Dört Mezhep İmamları ve Ehli Sünnet İtikadı
43-44.Madde
43 —
Dört mezheb imâmları, islâm dîninin temel direkleridir. Her birinin hâl
tercemelerini ve üstünlüklerini bildirmek için, islâm âlimleri çeşidli kitâblar
yazdılar. İstanbulda da neşr edilmiş olan arabî (El-minhat-ül-vehbiyye fî
redd-il-vehhâbiyye) kitâbının (Eşedd-ül cihâd fî-ibtâl-i da’vel-ictihâd)
kısmında ve (Hidâyet-ül-muvaffıkîn) ve (Sebîl-ün-necât)
kitâblarında da yazılıdır. Gençlere yâdigâr olmak için (Eşedd-ül-cihâd)
kitâbından bir mikdârı terceme ediyoruz:
1 —
Ehl-i sünnetin dört mezheb imâmından birincisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe
Nu’mân bin Sâbitdir “rahmetullahi aleyh”. 80 [m. 699] senesinde tevellüd ve 150
[m. 767] de Bağdâdda vefât etmişdir. Hanefî mezhebinin reîsidir. Osmânlılar,
Hindistân müslimânları, Siberya ve Türkistân müslimânları, Hanefî mezhebine göre
ibâdet etmekdedirler. Hadîs-i şerîfde, (Ebû Hanîfe, ümmetimin ışığıdır)
buyuruldu. İbâdetlerinin çokluğu, vera’ı, zühdü, cömerdliği, keskin görüşü, ince
düşünüşü meşhûr olduğundan, ayrıca bildirmeğe lüzûm yokdur. Fıkh bilgilerinin
dörtde üçü onundur. Dörtde birinde de, diğer mezheblerle ortakdır. İmâm-ı Şâfi’î
“rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Müslimânların fıkh bilgilerinin kaynağı,
Ebû Hanîfe ve talebeleridir. Fıkh öğrenmek istiyen, Ebû Hanîfeye ve Onun
talebelerine gitsin! İmâm-ı Mâlike, Ebû Hanîfeyi gördün mü dediğimde: Evet Ebû
Hanîfeyi öyle gördüm ki, şu direk altındandır dese, sözünü isbât eder. Kimse
karşılık veremez dedi). İnsanlar, fıkh bilgisine karşı uykuda idi. Hepsini Ebû
Hanîfe uyandırdı. Zemânın âbidlerinden, zâhidlerinden olan Îsâ bin Mûsâ, Emîr-ül-mü’minîn
Ebû Ca’fer Mensûrun yanında idi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe içeri geldi. Îsâ,
Mensûra, bu zât, dünyâ çapında büyük âlimdir dedi. Mensûr, İmâma, ilmi nereden
edindin dedi. Hazret-i Ömerin talebelerinden buyurdu. Mensûr da, doğrusu çok
sağlam senedin var dedi.
İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, her gece nemâz kılardı. Kâ’bede uyurken, (Yâ
Ebâ Hanîfe! Bana hizmetin hâlisdir. Beni iyi tanıdın. Bu ihlâsından ve
ma’rifetinden dolayı seni ve kıyâmete kadar sana tâbi’ olanları mağfiret
eyledim) sesini işiterek uyandı. Ebû Hanîfe için ve Onun mezhebinde olanlar
için, bu ne büyük bir müjdedir! Onun güzel ahlâkı ve temiz sıfatları, ancak ârif
olanda ve müctehid imâmlarda bulunabilir. Yetişdirdiği müctehid imâmlardan ve
râsih âlimlerden Abdüllah ibni Mubârek ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Mis’ar ve Ebû
Yûsüf ve Muhammed Şeybânî ve imâm-ı Züfer, onun yüksek mertebesinin
vesîkalarıdır. Tevâdu’ ve hayâsının çokluğundan, halkdan uzaklaşmak, bir köşeye
çekilmek istediği hâlde, mezhebini yaymasını, rü’yâda Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” emr edince, fetvâ vermeğe başladı. Mezhebi her yere yayıldı.
