdî için kitâb yazdılar. Mehdî hakkında ikiyüzden
fazla hadîs-i şerîf ve alâmet bildirdiler.
16 —
Dinde reformcu, (Üzerinde icmâ’
bulunmıyan bir mes’elede, herkes kendisine kanâ’at veren delîle uymalıdır. Zâten
bir müctehide tâbi’ olmak, onun delîline tâbi’ olmak demekdir) diyor.
Evet,
müctehidi taklîd etmek, onun delîline tâbi’ olmak, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve
hadîs-i şerîflere tâbi’ olmak demekdir. Fekat, mes’elenin delîlini bulan odur.
Zâten mezhebler, bu delîli bulmakda ayrılmışlardır. Bir mes’elenin delîlini
bulmak için, ictihâd derecesinde âlim olmak, müctehid olmak lâzımdır. Böyle bir
âlim, elbet başkasını taklîd etmez. Kendi ictihâdına göre amel eder.
17 —
Reşîd Rızâ, Vâiz efendinin,
Kıyâmetin zemânı için, Evliyânın keşfine inandığını yazıyor. Bu sözü de kendi
uydurmuşdur. Mezheb imâmları, (kıyâmetin ne zemân kopacağı bildirilmedi. Bunu
Allahdan başka kimse bilmez. Evliyânın keşfleri, kimseye delîl, sened olamaz)
dediler. Bu âlimleri taklîd edenler de, elbet böyle söyler. Başka dürlü sözleri
Vâiz efendiye yüklemek, yalancılık ve çirkin iftirâ olur.
18 —
Dinde reformcu, Kelbî tefsîri
gibi tefsîrlerde uydurma hadîsler vardır sözünde haklı ise de, (Beydâvînin
tefsîri de böyledir) sözü, kesin olarak yanlışdır. Büyük âlim Abdülhakîm Efendi
“rahmetullahi aleyh” (vefâtı 1362 [m. 1943]) buyurdu ki, (Kâdî Beydâvî
“beyyedallahü vecheh” ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir. Müfessirlerin
baş tâcıdır. Tefsîr ilminde en büyük makâma yükselmişdir. Her meslekde seneddir.
Her fende mâhir, her üsûlde burhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam,
kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. Böyle derin bir âlimin tefsîrinde uydurma hadîs
var demek, büyük ve alçakca bir iftirâdır. Dinde derin bir uçurum açmakdır.
Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa
yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, uydurma hadîsleri sahîhlerinden ayıramazmı
idi? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa uydurma hadîs yazacak kadar ve böyle
yapanlar için Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır
cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allahdan korkusu yokmu idi?
Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar
havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğü için,
mevdû’ demekden başka çâre bulamaz).
19 —
Dinde reformcu (Âhireti
görmedik ki, Şa’rânînin Mevkıf denilen yerin coğrafî durumuna âid sözlerini,
Sırât, Mizân, Cehennem ve Cennet için yapdığı harîtayı, oraya tatbik edelim. Biz
bu gibi şeyler için, Kitâb, Sünnet, Akl ve Hikmet delîllerinden hiçbir delîle
rastlamadık. Ne garîbdir ki, sizin şeyhlerinizin çoğu, dünyânın en meşhûr ve
fâideli coğrafyasından yüz çeviriyor, görülemeyen âhıret için harîtalar
çiziyorlar) diyor.
Bu sözleri
ile Evliyâ-i kirâma ve bunların kerâmetlerine saldırmakda, müslimânların bunlara
olan îmânlarını, i’timâdlarını yıkmağa çalışmakdadır. Hâlbuki, bu davranışında
da çok haksızdır. Çünki, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Çok zikr ediniz. Zikr
etmekle kalb itminâna kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allah
sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir) buyuruldu. Hadîs âlimleri (Resûlullah,
her an zikr ederdi) buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikr
ederdi. Böylece, islâmiyyetin bu emrini de yerine getirmeğe çalışırlardı. Çok
zikr edince, mubârek kalbleri itmînâna kavuşurdu. (Her derdin şifâsı vardır.
Kalbin şifâsı, zikr-ullahdır) ve (Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir)
hadîs-i şerîflerinin haber verdiği gibi, kalb hastalığından, günâhlardan
kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuşdular. İşte takvâ sâhibi olan,
kalbleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki,
(Çok zikr ederken, dünyâyı, herşeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan
uykuda, herşeyi unutunca, rü’yâ gördüğü gibi kalblerimizde birşeyler görünüyor).
Bu gösterilenlere (Keşf), (Mükâşefe), (Şühûd) ismlerini veriyorlar. Böyle
olduğunu, her asrda binlerle Velî haber veriyor. Çok zikr etmek ibâdetdir. Çok
zikr edenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalbleri, takvâ kaynağı olur. Bunları
Kitâb ve Sünnet haber veriyor. Bunlar (Ümûr-i teşrî’iyye)dir. Bunlara
inanmıyan, Kitâba ve sünnete inanmamış olur. Kalbde keşf ve şühûd hâsıl olduğunu
da, Allahü teâlânın sevdiği doğru müslimânlar haber veriyor. Hadîs-i şerîfde, (Çok
zikr edenin kalbinde nifâk kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler,
münâfık olmıyan, özü, sözü doğru kimselerdir. Keşf ve kerâmet, böyle kimselerin
tevâtür hâlindeki haberleri ile bildirilmişdir. Evet bunlar, (Ümûr-i
vicdâniyye), (Ümûr-i zevkıyye)dir. Başkalarına huccet olamaz. Bunlara
inanmak emr olunmadı. Fekat, inanmak yasak da edilmemişdir. Allahü teâlânın
sevdiği sâlih müslimânların tevâtür hâlinde bildirdiklerine inanmak,
inanmamakdan dahâ iyidir. Müslimâna hüsn-i zan olunur. Haberlerine güvenilir.
İbâdetlerde bile, sözlerine güvenilir. (İnkâr eden, mahrûm olur) sözü, kadıyye-i
mukarreredir.
Abdülvehhâb-ı
Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, derin âlim, büyük velîdir. 898
[m. 1493] de tevellüd, 973 [m. 1565] de vefât etmişdir. Şâfi’î mezhebinin temel
direklerinden biridir. Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Okuduğu, ezberlediği
kitâblar, sayılamıyacak kadar çokdur. Bir kısmı (Mîzân-ül-kübrâ)sının
önsözünde yazılıdır. Yüzlerle eseri (Keşfüzzünûn)da yazılıdır.
Kitâblarından herbiri, Onun, kemâlini gösteren birer âbidedir. Hanefî mezhebinde
olan âlimler de, Onun derin ilminin, keşflerinin, şühûdlarının hayrânıdırlar.
Onun yeryüzünün yıldızlarından biri olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfde,
(Kıyâmet günü Peygamberler ve âlimler ve şehîdler şefâ’at edecekdir)
buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe sarılarak Ondan şefâ’at bekleriz. Ehl-i sünnetin
böyle gözbebeklerine saldıranların, zındık oldukları meydândadır. Zındıklar,
kâfirler; müslimânların rehberi olan Muhammed aleyhisselâma da böyle
saldırdılar. Meşhûr islâm düşmanı Volter kâfiri, insanların efendisini iğrenç
piyeslerine mevzû’ yapacak kadar alçalmışdı. O yüce Peygamberin vârisleri olan
Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu alçak saldırılar elbet olacakdır. Bu büyük
insanlar düşmanların kirli ağızlarına ve çatlak kalemlerine takılmakla elbet
lekelenmez. Yere düşmekle cevherin kadri, kıymeti azalmaz.
