Bid'at Ne Demektir? 46.Madde
46 —
(Bid’at) ne demekdir? İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin (Mektûbât)
kitâbının birinci cildinin ellidördüncü ve yüzaltmışbeşinci ve yüzseksenaltıncı
ve ikiyüzellibeşinci ve ikiyüzaltmışıncı ve üçyüzonüçüncü mektûblarında bid’atin
ne olduğu ve bid’at işlemenin zararları çok iyi anlatılmakdadır. Birinci cildde
bulunan üçyüzonüç mektûbun hepsi fârisîden türkçeye terceme edilmişdir. 1387 [m.
1968] senesinde (Müjdeci Mektûblar) ismi verilerek İstanbulda basdırılmışdır.
Abdülganî Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hadîkat-ün-nediyye)
kitâbının birinci kısmının baş tarafında da, bid’at hakkında geniş bilgi vardır.
Bu birinci kısm da, 1399 [m. 1979] senesinde İstanbulda ofset yolu ile
basdırılmışdır. Bid’at hakkındaki yazılarının bir kısmını arabîden terceme
ederek aşağıda takdîm ediyoruz. [434.cü sahîfeye bakınız!]
(Bid’at),
sünnete [ya’nî, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği din bilgilerine] muhâlif
olan, ters düşen, din câhillerinin, boş kafalarından çıkan i’tikâd ve amel ve
sözler demekdir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibâdet etmek için yaratdı.
İbâdet, züll ve zillet demekdir. Ya’nî, insanın Rabbine, ma’bûdüne, hakîr
olduğunu, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve
âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Rabbin güzel ve çirkin
dediklerine teslîm olmak ve Rabbin gönderdiği Kitâba ve Peygamberlere inanmak ve
bunlara tâbi’ olmak demekdir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izn verdiğini
düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Rabbine kulluk yapmamış, müslimânlığın
îcâbını yerine getirmemiş olur. Bu iş, i’tikâdda, inanmakda ise ve inanılması
lâzım olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerden ise, bu inanışı (Küfre
sebeb olan Bid’at) olur. Bu iş, i’tikâdda olmayıp da, yalnız dinden olan
sözde ve işde kalırsa, fısk, büyük günâh olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,
(Bir kimse, dinde birşey meydâna çıkarırsa, bu şey red olunur.) Bu hadîs-i
şerîf gösteriyor ki, dinden olmıyan bir i’tikâd, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya
çıkarılır ve bunun din ve ibâdet olduğuna inanılırsa, yâhud islâmiyyetin
bildirmiş olduklarında bir ziyâdelik veyâ noksanlık yapılırsa ve bunu yapmakda
sevâb beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, (Bid’at) olur.
İslâmiyyete uyulmamış, ona îmân edilmemiş olur. Dinde, ibâdetde olmayıp, âdetde
olan yenilikler, ya’nî yapılırken sevâb beklenilmiyen değişiklikler bid’at
olmaz. Meselâ, yimekde, içmekde, binme ve taşıma vâsıtalarında, binâlarda
yapılan yenilikleri, değişiklikleri dînimiz red etmez. [Bunun için, masada, ayrı
tabaklarda, çatal kaşık ile yimek, otomobile, tayyâreye binmek, her çeşid binâ,
ev ve mutfak eşyâsı kullanmak ve bütün fen bilgileri ve fen âletleri, fen işleri
dinde bid’at değildir. Bunları yapmak ve fâideli yerlerde kullanmak câizdir.
Hattâ, farz-ı kifâyedir. Meselâ radyo, ho-parlör, elektronik makinalar yapmak ve
bunları ibâdetlerin dışında kullanmak câizdir. Ho-parlörü dünyâ işlerinde
kullanmak câizdir. Fekat, ho-parlör ile ezân, Kur’ân-ı kerîm, mevlid okumak,
ibâdeti değişdirmek olur, bid’at olur. Ezânın uzaklardan işitilmesi için ho-parlör
kullanmamalı, her mahalleye câmi’ler yapmalı, her mahalle câmi’indeki müezzin
efendiler ayrı ayrı ezân okumalıdır.]