Tâbi’leri çoğaldı. Çekemiyenleri türedi ise de, hepsi rezîl ve perişân oldular.
Âlimler, mezhebinin usûlünü, fürû’unu öğrenip, kitâblar meydâna getirdiler.
Naklî ve aklî delîllerini inceleyenler ve anlıyabilenler, onun üstünlüğünü
yazdılar. Ebülferec ibni Cevzî, kitâbında, İmâm-ı a’zamı küçültücü haberler nakl
ediyor ise de, bunları İmâm-ı a’zamı küçültmek için değil, hasedcilerinin
bulunduğunu bildirmek için yazmışdır. Aynı kitâbında, İmâm-ı a’zamı herkesden
dahâ çok övmekdedir. Babası Sâbit, hazret-i Alînin yanına gelmişdi. İmâm
hazretleri, ona ve çocuklarına hayr ve bereket ile düâ eylemişdi. Bu düâ, İmâm-ı
a’zamda zâhir oldu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik hazretlerinin ve başka
Sahâbîlerin sohbetlerine kavuşarak, Tâbi’înden olmakla da şereflendi.
[İstanbulda
neşr edilen arabî (Ulemâ-ül-müslimîn ve vehhâbiyyûn) kitâbının
altmışikinci sahîfesinde, (Mîzân-ül kübrâ) kitâbının müellifi Abdülvehhâb-i
Şa’rânî buyuruyor ki, (Edillet-il-mezâhib) ismindeki kitâbımı yazacağım
zemân, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve talebelerinin ictihâdlarını çok inceledim.
Herbirinin bir âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe veyâ Eshâb-ı kirâmdan gelen
habere dayandığını gördüm. İmâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi’î gibi
büyük müctehidler, İmâm-ı a’zamı çok övdüler. Başkalarının lehde ve aleyhde
konuşmalarının hiç kıymeti yokdur. Çünki, Mâlikî ve Hanbelî ve Şâfi’î mezhebinde
olanların, mezheblerinin İmâmının medh etdiklerini sevmeleri ve övmeleri
lâzımdır. Sevmezlerse, kendi mezheblerine uymamış olurlar. Mezheb taklîd edenin,
mezhebinin imâmına uyarak, İmâm-ı a’zamı medh etmesi vâcibdir. Birgün, İmâm-ı
a’zamın hayâtını yazıyordum. Yanıma bir adam geldi. Bir yazı gösterdi. İmâm-ı
a’zama dil uzatmakda idi. Bunu, İmâmın ictihâdlarını anlıyamıyan biri yazmış
dedim. Bunları Fahreddîn-i Râzînin kitâbından aldığını söyledi. Fahreddîn-i Râzî,
(vefâtı 606 [m. 1209]), imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanında bir talebe gibidir.
Yâhud, bir sultân yanındaki köylü gibidir. Yâhud, güneşli havadaki, görünmiyen
yıldız gibidir. Köylünün, delîlsiz olarak sultânı kötülemesi harâm olduğu gibi,
bizim gibi mukallidlerin, te’vîl istemiyen açık bir nass olmaksızın, mezheb
imâmının ictihâdına karşı çıkması, imâm için, derme çatma şeyler söylemesi de
harâmdır dedim. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâd ederek söylediği ahkâmdan
birini anlıyamıyan bir mukallidin, bunun hilâfı zâhir olmadıkça bununla amel
etmesi vâcibdir.
Ebû Mutî’
diyor ki, Küfe câmi’inde İmâm-ı a’zamın yanında idim. Süfyân-ı Sevrî ve imâm-ı
Mükâtil ve Hammâd bin Seleme ve imâm-ı Ca’fer Sâdık ve başka âlimler
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ geldiler. Din işlerinde çok kıyâs yapdığını
işitdik. Bu, senin için pek zararlı olur. Çünki, ilk kıyâs yapan İblîs idi
dediler. İmâm-ı Ebû Hanîfe, sabâhdan Cum’a nemâzına kadar bunlara cevâb verdi.
Mezhebini açıkladı. Önce Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i
şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, Eshâb-ı kirâmın icmâ’larına bakıyorum.