Abdülvehhâb-ı
Şa’rânî ve bunun gibi, Allahü teâlânın çok sevdiği büyükler “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, biz Cenneti, Cehennemi, Mevkıfı, Sırâtı, bu gözümüzle gördük
demiyor. Hattâ, bu dünyâda görülemez diyorlar. Bilinemez, anlaşılamaz,
anlatılamaz bir hâlde kalblerimize keşf olundu. Rü’yâ gibi gösterildi diyorlar.
Bu sırrı, sevdiklerine, mahremlerine haber veriyorlar. (Men-lem yezuk lem-yedri),
buyuruyorlar. Ya’nî tatmıyan anlamaz diyorlar. Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek
câhillik ve ahmaklık olur. Anlamadığına, imkânsızdır, olamaz demek ise, bir
te’assubun, bir inâdın, yobazlığın ifâdesidir. Bunun için, dinde reformcuya, fen
yobazı diyoruz. Hele islâm âlimlerinin, aklın, fennin sınırları dışındaki ince
bilgilerini, harîta çiziyorlar diyerek alay mevzû’u yapmak, zındıklıkdan ve
islâm düşmanlığından başka ne olabilir? [İnsanın gözü, sıhhatde olduğu zemân,
aydınlıkda görür. Karanlıkda göremez. İnsanın göğsünde (Kalb) denilen uzv
içinde, (Hakîkî kalb) ve (gönül) denilen bir kuvvet vardır. Bu kuvvet sıhhatde
iken ve (kalb nûru) varken birşeyler görür. Bunun görmesine (Basîret) ve
gördüklerine (Mükâşefe) ve (Şühûd) denir. Hakîkî kalbinin sıhhatli, kuvvetli
olması, zikr etmekle olur. Nemâz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak da zikrdir.
Kalblerin nûru, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkar. Bu kalb nûruna (Feyz)
denir. Feyze kavuşmıyan kimse, mükâşefe sâhibi olamaz. Feyzler, Resûlullahın
mubârek kalbinden yayılınca, muhabbet yolu ile Evliyânın kalblerine gelir.
Hayâtdaki veyâ kabrdeki bir Velîyi seven müslimân, feyze kavuşur, mükâşefe
sâhibi olur. İnsanlara mahsûs olan (Îmân) inanmak ve (muhabbet) sevmek
sıfatlarının mahalli de, gönül dediğimiz kuvvetdir.]
20 —
Reşîd Rızâ, kitâbında, kıyâmet
hakkındaki hadîs-i şerîfleri yazıyor. Vâiz efendiye ise, hep zındıkların hadîs
diyerek uydurdukları sözleri söyletiyor. Dinde reformcuya da bu sözlerin hadîs
olmadığını isbât etdirerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarındaki hakîkatleri
ortaya koyduruyor. Yapdığı bu oyunda, vâizleri, dört mezhebden birinde olan
hakîkî müslimânları küçültmek, onları câhil göstermek, kendisi gibi dinde
reformcuları akllı, bilgili din adamı tanıtmak çabasındadır. İslâm kitâblarını
okumuş, iyi anlamış müslimânların bu iğrenç iftirâlara aldanmıyacakları
şübhesizdir. Fekat, hakîkati bilmiyenlerin dinde reformcunun bu yazılarını doğru
sanarak, tuzağına düşmemeleri için bu satırları yazıyoruz. Genç kardeşlerimize,
dinde reformcunun yalanlarına aldanmamaları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okumalarını ehemmiyyetle
tavsiye ederiz.
21 —
Reşîd Rızâ, islâmiyyet ile
ilgisi olmıyan, hattâ islâm düşmanı olan Hurûfîlerin ve Dürzîlerin ve
Bâtınîlerin sözlerini vâiz efendiye söyletmekde, vâiz efendinin din bilgisinin
bunlar olduğunu göstermekdedir. Dinde reformcuya da, bunların dinde yeri
olmadığını söyletmekde, vâiz efendiyi câhil olarak teşhîr etmekdedir. Okuyucular
üzerinde dinde reformcuya karşı güven sağlamağa ve Ehl-i sünnet olan din
adamlarını câhil olarak tanıtmağa çalışmakdadır.
22 —
Dinde reformcu, (Son
zemânlarda kendilerine Ehl-i sünnet vel-cemâ’at adını verenlerin çoğu, gerek
Bâtınîlerin ve gerekse diğerlerinin uydurduğu bid’atlerden yakayı
kurtaramamışlardır. Sâdece ismleri değişikdir. Eğer Bâtınîlerin sözleriyle
dördüncü ve dahâ sonraki asr mutasavvıflarının sözlerini karşılaşdırırsan,
aralarında pek az fark bulursun) diyor.
Dinde
reformcu, burada da, din câhili olduğunu ortaya koymakdadır. (Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at) ismi, onun dediği gibi, sonradan uydurulmuş değildir. Bu ismi
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” söylemiş, müslimânları, bu ism altında
birleşmeğe çağırmışdır. (Sünnetime sarılınız), (Cemâ’atden
ayrılmayınız) hadîs-i şerîfleri bu çağrının vesîkalarıdır. Dinde reformcu,
bu küstahça yalanı ile, Ehl-i sünnetin yüce âlimlerine ve Evliyâ-i kirâma
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çatmakda, onları lekelemeğe kalkışmakdadır.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları, bin sene evvel nasıl idi ise, bugün de
öyledir. Her fende, her ilmde, her sınıf insanda câhil ve sapık bulunabilir.
Böyle birkaç kişiyi ele alarak, Ehl-i sünnet kelimesine saldırmak, çok
haksızlıkdır. Tesavvuf büyüklerini Bâtınîlere benzetmek ise, dinde reformcuların
çok kullandıkları aldatıcı taktiklerinden biridir. Bâtın âlimlerini, Bâtıniyye
zındıkları ile karışdırmak, nûru zulmet olarak, hakkı bâtıl, doğruyu iğri olarak
göstermek gibidir. Reşîd Rızânın bu kitâbı, ilmî bir eser olmakdan çok uzakdır.
Okuyucuları aldatmak için hâzırlanmış bir hokkabazın, bir göz boyayıcının
yazıları gibidir.
23 —
Reşîd Rızâ, vâiz efendi ağzından, (Hem sapık, hem de sapdıran müfsid
şî’îlerin fesâdlarına karşı, kelâm ve fıkh âlimlerinin susmalarına şaşıyor, bir
ma’nâ veremiyorum. Kelâmcılar dâimâ mu’tezileye cebhe almış, onların i’tikâdını
red etmiş ve şiddet ile mukâvemet etmişlerdi. Bunun için, mu’tezile mezhebi ve
sâlikleri, târîhden silinip gitmişdir. Fukahâya gelince, hepsi Ehl-i sünnet ve
cemâ’at oldukları hâlde birbirleriyle uğraşıyor, yekdiğerini red ediyorlar)
diyor.
