Reşit Rıza-Ahmet Hamdi Akseki

31-42. Madde

31 — Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlî hazretlerinin Bâtıniyye mezhebinden bir sapıkla konuşmasını yazıyor. Bir yerinde, İmâmın, (Nasîhat vereceğim kimsenin hiçbir fırkaya bağlı bulunmaması, ihtilâflı konulara dalmaması lâzımdır. İbâdetlerde, ittifâk olunan mes’eleler üzerinde dur! İhtilâflı mes’elelerle uğraşma! İhtilâflı mes’elelerde ihtiyâtlı olanı yap! Farz olduğunu söylemiyenler, müstehab olduğunu söylemişlerdir. İhtiyâtı yapmak güç olduğu zemânlarda kendin ictihâd et! Ya’nî, dahâ üstün gördüğün müctehidin sözünü yap! Hangi âlimin üstün ve görüşünde isâbetli olduğuna kanâ’at getirirsen, onu taklîd et! Eğer o zât re’y ve ictihâdında, vardığı sonuç ve hükmde isâbet etmiş ise, onun için iki karşılık, iki sevâb vardır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, şöyle buyurmuşdur: Bir kimse ictihâd edip de isâbet ederse, iki ecr, hatâ ederse bir ecr kazanır. Cenâb-ı Hak da, işi ictihâda ehl olanlara havâle edip, onlara bırakıyor. Nisâ sûresinin seksenüçüncü âyetinde, (Onlardan netice çıkarmağa kâdir olanlar onu bilirler) buyurdu. Hazret-i Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, ehl olanların ictihâdlarından memnûn ve râzı olduğunu, Mu’âz hadîsi ile, açıklamışdır. Mu’âz bin Cebelin, Kitâbda ve Sünnetde bulamazsam, re’yimle düşünür, ictihâd ederim demesi, hazret-i Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdı emr etmesi ve buna izn vermesinden önce olmuşdur. Hem müctehidler, hem onları taklîd edenler ma’zûr sayılır. Bunların bir kısmı Allahın murâdına isâbet etmiş, bir kısmı da, iki ecrden birine isâbet edenlere ortak olmuşdur. Birbirine karşı inâd ve te’assub göstermezler. Çünki, hangisinin isâbet etdiği ma’lûm değildir. Sâdece herbiri kendisinin isâbet etdiğini zan etmekdedir. Herkesin re’y ve kıyâs ile ahkâm çıkarmasının bâtıl olduğunu kabûl ediyorum. Eğer körü körüne taklîd etdiğin bâtınîliği bırakırsan, sana Kur’ân-ı kerîmdeki ilmleri öğretebilirim. Öğrenmek için, beni mi tercîh edersin, yoksa, bâtınî olan yoldaşlarını mı?) dediğini bildiriyor. Bunları işiten vâiz efendinin (demek ki, imâm-ı Gazâlî, taklîdi kabûl hattâ bütün avâm üzerine gerekli kılıyor) dediğini ilâve ediyor. İmâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, dinde reformcunun kaleminden çıkan sözleri, kendisinin Ehl-i sünnet âlimlerinin ve dört mezheb imâmlarımızın sözbirliği ile bildirdiklerine katıldığını açıkça göstermekdedir. Ehl-i sünnetin bu yüce imâmının “rahmetullahi teâlâ aleyh“ yukarıdaki yazısını açıklamağa lüzûm yokdur. Bizim maksadımız da, İmâm hazretlerinin bu bildirdiklerini din kardeşlerimize anlatmakdır. İmâm-ı Gazâlînin bu sözleri, dinde reformcunun iddi’âlarını kökünden çürütüyor. Taklîdin meşru’ olduğunu bildiriyor.

32 — Dinde reformcu, dokuzuncu konuşmasında şöyle yazıyor: (Ben müslimânların tutuldukları hastalığın sebeb ve mikrobu olan ihtilâf karanlıklarından nasıl sıyrılıp çıkacakları hakkındaki düşüncemi bundan önce bildirmişdim. Benim görüşüm, büyük islâm âlimi olan İmâm-ı Gazâlînin görüşüne uygundur. İmâm-ı Gazâlî, yalnız Kur’ân-ı kerîmde bulunan şeylere îmân etmeleri, bir de müslimânların öteden beri üzerinde birleşdikleri şeyleri yapmaları kâfîdir, diyor. İslâmiyyete zarar veren şey, müslimânların fırka fırka ayrılarak, her fırkanın yalnız kendi tercîh etdiği imâmı ve ona tâbi’ olan âlimleri taklîd etmesi ve başka müctehid imâmları taklîd edenlere karşı te’assub göstermesidir. Bu fırkalaşma, Kitâbı ve Sünneti terk etmeğe kadar varır. Ben, bu nev’ mes’elelerde, biraz dahâ kolaylık gösterdim. Mükellefi, nefsinin arzûsuna uymamak ve elinden geldiği kadar ihtiyâta riâyet etmek şartı ile, istediği görüşü almakda serbest bırakdım. İmâm-ı Gazâlî ise, bu mes’elelerin kökden terkini câiz görmekle berâber, amel etmek istiyenlerin hareket sâhasını daraltıyor. Onları bir nev’ ictihâde mecbûr bırakıyor).

Dinde reformcunun en büyük hatâsı, müslimânların i’tikâdda fırkalara ayrılması ile, Ehl-i sünnetin dört mezhebe ayrılmasını birbiri ile karışdırmasıdır. Dört mezhebi de bid’at fırkaları gibi kötülemekde, müslimânları, Kitâbın ve Sünnetin dışına çıkacak kadar lekelemekdedir. İ’tikâdda ayrılmış olan yetmişiki fırkanın hepsi, elbette mezhebsizdir, sapıkdır. Hepsinin Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir. Fekat, hadîs-i şerîf ile övülen ve Resûlullaha itâ’at etdikleri için, Allahü teâlânın muhabbetine, rızâsına kavuşmuş olan, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırması, bölücülükden başka ne olabilir? Din adamı olarak ortaya çıkan böyle zındıkların, münâfıkların, kitâblı ve kitâbsız kâfirlerden dahâ zararlı ve dahâ kötü olduklarını dînimiz bildiriyor. Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlî hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” bir önceki maddede bildirilen sözlerini değişdirerek, kendi görüşüne çevirmekden sıkılmamışdır. Kendisini, imâm-ı Gazâlî hazretleri gibi, âlim ve müctehid görerek, islâmiyyete yön vermeğe kalkışmakdadır. Bu şaşkın hareketinin, kötülediği yetmişiki fırkadan da, dahâ kötü olduğunu anlıyamamakdadır.

33 — Dinde reformcu, mezheb imâmlarının sözbirliğine de karşı geliyor, diyor ki, (Telfîkin bâtıl olduğu hükmünde icmâ’ bulunduğu iddi’âsını kabûl etmek mümkin değildir. Bu konuda farklı görüşler vardır. Kendi mezhebinin imâmlarından hiçbirinin söylemediği bu sözü (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi nasıl söyliyebilir ki, kendi mezhebi, üç imâmın ictihâdlarından telfîk edilmişdir. Hanefîlerin telfîki kabûl etmediklerinin doğru olmadığını ibni Hümâmdan da anlıyoruz. Telfîk, ya’nî, birkaç mezhebi cem’ etmek sûreti ile verilmiş fetvâlar da oldukça çokdur. Bunların en meşhûr olanlarından birisi, “menkûl malını kendine vakf etmek” olup, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin ictihâdlarını telfîk ederek câiz görülmüşdür. İbni Âbidînin, bir mezheb içindeki imâmların ictihâdlarını birleşdirmek telfîk olmaz demesi, aklı başında olan bir kimsenin söyliyemiyeceği bir keyfî hükmdür. Mukallid bile olsa, hiçbir kimse, birbirine aykırı iki görüşü aynı zemânda kabûl etmez. Fıkh kitâblarını yazanların kendilerinden söyliyemiyeceklerini, ben de kabûl ediyorum. Çünki, mukallid olanın ilmi yokdur ki, kendinden söylesin. Onun yapacağı şey, başkasının söylediğini nakl etmekdir. Nitekim bunu da allâme Kâsımdan, o da (Tevfîkul-hükkâm)dan nakl etmişdir. Birisi, mes’ele üzerinde ihtilâf edildiğini, çeşidli görüşlerin mevcûd olduğunu bilmediğinden, “icmâ’ vardır” sözünü söyleyiveriyor. Diğerleri de, bunu nakl ediyor. Hakkın her zemân ekseriyyet ile berâber olacağını sanmak doğru değildir. Yûsüf sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Sen ne kadar yürekden istersen iste, yine de insanların çoğu inanmazlar) buyuruldu) diyor.

Dinde reformcu, bu yazısında hem cehâletini, hem de Ehl-i sünnet düşmanlığını açıkça ortaya koyuyor. Hanefî mezhebi, üç imâmın ictihâdlarından telfîk edilmişdir sözü, onun üsûl-i fıkhdan hiç haberi olmadığını i’lân ediyor. Kısa görüşü ile, vesîka sanarak ileri sürdüğü delîllerin, maksadla hiç alâkası yokdur. Kısaca deriz ki, hanefî mezhebinin üsûl ve kavâ’idini, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” kurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf (vefâtı 182 [m. 798]), imâm-ı Muhammed (vefâtı 189 [m. 804]), İmâm-ı a’zamın talebeleridir. Yüzlerle talebesi gibi, bunları da, senelerce yetişdirmiş, ictihâd derecesine ulaşdırmışdır. Bu iki müctehid ve arkadaşları, birçok müctehidler, hocalarından öğrendiklerini, yine hocalarının bildirdiği üsûllerle ve kâidelerle ölçerek karşılarına çıkan yeni hâdiselere farklı fetvâlar vermişlerdir. Hanefî mezhebinde bu iki İmâmın fetvâları birleşdirilmemişdir ki, telfîk olsun. Hanefî mezhebinde İmâm-ı a’zamın sözü ile amel olunur. İmâm-ı a’zamın ictihâdı bulunmadığı mes’elelerde, imâm-ı Ebû Yûsüfün ictihâdı ile amel olunur. Bu da bilinmiyorsa, imâm-ı Muhammedin fetvâsı ile amel olunur. Bu sırayı ancak zarûrî hâllerde değişdirmek veyâ ikisini birleşdirmek câiz olur. Meselâ, aldığı kirâlar, çoluğunun, çocuğunun ihtiyâçlarını ve borçlarını karşılamıyan kimse, imâm-ı Muhammede göre fakîrdir. Şeyhayn indinde zengin sayılır. Böyle kimse fıtra vermez ise ve kurban kesmezse, imâm-ı Muhammede göre günâhdan kurtulur. Fıtra verir ve kurban keserse, Şeyhayne göre vâcib sevâbına kavuşur. Üzerine vâcib olmıyan ibâdeti yapan, yalnız nâfile ibâdet sevâbı kazanır. Vâcib sevâbı kazanamaz. Vâcibin sevâbı bundan katkat dahâ fazladır. Görülüyor ki, ictihâdların ayrı olması, müslimânlara rahmet olmakdadır. Bir mezheb içinde bulunan imâmların ictihâdlarını birleşdirmeğe telfîk denmez. Telfîkin câiz olduğunu göstermez. Dört mezhebden birkaçını karışdırmağa telfîk denir. Hanefîlerin telfîki kabûl etmediklerinin doğru olmadığını ibni Hümâmdan anlaması da, yalandır. Çünki, ibni Hümâm, (vefâtı 861 [m. 1457]), (Tahrîr) kitâbında diyor ki, (Bir işi bir mezhebe göre yaparken, başka bir mezhebi de taklîd etmesi, iki mezhebde de bâtıl olacak birşey yapmamak şartı ile câiz olur. Abdest alırken, Şâfi’î mezhebini taklîd ederek, uzvlarını ovmıyan kimse, kadına eli değince, Mâlikî mezhebine göre abdest bozulmadı diyerek, nemâz kılsa, bu nemâzı bâtıl olur. Çünki, abdesti, her iki mezhebe göre sahîh değildir.) İbni Hümâmın bu yazısını (Hulâsat-üt-tahkîk) kitâbı vesîka olarak bildirerek, mezhebleri telfîk etmenin câiz olmadığını bununla isbât etmekdedir. Din adamı olarak ortaya çıkan dinde reformcu, müslimânları aldatmak için, ibni Hümâmın sözlerini değişdirmekde, bu yüce imâma karşı çirkin iftirâ yapmakdadır. Bundan başka telfîkin kabûl edilmediğini, hem de bunda icmâ’ olduğunu bildiren, ibni Hümâmın talebesi olan Şeyh Kâsımdır. Şeyh Kâsım, hocası ibni Hümâmdan öğrendiği bu icmâ’ı, (Et-tashîh) adındaki kitâbında yazmakdadır. Bu kitâb, (Kudûrî)nin şerhidir.