Burada da bulamazsam, ihtilâf etdiklerinden birini tercîh ediyorum. Bunu da
bulamazsam, kıyâs yapıyorum dedi. Misâller gösterdi. Hepsi kalkıp, İmâmın elini
öpdü. Sen âlimlerin efendisisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük dediler.
Allahü teâlâ, beni de, sizi de afv buyursun dedi.
Ey kardeşim!
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye ve Onun mezhebini taklîd eden fıkh âlimlerine
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatmakdan kendini koru! Câhillerin
sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini, zühdünü, vera’ını ve
ibâdetlerdeki ihtiyâtını, titizliğini bilmiyen dinde reformculara uyarak, onun
delîlleri za’îfdir dersen, kıyâmetde onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de,
benim gibi, Hanefî mezhebinin delîllerini incelersen, dört mezhebin de sahîh
olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu öğle güneşini görür gibi, açık
olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tesavvuf yolunda ilerliyerek,
ilminin ve amelinin ihlâslı olmasına çalış! O zemân, islâmiyyet bilgilerinin
kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, fıkh bilgilerini bu kaynakdan alıp
yaydıklarını, bu mezheblerin hiçbirinde, islâmiyyet dışında hiçbir hükm
bulunmadığını anlarsın. Mezheb imâmlarına ve onları taklîd eden âlimlere karşı
edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına
se’âdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar insanlara Allahü
teâlânın büyük ihsânıdır. Cennete giden yolun öncüleridirler. Abdülvehhâb-ı
Şa’rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünden terceme temâm oldu.
TENBÎH:
Abdülvehhâb-i Şa’rânî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâfi’îdir. Fahreddîn-i Râzî de Şâfi’î mezhebindedir.
İmâm-ı a’zama dil uzatdığı için kendi mezhebindeki Râzîyi nasıl aybladığı
yukarıda görülmekdedir. Hanefîlerle Şâfi’îler döğüşerek islâmiyyetin
gerilemesine sebeb oldular sözü ile müslimânları aldatmağa çalışan dinde
reformcuların, yukarıdaki satırları iyi okuyarak, gafletden uyanmalarını
dileriz.]
494 [m.
1101] de vefât etmiş olan Ebû Sa’d Muhammed Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri üzerine bir türbe ile yanında bir medrese
yapdırdı. Kendisi, Sultân Melikşâh-i Selçûkînin vezîrlerinden olup, Merv
şehrinde de büyük bir medrese yapdırmışdır.
2 —
İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 90 [m. 708]
senesinde, Medînede tevellüd ve 179 [m. 795] da, orada vefât etdi. Yetmiş imâm
şehâdet etmedikçe fetvâ vermeğe başlamadım buyurdu. Hocalarımdan pek az kimse
vardır ki, benden fetvâ almamış olsun derdi. İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki, imâmın
bu sözü öğünmek için değildir. Allahü teâlânın ni’metini bildirmek içindir.
Zerkânî (Muvattâ) kitâbını şerh ederken diyor ki, (İmâm-ı Mâlik, meşhûr
mezheb imâmıdır. Yükseklerin yükseğidir. Aklı kâmil, fadlı âşikârdır.
Resûlullahın hadîs-i şerîflerinin vârisidir. Allahın kullarına, Onun dînini
yaydı. Dokuzyüz âlimle sohbet ve istifâde etdi. Kendisi yüzbin hadîs yazdı.