Reşîd
Rızânın, vâiz efendinin ağzından diyerek yazdığı, kelâm ve fıkh âlimlerine
yapdığı iftirâlara kimsenin inanmıyacağı meydândadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yazmış olduğu reddiyyeler kütübhâneleri
doldurmakdadır. Fârisî yazılmış olanlar, arabî olanlardan az değildir. Reşîd
Rızâ, fârisî bilseydi ve Abdül’ Azîz-i Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”
(vefâtı 1239 [m. 1823]) hazretlerinin (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbını
okumuş olsaydı, bu büyük âlimin, mezhebsizleri nasıl rezîl ve perîşan etdiğini
görüp parmaklarını ısırmakdan kendini men’ edemezdi. Özbek sultânı Abdüllah
hânın cihâd ve onları kahr etmesinin sebebini bildiren İmâm-ı Rabbânînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-i Revâfıd) kitâbını okuyan ve Süveydînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, Nâdir Şâhın adamları ile münâzara ve galebesini
bildiren (Hucec-i Kat’ıyye) kitâbını gören bir ilm adamı, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” onları nasıl mağlûb etdiklerini
pek iyi anlar. Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Müjdeci mektûblar tercemesi)
kitâbında, sekseninci mektûbun sonunda, mezhebsizlerin dalâletde olduklarını
yazan âlimlerden otuzikisinin ve kitâblarının ismleri bildirilmişdir. Fıkh
âlimlerinin birbirleri ile uğraşmaları sözü de, dinde reformcuların dillerine
doladıkları iftirâlardan biridir. Bunun cevâbını altıncı maddede bildirdik. (Redd-i
Revâfıd) kitâbının arabî ve fârisîsi, (Hücec-i kat’ıyye) kitâbının
arabîsi, her iki kitâbın türkçe tercemeleri ve fârisî (Tuhfe-i isnâ aşeriyye)
ile arabî (Muhtasar)ı, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.
24 —
Dinde reformcu; (Âlimlerde birbirine karşı mücâdele, red ve cebhe alışın
çoğu, nefsin arzûlarına kapılmakdan doğmuşdur. Kelâm ilminin doğuşuna başlıca
sebeb, Mu’tezile olmuşdur. Bunlar, dindâr selefin dalmadıkları, ba’zı
mes’elelere daldılar. Onlar hakkında i’tirâzlar ileri sürdüler. Diğerleri de,
bunların i’tirâz oklarına karşı çıkdılar. İlm, tefekkür ve istidlâl sâhibi
gerçek âlimlerin birer birer ortadan çekilmesiyle sonradan gelenler, sâdece
onların söylediklerini harfi harfine nakl ediyorlardı. Zemânın geçmesiyle
bunların fâidesi de kalmadı. Bu mukallidler, İmâm-ı Eş’arî ve mu’akkîbleri gibi
âlimlerden sonra ortaya çıkan mes’eleler, bid’at ve hurâfeler karşısında sükût
ediyor, bunlara âid soru soranları tekfîr ediyorlardı. Ancak bu bid’at ve
sapıklıklar, din kisvesi ve rengi içinde ileri sürülür, tarafdarları ve
yardımcıları bulunursa, bu sefer kelâmcılar da çeşidli te’vîllerle onları
müdâfe’aya kalkışıyorlardı. Hattâ küfr silâhı da yön değişdiriyor. Bu bid’at ve
sapıklıklara muhâlefet edenlere yöneliyor. Onlara küfr ve sapıklık isnâd
ediyorlardı. Bunu her neslde ve her milletde görmek mümkindir.
Fıkhcılara gelince, onların durumunu imâm-ı Gazâlîden dinliyelim: Hüccetül-islâm
imâm-ı Gazâlî, İhyânın Kitâbül-ilm bahsinde diyor ki: “Fıkhcıların birbirleri
ile atışmalarının, mücâdele etmelerinin sebebi, hükümdâr ve vâlîlere yaklaşarak,
makâm kapmak, kazâ mevkı’ini elde etmekdir. Bu sebeble dikkat edilirse,
mücâdelenin en büyüğünün şâfi’îlerle hanefîler arasında olduğu görülür. Çünki,
mevkı’ ve pâyeler, hep bu ikisine âid bulunuyordu) diyor.
Reşîd Rızâ,
bu yazıları ile, dünyâ kazancı için fıkh öğrenen kötü kimseleri, dünyâyı,
kötüleri ıslâh için çalışan fıkh âlimleri ile karışdırmakda, böylece fıkh
âlimlerini ve mezheb imâmlarını küçük düşürmeğe, aşağı göstermeğe çalışmakda,
mezhebleri ve mezheb taklîdini kaldırarak, islâmiyyeti içerden yıkmak için
yapacağı savaşa zemin hâzırlamakdadır. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yazılarını da
değişdirmeğe kalkışmış, bu büyük âlimi kendisine yalancı şâhid yapmışdır. İmâm-ı
Muhammed Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (vefâtı 505 [m. 1111]) onun yazdığı
gibi fıkh âlimlerini aslâ kötülemiyor. İlm bahsinin dördüncü bâbında, fıkh
âlimleri ile fıkh ilmini dünyâ kazancına vâsıta yapan kötü kimseleri ayırıyor. (Fıkh
âlimleri, hükümdâr ve vâlîlerden kaçarlardı. Kazâ [hâkimlik] ve fetvâ için
aranırlardı. Kabûl etmezlerdi. Bunların izzetini, şerefini ve arandıklarını
gören kötü kimseler, müftî olarak hükümdârlara yanaşmak istediler. Hükümdârların
mezheblere kıymet verdiklerini, şâfi’î ve hanefîden hangisinin uygun olduklarını
aradıklarını görünce, ilmi olmıyanlar, bu iki mezheb arasındaki ihtilâflı
mes’eleleri öğrenmeğe başladılar. Hilâf ve münâzaralara düşdüler. Bu kötü din
adamları hükümdârların ve vâlîlerin meyl etdikleri şeylerle uğraşırlardı)
buyuruyor. Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlînin, ulemâ-i sû’ için bu yazdıklarını
fıkh âlimlerine bulaşdırmakda, şâfi’îler ile hanefîler birbiri ile döğüşmekdedir
yaygarasını basmakdan sıkılmamakdadır.
İslâm
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” nefslerine uyduklarını söylemek
de, dinde reformcuların bir yalanıdır. Fıkh âlimleri ve mezheb imâmları, Kur’ân-ı
kerîmin ve hadîs-i şerîflerin dışında hiçbir şey söylememişlerdir. Bütün
sözleri, Kitâbdan ve Sünnetden olduğu için bunların yolunda gidenlerin nefsleri
emmârelikden kurtulmuş, mutmainne olmuşdur. Onlara uyanlar böyle olunca, onların
nefsleri mutmainne olmaz mı? Dört mezhebin imâmlarının ve bütün müctehidlerin
nefsleri mutmainne idi. Herbiri zâhir ilmlerinde yükselmiş, bâtın ilmlerinde
kemâle gelmiş birer Velî idiler. Reşîd Rızânın, Ehl-i sünnet âlimleri için,
nefslerine uydular demesi, bütün müslimânları ve islâmiyyeti kötülemek demekdir.