Enes bin
Mâlik “radıyallahü anh”, birgün ağlıyordu. Sebebi soruldukda, (Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve sellem” öğrendiğim ibâdetlerden, değişdirilmemiş bir nemâz
kalmışdı. Şimdi, bunun da elden gitdiğini görüyor, bunun için ağlıyorum) dedi.
Ya’nî, şimdiki insanların çoğu, nemâzın şartlarını, vâciblerini, sünnetlerini,
müstehablarını yerine getirmiyor, mekrûhlarından, müfsidlerinden, bid’atlerinden
sakınmıyorlar. Onun için ağlıyorum dedi. Bunlar, Peygamberlerin, Evliyânın,
sâlih, sâdık mü’minlerin büyüklüklerini anlıyamayanlardır. Onların yollarını
bırakıp, kendi kısa görüşlerine, nefslerine, beğendiklerine göre ibâdetleri
değişdiriyorlar. Se’âdet yolunu bırakıp, şakâvete, felâkete atılıyorlar. Enes
bin Mâlikin “radıyallahü anh” ağlamasının sebebi, nemâza ilâveler yaparak ve
ba’zı yerlerini azaltarak değişdirenleri görmesidir. Böylece, sünneti [ya’nî
islâmiyyeti] değişdiriyorlar. Sünneti değişdirmek, bid’atdir.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Bir ümmet, Peygamberi öldükden sonra, dinde bid’at
yaparsa, buna benzer bir sünneti gayb eder). Ya’nî, küfre sebeb olmıyan bir
bid’at yapılırsa, bunun cinsinden bir sünneti terk ederler.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Bid’at sâhibi, bid’atini terk etmedikce, tevbe
etmesini, Allahü teâlâ nasîb etmez). Ya’nî, bir kimse, bir bid’at ortaya
çıkarırsa veyâ başkasının çıkarmış olduğu bir bid’ati yaparsa, bu bid’ati iyi
bildiği ve karşılığında sevâb beklediği için, bundan tevbe edemez. Bu bid’atin
kötülüğünden veyâ küfre sebeb olmasından dolayı hiçbir günâhına da tevbe etmesi
nasîb olmaz. Müslimân, günâhdan kurtulmak için, tevbe eder. Hıristiyanlar
günâhdan kurtulmak için, kiliseye gidip papaza (Vaftiz) yapdırıyorlar.
(Vaftiz), bir kimsenin hıristiyan olması için veyâ bir hıristiyanın doğuşda
getirdiği veyâ sonradan hâsıl olan günâhından kurtulması için yapılır. (Vaftiz)
yapılacak kimseye, papaz tenhâ bir yerde İncîl okuyup üfler ve düâ eder.
Erkeklere ve yaşlı kadınlara ömründe bir kerre vaftiz yapmıyorlar. Genç, güzel
kızlar, sokaklarda erkeklere görünmek günâhına girdikleri için, her ay kiliseye
gidip, vaftiz yapdırıyorlar ve [İşâi Rabbânî] dedikleri, şerâba batırılmış
ekmekden yiyorlar.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, dinde bid’at olan birşeyi yapan, bu
bid’ati Allah rızâsı için terk etmedikçe, onun hiçbir amelini kabûl etmez).
Ya’nî, i’tikâdda veyâ amelde veyâ sözde yâhud ahlâkda bid’at olan birşeyi
yapmağa devâm edenin bu cinslerden ibâdetleri sahîh olsa da, hiçbirini kabûl
etmez. İbâdetlerinin kabûl olması için, bu bid’ati, Allahü teâlâdan korkarak,
ondan sevâb bekliyerek yâhud rızâsına kavuşması için terk etmesi lâzımdır.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, bid’at sâhibinin nemâzını, orucunu,
haccını, ömresini, cihâdını, günâhdan vazgeçmesini, adâletini kabûl etmez.