Hanefî mezhebinde olan müftînin imâm-ı Ebû Yûsüfün veyâ imâm-ı Muhammed Şeybânînin ictihâdına göre fetvâ vermesinin, hanefî mezhebinin hilâfına olmıyacağını (Dürer) kitâbı da haber vermekdedir. Çünki her iki imâm da, İmâm-ı a’zama uymıyan ictihâdlarının hepsinin ondan işitdikleri bir rivâyet olduğunu söylemişlerdir. Bundan dolayı imâm-ı Tarsûsînin (Nef-ul-vesâil) kitâbında ve allâme İbn-ül-Şelbînin fetvâlarında bulunan işkâlin ortadan kalkmış olduğunu ibni Âbidîn, (Vakf-ül-menkûl) hâşiyesinde yazmakda ve (İnsanın kendine birşey vakf etmesi, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz olup, imâm-ı Muhammede göre câiz değildir. Nakl olunabilen şeyin vakfı, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz değil, imâm-ı Muhammede göre câizdir. Bu imâmların ikisi de, nakl olunabilen birşeyi kendine vakf etmenin câiz olacağını söylememişlerdir. Her iki imâmın ictihâdları birleşdirilerek, bunun da câiz olmasına fetvâ verilmişdir. Tarsûsînin (Münyet-ül-müftî) kitâbında, hükm-i müleffak câizdir diyerek yazdığı mes’ele, işte budur. Yoksa, başka mezhebleri birbiri ile karışdırmak, sözbirliği ile câiz değildir. (El-Ukûd-üd-dürriyye fî tenkîh-il Hâmidiyye) kitâbının birinci cildi yüzdokuzuncu sahîfesinde bunu bütünü ile açıkladım) demekdedir. Para vakfına da, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Züferin ictihâdlarının birleşdirilmesi ile câiz denilmesi, başka mezhebler arasında yapılan hükm-i müleffak câiz olacağını göstermez. Çünki, bu her iki imâm da, Hanefî mezhebindedirler. Dinde reformcu, fıkh kitâblarındaki bu açık yazıları tersine çevirerek, hem gençleri aldatmağa, hem de (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn) gibi en kıymetli fıkh kitâblarını lekelemeğe, Ehl-i sünneti içden yıkmağa çalışmakdadır. Bu alçak siyâseti, Reşîd Rızânın bir din adamı değil, din adamı şeklinde görünen bir (Zındık) olduğunu açık olarak ortaya koymakdadır.

Fıkh âlimleri, ahkâm-ı islâmiyyeyi, kendi görüşlerine, kendi akllarına göre söylemeyip, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gelen haberleri nakl etdikleri için dinde reformcu, bu âlimlere câhil damgası basacak kadar alçalmakdadır. Hâlbuki, bu haberleri ve tatbîk yerlerini bilmiyen, kendileri uydurup söyliyen bu dinde reformcular câhildir. Hem de kara câhildirler. Cehl-i mürekkeblerinden dolayı kendilerini birşey bilir sanıyorlar. Yalan, bozuk sözlerini ilm olarak yaymakdan hayâ etmiyorlar. (El-hayâ-ü minel-îmân) hadîs-i şerîfi (Müslim)de yazılıdır. Din düşmanlarında hayâ olmadığını bu hadîs-i şerîf de göstermekdedir. Fıkh âlimleri, icmâ’ ile bildirilmiş olan ve ihtilâflı olan mes’eleleri bildirdiler. Bu ilmi bilenler, bunları birbirlerinden ayırır. Câhil dinde reformcular, fıkh âlimlerini kendileri gibi sanıyorlar. (El-kelâm-ü sıfat-ül mütekellim) sözü bunların içyüzlerini ortaya çıkarmakdadır. Bu söz, (Bir kimsenin sözü, bu kimsenin nasıl olduğunu anlatır) demekdir.

Fıkh âlimleri, icmâ’ vardır sözünü, bilmeden söyliyorlarmış. Bu yüce islâm dîni, asrlardan beri bu câhiller elinde oyuncak olmuş da, bu zındıklar şimdi, dîni rayına oturtacaklarmış. Sözbirliğini inkâr edenin kâfir olacağını kendi de söylemişdi. İcmâ’ı, İslâm âlimleri bilememiş, bulamamış ise, kendisi nerden bulacak? Buna şaşmağa hiç lüzûm yok. (El-câhilü cesûrün). Uydurup uydurup söyliyecek. Onun için, bundan kolay ne var ki. Bu kitâbı gibi, yalanlarla, iftirâlarla dolu yüzlerce kitâb yazmak, onun için, işden bile değildir. Her sözü hikmet ile dolu olan Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kıyâmete yakın, ortaya çıkan din adamları, eşek leşinden dahâ çok kokmuş olacaklardır) hadîs-i şerîfi ile haber verdiği kokmuşları aramağa lüzûm kalmamışdır. Onlar kendilerini teşhîr ediyorlar. Zehrli, pis kokuları Mısrdan bütün dünyâya yayılıyor. Allahü teâlâ, genç din adamlarımızı ve hepimizi bu öldürücü hastalık mikroplarının bulaşmasından ve bu türedilerin şerrinden muhâfaza buyursun! Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunu gösteren ve Onun vârisleri oldukları bildirilmiş olan, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin doğru yolundan bizleri ayırmasın! Bu mubârek Allah adamları, fıkh ve ilmihâl kitâblarını yazmamış olsalardı, bu türedi din câhillerinin pençelerine düşerek, yaldızlı sözlerine aldanarak, helâk olurduk. Küfrden, bid’atden bizleri koruyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin mubârek rûhlarına bizlerden binlerce selâm ve düâlar olsun! Hak her zemân ekseriyyetde olmaz diyerek, (Ümmetim dalâlet üzerine ictimâ’ etmez) hadîs-i şerîfini inkâr etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” emr etdiği için, icmâ’a ve cumhûra sarılmışlardır. Buhârî sonunda, (Fiten) kısmındaki hadîs-i şerîfde, (Cemâ’atden bir karış ayrılan ve o hâlde ölen, câhiliyye ölümü ile ölür) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetini açıklamakdadır. Yine Buhârîde, dahâ sonraki bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile âmil olan âlimleri kaldırır. Câhiller kalır. Dinden süâl edenlere, kendi aklları ile cevâb verip insanları doğru yoldan ayırırlar) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, âlimlerden nakl etmeğe taklîdcilik diyerek, Ehl-i sünneti kötüliyen, kendi kısa akl ve boş kafaları ile dîni içerden yıkan dinde reformcuların zararlarını bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîf, (Buhârî)nin başında dahâ uzun yazılıdır. Yine (Buhârî)de, ilm kısmındaki hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet alâmetlerinden biri, ilm yok olacak, din câhilleri çoğalacak, içki içenler ve zinâ edenler artacak) buyuruldu. Dinde reformcuların, Ehl-i sünneti yok edip, din adamı olarak ortaya çıkmaları, bu hadîs-i şerîfin, gaybdan haber veren mu’cizelerden olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Muhammed bin İsmâ’îl Buhârî, 194 [m. 809] da tevellüd, 256 [m. 869] da Semerkandda vefât etmişdir.

34 — Dinde reformcu diyor ki, (Taklîd ictihâdın netîcesidir. Bunun olmadığı yerde, o da olmaz. Bütün ittifâklı mes’eleleri bitirenlerin, ihtilâflı ibâdetleri yapması lâzım değildir. Hepsini terk etmeleri câizdir. Bilmediği bir kimseyi taklîd etmek, şu’ûrlu ve basîretli olur mu? Fetvâ almak, taklîd olmayıp, nakl ve rivâyet kabîlindendir. Re’yini almak ve ictihâdını benimsemek için, müctehidler arasında aranılan üstünlük, Halîfeler ile diğer Sahâbeler arasında, bahs mevzû’u olan üstünlük gibi değildir. Ya’nî, Allahü teâlâ katındaki üstünlük değildir. Ölçü, bilgi, araşdırma ve görüş kuvvetidir. Dahâ sonra gelen, dahâ üstün olabilir. İmâmlar içinde en kuvvetli olanı, imâm-ı Şâfi’îdir. Delîlini bulamadığım zemân, delîlini üstün gördüğüm mezhebe uyarım. Ya’nî, hem müctehid, hem de mukallid olurum. Yalnız taklîdci olmakdan kurtulurum. Şimdiki müslimânlar, ne mezheb biliyor, ne de îmân. Çoğunun din bilgisi, Allah birdir ve gökdedir. Peygamber, semâya çıkarak Allahı gördü).

Reşîd Rızânın bu yazıları da, kendi görüşlerinin ifâdesidir. İslâm âlimi olmadığı için, hattâ, önceki yazıları, hangi yolun yolcusu olduğunu açıkladığı için, onun, bu derme çatma yazılarına cevâb vermeğe değmez. Fekat, (Sinek küçük ise de, mi’deyi bulandırır) ata sözü gereğince, gençleri bunun şerrinden korumak için, birkaç kelime yazmak uygun olacakdır.

İctihâd olmıyan yerde taklîd olmaz sözü, doğru değildir. Çünki, Nisâ sûresi, 58.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Resûlüme itâ’at ediniz) buyuruldu. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, bu emre uyarak, Resûlullahın her dediğini yapdılar. Kendilerini ölümlere atdılar. Hiçbiri delîl, sened aramadılar. Resûlullahı kaydsız şartsız taklîd etdiler. Bu emrler Vahy ile idi. İctihâd karışık değildi. İctihâd yapılan işlerde ise, Eshâb-ı kirâm da ictihâd yapıp, ictihâdlarını Resûlullaha söylerlerdi. İctihâdları, ba’zan Resûlullahın ictihâdına uymazdı. Böyle olduğu zemânlarda, Vahy gelerek, hangi ictihâdın doğru olduğu belli olurdu. Ba’zan Eshâbın ictihâdına uygun Vahy gelirdi. Resûlullahın vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm ictihâd edilecek mevzû’larda birbirlerine uymadılar. Müctehidin, başka müctehidi taklîd etmesinin câiz olmadığı, bundan anlaşıldı. Bir mukallidin bütün mes’elelerde bir müctehidi taklîd etmesi lâzımdır. Mukallid, binlerce mes’ele içinde, ittifâklı ve ihtilâflı olanları arayıp bulup öğrenmeğe mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne bunu emr ederdi. Müslimânları buna mecbûr tutmak, ümmet-i Muhammede güçlük çıkarmak olur. Dînimiz, güçlük çıkarmayınız, kolaylaşdırınız buyuruyor.

Dinde reformcuya göre, herbir müslimân binlerle mes’ele içinde ittifâklı olanları ve ihtilâflı olanları öğrenecek ve ayıracak, ittifâklıları yapacak, ihtilâflıların üzerinde de incelemeler yapacak, delîllerini arayıp bulacak, hangisinin dahâ kuvvetli olduğunu anlıyacak, ondan sonra da, bunu isterse yapacak, isterse yapmıyacak. Bu ne biçim mantık ve ne biçim teklîf? Müslimânların hiçbirşey bilmediklerini, Allah gökdedir diyecek kadar câhil olduklarını kendisi de yazıyor. Böyle insanlara bir mezhebi öğretmek mi, yoksa bunun önüne yukarıdaki güçlükleri çıkarmak mı dahâ uygundur? Aklı olan, insâfı olan, ya’nî Allah için ve din için konuşan bir kimse, elbet hemen cevâbını verir. Fekat, dinde reformcunun niyyeti, müslimânlara ve islâmiyyete hizmet olmayıp, müslimânları ürkütmek, dinden ayırmak ve islâmiyyeti içerden yıkmak olduğu, kitâbın başından beri birçok sözünden anlaşılmışdır. Buna (sus be zındık, müslimânları aldatamazsın) demekden başka cevâb verilemez.

Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, re’y almak ve ictihâdını sormak için, Allahü teâlâ katındaki üstünlüğü ararmış da, ölçü, bilgi ve araşdırma aramazmış! Bu da, onun bölücü, yıkıcı sözlerinden biridir. Eshâb-ı kirâmı lekelemeğe kalkıyor. Onlarda, ölçü, bilgi olmadığını söyliyor. Dört halîfe, Eshâb-ı kirâma, (Bunu hanginiz biliyor?) derler. Bilenden öğrenirlerdi. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Allahü teâlâ katında üstün idiler. Üstünlük farkları değil, bilgileri, görüşleri sorulurdu. Ehl-i sünnet âlimleri de, böyle yapdılar. Her işlerinde, Eshâb-ı kirâmın izinde yürüdüler.

İmâmlar içinde en yüksek imâm-ı Şâfi’î olduğuna inanmak suç değildir. Fekat imâm-ı Şâfi’înin kendisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin dahâ yüksek olduğunu söylemişdir. Bu sözlerinden birkaçı, kırküçüncü maddede yazılıdır.

Dinde reformcular, dört mezhebi ve böylece Ehl-i sünneti ve bu vâsıta ile islâmiyyeti yıkmak için, mezheblerin telfîki, ya’nî kolaylıklarını toplayıp, geri kalanını atmak üzerinde çok duruyorlar. Hangisinin kitâbında olursa olsun, Ehl-i sünnet âlimlerinden getirdikleri misâllere bakılırsa, hanefî mezhebindeki üç imâmın ictihâdının birleşdirildiğini yâhud başka mezheblerin ictihâdlarının, (harac) meşakkat olduğu zemân birleşdirildiğini ileri sürmekdedirler. Bunlardan ikisinin de câiz olduğunu biz de söyliyoruz. Çünki, bir mezhebin içindeki imâmların ictihâdları, mezheb imâmının ictihâdı demekdir. Bunları birleşdirmek, mezheb imâmının ictihâdından dışarı çıkmak olmaz. Bunu önceki maddede uzun bildirmişdik. Dinde reformcular, akllarınca kurnazlık yaparak, câiz olan şeyleri yazıyor, bunları ileri sürerek, kendi bozuk ve yıkıcı fikrlerini, din ve ibâdet şekline sokmak istiyorlar.

35 — Reşîd Rızâ, sözlerini tekrâr ederek, fikrlerini perçinleşdirmek istiyor. Yine diyor ki, (Ben ibâdetler husûsunda kıyâs kabûl etmiyorum. Delîle bakan ve ona göre re’yleri kabûl eden her müslimân da müctehiddir. Mezheblere bağlı âlimler de, ba’zı mes’elelerde onlara muhâlefet etmişlerdir. Begavî, Evzâ’î ve Gazâlî, Şâfi’î mezhebinde oldukları hâlde, imâmlarına ve Zimahşerî de, Ebû Hanîfeye muhâlefet etmişdir. Dört halîfeden sonra saltanat sâhibi hükümdârlık başlamışdır. Din ilmleri de bozulmuşdur.)