Bu sözün çirkinliğini iyi anlamalıdır.
Dinde
reformcu, sonra gelen din adamlarını kötülemekle (Her yüz senede bir müceddid
gelir. Bu dîni kuvvetlendirir) hadîs-i şerîfini de inkâr etmiş oluyor. Evet,
müslimânların bir kısmı bozuldu. Yetmişiki bozuk fırka meydâna geldi. Fekat,
müslimânların bir kısmının bozulması demek, islâmiyyetin bozulması demek
değildir. Her asrda, her zemân, hiç bozulmıyan, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” yolundan ayrılmıyan, hakîkî, sâlih müslimânlar da vardı.
Hadîs-i şerîf, bunların her asrda mevcûd olacağını haber veriyor. Bunlara (Ehl-i
sünnet vel cemâ’at) denir. Ehl-i sünnet âlimleri dünyânın her yerinde, her
asrda, insanları irşâd etdiler. Hiçbir süâli cevâbsız bırakmadılar. Müslimânları,
bid’at sâhiblerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmakdan korudular.
İslâmiyyetin kıyâmete kadar bozulmıyacağını, Allahü teâlâ haber vermişdir. Ehl-i
sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi demekdir.
25—
Dinde reformcu, kendi kendini
övmekde, (zındıkların kerâmeti kendinden menkûldur) sözüne uygun olarak, kendi
yazdığı (el-Menâr) mecmû’asını, göklere çıkarmakdadır. Hâlbuki, bu mecmû’asında,
masonları, dinde reformcuları, islâm âlimi olarak göstermekde, bunlar dîni
yenileyecek diyerek, islâmiyyeti ilk şerefli mevkı’îne çıkarma vazîfesini onlara
havâle etmekdedir. Sanki islâmiyyet bozulmuş, islâm kitâbları değişdirilmiş,
doğru din kitâbı kalmamış da, onlar düzeltecek. Onun sinsi yazıları altında
yatan yılanın kusduğu zehr ise Ehl-i sünneti yıkmak, Ehl-i sünnet kitâblarını
yok etmek, Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren bu kitâblar yerine, masonların,
islâmı içerden yıkmağa çalışan, kendisi gibi, dinde reformcuların kitâblarını
koymak, kısaca, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı
kirâmın yolunu, islâm dînini yok etmekdir. Dinde reformcuların, islâmı ıslâh
edeceğiz diyenlerin maksadları, gâyeleri, işte budur. Eshâb-ı kirâmın yolunu
gösteren, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmaları, onların bu alçak gâyelerini
apaçık göstermekdedir. Kendilerini müslimân şekline sokarak, islâm dînini
içerden yıkmağa uğraşan böyle sinsi kâfirlere (Zındık) da denir.
Zındıklar câhilleri aldatabilir. Müslimânların çoğunu bozabilirler. Fekat,
müslimânlığı bozamazlar. Allahü teâlâ, islâmiyyeti koruyacağını söz vermişdir.
26—
Reşîd Rızâ, dinde reformcunun
ağzından şöyle söylüyor: (Müctehid imâmların fazîletlerini ve ilmlerini
inkâr etmem. Onların fazîletleri ve ilmleri her medh ve senânın üstündedir.
Fekat, müctehidlerden önce, her müslimân delîlleri arıyordu. Sonra gelenler,
delîli bırakıp, müctehid imâmları Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ,
müctehidin sözünü, hadîse tercîh etdiler. Hadîs mensûh olabilir veyâ imâmımızın
nezdinde başka bir hadîsin bulunması muhtemeldir dediler. Hükmde hatâ etmesi
veyâ bilmemesi câiz olan, hatâdan sâlim olmıyan kimselerin sözü ile amel edip,
hatâdan berî olan Peygamberin hadîsini terketmeği, müctehidler doğru bulmuyordu.
Bu taklîdciler, apaçık rehber ve kat’î delîl olan Kur’ândan da ayrılıyorlardı.
Dîni Kur’ândan öğrenmek câiz değildir. Kur’ânın ma’nâsını ancak müctehid anlar
diyorlardı. Müctehidin söylediğini bırakıp da, Kur’ân ile amel etmek câiz
değildir diyorlar. Allah şöyle buyuruyor. Resûlullah şöyle buyuruyor demek câiz
değildir. Fıkh âlimi böyle anladı demelidir, diyorlardı. Hiç bir ilm yokdur ki,
bütün mes’eleleri insanların çoğunun anlama kâbiliyyetini aşsın ve onları yalnız
muayyen zemânda gelen belli kimseler anlıyabilsin. Sonra gelen âlimlerin
öncekilerden dahâ ileri olması, ilâhî kanûnlar îcâbıdır. Çünki, sonrakilerin
hareket noktası, öncekilerin sonunda başlar. Kur’ânı ve hadîsi anlamak, fıkh
kitâblarını anlamakdan dahâ kolaydır. İyi bir arabca öğrenen kimse, onları dahâ
kolay anlar. Allahü teâlâ, dînini fıkhcılardan dahâ açık anlatmağa kâdir değil
midir? Resûlullah da, Allahın murâdını herkesden dahâ iyi anlamış, açık olarak
bildirmiş, her şeyi teblîg etmişdir.
İnsanların çoğu Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmakdan âciz olsalardı, bu
hükmler ile bütün insanlar mükellef edilmezdi. İnsan, inandıklarını delîlleri
ile bilmeli. Cenâb-ı Hak, taklîdciliği, taklîdcileri takbîh ediyor. Babalarını,
dedelerini taklîd etmekle ma’zûr olmıyacaklarını bildiriyor. Dînin fürû’ kısmını
delîllerinden anlamak, îmân kısmını anlamakdan dahâ kolaydır. Allahü teâlâ, güç
olan ile mükellef kılıyor. Nasıl olur da, güç olmıyanla mükellef kılmaz?
Peygamberler yanılmaz. Müctehidler ise yanılabilir. Müctehidler, dîni
genişleterek, birkaç katına çıkardılar. Müslimânları külfete sokdular. İbâdet
sâhasında kıyâs yokdur. İbâdetlere de kimse birşey ilâve edemez. Kıyâs ve
istihsân, kazâî hükmlerde olabilir. Müctehidler de, insanları taklîdden men’
etmişlerdir) diyor.