Hamurdan kılın çıkması gibi, islâmdan çıkar). Ya’nî, ibâdeti sahîh olsa da,
kabûl olunmaz. Sevâb verilmez. Çünki, küfre sebeb olmıyan bid’at işlemeğe devâm
etmekdedir. Küfre sebeb olan bid’at sâhibinin ibâdeti zâten sahîh olmaz. Farz,
nâfile ibâdetlerinin hiçbiri kabûl olmaz. Bid’at, nefse, şeytâna uyarak
yapıldığı için, sâhibi islâmdan, Allahü teâlânın emrlerine teslîm olmakdan
çıkar. Îmân kalb ile olur. İslâm kalb ve lisân ile birlikde olur. Îmân kalbe
mahsûsdur. İslâm ise, kalbin, lisânın ve bedenin umûmuna şâmildir. Kalbdeki îmân
ile kalbdeki islâm birbirlerinin aynıdır. Bid’at sâhibinden ayrılan, lisândaki
ve uzvlardaki islâmdır. Bid’at işlemeğe devâm eden kimse, nefse ve şeytâna
itâ’at eden kimse olmuşdur. Günâh işliyen kimse, âsî, fâsık olur. Buna bid’at
sâhibi denmez. Fekat, bid’at sâhibi, âsî ve fâsıkdır. Bid’at sâhibi, bu
bid’atini ibâdet sanmakda, buna karşılık sevâb beklemekdedir. İbâdet hâricinde
işlenen günâh, ibâdetlerin kabûl olmasına mâni’olmaz.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Benden sonra, ümmetim arasında ayrılıklar olacakdır. O
zemânda olanlar, benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine yapışsın! Dinde
meydâna çıkan şeylerden uzaklaşsın! Dinde yapılan her yenilik bid’atdir.
Bid’atlerin hepsi dalâletdir. Dalâlet sâhiblerinin gidecekleri yer, Cehennem
ateşidir). Bu hadîs-i şerîf, bu ümmetde çeşidli ayrılıklar olacağını haber
veriyor. Bunlar arasında, Resûlullahın ve Onun dört halîfesinin yolunda olana
sarılınız diyor. Sünnet, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, sözleri,
bütün ibâdetleri, işleri, i’tikâdları, ahlâkı ve birşey yapılırken görünce, mâni
olmayıp susması demekdir.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zemân, sünnetime
yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır!) Ya’nî nefse ve bid’atlere ve kendi
aklına uyarak islâmiyyetin hududu dışına çıkıldığı zemân, benim sünnetime uyana,
kıyâmet günü yüz şehîd sevâbı verilecekdir. Çünki, fitne fesâd zemânında
islâmiyyete uymak, kâfirlerle harb etmek gibi güç olacakdır.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zemânlarda da
garîb olacakdır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu
sünnetimi düzeltirler). Ya’nî, islâmiyyetin başlangıcında, insanların çoğu,
müslimânlığı bilmedikleri, onu yadırgadıkları gibi, âhır zemânda da, dîni
bilenler azalır. Bunlar, benden sonra bozulmuş olan sünnetimi islâh ederler.
Bunun için, emr-i ma’rûf ve nehyi anilmünker yaparlar. Sünnete, ya’nî
islâmiyyete uymakda başkalarına örnek olurlar. İslâm bilgilerini doğru olarak
yazıp, kitâblarını yaymağa çalışırlar. Bunları dinliyenler az, karşı gelenler
çok olur. O zemânda, sevenleri çok olan din adamı, doğru arasına iğrileri, hoşa
giden sözleri karışdıran kimsedir. Çünki, yalnız doğruyu söyliyenin düşmanları
çok olur.
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Benî İsrâil yetmişiki millete ayrıldı. Benim ümmetim
de yetmişüç millete ayrılacakdır. Bunlardan yetmişikisi ateşde yanacak, yalnız
biri kurtulacakdır. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır). Ya’nî,
İsrâil oğulları, dinde yetmişiki fırkaya ayrıldı. Müslimânlar da, dinde yetmişüç
fırkaya ayrılacakdır. Ya’nî, çok fırkalara ayrılacakdır. Bunların hiçbiri kâfir
değil ise de, Cehennemde uzun zemân yanacaklardır. Yalnız benim ve Eshâbımın
i’tikâdında olan ve bizim gibi ibâdet eden fırkası Cehenneme girmiyecekdir.