Dinde reformcuya göre, dinde kıyâs olmaz ve bütün müslimânlar müctehiddir. İhtilâflı mes’elelerin delîllerini inceleyip doğru olanı bulacaklardır. Ya’nî kıyâs yapacaklardır. İki sözü birbirini nakz etmekdedir. İctihâdın ve kıyâsın üsûl-i fıkh kitâblarındaki ma’nâlarını anlıyabilmiş olsaydı, bu tenâkuza düşmezdi. Mısrlı dinde reformcunun ana dili olan arabîsi kuvvetli, biraz da mekteb görmüş. Elbet Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını kolayca okuyor ve kendine göre birşeyler anlıyor. Fekat, (Üsûl-i fıkh) ilmi büyük bir deryâdır. Bu ilme ehl olmak için, seksen kadar âlet ilmleri okumak lâzımdır. Bu âlet ilmleri bilmiyen, hattâ inkâr eden bir kimseye, arabîsi çok kuvvetli olsa da, bu ilmin câhili denir. Asrımız ihtisâs asrıdır. Yalnız tıb ilminde ve yalnız fizikde ve kimyâda yeni yeni ihtisâs kolları meydâna çıkıyor. Dâhiliyye mütehassısı olan doktor, hastasını ba’zan sinir mütehassısı olan doktora, o da rûh mütehassısı olan doktora, bu da psikiyatri mütehassısı olan doktora göndermek zorunda kalıyor. Fiziko-terapideki ihtisâs kolları ise, bundan dahâ çok. Fen kısmlarında, bu çeşidli ihtisâs kolları bulunuyor da, dahâ geniş ve dahâ şümûllü ve dahâ yüksek olan din bilgisindeki ihtisâs kollarını ve bunların mütehassıslarını hafîf görmek, hattâ inkâr etmek nasıl doğru olabilir? Hele bu, ilm adına konuşan bir kimse için, aslâ kabûl edilemez. Dinde reformcunun (üsûl-i fıkh) ilminde pek câhil olduğu kolayca anlaşılıyor. Bir câhilin, bir âlime, bir mütehassısa dil uzatmasının kıymeti olamaz. Âlimi, âlim tanır. Câhil tanıyamaz. Câhilin lehde ve aleyhde sözleri mu’teber olamaz. Âlimlerin sözlerini anlamadan yazan, böylece sahîfeler dolduran bir câhil, ancak kendi gibi câhilleri aldatabilir. Bu satırları yazarken, bu yüksek ilmde söz sâhibi olduğumuzu aslâ iddi’a etmiyoruz. Âlim olmak şöyle dursun, o büyük insanların derin ilmleri karşısında bir hiç olduğumuzu görüyoruz. Bu ilm üzerinde kendimizden konuşmağı ve yazmağı kendimiz için bir edebsizlik biliyoruz. Fekat, ne yapalım ki, din câhilleri, din düşmanları meydâna çıkmışlar, cirit oynuyorlar. İslâmiyyete saldırmakda, birbirleri ile yarış ediyorlar. Bunlara cevâb verecek, erbâb-ı kemâlden bir kahraman görülmiyor. Din gidiyor. İslâmiyyet yıkılıyor. Rabbimize çok ve sonsuz şükrler olsun ki, bu hâlleri çok önceden gören ve üzülen, fekat söylemekden, yazmakdan mahrûm edilmiş olan derin bir din âlimini, bu ilmin mütehassısını görmekle şereflendik. Bu çok büyük ni’metinden, ihsânından dolayı, Rabbimize tekrâr tekrâr şükrler olsun! Vücûdümüzün her hücresi dile gelse, Rabbimizin bu ni’metinin şükrünün milyonda birini yapmış olamayız. O büyük din mütehassısının, ya’nî Seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” hikmet ve ma’rifet hazînesinden birkaç şey işitmeseydik, bu ulvî ve çok yüksek ve pek tehlükeli olan mevzû’da kitâblar yazmak şöyle dursun, ağzımızı açmağa bile cesâret edemezdik. Fekat, o kaynakdan sızanları, din kardeşlerimize iletmeği kendimize vazîfe, hattâ borç biliyoruz. (Fitne çıkıp, bid’atler yayıldığı zemân, doğruyu bilen söylesin! Söylemezse, Allahın, meleklerin ve bütün insanların la’neti ona olsun) hadîs-i şerîfinin tehdîdinden kurtulmak için, işitdiklerimizi, öğrendiklerimizi din kardeşlerimize bildirmek için çabalıyoruz. Cenâb-ı Hak, doğruyu yazmamızı ihsân buyursun! Okuyanlara te’sîr etmesini nasîb eylesin! Yapacağımız hatâları afv buyursun! Ümmet-i Muhammediyyeyi âhır zemân fitnelerinden muhâfaza buyursun!

Mezheblere bağlı hiçbir âlim, ictihâd derecesine yükselse bile, mezhebinin imâmının üsûl ve kavâ’idine, hiçbir zemân muhâlefet etmez. Bir mezhebin ilmlerini yayan âlimler, çeşidli derecelerde olurlar. Bunların birçoğu erbâb-ı tercîhdir. Mezheb imâmından gelen rivâyetlerin delîllerini inceliyerek, bunlardan birini tercîh ederler. Tercîh olunmıyan delîl red edilmiş değildir. Harac, meşakkat olduğu zemân, bunlarla da amel olunur. İmâmdan gelen rivâyetlerden birini tercîh etmek, imâma muhâlefet olmaz. Evzâ’î, Begavî ve Gazâlî de, imâm-ı Şâfi’î gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” müctehidlerdir. Birçok mes’elede ictihâdları, imâm-ı Şâfi’îye uygun olmuşdur. Câhiller bunları Şâfi’î mezhebinde sanıp, mezheb imâmına muhâlefet etdiler diyorlar. Zimahşerî (vefâtı 538 [m. 1144]) ise, Hanefî olmak şöyle dursun, Ehl-i sünnet bile değildir. Yetmişiki sapık fırkadan (Mu’tezile) fırkasındadır. Mu’tezilî olanların ibâdetleri, Hanefî mezhebine benzediği için, bunları hanefî zan ediyorlar. Dört halîfeden sonra, din bozuldu demek, bir din adamının değil, kitâb okumuş olan herkesin şaşacağı bir sözdür. Dinli dinsiz herkesin red edeceği bir şeydir. Din bilgilerinin kıyâmete kadar bozulmadan devâm edeceğini, hem Kur’ân-ı kerîm, hem de hadîs-i şerîfler, haber veriyor. Hak üzere olan bir cemâ’at, kıyâmete kadar devâm edecekdir. Her yüz senede bir, bu dîni kuvvetlendiren âlimler yaratılacakdır. Evet, yetmişiki fırka meydâna çıkdı. İ’tikâdı bozulanlar çoğaldı. Ehl-i sünnetde de, câhiller, fâsıklar pekçok. Fekat, hak üzere olan da vardır. Hak yol meydândadır. Din, ilk asrda olduğu gibi, sâfiyyetini muhâfaza etmekdedir.

(Mişkât-ül-mesâbîh) hadîs kitâbının sağlam, sahîh olduğunu, dört mezhebin âlimleri sözbirliği ile bildirmekdedir. İşte bu kitâbda (Kitâb-ül-fiten) kısmında, Sevbân “radıyallahü anh” hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi, putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zemân bulunacakdır. Onlara karşı olanlar Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacakdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dinde reformcular, zındıklar, bu dîn-i mübîni, kıyâmete kadar, hiçbir zemân bozamıyacaklardır. Dünyânın her yerindeki kütübhânelerde bulunan İslâm kitâbları arasında bozuk, yıkıcı, bölücü olanları pekçok ve hergün çoğalmakda ise de, bunlar arasında doğru olanları da vardır. Bunlar hiçbir zemân yok olmıyacakdır. Ve hiçbir kimse yok edemiyecekdir. Bunlar, Allahü teâlânın hıfz ve emânı altındadırlar. Bu kitâbları arayıp, bulup, okuyup se’âdete kavuşanlara müjdeler olsun! Beyt:

Aranılan hazînenin nişânını verdim sana!

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.

36 — Dinde reformcu diyor ki, (İnsanlar âlim ve avâm olmak üzere iki sınıfdır. Birinciler, delîli bulur, ona tâbi’ olur. İkinciler ise, muayyen birini taklîd etmemek üzere müctehid ve fakîhlere tâbi’ olur. Avâmın muayyen mezhebi yokdur. Onların mezhebi, müftînin mezhebidir sözünün ma’nâsı da budur. Önceki âlimler yine diyor ki, muayyen bir müftîye bağlanmak lâzım değildir. Dilediğine sorup anlar. Avâmın hadîs ile amel etmeleri câizdir. Bu husûsda imâmlar ihtilâf etmemişlerdir. (Hidâye)de, kan aldıranın orucu için diyor ki, kan aldırdıkdan sonra, orucu bozuldu sanarak yirse, hem kazâ, hem de keffâret yapar. Çünki bu zannı, dînî bir delîle dayanmamışdır. Müftî böyle fetvâ verirse, onun için delîl olur. Eğer bir hadîse uydu ise, yine böyledir. Keffâret yapmaz (Kâfî ve Hâmidî). Resûlullahın sözü, müftîninkinden aşağı olmaz. Dört imâmın hepsi, sözümüzü bırakın, hadîsi alın dedi. Kim, Kitâb ve Sünnet ile amel etmek isterse, zındıkdır diyorlar. Ebû Hanîfe, delîlimi bilmiyenin, benim ictihâdım ile fetvâ vermesi câiz değildir dedi. Böylece müslimânların Kitâbdan ve Sünnetden yüz çevirip, kendi sözlerini taklîd etmeleri için ictihâd etmediğini bildirmişdir. Onun ictihâd etmesi, Kitâbdan ve Sünnetden nasıl hükm çıkarılacağını müslimânlara göstermek içindir. İbni Âbidîn gibi, sonra gelenlerin sözlerine bakarak, Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmağa harâm demek, Ebû Hanîfeye uymamak olur. Bu taklîdciler, amel fıkh iledir, hadîs ile değildir sözünü, kendileri gibi taklîdcilerden nakl etdiler. Zahîriyye kitâbı, bu sözün avâm için olduğunu bildiriyor ise de, bu söz, fıkh var iken Kitâb ve Sünnet ile amel câiz değildir demekdir ki, yanlış olduğu meydândadır. Böyle söyliyenler, câhil ve inâdcıdırlar. Keydânî, harâm olan şeylerden onuncusu, nemâzda parmakla işâret etmekdir diyor. Aliyy-ül-kârî, onun bu sözünün günâh olduğunu bildirdi. Sözü te’vîl edilmese, kâfir olur dedi. Çünki, Resûlullahın parmak kaldırdığı sâbitdir dedi).

Evet, müslimânlar iki kısmdır. Birincisi ictihâd derecesine kadar yükselmiş olan islâm âlimleridir. İkincisi, bu dereceye yükselmemiş olan âlimler ve avâmdır. Avâm, dilediğini müftîye sorar demek, kendi mezhebinde olan müftîye sorar, kendi mezhebinde olan müftî bulamazsa, başka mezhebdeki müftîye de sorabilir demekdir. (İbni Âbidîn), 1198 [m. 1784] de tevellüd, 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etmişdir. (Redd-ül-muhtâr)ın sonsözünde (Hazânetür-rivâyat)dan alarak diyor ki, (Âyetden ve hadîsden ma’nâ çıkarabilen âlimler, (Ehl-i dirâye)dir. İctihâd derecesindedir. Mezheblerine muhâlif olsa da kendi mezheblerinin imâmlarından gelen mercûh haberler ve za’îf rivâyet ile de amel etmeleri câiz olur. Yapılmasında harac olduğu zemân, avâma da fetvâ verirler.) Görülüyor ki, kendi mezhebindeki kolay yolu gösteren ictihâda da uymak, müctehid-i fil mezheb için her zemân, avâm için ise, harac [meşakkat] olduğu zemân câiz olmakdadır. (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında gusl abdesti maddesine bakınız! (İbni Âbidîn) yine önsözünde buyuruyor ki, (Avâmın mezhebi olmaz. Onun mezhebi, müftîsinin mezhebidir. İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbının şerhinde bu sözü açıklarken mezheb taklîd etmek, mezhebin ne olduğunu bilen, anlıyan yâhud bir mezhebin kitâbını okuyup bu mezheb imâmlarının fetvâlarını anlıyan kimse içindir. Böyle olmıyan kimsenin, hanefî veyâ şâfi’î olduğunu söylemesi, bu mezhebde olduğunu göstermez denilmekdedir. Bundan anlaşılıyor ki, avâmın mezheb değişdirdim demesi birşey ifâde etmez. Başka mezhebdeki müftîye sorunca, mezhebi değişmiş olur. İbni Hümâm (Feth-ül-kadîr) kitâbında diyor ki, müftînin müctehid olması lâzımdır. Müctehid olmıyan âlime (Nâkıl), ya’nî haber iletici denir. Müctehid olmıyan müftîler de mukalliddir. Bunlar ve avâm, hadîs-i şerîflerden doğru ma’nâ çıkaramaz. Bunun için, müctehidlerin anladıklarına uymaları, ya’nî onları taklîd etmeleri lâzımdır. Bu husûsda imâmlar ihtilâf etmemişlerdir.)