Dinde
reformcu, bozuk mantığı ile, kendisini tezâdlara düşürmekdedir. Bir ilm üzerinde
mantık yürütebilmek için, o ilmden anlamak şartdır. İslâmın temel bilgisinden
anlamıyanların kuru bir mantıkla döndüreceği fırıldaklar, kendisini rezîl
etmekden başka netîce vermez. Evet, müctehidlerden önce gelen müslimânlar, ya’nî
Eshâb-ı kirâm, delîlleri soruyordu. Birbirlerini taklîd etmiyorlardı. Çünki,
onların hepsi müctehid idiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medh
ve senâ eylediği, birinci asrın insanları idiler. Eshâb-ı kirâmın hepsi,
Tâbi’înin bir kısmı müctehid idi. Müctehidin kendi anladığı ile amel etmesi
lâzımdır. Başka müctehidi taklîd etmesi, câiz değildir. (Sonra gelenler
müctehidleri Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ dahâ üstün tutdular) sözünü bir
müslimân söyliyemez. Çünki bu söz, dört mezhebde bulunan milyarlarca müslimâna
kâfir damgasını basmakdır. Müslimâna haksız olarak kâfir diyenin ve yazanın
kendisi kâfir olur. Taklîdcileri Kur’ândan ayrılmakla suçlamak ise, bundan dahâ
büyük bir iftirâdır. Dinde reformcular şunu iyi bilsin ki, mezheb demek, Kur’ân
ve Sünnet yolu demekdir. Bir mezheb imâmına uyan, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullaha
uyduğuna îmân etmekdedir. Hiçbir müslimân (müctehidin söylediğini bırakıp da,
Kur’ân ile amel etmek câiz değildir) demez ve dememişdir. Bu söz, dinde
reformcuların ve masonların temiz müslimânlara yapdıkları çirkin iftirâlardan
biridir. Müslimânlar (Ben, Kur’ân-ı kerîme uymak istiyorum. Fekat, Kur’ân-ı
kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendim hükm çıkaramıyorum. Anladığım hükmlere
güvenemem ve uymam. Mezheb imâmının anlamış olduğuna güvenirim ve uyarım. Çünki
o, benden dahâ âlimdir. Sekiz ana ilmi ve oniki yardımcı bilgiyi benden dahâ iyi
bilir. Benden dahâ müttekîdir. Kur’ân-ı kerîmden kendi anlayışı ile hükm
çıkarmaz. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çıkardığı ma’nâları,
Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişdir. (Kendi anlayışı ile ma’nâ çıkaran kâfir olur)
hadîs-i şerîfinden korkarım. İlmlerinin, takvâlarının, sonra gelenlerden
katkat üstün olduğu, hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan, o büyük âlimlerin bile
Kitâbdan ve Sünnetden çıkardıkları hükmler birbirine benzemiyor. Hükm çıkarmak
kolay olsaydı, hep aynı şeyi anlarlardı) der. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor,
Resûlullah böyle buyuruyor demek, bir câhil için nasıl doğru olabilir? Allahü
teâlâ, böyle söylemeği men’ eyledi. Tefsîr âlimleri ve mezheb imâmları bile, bu
sözü söylemeğe cesâret edememişdir. Anladıklarını bildirdikden sonra, (Bu benim
anladığımdır. Doğrusunu Allah bilir) demişlerdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını
Eshâb-ı kirâm bile anlamakda güçlük çeker, Resûlullaha sorarlardı. Yazdıklarımız
iyi anlaşılırsa, dinde reformcunun ne kadar câhilce ve ahmakça bir hulyâ peşinde
olduğu zâhir olur.
Sonra gelen
âlimlerin, öncekilerden dahâ ileri olması sözü, fen bilgileri için doğrudur. Din
bilgilerinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Her asr, kendinden
öncesinden dahâ şerdir. Kıyâmete kadar hep böyle olur) hadîs-i şerîfi
mu’teberdir. Bu hadîs-i şerîf, fen adamlarının şahsiyyetleri ve fen vâsıtalarını
kullanmaları bakımından da mu’teberdir. Şübhesiz bu kâide çoğunluk için
mu’teberdir. Her asrda bundan müstesnâ olanlar bulunmuşdur. Dinde reformcu, fen
bilgisi ile din bilgisini birbiri ile karışdırmakda, fen ile fen adamını da aynı
şey sanmakdadır. Fen elbet ilerliyor. Fekat bu ilerleyiş, fen adamlarının ileri
olması demek değildir. Sonra gelen fen adamları arasında öncekilerden dahâ geri,
dahâ bozuk ve dahâ alçak olanları az değildir.
Kur’ân-ı
kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlamak için arabî bilmek lâzım ise de, yalnız arabî
bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrutdaki arab hıristiyanların herbirinin,
birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünki onların içinde Mısrdaki dinde
reformculardan dahâ kuvvetli arabîsi olanlar, arab lisânının mütehassısları,
(Müncid) gibi lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur’ân-ı
kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamışdır. Kur’ân-ı kerîm,
insanları se’âdete, îmâna, islâma çağırıyor. Onlar, bu da’veti anlıyabilselerdi
icâbet ederlerdi. Onların inanmaması, Allahü teâlânın da’vetinin açık ve beliğ
olmadığını göstermez. Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu
kalblerine ve selîm akllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile da’vet ediyor.
Câmi’ul-Ezherin ve Beyrutun arabîsi ile konuşmuyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın
sohbetinde yetişdikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde,
Kur’ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O
büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibi, argo dili ile arabî anlıyanların hâli
nice olur? Din imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışmadılar.
Kendilerini bundan âciz gördüler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
Kur’ân-ı kerîme nasıl ma’nâ verdiğini Eshâb-ı kirâmdan sorup araşdırdılar. Eshab-ı
kirâmın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercîh etdiler. İmâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe “rahmetullahi aleyh” (vefâtı 150 [m. 767]) herhangi bir Sahâbînin sözünü
kendi anladığına tercîh ederdi. Resûlullahdan ve Sahâbeden bir haber
bulamayınca, ictihâd etmek zorunda kalırdı. Her asrda gelen islâm âlimleri, dahâ
önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera’ ve takvâları karşısında
titrerler. Onların sözlerine sened, delîl olarak sarılırlardı. Bu din, edeb
dînidir. Tevâdu’ dînidir. Câhil olan, cesûr olur. Kendini âlim sanır. Hâlbuki,
âlim olan tevâdu’ gösterir. Tevâdu’ göstereni Allahü teâlâ yükseltir.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Cehenneme gideceklerini haber verdiği
yetmişiki bid’at fırkasının reîsleri de derin âlim idiler. Fekat onlar,
ilmlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetden ma’nâ çıkarmağa kalkışdılar. Böylece,
Eshâb-ı kirâma tâbi’ olmak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından
sapdılar. Yüzbinlerle müslimânın da Cehenneme gitmelerine sebeb oldular.
Dört
mezhebin âlimleri, derin ilmlerini Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmakda
kullanmadılar. Buna cesâret edemediler. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın
bildirdiklerini anlamakda kullandılar. Allahü teâlâ, insanlara Kur’ân-ı kerîmden
hükm çıkarınız diye emr etmiyor. Resûlümün ve Eshâbının çıkardığı hükmlere
uyunuz, bunları kabûl ediniz diyor. Bid’at sâhiblerinin, ya’nî mezhebsizlerin,
bu inceliği anlıyamamaları, kendilerini felâkete sürüklemişdir. Bir âyet-i
kerîmede meâlen, (Resûlüme itâ’at ediniz!), (Resûlüme tâbi’ olunuz!)
buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Resûlullahın (Eshâbımın yoluna sarılınız!)
emri, bu sözümüzün vesîkasıdır. Mezheb imâmlarına uymak, Allahı ve Resûlü
bırakıp, kula kul olmak olsaydı, Eshâb-ı kirâma uymak da böyle olurdu. Böyle
olmadığı için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunu emr etmişdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların kısaca îmân etmelerini ve
gördükleri gibi ibâdet yapmalarını emr ederdi. Bunların delîllerini bilmeği hiç
teklîf etmezdi. Bunu imâm-ı Gazâlî (Kimyâ-ı se’âdet) kitâbında uzun
bildiriyor. Cenâb-ı Hak, kâfirlerin analarını, babalarını taklîd etmelerini
takbîh ediyor. Böylece, küfrü bırakıp, îmân etmelerini emr ediyor. Peygamberini
taklîd etmeği takbîh etmiyor. Bunu emr ediyor. Resûlullah da, Eshâbını taklîd
etmemizi emr ediyor. Şakîleri taklîd fenâdır. Fekat bunun fenâ olması se’âdet
yolcularını taklîde mâni’ olamaz. Îmân kısmının delîllerini anlamak kolay
olsaydı, Beyrutdaki hıristiyan arabların kolayca îmâna gelmeleri lâzım olurdu.