Onyedi yaşında ders vermeğe başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının
derslerinde bulunanlardan çok idi. Hadîs ve fıkh öğrenmek için, kapısına
toplanırlardı. Kapıcı tutmak zorunda kaldı. Önce talebesine, sonra halkdan
herkese izn verilir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi. Halâda çok
bulunmakdan hayâ ediyorum derdi. (Muvattâ) kitâbını yazınca, kendi
ihlâsından şübhe etdi. Kitâbı suya koydu. Eğer ıslanırsa, bu kitâb bana lâzım
değildir dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı). Abdürrahmân bin Enes, hadîs ilminde,
şimdi yeryüzünde Mâlikden dahâ emîn kimse yokdur. Ondan dahâ akllı bir şahs
görmedim. Süfyân-ı Sevrî, hadîsde imâmdır. Fekat, sünnetde imâm değildir. Evzâ’î,
sünnetde imâmdır. Fekat, hadîsde imâm değildir. İmâm-ı Mâlik, hadîsde de,
sünnetde de imâmdır derdi. Yahyâ bin Sa’îd, imâm-ı Mâlik, Allahü teâlânın
kullarına yeryüzünde huccetidir, derdi “rahime-hümallahü teâlâ”. İmâm-ı Şâfi’î,
(hadîs okunan yerde, Mâlik, gökdeki yıldız gibidir. İlmi ezberlemekde, anlamakda
ve korumakda, hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Allah ilminde bana Mâlik kadar
kimse emîn değildir. Allahü teâlâ ile aramda huccet, imâm-ı Mâlikdir. Mâlik ile
Süfyân bin Uyeyne olmasalardı, Hicâzda ilm kalmazdı) derdi. Abdüllah, babası
Ahmed bin Hanbele sordu: Zehrînin talebeleri arasında en kuvvetli hangisidir?
Mâlik, her ilmde dahâ kuvvetlidir buyurdu. İbni Veheb diyor ki, Mâlik ve Leys
olmasalardı, hepimiz sapıtırdık. Evzâ’î, imâm-ı Mâlikin ismini işitince, o,
âlimlerin âlimi, Medînenin en büyük âlimi ve Haremeynin müftîsidir derdi. Süfyân
bin Uyeyne imâm-ı Mâlikin vefâtını işitince, yeryüzünde bir benzeri kalmadı.
Dünyânın imâmı idi. Hicâzın âlimi idi. Zemânının hucceti idi. Ümmet-i Muhammedin
güneşi idi. Onun yolunda bulunalım dedi. Ahmed ibni Hanbel, imâm-ı Mâlikin,
Süfyân-ı Sevrîden, Leysden, Hammâddan ve Evzâ’îden üstün olduğunu söylerdi.
Süfyân bin Uyeyne diyor ki, (İnsanlar sıkışacak, Medînedeki âlimden üstün
birini bulamıyacaklar) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Mâliki haber veriyor. İmâm-ı
Mâlik diyor ki, her gece Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görüyorum.
Mus’ab diyor ki, babamdan işitdim: Mâlik ile Mescid-i Nebevîde idik. Biri gelip,
Ebû Abdüllah Mâlik hanginizdir dedi. Gösterdik. Yanına gidip selâm verdi.
Boynuna sarılıp, alnından öpdü. Rü’yâda Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” gördüm. Mâliki çağır buyurdu. Sen geldin. Titriyordun. Râhat ol yâ Ebâ
Abdüllah! Otur, göğsünü aç buyurdu. Açınca her yere güzel kokular yayıldı dedi.
İmâm-ı Mâlik ağladı ve rü’yânın ta’bîri ilmdir dedi.
3 —
İmâm-ı Şâfi’î
“rahmetullahi aleyh”, ismi Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osmân bin Şâfi’
olup, sekizinci babası Hâşim bin Muttalib bin Abd-i Menâfdır. Resûlullahın
dedelerinden olan Hâşim, bu Hâşimin amcasıdır. Beşinci babası Sâib, Bedr
gazâsında düşman ordusunda idi. Sonra oğlu Şâfi’ ile Sahâbî oldular. Bunun için
Şâfi’î denildi. Annesi, Hazret-i Hasen soyundan olup şerîfedir. İmâm-ı Şâfi’î,
150 [m. 767] senesinde Gazzede tevellüd ve 204 [m. 820] de Mısrda vefât etdi.
İki yaşında iken Mekke-i mükerremeye götürülerek orada küçük iken Kur’ân-ı
kerîmi ve on yaşında iken, imâm-ı Mâlikin (Muvattâ) hadîs kitâbını
ezberledi. Onbeş yaşında, fetvâ vermeğe başladı. O sene, Medîne-i münevvereye
giderek, imâm-ı Mâlikden ilm ve feyz aldı. 185 senesinde Bağdâda geldi. İki sene
sonra, hac için Mekkeye ve 198 de Bağdâda, 199 da Mısra gelip yerleşdi.