Oruclu iken hacâmat yapmağa gelince, hanefî mezhebinde, bunun orucu bozmadığı şübhesizdir. Bozuldu zan ederek, yirse, kazâ ve keffâret lâzım olur. Orucun bozulmadığını bilmiyecek kadar câhil olana âmî veyâ avâm denir. Hanbelî müftîsi bozuldu dedi ise veyâ bozulacağını bildiren bir hadîs işitip te’vîl edemezse, orucu bozmadığı şübheli olur. Sonra, birşey yiyince, keffâret lâzım olmaz. Çünki, avâmın mezhebi, sorduğu müftînin mezhebidir. Bu misâl, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâdıdır. Hanefî mezhebinde olan kimsenin İmâm-ı a’zamın ictihâdına uyması lâzım geldiğini bildirmekdedir. Dinde reformcunun yazdığı bu misâl, kendisinin haksız olduğunu göstermekdedir. İbni Hümâm, (Hidâye)deki (dînî delîle dayanarak) sözünü (Orucu bozan birşeye benzetmek) diyerek açıklamakdadır. Böylece açıklaması ve müftînin fetvâsının da delîl olduğunun bildirilmesi, yine dinde reformcunun haksız konuşduğunu gösteriyor. Dinde reformcu, müslimânları aldatmak için kazmış olduğu kuyuya kendisi düşmekdedir. Mezheb imâmlarının, benim sözümü bırakın, hadîse uyun buyurmaları, kendi talebeleri için idi. Talebeleri de müctehid idi. Müctehidin kendi ictihâdına uyması lâzım gelir.

Hiçbir fıkh âlimi, (Kim Kitâb ve Sünnet ile amel etmek isterse zındıkdır) dememişdir. Bu sözü, dinde reformcu uydurmakdadır. Bu sözünün doğrusu, kim Kitâb ve Sünnetden kendisinin anladığına göre, amel etmek isterse, zındıkdır buyurmuşlardır. Doğrusu da budur. Çünki, ictihâd derecesine varmıyan kimse, Kitâbdan ve Sünnetden doğru ma’nâ çıkaramaz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, yanlış ma’nâ çıkaranların kâfir olacağını bildirdi. Bu büyük tehlüke karşısında, mezheb imâmı bile, Kitâbın ve Sünnetin ma’nâsını Eshâb-ı kirâmdan öğrenmiş ve bu doğru ma’nâya göre ictihâd eylemişdir. Bu doğru ma’nâyı ve doğru ictihâdı beğenmemek, Muhammed aleyhisselâma inanmamak olur. Bu da zındıklıkdır. İmâm-ı a’zamın, delîlimi bilmiyenin benim ictihâdım ile fetvâ vermesi câiz değildir buyurması, müftînin müctehid olması lâzım geldiğini gösteriyor. Bu da, İbni Âbidînin, sözünü, İmâm-ı a’zamdan almış olduğunu gösteriyor. İbni Âbidînin kitâbının, i’timâda şâyan, çok sağlam olduğunu isbât ediyor. Mezheb imâmlarını taklîd etmek, Kitâbdan ve Sünnetden yüzçevirmek demek değildir. Kitâbdan ve Sünnetden yanlış ma’nâ çıkarmağa kalkışmayıp, mezheb imâmının kavuşduğu doğru ma’nâya tâbi’ olmak demekdir. Mezheb imâmları, Kitâbdan ve Sünnetden nasıl hükm çıkarılacağını bildiren üsûl ve kâideler koymuşlar ve bunları mezheblerinde bulunan müctehidlere öğretmişlerdir. Mukallidler ve hele mukallidlerin avâm kısmı, bu üsûl ve kâideleri bilmekden ve anlamakdan ve ictihâd yapmakdan çok uzakdırlar. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” müctehidlerin Kitâbdan, Sünnetden hükm çıkarmalarına aslâ harâm dememişdir. İctihâd derecesine yükselmemiş olan câhillerin hükm çıkarmasına harâm demişdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ân-ı kerîmden ve benim hadîslerimden kendi re’yi ile hükm çıkaran kâfir olur) buyurdu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” de, ictihâd derecesinde olmıyan câhillerin fetvâ vermesinin câiz olmadığını bildirdi. Bunu, dinde reformcu da, yukarıda yazmakdadır. O hâlde, İbni Âbidîn hazretleri bu sözünde yerden göke kadar haklıdır. Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil Seyyid Abdülhakîm Efendi, (Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlisi, en fâidelisi ibni Âbidîn hazretlerinin (Redd-ül-muhtâr) kitâbıdır. Her sözü delîl, her hükmü seneddir) buyurmuşdur. İslâmiyyetin böyle temel kitâbına dil uzatan, onu hafîf göstermek istiyen kimse, zındıkdan başka ne olabilir? İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hanefî mezhebinde büyük fıkh âlimidir. Her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a’zamdan, o büyük İmâm da, Kitâbdan ve Sünnetden almışdır. Görülüyor ki, ibni Âbidînin bildirdiği hükmlere tâbi’ olan her müslimân Kitâba ve Sünnete tâbi’ olmakdadır. İbni Âbidîne tâbi’ olmak istemiyen ise Kitâba ve Sünnete tâbi’ olmayıp, kendi hevâsına, nefsinin arzûlarına tâbi’ olan bir kimsedir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Tekrâr edelim ki, (Fıkh var iken, Kitâb ve Sünnet ile amel câiz değildir) sözünü dinde reformcular, zındıklar uydurmuşdur. Bu sözün doğrusu, kitâb ve sünnetden kendi anladığına göre amel etmek câiz değildir. Fıkh kitâblarında bildirildiği gibi amel etmek lâzımdır.

Nemâzda parmak kaldırmağa gelince, Pâkistânlı Yûsüf-i Benûrî (Me’ârif-üssünen) kitâbının üçüncü cildinde, bunu uzun anlatıyor. Birçok kitâblardan misâller vererek, işâret edilmesini tercîh ediyor. Fekat, imâm-ı Rabbânî, birinci cildin üçyüzonikinci mektûbunda, mezheblerin üsûl ve kavâ’idine derin nüfûzünü ve müctehidlerin yüksekliklerini bildiriyor. Parmak kaldırılacağını gösteren hadîs-i şerîfleri yazdıkdan sonra, bunun harâm ve mekrûh olduğunu bildiren kıymetli fetvâları da yazıyor. Kuvvetli delîllerle, parmak kaldırmamanın ihtiyâtlı olduğunu ortaya koyuyor. Bu hükmünde, yine beşerin efendisi olan Resûlullahın hadîs-i şerîfine istinâd ediyor. (Müjdeci mektûblar tercemesi) kitâbında, bu mektûbu okuyanlar, din imâmlarının hadîs-i şerîfe uymak için, kılı kırk yararcasına incelediklerini pek iyi anlar. Hindistândaki islâm âlimlerinden ve tesavvuf büyüklerinden Ahmed Sa’îd-i Fârûkî Dehlevî, parmak kaldırmakda, fıkh âlimlerinin sözlerini çok güzel anlatıyor. Altmışüçüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Ba’zı âlimler, haberlerin çok olduğunu görerek, sünnet olduğunu bildirdi. Ba’zıları da, haberlerin birbirlerine uymadığını görerek, parmak kaldırılmaz dedi. Bir iş için, iki dürlü fetvâ olunca, her ikisi de yapılabilir. Birini yapanın, ötekini ayblamaması, ötekini yapanlara dil uzatmaması lâzımdır). Görülüyor ki, fıkh âlimleri, mezheblerin birbirlerine saygılı olmalarını emr etmişlerdir. Aliyy-ül-kârînin, (Keydânî)nin fıkh kitâbına dil uzatmasını çok görmemelidir. Onun, imâm-ı Şâfi’î ve imâm-ı Süyûtî ve imâm-ı Mâlik gibi dînin direklerine de sataşdığı ve hak etdiği cevâbı şeyh Muhammed Miskînden aldığı, (Fevâid-ül-behiyye)de uzun yazılıdır. (Ebeveyn-i Nebevî)yi tekfîr için müstakil bir risâle yazıp, (Şifâ)ya yapdığı şerhinde bu risâlesi ile övünen bu zâtın birçok kıymetli kitâblara yapdığı şerhlerin ve hâşiyelerin, kendisinin dinde söz sâhibi olduğunu gösterecek değerde olmadıkları meydândadır. Dinde söz sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Müctehid olmıyanların, din büyüklerini muhâkemeye kalkışmaları edeb sınırlarını aşmak olur.

(El-Müstened-ül-mu’temed) kitâbında diyor ki, Aliyy-ül-kârî, (Minah-ur-ravd) kitâbında, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ana ve babasının mü’min olarak öldüklerini inkâr etmekde ve (Bunu red için ayrıca bir risâle yazdım. Bu risâlemde, imâm-ı Süyûtînin üç risâlesindeki yazılarını, Kitâbdan, Sünnetden, kıyâsdan ve icmâ’ı ümmetden topladığım vesîkalarla red eyledim) demekdedir. İmâm-ı Süyûtînin “rahmetullahi aleyh”, Ebeveyn-i kerîmeynin mü’min olarak öldüklerini bildiren altı risâlesi vardır. Bu konu, fıkh bilgilerinden değildir. Ya’nî (Ef’âl-i mükellefîn) dediğimiz halâl, harâm olmak, sahîh ve fâsid olmak gibi bilgilerden değildir. Bunun için, burada kıyâs yokdur. İcmâ’ ise, hiç yokdur. Bu konuda âlimlerin ihtilâfları meydândadır. Büyük islâm âlimi imâm-ı Süyûtînin sözleri tam yerindedir. Aliyy-ül-kârînin Kitâbdan delîl getirdim demesi de şaşılacak şeydir. Kur’ân-ı kerîm bunu açık ve kapalı bildirmedi. Böyle konuları, âyet-i kerîmelerin inmelerine sebeb olan şeylere bağlamak için de, hadîs-i şerîfle isbât etmek lâzımdır. İmâm-ı Süyûtî, Aliyy-ül-kârî gibilerle ölçülemiyecek kadar, çok yüksek bir islâm âlimidir. Hadîs-i şerîfleri tanımakda, illetlerini, ricâlini, ahvâlini bilmekde, Aliyy-ül-kârî gibilerinden katkat yüksekdir. Onların, bunun sözlerine teslîm olmakdan veyâ susmakdan başka çâreleri yokdur. Bu büyük imâm, sözlerini ezici, susdurucu delîllerle isbât etmekdedir. Bu delîllerin kuvvetlerini dağlar anlamış olsalardı, erirlerdi. (Müstened)den terceme temâm oldu. Müstenedin yazarı olan Ahmed Rızâ hân Berilevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1340 [m. 1921] da, Hindistânda vefât etmişdir. Hanefî mezhebi âlimlerindendir. Kendi mezhebinde olan Aliyy-ül-kârînin haksız olduğunu, dinde söz sâhibi olmadığını bildirmekde, buna karşı, şâfi’î mezhebindeki imâm-ı Süyûtîyi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, savunmakda ve övmekdedir. İslâm âlimleri mezheb farkı gözetmeksizin, her zemân haklıyı savunmuşlardır. Şimdiki dinde reformcular ise, Ehl-i sünnet düşmanlarının kitâblarındaki iftirâları ve bu mezhebsizlerin târîhlerindeki aslsız hikâyeleri ele alarak, Ehl-i sünnete saldırmakdadır. Fıkh âlimlerini ve mezheblerin en kıymetli kitâblarını lekeliyebilmek için, Aliyy-ül-kârî gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek anasına, babasına kâfir diyecek kadar taşkınlık gösteren birini, kendine şâhid göstermekdedir. Aliyy-ül-kârî, Hirâtda tevellüd ve 1014 [m. 1606] da Mekke-i mükerremede vefât etmişdir.

37 — Dinde reformcu, onbirinci konuşmasına başlarken, vâiz efendi adına şöyle yazıyor: (Bize, kendi mezheblerimizin âlim ve kitâblarından başka kitâblara bakmak, onlarda gördüklerimiz ile amel etmek yasak edilmişdir. Hattâ, müctehid-i fil-mezheb olan Kemâl ibni Hümâmın, mezhebden nakl edilmiş hükmlere muhâlif yazıları, kuvvetli delîllere dayansa da, bunlarla amel edilmez denildi).