Îmân edilecek şeylerin delîllerini anlamak kolay olmadığı için, delîllerini
anlamadan îmân etmemiz emr olundu ve böyle îmân edenlere mü’min ve müslimân
denildi. Allahü teâlâ, ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini öğrenmek ve anlamak ile
de müslimânları mükellef kılsaydı, Onun Resûlü de, bunu teklif ederdi. Hâlbuki,
hiç teklif etmediğini, yukarda bildirdik. Reşîd Rızâ, (Peygamberler yanılmaz,
müctehidler yanılır) diyerek, müctehidlerin bildirdiği ahkâmın, Peygamberlerin
bildirdiğinden başka olduğunu sanıyor. Hâlbuki, müctehid demek, mezheb imâmı
demek, ömrünü sarf ederek, gece gündüz çalışarak, Peygamberin ve Eshâb-ı kirâmın
bildirdikleri ahkâmı araşdırıp bulan ve bunları müslimânlara bildiren büyük âlim
demekdir. Hiçbir müctehid, hiçbir ibâdete, hiçbir şey ilâve etmemişdir. Bunun
bid’at olduğunu ve büyük günâh olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir.
Müctehidlerin yasak etdiği her şeyi, onlara yüklemeğe kalkışmak kadar çirkin ve
iğrenç bir iftirâ olamaz. Müctehidlerin dîni genişletdiklerini söylemek, çok
câhilce ve ahmakça bir sözdür. Buna gülmekden başka cevâb verilmez. Din
genişlemez. Hâdiseler çoğalır. Zemânla zuhûr eden ve gelişen hâdiselere
islâmiyyeti tatbîk etmek, islâmiyyete büyük hizmet ve çok kıymetli ibâdetdir. Bu
da müceddid imâmlara nasîb olmuş ve olmakdadır.
Müceddidlerin mutlak müctehid olmaları lâzım değildir. Dört mezheb imâmları,
taklîdi men’ etdiler. Bu muhakkakdır. Fekat onlar, talebeleri arasında yetişen,
ictihâd derecesine yükselen âlimlerin birbirlerini taklîd etmelerini,
men’etdiler. Hiçbir müctehidin, başka müctehidi taklîd etmesi câiz değildir
dediler. Kıyâmete kadar bu hükm cârîdir. Fekat kendilerini müctehid sanan
câhiller ve dinde reformcular, bu hükmün dışındadır. Fare, rü’yâda kendisini
arslan görüp, kedinin karşısına çıkarsa, aldandığını anlar. Ammâ bu aldanması
hayâtına mal olur.
27 —
Yedinci konuşmada, dinde
reformcu diyor ki, (Dîni bu hâle, ya’nî nazarî felsefe hâline getiren,
sonra gelen islâm âlimleridir. Bir takım ta’rîf ve tahdîdler sokdular. Kısmlara
ayırdılar. Hattâ, fıkh âlimi olmak için, yirmi sene okumak lâzımdır diyen oldu.
Hâlbuki, dînin bütün kollarının hükmlerinin vad’ edilmesi bu kadar sürmüşdü.
Fıkhın vad’ı ise iki sene bile sürmemişdi. Şimdi de müslimânların, dört halîfe
zemânındaki müslimânlar gibi olmasını istiyorum. Bunun için üzerinde ittifâk
meydâna gelen ibâdetleri yapmak her müslimânın vazîfesidir. İhtilâflı şeyleri
yapmak, farz denilmiş olsalar bile, lâzım değildir. Böyle işleri, delîlini
inceliyerek veyâ kendi hâline uygun gördüğü için, bir kavli tercih ederse,
bununla amel eder. Bunları kendisi gibi yapmıyanları kötülemez. Bir câmi’de, bir
nemâz vaktinde, çeşidli mezheb imâmları arkasında nemâz kılmak uygun değildir.
Kısacası, Eshâbın yapdıklarını yapmalı, yapmadıklarını terk etmelidir. İhtilâflı
mes’eleleri yapmakda muhayyer olmalıdır. Onların söylemedikleri şeyler üzerinde
kıyâs yapmamalıdır. İhtilâflı işlerde, herkes kendisince, sahîh olan hadîsler
üzerinde amel eder) diyor.
Dîne
ta’rîfler, tasnîfler, sınırlar koyarak, felsefe hâline getirmek suçu ile, islâm
âlimlerine çatmakdadır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” felsefe ile hiç alâkaları yokdur. Çünki onlar, felsefecilerden
çok yüksekdirler. Şu kadar var ki, Emevîler zemânında, üç kıt’aya yayılan
müslimânlar, çeşidli kâfirlerle karşılaşdılar. Hâricî, mu’tezile gibi bozuk
fırkalar da meydâna çıkıp, yeni müslimân olanları aldatmağa başladılar. Ehl-i
sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânların dinlerini
korumak için çeşidli dinlere ve felsefecilere ve zındıklara cevâb vermek zorunda
kaldılar. Onlara, istedikleri gibi ve felsefelerine uygun cevâblar hâzırlayarak,
kelâm ilmini her tarafa yaydılar. Böylece, gençlerin aldatılmasını önlediler. Bu
hizmetlerini övmemiz, onlara şükr ve düâ etmemiz lâzım iken, onları bu yüzden
kötülemeğe kalkışmak, bir müslimâna yakışır mı? Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ
anhüm ecma’în”çok âkıl ve ârif oldukları ve Resûlullah gibi bir mürşidleri
olduğu için, islâm dîni, yirmi senede bütün dünyâya yayıldı. İkinci asrdan
sonra, üç kıt’a üzerindeki müslimânlarda bu şartların ikisi de kalmadı.
Talebenin hocasından okuyup öğrenmeleri zemânı uzadı. Şimdi de, üstâd müşfik ve
mâhir, talebe de zekî ve çalışkan olursa, yine az zemânda öğrenilir
buyurmuşlardır. Bid’atlerin ve günâhların zulmetleri de kalbleri karartıp,
hâfızaları za’îfletdi. Bu da, tahsîl zemânının uzamasına sebeb oldu. İmâm-ı
Şâfi’î bile, hocası Vekî’a hâfızasının za’îfliğinden şikâyet etdi. Aldığı cevâbı
bildiren şu beyt, bu hakîkati gösteriyor:
Şekevtül Vekî’a min sû-i hıfzî,
fe-evsânî
ilâ terk-il me’âsî.