İ’tikâd bilgilerinde ictihâd ederken, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın
i’tikâdlarından ayrılan din âlimleri, dinde zarûrî ve sözbirliği ile bilinen
i’tikâddan ayrılırlarsa, kâfir olurlar. Bunlara (Mülhid) denir. [Bunların
müşrik oldukları, (Bahr)de ve (Hindiyye)de yazılıdır.] Zarûrî ve
sözbirliği ile bildirilmemiş olan i’tikâddan ayrılırlarsa, kâfir olmazlar,
i’tikâdda bid’at sâhibi olurlar. Bunlara (Ehl-i kıble) de denir. Amel ve
ibâdet bilgilerinde ictihâd ederken de, zarûrî ve sözbirliği ile bilinen
ibâdetlere inanmıyan kâfir olur. Mülhid olur. Fekat, zarûrî ve sözbirliği ile
bildirilmemiş olan ibâdetlerden ayrılan âlimler, eğer müctehid iseler, sevâb
kazanırlar. Müctehid değilseler, amelde bid’at sâhibi, (Mezhebsiz)
olurlar. Çünki müctehid olmıyanın ictihâd etmesi câiz değildir. Bunun, bir
müctehidin mezhebini taklîd etmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Lâ ilâhe
illallah diyen kimseye, günâh işlediği için kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin
kendisi kâfir olur) buyuruldu. İ’tikâdı bozuk olmadığı için, Cehenneme
girmiyecek olan kimse, yapdığı günâhlar sebebi ile Cehenneme girebilir. Eğer
sâlih ise, ya’nî günâhına tevbe etmiş ise yâhud afva veyâ şefâ’ate kavuşursa,
Cehenneme hiç girmez. Zarûrî olarak ya’nî câhillerin de bildiği ve sözbirliği
ile bildirilmiş olan bir inanışı veyâ bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted
olacağı için, lâ-ilâhe illallah dese ve her ibâdeti yapsa ve her günâhdan da
sakınsa bile, buna lâ-ilâhe-illallah ehli ve ehl-i kıble denmez.
Süâl — Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem”, (Bid’atlerin hepsi dalâletdir) buyurdu. Fıkh âlimleri ise,
bid’atlerin bir kısmına dalâlet, ya’nî günâh, bir kısmına mubah, bir kısmına
müstehab, bir kısmına da vâcib dediler. Bu iki sözü birleşdirmek nasıl olur?
Cevâb — Bid’at sözünün iki ma’nâsı vardır.
Birincisi, lugat ma’nâsı olup umûmîdir. Lugat ma’nâsı ile, âdetde olsun,
ibâdetde olsun, her zemân yapılan, her dürlü yeniliğe bid’at denir. Âdet,
karşılığında sevâb beklenilmiyen işler demekdir. Bunlar dünyâ menfe’ati için
yapılır. İbâdet ise âhıretde sevâb kazanmak için yapılır. Sadr-ül-evvel
(Selef-i sâlihîn)in, ya’nî Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
ve Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în zemânlarıdır. Bunların zemânında veyâ sonra âdet
olarak veyâ ibâdet olarak ortaya çıkan şeyler bid’atdir. 436. cı sahîfeye
bakınız!
Bid’at
kelimesinin ikinci ma’nâsı, Sadr-ul-evvelden, ya’nî Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin
ve Tebe’i tâbi’înin zemânlarından sonra dinde meydâna çıkan yeniliklerdir. Bu
değişdirmeler i’tikâdda veyâ ibâdetde olur. Yeni bir ibâdet meydâna çıkarmak
veyâ mevcûd bir ibâdetde ziyâdelik veyâ noksanlık yapmak (İbâdetde bid’at)
olur. Bunlardan dînin sâhibinin, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın, sözle veyâ
iş ile, sarîh veyâ işâret ederek, izni olmadan ortaya çıkarılanlara (Bid’at-i
seyyie) denir. Âdetde bid’atlerin hiçbirine bid’at-i seyyie denilmez. Çünki
bunlar ibâdet için değil, dünyâ menfe’ati için yapılırlar. Yimekde, içmekde,
giyinmekde, binâlarda yapılan yenilikler âdetde bid’atdir. İ’tikâdda olan
bid’atlerin hepsi (Bid’at-i seyyie)dir. Yetmişiki dalâlet fırkasının i’tikâdları,
bid’at-i seyyiedir. Dört mezhebin ibâdetlerde olan yenilikleri bid’at değildir.
Çünki bunlar, kendi aklları ile çıkarılmış olmayıp, (Edille-i şer’ıyye)den
çıkarılmışlardır. Bunlar Nasslarda ziyâdelik olmayıp, Nassların açıklamalarıdır.