Vefâtından uzun zemân sonra Bağdâda götürülmek istendi. Kabri kazılırken misk
kokusu yayıldı. Bulunanlar serhoş oldular. Kazmakdan vaz geçdiler. İlm, amel,
zühd, ma’rifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zemânındaki imâmların en
üstünü idi. Önce olanların çoğunun da üstünde idi. Mezhebi her yere yayıldı.
Haremeyn ve Erd-ı Mukaddes [ya’nî Filistin] temâmen Şâfi’î oldu. (Kureyş
âlimi yeryüzünü ilm ile doldurur) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Şâfi’îde zuhûr
eyledi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbelin imâm-ı Şafi’îye çok düâ etdiğini
görüp sebebini sordukda: Oğlum! İmâm-ı Şâfi’înin insanlar arasındaki yeri,
gökdeki güneş gibidir. O rûhların şifâsıdır dedi. O zemânki (Muvattâ)
kitâbında önce dokuzbinbeşyüz hadîs vardı. Sonra kısaltıp şimdi elde bulunan
yapıldı. Bunda binyediyüz kadar hadîs vardır. (Nâsır-üs-sünne) [dînin
yardımcısı] lakabını aldı. Dört sene gibi kısa bir zemânda yeni bir mezheb
getirmesi, bir hârika oldu. Hâl tercemesini ve üstünlüğünü bildiren kırkdan
fazla kitâb yazılmışdır.
4 —
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel Şeybânî
Merûzî, 164 [m. 780] senesinde Bağdâdda tevellüd ve 241 [m. 855] de orada vefât
etdi. Hadîs ve fıkh ilmlerinde imâm idi. Sünnetin inceliklerinde ve hakîkatinde
de mâhir idi. Zühd ve vera’ ile meşhûr idi. Hadîs-i şerîf toplamak için, Kûfeye,
Basraya, Mekke-i mükerremeye, Medîne-i münevvereye, Yemene, Şâma ve Elcezîreye
gitdi. İmâm-ı Şâfi’îden fıkh öğrendi. O da, bundan hadîs aldı. İbrâhîm-i Harbî
diyor ki, Ahmed ibni Hanbeli gördüm. Allahü teâlâ her ilmi ona vermişdi. Kuteybe
bin Sa’îd diyor ki, imâm-ı Ahmed; Sevrî ve Evzâ’î ve Mâlik ve Leys bin Sa’d
zemânlarında bulunsaydı, hepsinden ileride olurdu. Bir milyon hadîs-i şerîf
ezberledi. İmâm-ı Şâfi’î Mısrdan mektûb gönderdi. Okuyunca ağladı. Sebebi
sorulunca rü’yâda Resûlullahı görmüş. Ebû Abdüllah Ahmed bin Hanbele mektûb ile
benden selâm yaz ve de ki, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğu kendisinden sorulacak.
Cevâb vermesin buyurmuş, dedi. Cenâzesinde sekizyüzbin erkek ve altmışbin kadın
bulundu. Vefât etdiği gün, yirmibin yehûdî ve nasrânî ve mecûsî müslimân oldu.
Ehl-i
sünnetin bu dört imâmı, hadîs-i şerîf ile medh olunan, ikinci asrın en
iyileridir. Dördü de, (İhsânda onlara (ya’nî Eshâb-ı kirâma) tâbi’
olanlardan Allahü teâlâ râzıdır) âyet-i kerîmesine dâhildir. Bir kimse, bu
büyüklere tâbi’ olmayıp, zemânların en kötüsünde, câhil ve alçak insanlar
arasında bulunan birisine uyarsa, bunun aklı olmadığı anlaşılır. Allahü teâlâ,
(Ülül-emre itâ’at ediniz!) buyurdu. Ülül-emr, âlimlerdir. Yâhud âlimlerin
fetvâlarını icrâ eden hükûmetlerdir. Her iki tefsîre göre, mezheb imâmlarına
uymak vâcib olmakdadır. Fahreddîn-i Râzî kıyâsın delîl olduğunu ve mukallidin,
âlimleri taklîd etmesinin vâcib olduğunu, bu âyet-i kerîmeden çıkarmışdır.