Dinde
reformcu, bir yandan ittifâkla bildirilmiş olan ibâdetleri her müslimânın
yapması lâzımdır diyor. Öte yandan da, ihtilâflı şeyleri yapmasa da olur veyâ
dilediği mezhebe göre yapar, ya’nî mezhebleri birbirlerine telfîk eder,
karışdırır, diyor. Sözleri birbirine uymıyor. Çünki, mezhebleri birbirlerine
karışdırmanın bâtıl olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Mezhebleri
karışdırmak, ittifâkla bildirilmiş olan bu habere uymamak olur. Bunun için,
dinde reformcunun sözüne uyarak yapılan ibâdetler ona göre de sahîh olmaz.
(İhtilâflı mes’eleleri Eshâb yapmamışdır. Yapmış olsalardı, ihtilâflı olmazdı)
demek de, doğru değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları anlaşılamadığı
için, ihtilâf olunmuş mes’eleler de çokdur. Mezheb imâmının sözünü bırakıp,
hadîsden kendi anladığına uymalı demek de, ittifâkla bildirilen habere uygun
değildir. Kendisini mezheb imâmından dahâ üstün görmek, müctehid sanmak olur ki,
şeytân sıfatıdır.
28 —
Sekizinci konuşmada, dinde
reformcu diyor ki, (Taklîdciler, Allahın verdiği fıtratın îcâbı olan
düşünme, araşdırma ve delîl arama nûruna karşı en büyük düşmandır).
Bu kadar
açık yalan ve iftirâya doğrusu çok şaşılır. Hangi fıkh âlimi, düşünmeği,
araşdırmağı ve delîl aramağı yasak etmiş? Hangi müslimân, bunlara düşman imiş?
Bir misâl vermesini dilerdik. Kitâbın başından beri hangi yalanına, hangi
iftirâsına delîl gösterdi de, şimdi gösterecek. Delîl aramanın düşmanı, dinde
reformcunun tâ kendisidir. Kısa görüşü ile, bozuk mantığı ile, tasarladıklarını
din bilgisi olarak ortaya atan kimseden, düşünme, delîl istemek de, mantıksız
olur. Böyle kimseye karşı, (Ve mâ cevâb-ül ahmak-ı illes sükût) diyerek, susmak
gerek ise de, gençleri bunun zararından korumak için, kısaca cevâb vermek lâzım
olmakdadır. Bütün fıkh âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, mukallidin
delîl aramasına lüzûm yokdur diyor. Çünki, Tâbi’înden yeni îmân edenler, herşeyi
Eshâb-ı kirâmdan sorup yaparlardı. Hiç delîl istemediler. Delîl aramağı yasak
eden de hiç yokdur. Bunun için mezheb imâmlarının hepsi, delîllerini uzun
yazmışlar. Arzû edenlerin arayıp bulmalarını kolaylaşdırmışlardır.
29 —
Yine diyor ki,
(Câhiller, ilk asr müslimânları gibi bilmedikleri mes’eleleri, güvendikleri
kimseye sorar, bununla ilgili âyeti veyâ hadîsi öğrenir. Bunun ma’nâsı ile amel
eder).
Hey Allahım!
Bu ne ilm? Bu ne mantık? Evet, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
böyle yaparlardı. Çünki hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
sohbetinde yetişip, mezheb imâmlarından da üstün oldular. (Eshâbımın hepsi
gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisini taklîd ederseniz, hidâyete kavuşursunuz!)
hadîs-i şerîfi ile medh ve senâ olundular. Hepsi murâd-ı ilâhîyi anlardı.
Kitâbda ve Sünnetde açık bildirilmemiş olan mes’ele için de, âyetden veyâ
hadîsden delîl arayıp, bulup ictihâd ederek, hükmünü çıkarırlardı. Birbirlerini
taklîd etmeleri lâzım ve câiz değildi. Mezheb imâmlarımız da, Eshâb-ı kirâmın
yapdıklarını yapdılar. Onlar gibi delîl arayıp buldular. Bundan hükm çıkardılar.
Böylece, amelde mezheblere ayrıldılar. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” emrini yapmış oldular. Çünki, Resûlullah, (Eshâbıma tâbi’
olunuz) buyurmuşdu. Tâbi’înden yeni îmâna gelenler, Eshâb-ı kirâmdan delîl
istemedikleri için, bizim gibi câhillerin de, mezheb imâmlarından delîl
istememiz lâzım değildir. Biz, Allahü teâlânın emrlerini, mezheb imâmlarının
kitâblarından okuyup öğreniyoruz. Bu kitâblar, Kur’ân-ı kerîmin açıklamalarıdır.
Câhil bir köy çobanını, Eshâba benzeterek, her zemân şehre gelip, âyet ve hadîs
aramasını ve bunlara kendinin ma’nâ vererek ictihâd yapmasını taleb eden bu
şaşkın din adamına bakınız! Mezheb imâmına ve mezhebin kitâblarını okuyup
öğrenmiş olan köy hocasına uymak kolaylığı dururken, adamcağızın başına ne işler
açmakdadır!
30 —
Dinde reformcu, binlerce islâm
âlimini küçümsiyerek, sözlerine şöyle devâm ederek: (Üsûl âlimlerinin,
taklîdin lâzım olduğunu, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetinden
çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir. Çünki, âyetin
inmesine sebeb olan hâdise ve muhâtablar için taklîd câiz olmıyor ki, âyet
herkese taklîd emr etsin. Bu âyet ile, Allahü teâlâ, arab müşriklerine,
Peygamberler melek mi idi, insan mı idi, Ehl-i kitâba sormalarını emr ediyor.
Bunu sormak, delîlsiz olarak, başkasının re’y ve ictihâdı ile amel etmek
değildir ki, bu taklîdcilik olsun. Bundan başka, bu mes’ele i’tikâdî bir
mes’eledir. Burada taklîdin câiz olmadığını siz de kabûl ediyorsunuz. Kıyâmet
gününde, kâfirlerin reîslerinin, kendilerine tâbi’ olanlardan kaçacaklarını
Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Bu haber, kendilerine tâbi’ olunmak Allah
tarafından emr edilmemiş kişilere tâbi’ olanların ma’zûr tutulmıyacağına alâmet
değil midir? Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak Kur’ândan yüz çevirdiği
için, başımıza felâketler geldi. Taklîd etdikleri imâmlar, kıyâmet gününde
kendilerinden kaçacaklardır. Çünki, büyük imâmlar ve müctehidler taklîdciliği
men’ etdiler. Siz, Allah ve Peygamber sözünü değil, insanların sözünü delîl
olarak kabûl etmeğe alışmışsınız) diyor.