Bir din vâizi böyle saçma ve yalan şeyler söyler mi? Buna imkân var mı? Fekat dinde reformcu, Ehl-i sünnete saldırırken, o kadar sinirleniyor, o kadar intikâm besliyor ki, yalnız ilmin ve edebin değil, aklın da dışına taşıyor. Şu’ûrunu gayb ediyor. Burada (Üsûl-ı fıkh) ilminin ince mes’elelerinden birine dokunmakdadır. Kısacası şöyledir: Dört mezhebdeki fukahâ yedi derecedir. Birincisi (Müctehid-i fiş-şer’) olan birinci tabakadır. Bunlar (Müctehid-i mutlak)dır. Dört mezhebin imâmları böyledir. Kendi mezheblerinin üsûl ve kâidelerini kurmuşlardır. İkinci tabaka, (Müctehid-i fil-mezheb) olanlar, mezheb imâmının kâidelerine uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. İmâm-ı a’zamın talebesi arasındaki müctehidler böyledir. Üçüncü tabaka, (Müctehid-i fil-mesâil) olan âlimlerdir. Bunlar mezheb imâmının ve talebelerinin bildirmedikleri mes’elelerin hükmlerini çıkarırlar. Onlara muhâlefet edemezler. Tahâvî, Ebül-Hasen Ubeydüllah Kerhî ve Şems-ül-eimmeler ve Kâdîhân böyledir. Dördüncü tabaka, (Eshâb-ı tahrîc)dir. Bunlar müctehid değildir. Bildirilmiş olan mücmel sözleri ve mübhem hükmleri açıklarlar. Râzî bunlardandır. Beşinci tabaka, (Eshâb-ı tercîh)dir. Gelmiş olan rivâyetlerin sıhhat derecelerini ayırırlar. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi böyledir. Altıncı derece, (Eshâb-ı temyiz)dir. Kavi, za’îf, zâhir ve nâdir haberleri birbirlerinden ayırırlar. (Kenz), (Muhtâr), (Vikâye) kitâblarının sâhibleri böyledir. Yedinci tabaka, bunların hiçbirini yapamazlar. Bunların hiçbiri, meşakkat olmadıkça, mezhebe muhâlif fetvâ veremezler. Dinde reformcu, bu sözü değişdirerek, kendi mezhebinden olmıyan kitâbı okumak ve hele amel etmek yasak edilmişdir diyor. Hâlbuki yukarıdaki âlimler ve her müslimân, dilediği mezhebin kitâbını okurlar, öğrenirler, isterlerse, başka mezhebe geçerler. Harac olunca, ya’nî sıkışık zemânda, herkes, kendi mezhebindeki ruhsatları yapar. Yapamazsa veyâ bir iş için ruhsat bulamazsa başka mezhebdeki kolaylığa uyarak sıkıntıdan kurtulur. Yalnız, bir işi başka mezhebe göre yaparken, o mezhebde bu iş için olan farzları ve vâcibleri de yapması, fesâdlarından, harâmlarından sakınması lâzımdır. Bunun için, başka mezhebdeki lâzım olan şeyleri öğrenmiş olması gerekir. İbni Hümâmın beşinci tabakada, (Ehl-i tercîh)den olduğu, (İbni Âbidîn)in “rahmetullahi teâlâ aleyh” üçüncü cildi başında yazılıdır. Ya’nî, dinde reformcunun dediği gibi, mutlak müctehid olmak şöyle dursun, hiç müctehid değildir. Her mukallid gibi, onun da, mezheb imâmını taklîd etmesi lâzımdır. Dinde reformcu, İbni Âbidîn gibi âlimler için, İbni Hümâm gibi mukallidleri taklîd ediyorlar diyerek, taklîdcilerin taklîdcisidirler diyordu. Şimdi de taklîd etmezler diyerek kötülemeğe kalkışıyor. Ehl-i sünneti gözden düşürmek için ne yapacağını bilemiyor! Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları meydândadır. Meselâ, bir mezhebe tâbi’ olan kimsenin başka bir mezhebi taklîd etmesi câiz olup olmadığını, büyük âlim Ahmed ibni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (El-fetâvâ-i-hadîsiyye) kitâbında, şöyle yazmakdadır: (İmâm-ı Ebül-Hasen Alî Sübkî “rahmetullahi aleyh” başka bir mezhebi taklîd etmekde yedi hâl olduğunu bildirdi:

1) Bir işin yapılmasında, başka mezheb imâmının ictihâdının dahâ kuvvetli olduğuna inanan kimsenin, bu işi o mezhebi taklîd ederek yapması câizdir.

2) İki mezhebin imâmlarının, bir işdeki ictihâdlarından hangisinin dahâ isâbetli olduğunu bilmiyen kimsenin de, bu işi, iki mezhebden dilediğine uyarak yapması câizdir. Başka mezhebi taklîd etmesi, dinde ihtiyât etmek için ise yâhud kendi mezhebine göre harac var ise, meselâ fâizden kurtulmak için ise, kerâhetsiz câiz olur. Başka sebeble ise, mekrûh olur.

3) Kendi mezhebine göre yapmasında harac bulunan bir şeyi, yapması kolay olduğu için, başka mezhebi taklîd etmek câiz ise de, iki imâmdan birinin delîlinin dahâ kuvvetli olduğuna inanmış ise, bu imâma uyması vâcibdir.

4) Kendi mezhebine göre yapmakda harac olmadan, yalnız kolay olduğu için, dahâ kuvvetli olduğunu bilmediği başka mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Çünki, dînini değil, keyfini kayırmış olur.

5) Mezhebleri (Telfîk) ederek, ya’nî kolaylıklarını araşdırıp toplıyarak, işlerini yapmak câiz değildir. Çünki böyle yapmak, islâmiyyetin dışına çıkmak olur.

6) Bir işi, birkaç mezhebe göre yapmak, bu mezheblerden birine göre sahîh olmazsa, câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir. Kemâl ibni Hümâmın câiz demesi za’îfdir.

7) Bir mezhebe göre yapdığı işin eserleri devâm etmekde iken, başka mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Meselâ, hanefî mezhebine uyarak, komşusunun evini satılan müşteriden şüf’a hakkı ile satın alıp, bu evde, şâfi’î mezhebine göre iş yapmak câiz olmaz).

38 — Dinde reformcu, (Taklîdciyi taklîd etmek harâmdır. Sahîh hadîsi işiten kimseye, bu hadîsi filânın ictihâdı ile karşılaşdır. Uygun ise amel et denemez. Hadîsin mensûh olup olmadığını araşdır denir. Fekat bu, ehliyyeti olanlar içindir. Ehliyyeti olmıyanlar ise, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetine uyarak ehliyyetli kişilere sormalıdır. Bir kimse, müctehid imâmların hepsini sever de, sünnete uygun olduğuna kanâ’at getirdiği yerlerde, onların herbirine tâbi’ olursa, iyi olur) diyor.

Taklîdciyi taklîd elbet harâmdır. Fekat, taklîdci müslimânın verdiği habere inanıp, bu habere göre hareket etmek, onu taklîd etmek olmaz. Bu hadîsi, filânın ictihâdı ile karşılaşdır, uygun ise, amel et denemez. Fekat, bu hadîs-i şerîfden kendi anladığını, mezheb imâmının ictihâdı ile karşılaşdır! Birbirlerine benzemiyorlar ise, kendi anladığın ile amel etme! Mezheb imâmının anladığı ile amel et denir. Hindistândaki büyük islâm âlimlerinden Senâüllâh-i Pâni-pütî “rahmetullahi aleyh” 1225 [m. 1810] de vefât etmişdir. 1197 senesinde yazdığı (Tefsîr-i Mazherî)de, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Bir sahîh hadîs-i şerîf görülse ve bunun mensûh olmadığı bilinse ve meselâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” bir fetvâsı, bu hadîs-i şerîfe uygun olmasa, eğer dört mezhebden birisi, bu hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmiş ise, hanefî mezhebinde olanın kendi imâmının fetvâsına uymayıp, bu sahîh hadîse uygun ictihâd eden başka mezhebi taklîd ederek bu hadîs-i şerîfe uyması lâzım olur. [Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, bu hadîs-i şerîfin te’vîlli olduğunu anlıyarak, ma’nâsı açık olan diğer bir hadîs-i şerîfe uymuşdur. Dört mezhebden biri böyle bir hadîs-i şerîfe uymuş ise, bizim de uymamız lâzım olur.] Çünki, İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh” (sahîh hadîs-i şerîf veyâ Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birinin sözünü görürseniz, benim fetvâmı bırakıp, onlara uyunuz!) buyurdu. Böylece, icmâ’ın hâricine çıkılmamış olur. Çünki, Ehl-i sünnet âlimlerinin, dördüncü asrdan sonra, yalnız dört mezhebi vardır. Sünnî olan müslimânların amelde, ibâdet yapmakda, bu dört mezhebden başka, uyacakları bir mezheb yokdur. Bu dört mezhebden birine uymayan sözlerin bâtıl olduğu icmâ’ ile, sözbirliği ile bildirildi. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin icmâ’ ile bildirdiği söz dalâlet, yanlış olmaz) buyuruldu. Nisâ sûresi yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılan kimseyi Cehenneme atarız) buyurulmuşdur. Dört mezheb imâmının ve bunların yetişdirdiği büyük âlimlerin, bir hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yokdur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması, bu hadîsin mensûh veyâ te’vîlli olduğuna icmâ’ olur. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu. Görülüyor ki, bir mezheb imâmının bir ictihâdının bir hadîs-i şerîfe uymadığı görülünce, (mezheb imâmı bu hadîs-i şerîfi işitmemiş veyâ buna uymamış) dememeli, (Bu hadîs-i şerîfin mensûh veyâ te’vîlli olduğunu anlamışdır) demelidir.

Dinde reformcu, otuzuncu maddede bildirdiğimiz yazısında, (Üsûl âlimlerinin, taklîdin lâzım olduğunu (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) meâlindeki âyet-i kerîmeden çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir) diyordu. Burada ise, (Ehliyyetli olmıyanlar (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetine uyarak, ehliyyetli kişilere sormalıdır) diyor.

39 — Dinde reformcu, onikinci konuşmasında, kelime oyunu yaparak, müslimânları aldatmağa çalışıyor. Diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, süâl soran birisine, Resûlullah böyle buyurdu deyince, sen de bu hükmü kabûl ediyor musun demiş. İmâm-ı Şâfi’î, Resûlullahdan bana kadar gelen söze, başımın üstünde demezsem, hangi yer beni kabûl eder demiş. Bunun için imâmlar taklîdden men’ etmiş, ictihâd kapısını göstermişlerdir. Hadîse aykırı ictihâd terk edilir. İmâm-ı Şâfi’î, sahîh hadîs bulursanız bana bildirin! Ben de onu tatbîk edeyim derdi. Hadîse muhâlif bir sözü Şâfi’îye nisbet etmek câiz değildir. Sultân-ul-ulemâ denilen İzzüddîn bin Abdüsselâm, mezhebinin za’îf olduğunu anladığı hâlde, isâbeti anlaşılan diğer bir mezhebi bırakıp kendi imâmını taklîdde ısrâr eden fakîha şaşılır. Hak ve isâbetin yalnız kendi imâmında olduğunu sanır. Gözlerini taklîd nasıl kör etmiş ki, bu hâle gelmişlerdir. Bunlar nerede, delîllerle berâber olan selef nerede dedi). Vâiz efendi ağzından da, (Bu büyük âlimin sözleri ma’kûldür. Fekat fukahânın çoğu, taklîd etdikleri mezheblerin üzerinde donup kalmışlardı. Adam, Muhammedî olmayı bırakıyor da, Hanefî veyâ Şâfi’î oluyor) diyor.

Dinde reformcu, kendi söylediklerini, yine kendisi tasdîk ediyor. Elbet, mason siyâseti böyle olur. Masonlar, niçin bütün dünyâya yayılmışlar. Hep bu yalancı, aldatıcı siyâsetlerinden değil mi? Fekat, ilmihâl kitâblarını okumuş olan müslimânları aldatamazlar. Ehl-i sünnet âlimleri bunların hîleli yazılarına gerekli cevâbları vermiş, hepsini rezîl etmişlerdir. Bu kıymetli kitâblardan birisi, Yûsüf-i Nebhânînin (Huccetüllahi alel’ âlemîn) kitâbıdır. Bu kitâbın sonundan birkaç sahîfe terceme edilerek, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbına eklenmişdir. Fekat, bu kitâblardaki cevâbları bilmiyenlerin, okumıyanların aldanmalarından, uçuruma sürüklenmelerinden korkulur. Biz zâten bunun için kaleme sarıldık. Genç din adamlarının, bu yıkıcı fırtınaya kapılarak felâkete sürüklenmelerini önliyebilmek için, bu yalanlara cevâb vermek zorunda kaldık. Bunun için, (Şevâhid-ül-hak) ve (Es-sihâm-üs-sâibe li-eshâbid-de’âvî-yil-kâzibe) kitâblarından da terceme yapmayı uygun bulduk.

İmâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurduğu gibi, her müslimân, sahîh olan hadîse elbet teslîm olur. Bunu bilmiyen hiçbir müslimân yokdur. Dinde reformcunun bunu delîl olarak ileri sürmesine şaşılır. Fekat o, bu sözü koz olarak kullanmakdadır. Hâlbuki, bu sözün taklîd ve ictihâd ile hiçbir alâkası yokdur. Îmânı olan herkesin söyliyeceği bir sözdür.

Dinde reformcunun yüzlerce def’a tekrâr etdiği bir iftirâsı da,(Hadîse muhâlif ictihâd terk edilir) sözüdür. İctihâdlar yapılırken, bilinmiyen hadîsler vardı. Bu hadîs-i şerîfler ortaya çıkınca, talebeleri olan müctehidler, hocalarının bunlara muhâlif olan ictihâdlarını terk etdiler. Çünki, dört mezhebin de imâmları, talebelerine böyle yapmalarını emr etmişdi. İmâm-ı Şâfi’înin bu emrlerinden birkaçını, dinde reformcu da, yukarıda yazıyor. Şimdi, yeni hadîsler ortaya çıkmıyor ki, ictihâdlara muhâlif hadîs bulunsun. Hadîs-i şerîflerin hepsi haber verilmişdir. Dînin temel kitâblarında, sahîh hadîslere muhâlif hiçbir hadîs-i şerîf yokdur. Şimdi yalnız, mensûh oldukları için veyâ sıhhatinin delîlleri olmadığı için, müctehidlerin hükm çıkarmamış oldukları hadîsler vardır. Bunlara uymıyan ictihâdlar da, elbet bulunacakdır. Fekat böyle ictihâdların hepsi, sahîh hadîs-i şerîflerden çıkarılmışlardır.