Mutlak müctehid olmıyan âlimlerin de, âmî ve mukallid olduklarını, üsûl âlimleri
sözbirliği ile bildirdiler. Müctehidlerin sözbirliği ile bildirdiklerinden
ayrılmanın harâm olduğu, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinden anlaşılmakdadır.
(Eşedd-ül-cihâd)dan terceme temâm oldu.
(İcmâ’)
ve (Kıyâs) hakkında (Hüsâmî)de geniş bilgi vardır. Hüsâmînin
(El-müntehab fi-üsûl-il-mezheb) ismindeki bu kitâbı, (Hâmî)
denilen ta’lîki ile birlikde, Pâkistânda yeniden basılmışdır. Üsûl âlimlerinden
Muhammed bin Muhammed Hüsâmüddîn 644 [m. 1246] senesinde Fergânede vefât
etmişdir. Otuzüçüncü maddenin sonuna bakınız!
Ehli Sünnet İtikadı
44 —
(Hadîkat-ün-nediyye)nin birinci bâbının üçüncü faslında, Abdülganî
Nablüsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü
teâlâ kullarına kolaylık gösterilmesini istiyor. Güçlük çekmelerini istemiyor)
buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ azîmetlerin yapılmasını sevdiği
gibi, ruhsatların yapılmasını da sever) buyuruldu. Ya’nî, izn verdiği
kolaylıkları yapmağı da sever. Bunu yanlış anlamamalıdır. İmâm-ı Münâvî, (el-Câmi’us
sagîr) şerhinde (Mezheblerin kolaylıklarını toplayıp, bir kolaylıklar
mezhebi yapmak câiz değildir. Böyle yapmak, islâmiyyetden ayrılmak olur) dedi.
İbni Abdisselâm (İslâmiyyetden ayrılmıyacak şeklde toplamak câiz olur) dedi.
İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhtiyâç ve zarûret olduğu zemân,
kolayına gelen mezhebe geçmek câizdir. Fekat, zarûret olmadan geçmek câiz olmaz.
Çünki, dînini kayırmak için değil, kendini kayırmak için olur. Sıksık mezheb
değişdirmek de câiz değildir) dedi. (Hülâsat-üt-tahkîk fi-beyân-i hükm-it-taklîd
vet-telfîk) ismindeki kitâbda, mezheb taklîdi üzerinde geniş bilgi verdik.
[Bu kitâb, 1974 de İstanbulda, arabî olarak ofset yolu ile neşr edilmişdir.]
Halâli harâm
etmek ve harâmı halâl etmek için (Hîle-i şer’ıyye) yapmak, câiz değildir.
Ya’nî, Allahü teâlânın sevdiği ruhsatlardan değildir. Böyle yapılan hîleye
(Hîle-i bâtıla) denir. İbn-ül-izz, başka mezhebi taklîd etmeği anlatırken, (Mezheb
imâmlarının sözlerini anlamayıp ve edille-i şer’ıyyeyi bilmeyip, hîle-i
şer’ıyyeleri kendi arzûsuna vâsıta kılmakdan sakınmalıdır!) buyurmakdadır.
Mukallidlerin, edille-i şer’ıyyeyi bilmedikleri meydândadır. Mezheb imâmlarından
işitdikleri hîle sözünü de, keyflerine göre kullanmakdadırlar. İmâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe hîle-i şer’ıyye öğreten müftîlerin cezâlandırılmasını söylemişdir.
[(Hîle-i şer’ıyye)nin ne demek olduğu (Fetâvel-Hindiyye)nin altıncı
cüz’ünde ve (El-Besâir limünkiri-t-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir)
kitâbında uzun yazılıdır.]