Reşîd Rızâ,
dinde reformcu olarak bunları yazdıkdan sonra, okuyucularını aldatmak için, vâiz
efendinin dinde reformcunun sözlerini beğendiğini, dinde reformcuları câhil
sanmakla yanılmış olduğunu ve dinde reformcunun böyle çok bilgili olduğunu
görmekle onu takdîr etdiğini de yazıyor.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeden, her çeşid ameli
ve ibâdeti yaparken, bir müctehidi taklîd etmek lâzım olduğunu anladı. Eshâb-ı
kirâm da, Resûlullahdan öğrenerek, Tâbi’înden yeni îmâna gelenlere, yalnız
ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğretdiler. Delîllerini de aramalarını emr
etmediler. Delîlsiz olarak taklîd etmelerini kâfî gördüler. Her işlerinde Eshâb-ı
kirâmın izinde giden mezheb imâmlarımız, burada da onlara uydular. Reşîd
Rızânın, (İmâmlar taklîdciliği men’ etdiler) demesi, Eshâb-ı kirâmın yolunu terk
etdiler demekdir. Evet, Eshâb-ı kirâm da, imâmlarımız da delîl ararlar,
başkalarının ictihâdlarına uymazlardı. Çünki, kendileri müctehid idi. Fekat,
müctehid olmıyanların, amellerde müctehidi taklîd etmelerini hiç men’ etmediler.
Reformcunun, bu âyetde kâfirlere, taklîd etmeleri emr olunmuyor demesi, işi
mugalataya boğmakdır. İslâm âlimleri, kâfirlere taklîd etmeleri emr olunuyor
demiyorlar ki, dinde reformcunun bu sözlerine hak verilsin. Allahü teâlâ,
bilmiyenlerin, bilenlere sormasını emr ediyor. İslâm âlimleri de “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânlar yapacakları işi nasıl yapacaklarını
bilenlerden sormalıdır diyorlar ve bu sözlerini bu âyet-i kerîmeden
çıkarıyorlar. Mes’ele bu kadardır. Amellerde taklîd etmek, delîl araşdırmak diye
bir şey yokdur. Amellerde taklîdi, i’tikâdda taklîd ile karışdırarak, dinde
reformcu, kendisini haklı çıkarmak çabasındadır. Yapılacak bir işde delîlsiz
olarak bir âlimi taklîd etmek ayrı bir mes’eledir. Bu ayrı mes’ele de, birinci
mes’eleden kendiliğinden ortaya çıkmakdadır. Yapılması veyâ terk edilmesi lâzım
olan bir işi bilene sorup, ondan öğrendiği gibi yapmak, onu taklîd etmek
demekdir. Hâlbuki îmân etmekde taklîd böyle değildir. İ’tikâd edilecek şeyleri
sorup öğrendikden sonra, hemen îmân hâsıl olmuyor ki, buna taklîd denilsin.
Öğrendikden sonra, düşünmek, beğenmek ve kabûl etmek, ondan sonra îmân etmek
hâsıl oluyor. İslâmın istediği îmân budur. Öğrendikden sonra, düşünmeden,
beğenmeden, iz’ânsız olan îmân, taklîd ile îmân olur. Delîlsiz olur. Kâfirlerin,
analarını babalarını görerek kâfir olmaları böyledir. İslâmın istediği îmân,
insanın iz’ân ile, delîl ile, kendi kararı ile olan îmândır. Kâfirlerin küfrü,
kendilerinden hâsıl olmayıp, analarından babalarından alınmakdadır. Onlardan
kendilerine mal olmakdadır. Görülüyor ki, îmânda taklîdin yeri yokdur. Îmânda
taklîd câiz olmadığı için, taklîd olunanlar, kendilerini bu bakımdan taklîd
edenlerden kıyâmetde kaçacaklardır. İbâdetlerde taklîd, Allahü teâlânın emri ile
hâsıl olduğu için, öğretenler de, öğrenenler de, Cennete kavuşacaklardır.
Dinde
reformcunun, (Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak, Kur’ândan yüz
çevirdiler) demesi, çok aşağı, çok iğrenç bir davranışdır. Müslimânları kâfir
yapmakdır. Açık bir nassa dayanmıyarak veyâ şübheli bir nassın te’vîli olmıyarak
yalan ve iftirâ yolu ile, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olur.
Müslimânlar, din imâmlarının kendilerini taklîd etmiyorlar. Onlardan murâd-ı
ilâhîyi ve murâd-ı peygamberîyi öğrenerek, Allahü teâlânın ve Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrlerine sarılıyorlar. Müctehidler, ara
yerde bir vesîle, bir vâsıtadır. Mâide sûresi, 35.ci âyetinde meâlen, (Benim
rızâma kavuşmak için vesîle arayınız!) buyuruldu. Müslimânlar, Allahü
teâlânın bu emrine uyarak, amelde mezheb imâmlarını vesîle yapıyorlar. Mezheb
imâmlarına tâbi’ olmak, onları taklîd etmek demek, onların kendi emrlerini
yapmak demek değildir. Onların Kitâbdan ve Sünnetden bildirdikleri (Ahkâm-ı
islâmiyye) bilgilerine tâbi’ olmakdır.
Dört mezheb
arasında ihtilâflı olan mes’eleler, nasıl terk olunabilir? Buna imkân yokdur.
İhtilâf olunan şeylerden biri, elbette Allahü teâlânın emridir. Meselâ kan
akınca, Hanefîde abdest bozulur, Şâfi’îde bozulmaz. Elbette bunun birisi Allahü
teâlânın murâdıdır. İkisinden birini her zemân yapmalı. Allahü teâlânın murâdı
budur demelidir. Murâd olanı, istenileni yapmış olan isâbet etmiş, kazanmışdır.
Murâdı anlıyamamış olan müctehide de sevâb verileceğini, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Resûlullah efendimizin zemânında böyle
ictihâdlı mes’eleler çokdu. İsâbet etmiyen müctehidin de sevâb kazanacağını
bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır. Yalnız burada mühim olan şey, yanlış
olana da sevâb verilmesi, amelleredir ve müctehidlere mahsûsdur. Nahl
sûresindeki, yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeye göre, müctehidleri taklîd
edenler de, bu sevâba kavuşur. Amelde müctehidi taklîd etmiyen dinde bid’at
sâhibi mezhebsizler, bu sevâba kavuşamaz. Allahü teâlânın emrini yapmamış
olurlar. Cehenneme giderler. (Bid’at sâhibinin hiçbir ibâdeti kabûl olunmaz)
hadîs-i şerîfi, bu sözümüzün vesîkasıdır.
(Usûl-i
fıkh) ilmi âlimlerinden bir kısmı buyurdu ki, (Müctehidi amelde taklîd etmek
için, onun bilgisine güvenmek ve inanmak lâzımdır. Nahl sûresi, 43.cü âyetinde
meâlen, (Bilenlerden sorunuz) buyuruldu ki, bunu gösteriyor). Reşîd Rızâ
(Bir mes’elede, bir müctehidi taklîd ederek, başka mes’elede zarûretsiz başka
müctehidi taklîd eden kimse, birinci müctehide inanmamış, güvenmemiş olur.
Birinci mes’eledeki taklîdi de mu’teber olmaz. Her ikisine de güveniyorum,
inanıyorum derse, bu sözüne değer verilmez) diyor. Çok yerde olduğu gibi, burada
da Reşîd Rızânın hâli ve fi’li, sözünü tekzîb etmekdedir. Şâir de böyle söyliyor:
Âyînesi
işidir kişinin, lâfa bakılmaz,
Şahsın
görünür rütbe-i aklı eserinde.
Bu konuyu,
kitâbımızın kırkikinci maddesinde, (Mîzân-ül-kübrâ)dan terceme ederek,
dahâ geniş açıklıyacağız.