Hindistân âlimlerinin büyüklerinden Senâüllah-i Pâni-pütî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Pâni-püt şehrinde vefât etmişdir. On cild olan (Tefsîr-i Mazherî)sinde, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyor ki, Allahü teâlâ, [Nisâ sûresi, 58.ci âyetinde] (Ülül-emre itâ’at ediniz) buyurdu. Bunun için, Âlimlerin, Velîlerin, sultânların ve hükûmetin, islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir. İslâmiyyete uygun olmıyan şeylerde itâ’at etmek, onları Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmak olur. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” (Günâh olan şeyde hiç kimseye itâ’at olunmaz. İslâmiyyete uygun şeylerde itâ’at olunur) dediğini, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvüd ve Nesâî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiler. Hadîs-i şerîfde, (Hâlıka ısyân olan şeyde, mahlûka itâ’at olunmaz) buyuruldu. Hükûmetlerin, Hâlıka isyân olan emrlerine, kanûnlarına karşı gelmek, isyân etmek câiz değildir. Fitne çıkarmak büyük günâhdır. Müslimân Hâlıka da, devlete de ısyân etmez. Günâh ve suç işlemez. Bunu başarmak her zemân çok kolaydır. Bir kimse, sahîh olan ve nesh edilmiş olmıyan bir hadîs öğrenirse ve meselâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” ictihâdının, bu hadîse uygun olmadığını anlarsa ve dört mezhebden biri bu hadîse uygun ictihâd etmiş ise, bu kimsenin bu hadîse uyması vâcib olur. Bu hadîse uymazsa, mezheb imâmını Allahü teâlâya şerîk yapmış olur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her hadîsi, başımın üstündedir. Eshâb-ı kirâmın sözlerini de tercîh ederim. Tâbi’înin sözleri, bizim sözlerimiz gibidir). İmâm-ı a’zamın bu sözünü, Beyhekî (Medhal) kitâbında haber verdi. İmâm-ı a’zamın, (Hadîs-i şerîf varsa ve Eshâb-ı kirâmın sözü varsa, benim sözümü bırakınız) dediğini, (Ravdat-ül’-ulemâ) bildiriyor. Yukarıda, (Dört mezheb imâmlarından birisi, bu hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmiş ise) dedik. Çünki, bu hadîs-i şerîfe uygun ictihâd yok ise, icmâ-i ümmetden ayrılmış olur. Üçüncü veyâ dördüncü asrdan sonra, (Ehl-i sünnet-vel-cemâ’at) mezheblerinden yalnız dördü kaldı. Öteki mezhebler unutuldu. Bu dört mezhebden hiçbirine uymıyan bir fetvânın sahîh olmadığını, islâm âlimleri icmâ’ ile bildirdiler. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin icmâ’ ile bildirdiği söz dalâlet olmaz!) buyuruldu. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılanı, döndüğü tarafa sürükler ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Dört mezheb imâmının ve bunların talebesi arasında bulunan âlimlerin sahîh olan hadîslerden birini işitmemiş olmaları imkânsızdır. Bu imâmlardan birinin, bir hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmemiş olması, bu hadîsin mensûh veyâ te’vîlli olduğunu gösterir. Tesavvuf büyüklerinin hiçbiri, dört mezhebden ayrılmamışdır. Dört mezhebden ayrılmak, islâmiyyetden ayrılmak olur. Câhillerin, Evliyâ ve şühedâ mezârlarına giderek, kabre secde etmeleri, kabr etrâfında dönmeleri, üzerinde ışık yakmaları, nemâz kılmaları, her sene bayram yapar gibi kabr başında toplanmaları câiz değildir. Bunlar, hadîs-i şerîflerle yasak edilmişdir. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu. Her müslimânın, dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır.

[Müctehid olmıyan her müslimânın dört mezhebden birine uymasının vâcib olduğu, dört mezhebden birine uymıyanın (Ehl-i sünnet) olmadığı, Ehl-i sünnet olmıyanın da, sapık veyâ kâfir olduğu, (Bahr-ür-râık), (Hindiyye) ve (El-Besâir) kitâblarında yazılıdır. Bu kitâbların, bu yazıları, İstanbulda basdırılmışdır].

Mezheb imâmının bildirdiği bir mes’eleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb imâmı veyâ talebesi olan müctehidler görmüş olup mensûh olduğu veyâ delîli noksan olup sıhhati sâbit olmadığı bilinmeli. Bu mes’elenin başka sahîh hadîsden alınmış olduğu düşünülmelidir. O hâlde, bugün Ehl-i sünnet kitâblarına yazılmamış sahîh hadîs yokdur. Hatâlı olan ictihâdlara ve bunları taklîd edenlere de bir sevâb verileceği unutulmamalıdır. Bu zemânda, dört mezhebin hiçbirinde, sahîh hadîse muhâlif bir ictihâd yokdur. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” abdest almağı anlatmağa başlarken buyuruyor ki, (Mukallidin müctehidlerden gelen haberlerin delîllerini araması lâzım değildir). Müctehidin delîlini aramak ve öğrenmek bize emr olunmadı. Yalnız ona uymamız emr olundu. Bunun için, hiçbir ictihâdı beğenmemek câiz değildir. Bir ictihâdı beğenmemek, onun çıkarılmış olduğu âyeti veyâ hadîs-i şerîfi beğenmemek olur. Herkes kendi mezhebinin isâbetli olduğuna inanmalıdır. Kendi mezhebinin za’îf, başka mezhebin isâbetli olduğunu anlıyan âlimin, o mezhebe geçmesi lâzımdır. Zâten böyle yapmıyan bir âlim yokdur. Görülüyor ki, kendi mezhebi üzerinde donup kalan fıkh âlimi yokdur. Böylece mezheb değişdirmiş olan birçok âlimin ismleri, (Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde yazılıdır.

Bir doktorun asabiyyeci, dâhiliyyeci ismini alması, doktorluğu bırakmak demek olmıyacağı gibi, Şâfi’î olmak, Hanefî olmak da, Muhammedî olmağı bırakmak değildir. Çünki, Şâfi’î de, Hanefî de Muhammedîdir. Muhammedî olmak için, imâm-ı Şâfi’î, Hanefî, Mâlikî veyâ Hanbelîden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birine tâbi’ olmak lâzımdır. Hattâ, sapık olan yetmişiki fırkadan olanlar da, Muhammedîdir. Muhammedî olmıyan kâfirdir. Dinde reformcu, bu sözü ile de, milyonlarca müslimâna kâfir demekdedir. Müslimâna karşı böyle söyliyen kimsenin kara câhil veyâ islâm düşmanı bir zındık olduğu anlaşılır.

40 — Dinde reformcu, ne diyeceğini şaşırmış bir sinirlilikle, (Gerçeği söylemekde kimseden pervâsı olmıyan zatlar, taklîdciliğin, münâkaşa etmek, meşhûr olmak, menfe’at sağlamak ve alışkanlıkdan ileri geldiğini söylemişlerdir.

İmâm-ı Süyûtî, her asrda ictihâd farz-ı kifâyedir dedi. Her asrda müctehid bulunması farzdır. Bunların mutlak müctehid olması lâzımdır. (Mutlak müctehid dördüncü asrdan sonra kalmamışdır. Sonra birkaç mutlak müctehid geldi ise de, bunların ictihâdları, tahsîl gördüğü mezhebin imâmının ictihâdına uygun düşdüğü için, ona intisâb etmiş sayılır) sözü doğru değildir. Bunun için bir kimse dört mezhebden birini taklîd etmeksizin müstakil bir ictihâd yolu tutsa, kimsenin ona i’tirâz etmeğe hakkı yokdur. Böyle yetişen mutlak müctehidlerden biri 1250 [m. 1834] senesinde ölmüş olan imâm-ı Muhammed Şevkânî hazretleridir. Bunun mezhebi, bilinen mezheblerin en kuvvetlisi, sözü de en sağlamıdır) diyor.

Dinde reformcu, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, gerçeği söylemekden korkduklarını ileri sürüyor. Bu sözü de, iftirâdır. Hakîkati her asrda söylemişlerdir. Dâimâ, Emr-i ma’rûf yapmışlardır. Bu sebebden şehîd edilenleri çokdur. İslâmiyyetde mezhebcilik yokdur ki, buna sebebler aransın. Bugün dört mezheb vardır. Bunların hiçbiri kimseye mahsûs değildir. Her müslimân, dilediği mezhebe uyar. Çünki, dördü de hakdır. Dördü de doğrudur. Dördü de, Ehl-i sünnetdir. Dördü de, Muhammedîdir. Dört mezhebe uyanların hepsi birbirlerini kardeş bilirler. Hepsinin îmânları, i’tikâdları aynıdır. Yapdıklarının çoğu da aynıdır. İhtilâflı bir kaç işi yapmakda ayrılmışlardır. Bu ayrılıkları da, Allahü teâlânın mü’minlere olan rahmetidir, ni’metidir.

Büyük âlim, zâhirî ve bâtınî ilmlerin mütehassısı Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” dindeki yüksek derecesini bilmiyen din adamı yokdur. Bunu yalnız mezhebsiz müslimânlar ve dinde reformcular inkâr ederler. Bu yüce âlim, (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünde buyuruyor ki, (Dört mezhebin imâmları ve onları taklîd eden âlimlerin hepsi, her müslimânın dört mezhebden dilediğini taklîd etmekde serbest olduğunu ve bir mezhebden başka mezhebe intikâl etmenin câiz olduğunu ve harac olduğu zemânlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü’minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmakdan râzı olduğunu, Habîbi vâsıtası ile bildirdi. Böyle irâde etmeseydi, böyle olmazdı ve râzı olmasaydı Resûlü, bu ayrılığın rahmet-i ilâhiyye olduğunu bildirmezdi. İ’tikâdda ayrılmayı yasak etdiği gibi, amelde mezheblere ayrılmayı da yasak ederdi. Her işin bir (Azîmet) ya’nî güç tarafı ve (Ruhsat), ya’nî, kolay tarafı vardır. Bir işin, bir mezhebde azîmeti vardır. Başka mezhebde ruhsatı bildirilmişdir. Azîmeti yapabilecek kimsenin, mezheblerin kolaylıklarını toplaması câiz değildir. Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Ruhsatlar, azîmeti yapmakdan âciz olanlar içindir. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatı da yapmaması iyi olur. Elinden geldiği kadar azîmetle amel etmelidir. Müctehid olmıyanların, bir mezhebi seçip, her işlerinde bu mezhebi taklîd etmeleri lâzımdır. Nazar ve istidlâl yolu ile Nassdan hükm çıkaracak dereceye yükselince, kendi ictihâdına tâbi’ olması lâzımdır. İmâm-ı Ahmed bin Hanbelin, ilminizi imâmlarınızın aldıkları kaynakdan alınız. Taklîdcilikde kalmayınız sözü, böyle olduğunu göstermekdedir. Abdülmelik bin Ebû Muhammed-ül-Cüveynî, (vefâtı 478 [m. 1085]), (Muhît) kitâbında, (Gücü yetenlerin, dört mezhebde azîmet olan yolda bulunmaları (Vera’) ve (Takvâ) olur. Çok iyi olur. Âciz olanların dört mezhebin ruhsatlarını yapması câiz olur. Fekat ruhsat için, o mezhebdeki şartlarına ri’âyet etmesi lâzımdır) buyurdu.

İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Müctehid iki dürlü olur: Müctehid-i mutlak ve müctehid-i fil mezheb. Müctehid-i fil mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re’yi ile fetvâ verir. Fekat delîlleri mezheb imâmının kâidelerine göre arar. Bu kâidelerin dışına çıkamaz. Dört mezheb imâmından sonra, mutlak müctehid hiç yetişmedi. Ya’nî, hiçbir âlim mutlak müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yalnız, Muhammed Cerîr-i Taberî bu iddi’âda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi.)

Şeyh İzzeddîn bin Cemâ’a, başka bir mezhebe göre fetvâ verdiği zemân, o mezheb imâmının bu iş için koyduğu şartların hepsini bildirir ve bunları da yapmasını söyler, bu şartlardan birini yapmazsan ibâdetin sahîh olmaz derdi. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını yapmak, meşakkat bulunduğu zemân ve ancak bütün şartlarını yerine getirmekle câiz olur.

Kadına eli dokununca, Şâfi’î mezhebinde abdest bozulur. Hanefîde bozulmaz. Kadına eli değen bir Şâfi’înin, abdest alması mümkin iken, bunun Hanefî mezhebini taklîd ederek, bozulmuş abdesti ile nemâz kılması sahîh olmaz. Bunun Hanefî mezhebini taklîd edebilmesi için abdest almasında harac, meşakkat, güçlük bulunması, ya’nî abdest almasının mümkin olmaması ve abdestde ve nemâzda, Hanefî mezhebine göre farz ve vâcib olan şeylerin hepsini yapması lâzımdır. (Mîzân)dan terceme burada temâm oldu.