Allahü
teâlânın sevdiği ruhsat, kendi emrlerini yaparken zarûret hâline düşenler için,
bildirmiş olduğu kolaylıkları yapmakdır. Yoksa, emrleri yapmakdan kurtulmak ve
aklına, görüşüne göre kolaylık aramak câiz değildir. Necmüddîn-i Gazzî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hüsn-üt-tenebbüh) kitâbında, (Şeytân insana,
Allahü teâlânın bildirdiği kolaylıkları yapdırmaz. Meselâ mest üzerine mesh
etdirmez. Ayaklarını yıkatdırır. Ruhsat ile amel etmeli. Fekat, hiçbir zemân
mezheblerin kolaylıklarını aramamalıdır. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını
toplamak harâmdır. Şeytân yoludur) diyor.
Selef-i
sâlihînden çoğu, sıkıntılar çekdi. Ağır ibâdetler yapdı. Sen onlar gibi yapma!
Sen, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan kolaylık
yolunu tut! O büyüklere de dil uzatma! Onlar senden dahâ çok bilgili ve
anlayışlı idi. Sen, onların bildiklerini bilmiyorsun. Bilmediğin, anlamadığın
şeylere karışma ve bunlara uyma! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden
anladığına güvenip de, o büyüklere karşı gelmekden de kendini koru! Onlar,
Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri senden dahâ iyi anlamışlardı. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına, senden dahâ yakın oldukları için ve
ma’rifet-ullah ile aklları aydınlanmış olduğu için ve sünnete çok sarılmış
oldukları için ve ihlâsları, yakînleri, tevhîdleri ve zühdleri çok olduğu için
senden ve senin gibilerden dahâ iyi biliyorlardı. Ey zevallı din adamı! Gece
gündüz, mi’denin ve nefsinin isteklerini düşünüyor, onların arkasında
koşuyorsun. Bunlara kavuşabilmek için, biraz din bilgisi edinmişsin. Küçücük
sermâyen ile kendini din adamı sanıyorsun. Selef-i sâlihîn ile “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” boy ölçüşmeğe kalkışıyorsun. Ömrlerini ilm öğrenmekle ve
öğretmekle geçiren, sâlih amellerle kalblerini temizliyen, halâl lokma yimek ve
harâmlardan kurtulmak için, şübhelilerden titizlikle sakınan, o din büyüklerine
dil uzatma! Onlar senden çok yüksek idi. Senin bu hâlin, serçenin, yimekde,
içmekde, doğan kuşu ile yarış etmesine benzemekdedir. O büyüklerin riyâzetleri,
ibâdetleri, bütün sözleri ve ictihâdları, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere
uygun idi. Selef-i sâlihîn azîmet ile amel ederler. Müslimânlara da, ruhsat ile
hareket etmeleri için fetvâ verirlerdi.
Mukallidin
îmânı sahîhdir. Fekat, istidlâli terk etdiği için, âsî, fâsıkdır. Ehl-i sünnet
âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle söyledi. Ya’nî,
düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, öğrenerek îmân eden kimse,
mü’mindir ve müslimândır. Evliyânın kerâmeti hakdır. Diri iken de, ölü iken de,
kerâmetleri olabilir. Hazret-i Meryemin ve Eshâb-ı Kehfin ve Süleymân
aleyhisselâmın vezîri olan Âsaf bin Berhiyânın kerâmetleri Kur’ân-ı kerîmde
bildirilmişdir. Kerâmet, Ehl-i sünnet âlimlerinde hâsıl olan, aklın ve fennin
yapamıyacağı şeylerdir. Ehl-i sünnet olmıyanlarda kerâmet hâsıl olmadığı için,
yetmişiki bid’at fırkasının hiçbiri, kerâmete inanmadı.