Dinde reformcu, âlimlerin, her asrda müctehid-i fil-mezheb bulunabilir sözünü ele alarak, dört mezhebi taklîd etmiyen mutlak müctehid yetişeceğini yazıyor. Şevkânî (hazretleri!), böylece yeni mezheb getirmişdir diyerek, kendi gibi bir dinde reformcuyu övmekdedir. Büyük âlim seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, (Şevkânî gibi kimseler, dinde söz sâhibi olmakdan çok uzakdır. Şevkânînin sözü, din işlerinde sened olamaz. Şevkânînin, (İbni Abbâs tefsîri, aslâ tefsîr değildir) dediğini yazıyorsunuz. İbni Abbâs tefsîri diye bir kitâb yokdur. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” kitâb yazmadı. Kendisi Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıymetli sohbetlerine devâm etmiş ve Cebrâîl aleyhisselâmı görmüş ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında en âlimlerden biri olarak tanınmış olduğundan, hadîs-i şerîfler için olduğu gibi, ba’zı âyet-i kerîmeler için de, beyânâtda bulunmuşdur. Tefsîr âlimlerimiz, bu yüksek beyânları alarak, tefsîrlerini süslemişlerdir. Beydâvî tefsîri bunlardandır. Bu, tefsîrlerin pek yüksek derecede olduklarını, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Şevkânînin sözünü düzeltmek lâzımdır. Bunu düzeltmek için de, yüksek olan (Üsûl-i hadîs) ilminin ince kâidelerini bilmek lâzımdır. Şevkânînin bu derecelere erişmiş olması ise, belli değildir. Çünki, o makâmlarda bulunsaydı, büyük âlimlerin kâidelerine uymayan sözde bulunmazdı) demekdedir. Kuveyt müftîsi Muhammed bin Ahmed Halef’in (Cevâb-üs-sâil) kitâbının altmışdokuzuncu sahîfesinde, Şevkânînin, Zeydî fırkasından olduğu yazılıdır. Şevkânînin birkaç kitâbı, meselâ (İrşâd-ül-fuhûl) kitâbı uzun incelenirse, onun (Takıyye) yapdığı görülür. Ya’nî, Zeydî fırkasından olduğunu saklamakda, kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmakdadır. Çünki, Ehl-i sünnet arasında bulununca, takıyye yapmaları farz imiş. Şevkânî, kitâbında, her konuda, ismleri ve kitâbları unutulmuş, fitneleri söndürülmüş olan eski sapık fırkalardaki âlimlerin ismlerini ve sözlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri arasına yazıp, aralarında tartışma yapmakda, reformcu ve mezhebsiz olanları haklı göstermekdedir. Mutlak ictihâdın kıyâmete kadar devâm edeceğini savunmakda, İbni Abdüsselâmın ve talebesi İbni Dakîk-ul-ıydin (vefâtı 702 [m. 1302]) ve bunun talebesi İbni Seyyidin-nâsın ve talebesi Zeyn-uddîn-i Irâkînin (vefâtı 806 [m. 1404]) ve talebesi İbni Hacer-i Askalânînin ve başkalarının “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mutlak müctehid olduklarını yazmakdadır. Böylece, Ehl-i sünnet mezhebini sinsice içerden yıkmağa ve kendini âlimler arasında hakem olarak, hepsinden üstün bir müctehid olarak tanıtmağa çalışmakdadır. Ana dili olan arabî yüzlerce kitâb okumuş olduğunu ve âlimler arasında hakemlik yapdığını gören genç din adamları, Şevkânîyi müctehid zan etmekde ve gösterdiği zararlı yola saparak, Ehl-i sünnetden ayrılmakdadırlar.

Muhammed Şevkânî, 1173 [m. 1760] da tevellüd, 1250 [m. 1834] de vefât etmişdir. (İrşâd-ül-fuhûl) kitâbında diyor ki: (Taklîd) bir kimsenin re’yini ya’nî ictihâdını, delîlini bilmeden kabûl etmekdir. Bir kimsenin rivâyetini, verdiği haberi kabûl etmek, rivâyet olunan kimsenin sözünü kabûl etmekdir. Âlimlerin çoğuna göre, mesâil-i şer’ıyyede, ya’nî amelde, taklîd aslâ câiz değildir. İbni Hazm, bunda icmâ’ olduğunu bildirdi. Mâlikî mezhebinin böyle olduğunu Kurâfî bildirdi. Şâfi’î ve Ebû Hanîfe de, bizi taklîd etmeyin dediler. Ölüleri taklîd etmek câiz olmadığında icmâ’ vardır. Üsûl âlimlerinin çoğunun bunu bildirmediklerine şaşılır. Dört imâma tâbi’ olanların çoğu, âmî olanın taklîd etmesi vâcibdir dediler. Böyle söyliyenler mukallid oldukları için, sözleri huccet olamaz. Eshâb ve tâbi’în zemânında taklîd yokdu. Birbirlerinden Kitâbı ve sünneti sorup öğrenirlerdi. (Bilenlerden sorunuz!) âyeti de, hükm-i ilâhîyi sorunuz demekdir. Bilenlerin re’yini sorunuz demek değildir. (İhtilâf etdiğiniz şeyleri Allaha ve Resûlüne havâle ediniz!) âyeti, taklîdi men’ etmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir yere gönderdiği Eshâbına, (Sünnetde bulunmıyan şeyleri re’yiniz ile bulup hükm ediniz!) buyururdu. Müctehidi taklîd eden kimse, onu islâmiyyetin sâhibi yapmış olur. Bu ise, Resûlullaha mahsûsdur.)

Âlimlerin çoğuna göre amelde taklîd câiz değildir demesi, Şevkânînin kendi görüşüdür. Müctehidlerin birbirlerini taklîd etmeleri câiz olmadığını ileri sürerek, böyle söylemekdedir. İbni Hazm (vefâtı 456 [m. 1064]) gibi bir sapığı kendine şâhid gösteriyor. Dört mezheb imâmları, avâmın başkasını taklîd etmiyeceklerini bildirmemişdir. Bunu, dahâ önce uzun yazdık. Ölüler taklîd edilmez sözü ise Şevkânînin bağlı bulunduğu şî’î fırkasının inançlarından biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin böyle söylemediklerine şaşması da, bu şî’î inancına çok bağlı bir sapık olduğunu göstermekdedir. (Dört mezhebdeki fıkh âlimleri taklîdci oldukları için sözleri huccet olmaz) demesi de, Şevkânînin kendi sapık ve şiddetli te’assubu ile bocaladığını gösteriyor. Mukallid olan fıkh âlimleri, mezheb imâmını taklîd eder, kendiliğinden söylemez dediğine göre, mukallid olan âlimlerin sözü, mezheb imâmının sözü olur. Bunun ise, huccet olduğu, kendi sözünden de anlaşılmakdadır. Eshâb-ı kirâm zemânında, elbette taklîde lüzûm yokdu. Çünki, hepsi müctehid idi. Tâbi’înden mukallidlerin, müctehidlerden katkat fazla olduğunu gösteren binlerce misâl, kitâbları doldurmakdadır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâkim olarak gönderdiği Eshâbına re’yleri ile hükm etmelerini emr buyurduğunu kendi de yazmakdadır. Böylece, kendi iddi’âlarını kendisi çürütmekdedir. Allahü teâlâ, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, ona da söyletmişdir. Görülüyor ki, mezhebsizler ile dinde reformcular, Şevkânînin ağzından konuşmakdadırlar. Reşîd Rızâ, Ehl-i sünneti şaşırtmak için, Ehl-i sünnet olmayan bu sapığı mutlak müctehid olarak göstermekdedir. Şevkânînin mezhebsiz olduğu ve bir mezhebi taklîd edenlere müşrik ve kâfir dediği ve mezhebsizlerin bunu müctehid olarak gösterdikleri, Hindistânda yazılmış olan (Usûl-ül-Erbe’a) kitâbında da yazılıdır.

41 — Reşîd Rızâ, onüçüncü konuşmasında, (İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvüde, dinde kimseyi taklîd etme! Eshâbdan nakl edilenleri al! Eshâbdan sonra gelenlere tâbi’ olup olmamakda serbestsin, dedi. Tâbi’ olmak, taklîd etmek değildir. Taklîd nereden aldığını bilmeden, delîline bakmadan, sözüne, re’yine uymakdır. Hanbelî mezhebi, hadîs mezhebidir. Bu mezhebe tâbi’ âlimlerden hiçbiri, imâmlarının re’ylerine karşılık hadîsi terk etmemişdir. Taklîdcilik, aklı fâidesiz hâle getirir. Âlimlerin re’y ve ictihâdlarını nasslarla karşılaşdırıp, nasslara muhâlif olanlarını terk eden, âlimlerin sözlerini terk etmiş olmaz. İctihâdlara uymak farz olmadığı gibi, uymayan fâsık ve kâfir olmaz. Müctehid imâmlar ve talebeleri, onların re’y ve ictihâdlarını kabûl etmenin lâzım olduğunu söylemedi. İmâm-ı Ebû Hanîfe, bu benim ictihâdımdır. Dahâ iyisini söyliyen olursa, ona uyarım dedi. Hârûn-ür-reşîd, imâm-ı Mâlikin ictihâdlarına uymağı emr etmek isteyince, imâm-ı Mâlik, böyle yapma! Bir yerde bilinmeyen hadîs, başka yerde bilinmekdedir dedi. Tek kişinin bildirdiği hadîs, zan ifâde eder. Böyle olan hadîs, sahîh olsa bile, âmme (ya’nî millet) menfe’atine muhalif olursa terk edilir. Böyle yapmakla sünnet terk edilmiş olmaz. Kuvvetli delîl karşısında terk edilmiş olur. Hazret-i Ömerin talâk ve mut’a için olan ictihâdı böyledir. Hazret-i Ömer, hadîse muhâlefet etdi denilemez) diyor ve vâiz efendi ağzından da: (Ey fazîletli genç! Artık, senin derin ve geniş bilgini kabûl ediyorum) diye yazarak, kendisini övüyor. Yine vâiz efendi ağzından şöyle yazıyor:

(Taklîdciliğin tek zararı, mezhebinin kitâblarına saplanıp, hadîs kitâblarını ihmâl etmek bile olsa, kötülüğünü isbât eder) diyor.

Dört mezheb imâmlarının hepsi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kimseyi, hattâ beni taklîd etme! Eshâb-ı kirâmdan nakl edilenleri al dediler. Çünki talebelerinin içinde de, müctehidler vardı. Müctehidin böyle yapması lâzımdır. Fekat, (Eshâb-ı kirâmdan sonra gelenlere tâbi’ olup olmamakda serbestsin) demesi doğru değildir. Çünki müctehidin başka müctehide tâbi’ olması câiz değildir. (Mîzân)da diyor ki, (İctihâd derecesinde olan bir âlimin, ya’nî (Edille)yi bulup, bundan hüküm çıkaran âlimin başkasını taklîd etmesi câiz değildir. Fekat avâmın müctehidi taklîd etmesi vâcib olduğunu âlimler bildirmişlerdir. Müctehid olmıyan kimse, müctehidi taklîd etmezse, dalâlete düşer demişlerdir. Müctehidlerin hepsi, islâmiyyetden buldukları delîllerden hükm çıkarmışlardır. Hiçbir müctehid, Allahın dîninde kendi re’yi ile konuşmamışdır. Mezhebler, Kitâb ve Sünnet iplikleri ile dokunmuş birer kumaş gibidir. İctihâd derecesine yükselmiyen herkesin, ibâdet yaparken dört mezhebden, dilediğini seçip, bunu taklîd etmesi lâzımdır. Çünki, mezheblerin hepsi, Cennete giden yolu göstermekdedir. Mezheb imâmlarından birine dil uzatan kimse, kendi câhilliğini göstermiş olur. Meselâ, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin, ilminin, vera’ının ve ibâdetinin çokluğunu ve ahkâm çıkarmakdaki titizliğini ve ihtiyâtlı davranışlarını, selef ve halef âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Böyle bir yüce İmâm için, Allahın dînine, kendi re’yi ve görüşü ile, Kitâba ve Sünnete muhâlif bir söz karışdırdı demekden Allaha sığınmalıdır. Her müslimânın, mezheb imâmlarına karşı edebli davranması lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin derecesinin yüksekliğini ancak keşf sâhibi olan Evliyânın büyükleri anlıyabilmişlerdir).

Hanbelî mezhebindeki âlimlerin, hadîsi terk etmediklerini söylemek, diğer üç mezheb imâmlarına çamur atmakdır. Her mezheb imâmı, sahîh hadîs görünce, benim ictihâdımı bırak dediklerini, dinde reformcu da yukarıda bildirmişdi. Şimdi bunu inkâr etmekdedir. Taklîdcilik, aklı fâidesiz hâle getirir sözü de, söyliyenin kara câhilliğini gösteriyor. Allahın dîni, aklın, fehmin, idrâkin üstündedir. Akl oraya çıkmağa zorlanırsa kanatları kırılır, fâidesiz olur. Din işlerinde aklı koruyan en büyük ilâc, müctehidleri taklîd etmekdir. Âlimlerin re’y ve ictihâdlarını nasslarla karşılaşdırmak müctehidlerin yapabileceği işdir. İctihâddan ve tefsîrden ve hadîsden haberi olmıyan bizim gibi câhiller için, mezheb imâmımızın büyüklüğünü kabûl edip, inanıp, onu taklîd etmekden başka çâre yokdur. Bizim gibi avâmın mezheb imâmına uymasının vâcib olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde, altmışsekizinci sahîfede vesîkaları ile birlikde yazılıdır. Mezheb imâmının ictihâdına uymıyan fâsık olur. Dört mezhebin icmâ’ ve ittifâk ile bildirdiği ve her memlekete yayılmış olan bir hükmü kabûl etmiyenin kâfir olacağını, fıkh kitâbları [meselâ (İbni Âbidîn) vitr nemâzı başında] bildiriyor. Dinde reformcular, bunun için, bu kıymetli kitâba, Hanefî mezhebinin temel direklerinden biri olan ibni Âbidîn hazretlerine “rahmetullahi aleyh” ateş püskürüyorlar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ictihâd etdiği zemân, bu benim ictihâdımdır. Gücümün yetdiği kadar yapabildim. Bundan dahâ iyi ictihâd eden olursa, onun doğru olması dahâ kuvvetlidir, buyurdu. Ona uyarım demedi. Âyetde ve hadîsde açıkca bildirilmediği hâlde mezheb imâmlarının halâl, harâm, vâcib dedikleri şeyler vardır. Âyetden ve hadîsden işâretler bulmadıkça, bunları söylememişlerdir. Dört mezheb imâmları, gökdeki yıldızlar gibidir. Başkaları, yerde dolaşan insanlar gibidir. Bunlar, yıldızın sudaki hayâlini görüp de, onları tanıdıklarını zan ederler. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlikin yanına geldi. (Kitâblarını her tarafa yaymağı ve ümmetin yalnız bunlara uymasını istiyorum) dedi. İmâm hazretleri, yâ Emîr-el mü’minîn! Amelde âlimlerin ihtilâf etmesi, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Her müctehid, sahîh bildiği delîle tâbi’ olur. Hepsinin çıkardığı hükm hidâyetdir. Hepsi Allah yolundadır dedi. Böylece bütün mezheblerin, ya’nî müctehidlerin doğru yolda olduğunu bildirdi. Hadîsleri bırakmamalı, ictihâdları bırakmalı diye direnen dinde reformcunun, mu’âmelâtda za’îf hadîsin terk edileceğini bildirmesi de, pek garîbdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ictihâd yaparken, za’îf hadîsleri, hattâ Eshâb-ı kirâmdan birisinin sözünü kendi re’yine tercîh ederdi. Za’îf hadîsler ancak (Fedâil) olan ibâdetlerde delîl olur. Ya’nî fedâil, za’îf hadîslere uyarak da yapılır. Farz, vâcib ve müekked sünnet olan ibâdetlerde ancak meşhûr ve sahîh hadîsler delîl olurlar. Bir işin böyle bir delîlini ararken veyâ böyle hadîs-i şerîflerle veyâ âyet-i kerîmelerle bildirilmemiş olan bir işin nasıl yapılacağını ictihâd ederken, ya’nî bu işe benziyen başka bir işin delîlini ararken, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, za’îf hadîs-i şerîfi kendi re’yine tercîh ederdi. Ya’nî, kendi re’yini değil, za’îf hadîsin gösterdiği delîli tercîh ederdi. Çünki imâm-ı Beyhekînin (El medhal) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmeniz için hiçbir özr olamaz. Kur’ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz! Çünki, Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyeti bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmetdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, amelde, ibâdetlerde, mezheb imâmlarından herhangi birini taklîd edenin hidâyete kavuşacağını göstermekdedir. Bu da, mezheblerin hepsinin hidâyet olduğuna şâhiddir. Dinde reformcunun, talâk ve müt’a için hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ictihâdı demesi de, hakîkate uygun değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna muhâlefet etmedi ve icmâ’-ı Sahâbe hâsıl oldu. Müt’a, câiz olmıyan bir nikâhdır. Bu nikâhın nasıl olduğu, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında açıklanmışdır.

Bir mezhebi taklîd etmek, hadîs kitâblarını okumağı terk etmek olduğunu söylemesi de, şaşılacak şeydir. Bugün dünyâ kütübhânelerini dolduran, binlerce hadîs kitâblarını yazanlar, şerh edenler, neşr edenler, hep Ehl-i sünnet âlimleridir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Ehl-i sünnet âlimlerinin herbiri, amelde birer mezhebi taklîd etmekdedir. İmâm-ı Hamdân bin Sehl “rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Kâdî, ya’nî hâkim olsaydım, hadîs kitâbları okuyup da, fıkh kitâbları okumıyan ve fıkh kitâbları okuyup da, hadîs kitâbları okumıyan âlimlerin ikisini de habs ederdim. Mezheb imâmlarımızın, hadîs ilmine nasıl sarıldıklarını ve fıkh üzerinde nasıl çalışdıklarını, yalnız birisi ile iktifâ etmediklerini görmüyormusunuz?). Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi, Allahın dîninde kendi re’yi ile, kendi kıyâsı ile konuşmağı zem ve men’ etmişlerdir. Men’ etmekde en ileri giden, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” olmuşdur. Bunun ve diğer mezheb imâmlarının bu sözleri, (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır. Böyle söyliyen âlimler için, (İctihâd yaparken nassdan ayrıldılar. Re’y ve kıyâs ile, hadîs-i şerîflere muhâlif ictîhad yapdılar) demek bir müslimâna yakışır mı? Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisleri olan mezheb imâmlarımız için böyle düşünmek bile câiz değildir. Böyle söyliyenler, vâris olduklarını bildiren hadîs-i şerîfi inkâr etmiş oluyorlar. Kendileri hadîs-i şerîfden ayrılmış oluyorlar. Bundan başka, sâlih müslimânlara sû’i zan ve iftirâ etmiş oluyorlar. Bunun ikisi de büyük günâhdır. Harâm irtikâb etdikleri için, tevbe etmeleri lâzımdır.

42 — Dinde reformcu, kitâbının sonunda, (Birini taklîd etmek, ilmin ve idrâkin karşısında büyük bir mâni’dir. Müctehidlerin, ictihâd ederek çıkardıkları hükmler, hep aynı yerden değildir. Ba’zıları Kitâbdan, ba’zıları Sünnetden çıkarılmışdır. Bunun için de, ba’zıları üzerinde görüş farkları meydâna gelmişdir) diyor.

Dinde reformcu, içinden çıkamıyacağı büyük bir da’vâya atıldığı için bocalamakdadır. Müslimânların, bundan evvelki maddede yazılı hadîs-i şerîfe ve dahâ önce bildirilmiş olan âyet-i kerîmeye uyarak mezheb imâmlarını taklîd etmelerini bir dürlü hazm edemiyen bu zevallı adam, taklîdi kötülemek için, akla ve ilme dayanan sebebler bulamayınca, taklîdin ilme ve düşünmeğe mâni’ olacağını ileri sürüyor. Bunun cevâbını bundan önceki maddede bildirmişdik. Âyet-i kerîmenin ve hadîs-i şerîfin emrine uymanın, böyle zararlara yol açacağını söylemek müslimânlık mıdır, değil midir? Bunun cevâbını, sayın okuyucularımızın anlayışlarına ve insâflarına arz ediyoruz.

ÇOK LÜZÛMLU BİLGİLER

(Mîzân-ül-kübrâ)da kırkbirinci sahîfesinden başlıyarak diyor ki:

Din kardeşim iyi düşün! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya’nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asrda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi’ olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen, (İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin) buyuruldu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demekdir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları teblîg et derdi. Beyân etmesini emr etmezdi. Şeyh-ül-islâm Zekeriyyâ “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imâmları “rahimehümullah” kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Şâri’ “sallallahü aleyhi ve sellem”, abdest nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur’ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Nemâzların kaç rek’at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükmleri ve keyfiyyetleri ve nisâb mikdârları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilen hükmlerin hepsi böyledir. Ya’nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Din âlimleri ile mücâdele etmek, nifâk alâmetidir. Çünki âlimlerin delîllerini ibtâl etmek, red etmek için uğraşmakdır. Nisâ sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Onların îmân etmiş olmaları için, aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakem yapmaları ve vereceğin hükme râzı olmaları, teslîm olmaları lâzımdır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahın hükmünden, islâmiyyetin emrinden sıkıntı duyanlarda îmân olmadığına alâmetdir. Hadîs-i şerîfde, (Resûlün yanında nizâ’, cidâl yapmayınız!) buyurdu. Onun dîninin âlimleri ile nizâ’, cidâl yapmak, onların doğru olan ictihâdlarının çürük olduklarını göstermeğe kalkışmak, Onunla “sallallahü aleyhi ve sellem” cidâl etmek demekdir. Çünki, âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Resûlullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delîllerini anlamasak bile, îmân ve tasdîk etmemiz lâzım olduğu gibi, mezheb imâmlarımızdan gelen bilgilere de, kelâmlarına da, delîllerini anlamasak bile, islâmiyyete muhâlif olmadıkları için îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Peygamberlerin hepsinin “aleyhimüssalâtü vesselâm” dinleri amelde ihtilâflı, hattâ birbirlerine zıd hükmleri bulunduğu hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Böyle olduğunu âlimlerimiz sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhebler de, bunun gibidir. Müctehid olmıyanların, mezhebler arasında ayrılıklar bulunduğunu gördükleri hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmeleri lâzımdır. Müctehid olmıyan birinin, bir mezhebi hatâlı görmesi, o mezhebin hatâlı olduğunu göstermez. O kimsenin hatâlı olduğunu, anlayışının kıt olduğunu gösterir. İmâm-ı Şâfi’î, teslim olmak, îmânın yarısıdır buyurdu. Rebî’ hazretleri bunu işitince, hayır, îmânın hepsidir dedi. İmâm-ı Şâfi’î, bu sözü kabûl eyledi. Yine imâm-ı Şâfi’î (Îmânı kâmil olan, üsûl bilgilerinde söz yapmaz. Ya’nî, niye böyledir, öyle değildir demez) buyurdu. (Üsûl bilgileri nedir?) dediklerinde, Kitâb ve Sünnet ve İcmâ-i ümmetdir, buyurdu. İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin bu sözü gösteriyor ki, Rabbimizden ve Peygamberimizden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen haberlerin hepsine inandık demeliyiz. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri de bunun gibidir. Ya’nî imâmlarımızın sözlerine, söz etmeden ve cidâl etmeden inanırız demelidir. İmâm-ı ibni Abd-il Berr “rahimehullah”, (vefât târîhi 463 [m. 1071]) bunun için (İmâmlarımızdan hiçbirinin, talebesine belli bir mezhebi iltizâm etmelerini, ya’nî taklîd etmelerini emr etdikleri işitilmemişdir. Diledikleri mezhebin fetvâlarına uymalarını söylemişlerdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinden birinin belli bir mezhebi iltizâm etmesini emr buyurduğu, sahîh veyâ da’îf hiçbir hadîs-i şerîfde bildirilmemişdir) dedi.

İmâm-ı Kurâfî buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekrden ve hazret-i Ömerden fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka Sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. [Ya’nî, Tâbi’înden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkin değildi. Çünki, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitâblara geçmiş değildi. Her zemân aynı Sahâbînin yanında bulunup da, herşeyi ona sorup, işitdiklerini yapmak da, pek az kimseye nasîb oldu. Rast geldikleri sahâbîye sorup, öğrenip, yapmak mecbûriyyeti vardı. Zarûret olunca, her mezhebe uyulur. Tâbi’în, delîllerini hiç aramazlardı.] Şimdi ise yeni îmân edenlerin, aynı mezhebdeki âlimlerden huccet, delîl aramadan sorup öğrenerek amel etmeleri, aynı mezhebde olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip, bu mezhebi taklîd etmeleri lâzım olduğunu âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Bu icmâ’ı kabûl etmiyen inâdcının, kendine delîl bulması lâzımdır). (Mîzân-ül-kübrâ)dan terceme temâm oldu.

Mısrdaki büyük hanefî fıkh âlimi allâme seyyid Ahmed Tahtâvî, (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde (Zebâyıh) kısmında diyor ki, (Tefsîr âlimlerinin çoğuna göre, (Dinde fırkalara ayrıldılar) âyet-i kerîmesi, bu ümmetde meydâna gelecek olan [i’tikâd, îmân bilgilerinde], bid’at sâhiblerini haber vermekdedir. Hazret-i Ömerin haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Âişeye, (Dinde fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi, bu ümmetde meydâna gelecek olan [i’tikâd, îmân bilgilerinde] bid’at sâhiblerini ve nefslerine uyanları haber veriyor) buyurdu. En’âm sûresinin 153. cü âyetinde meâlen, (Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!) buyuruldu. Ya’nî, yehûdîler ve hıristiyanlar ve başka sapıklar doğru yoldan ayrıldılar. Siz de, bunlar gibi bölünmeyiniz! Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!) buyuruldu. Tefsîr âlimlerinden ba’zıları, Allahü teâlânın ipi, cemâ’at, birlik demekdir dediler. Fırkalara ayrılmayınız emri, böyle olduğunu göstermekdedir. Cemâ’at de, fıkh ve ilm sâhibleridir. Fıkh âlimlerinden [îmân, i’tikâd bilgilerinde] bir karış ayrılan, dalâlete düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünki, fıkh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya’nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sivâd-ı a’zam, ya’nî müslimânların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü’minler, Cehennemden kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi’ olunuz! Bu da, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denilen fırkadır. Çünki, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve tevfîkı bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye, bugün [amelde, ibâdetlerde] dört mezhebde toplanmışdır. Bu dört hak mezheb (Hanefî), (Mâlikî), (Şâfi’î) ve (Hanbelî) mezhebleridir. Bu zemânda, bu dört mezhebden birine tâbi’ olmayan kimse, bid’at sâhibidir ve Cehenneme gidecekdir. Bid’at sâhibi olanların hepsi de, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddi’a ediyorlar. Bu iş, kuru iddi’a ile hayâle dayanarak isbât edilmez. Bu yolun mütehassıslarının ve hadîs âlimlerinin bildirmeleri ile anlaşılır. Bunların bildirdikleri ve bulundukları yol hak yoldur). Tahtâvînin yukarıdaki yazısı vehhâbîlerin ve şî’îlerin ve diğer mezhebsizlerin bid’at, dalâlet ve Cehennem ehli olduklarını açık ve kesin olarak bildiriyor. Bu tercemenin aslı olan bir sahîfe arabî yazı, (Redd-i vehhâbî) kitâbının 1399 [m. 1979] İstanbul baskısına eklenmişdir. Bu kitâbın birinci baskısı, 1264 [m. 1848] senesinde Hindistânda yapılmış olup, dört mezhebin hak olduğu, Cehennemden kurtulmak için bu dört mezhebden birini taklîd etmek lâzım olduğu kuvvetli delîllerle isbât edilmişdir.