Müctehid,
âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden birini delîl olarak arayıp, seçerken
yanılmaz. Bulduğu delîlden hükm çıkarırken yanılabilir. Bunun için, yanılmıyan
müctehide on sevâb verilir. Yanılan müctehide bir sevâb verilir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh”a Nass
bulamadığı işler için, (Kendin hükm çıkar! Yanılmazsan on sevâb, yanılırsan
bir sevâb kazanırsın) buyurdu. Bir sevâb, ictihâd için uğraşmasına karşılık
değil, delîli bulmakda isâbet etdiği içindir. Delîli bulmakda da yanılırsa sevâb
verilmez. Bundan çıkardığı hükme uyanlara azâb da yapılmaz. Allahü teâlâ katında
hak birdir. Ya’nî, çeşidli olan ictihâdlardan yalnız biri doğrudur. Diğerleri
yanlışdır. (Mu’tezile) fırkasındaki âlimlere göre müctehid hiç yanılmaz.
Onlara göre, hak birden fazla olur. (Mirkât-ül-vüsûl) şerhi olan (Mir’ât-ül-usûl)
kitâbında, ictihâd hakkında geniş bilgi vardır. Bu kitâbı ve şerhini de Molla
Hüsrev yazmışdır.
Hadîs-i
şerîfde, üçüncü asrdan sonra, yalan ve iftirânın çoğalacağı bildirildi.
Bid’atler, dalâletler artacakdır. İ’tikâdda ve amelde, Selef-i sâlihînin
yolundan ayrılanlar, sapanlar çoğalacakdır. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin
icmâ’ına sarılan fıkh âlimleri ve tesavvuf yollarının sâlikleri “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” kurtulacak, bunlardan ayrılanlar felâkete
sürükleneceklerdir. Fıkh âlimleri ve tesavvuf yolunun mütehassısları kıyâmete
kadar bulunacak. Fekat kimler olduğu kesin olarak bilinmiyecekdir. Ancak,
müslimânların sözbirliği ile şehâdet etdikleri kimseler belli olacakdır.
Her
müslimânın (İlmihâl) öğrenmesi farz-ı ayndır. Allahü teâlâ,
(Bilenlerden sorup öğreniniz!) buyurdu. Bilmiyenlerin, âlimlerden ve
bunların kitâblarından öğrenmeleri lâzım oldu. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (İlm
öğrenmek, erkeklere de kadınlara da farzdır) buyuruldu. Bu emrler, beden ile
ve kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan bilgileri, (İlmihâl)
kitâblarından öğrenmek lâzım olduğunu ve câhil din adamlarının, mezhebsizlerin
[ve hele dinde reformcuların] sözlerine, kitâblarına aldanmamağı göstermekdedir.
Doğru yolun
âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki, her müslimânın Ehl-i sünnet i’tikâdını
kısa olarak ve günlük işlerindeki ve ibâdetlerdeki farzları ve harâmları iyice
öğrenmeleri farz-ı ayndır. Bunları ilmihâl kitâblarından öğrenmezse, (Bid’at
sâhibi), ya’nî mezhebsiz, sapık veyâ (Mülhid), ya’nî kâfir [Allahın
düşmanı] olur. Bunların fazlasını ve arabî lisânının oniki âlet ilmini öğrenmek
ve tefsîr ve hadîs-i şerîf ve fen ve tıb bilgilerini, hesâb, ya’nî matematik
öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Bu farz-ı kifâyeyi, bir şehrde, bir kişi öğrenirse,
bu şehrde bulunanların öğrenmeleri farz olmaz. Müstehab olur. Şehrde fıkh
kitâblarının bulunması da, islâm âlimlerinin bulunması gibidir. Böyle şehrde,
fıkh bilgilerinin fazlasını ve tefsîr ve hadîs öğrenmek hiç kimseye farz olmaz.
Müstehab olur. Ahkâmın delîllerini bulup incelemek, hiçbir zemân, hiçbir kimseye
farz değildir. Yalnız âlimlere her zemân, müstehabdır. Müstehab ilmleri
öğrenmek, nâfile ibâdet yapmakdan dahâ sevâbdır. Hükûmet bulunmadığı zemânlarda,
bunun vazîfesini âlimler yapar. İlmi ile amel eden âlimlerin “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” emrlerine tâbi’ olmak vâcib olur. (Hadîka)dan terceme
temâm oldu.
Kişi
noksânını bilmek gibi irfân olmaz!