Nemâza dururken iftitâh tekbîrini birkaç def’a söylemek, sevâbı çok olmak için
ise, bid’at olur. Vesvese ile, istemiyerek söylerse, günâh olur. İbâdetde olan
bid’atde, dînin sâhibinin, sarîh veyâ işâret ile, izni varsa, bunlara (Bid’at-i
hasene) denir. Bid’at-i haseneler, müstehab veyâ vâcib olur. Câmi’lere
minâre yapmak, müstehabdır. Bunları yapmak sevâb olup, terk etmesi günâh olmaz.
Minâreye (Me’zene) de denir. Zeyd bin Sâbitin annesi diyor ki, (Medînede,
Mescid-i Nebînin etrâfındaki evlerin en yükseği benim evim idi. Bilâl-i Habeşî
“radıyallahü teâlâ anh”, önceleri, evimin damına çıkıp ezân okurdu. Resûlullahın
mescidi yapılınca, mescid üzerinde müezzin için yapılan yüksek yere çıkarak
okudu). Müezzinlerin minâreye çıkıp ezân okumalarının sünnet olduğu buradan
anlaşılmakdadır. [Ho-parlörle ezân okumak bid’atinin bu sünneti yok etdiğini acı
acı görmekdeyiz.] Din mektebleri yapmak, din kitâbları yazmak vâcib olan
bid’atlerdendir. Bunları yapmak sevâb, terk etmek günâhdır. Bid’at ehlinin ve
mülhidlerin, ya’nî i’tikâdları küfre sebeb olan bid’at sâhiblerinin şübhelerine
karşı uyarıcı delîller ortaya koymak da böyledir.
Yukarıda
yazılı hadîs-i şerîflerde bildirilen bid’atler, hep dinde olan bid’at-i
seyyielerdir. Bunlar, ibâdetlere yardımcı değildirler. İbâdetlere yardımcı olan
ve dînin sâhibinin izni ile yapılan bid’at-i haseneler, dalâlet değildirler.
(Benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin sünnetlerine yapışınız!). Ya’nî
akllarınıza, nefslerinize uyarak dinde yapdığınız değişiklikleri bırakarak,
benim yoluma sarılınız, hadîs-i şerîfi, âdetde bid’atlerin dalâlet olmadıklarını
göstermekdedir. Çünki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolu, din
bilgileridir. Âdetleri gösteren birşey bildirmemişdir. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, insanlara, dinlerini bildirmek için gelmişdir. Dünyâlarını
bildirmek için gönderilmemişdir. Çünki insanlar, dünyâ işlerini iyi bilirler.
Fekat, Allahü teâlânın irâdesinin, emrlerinin ne olacağını bilmezler.
Şimdi bid’at
denince, i’tikâdda olan bid’atler anlaşılmakdadır. Bu sapık i’tikâd sâhiblerine
(Mübtedi’) ve (Ehl-i hevâ) denilmekdedir. Çünki bunlar,
islâmiyyete değil, nefslerine uymakdadırlar. Yetmişiki sapık fırka böyledir.
Bunlardan ba’zısının i’tikâdı küfre sebeb olmakdadır. Öldükden sonra tekrâr
dirilmeğe ve Allahü teâlânın sıfatlarına inanmıyanları ve âleme kadîm diyenleri
böyledir. Böyle küfre sebeb olan inanışa (İlhâd) denir. Böyle inananlara
(Mülhid) denir. Açık olarak bildirilmiş olmayıp, şübheli olduğu için,
te’vîli lâzım gelen, ya’nî çeşidli ma’nâlar arasından, uygun olan ma’nâsını
arayıp bulmak lâzım olan âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ma’nâ
çıkaranların bu yanlış i’tikâdı küfre sebeb olmaz. Kabr azâbına ve mi’râca
inanmıyanları böyledir. Fekat, küfre sebeb olmıyan böyle i’tikâddaki bid’atler,
en büyük günâhlardan, meselâ mü’mini haksız yere öldürmekden ve zinâdan dahâ
büyük günâhdırlar. Bu bozuk i’tikâdlarını, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i
şerîflerden zan ile çıkardıkları için, kâfir olmıyorlar. Şimdi çok kimse,
bunlara yanlış te’vîl etmek sebebi ile değil de akla, fenne uymuyor diyerek
inanmıyor. İ’tikâdlarına, îmânlarına, islâmiyyeti değil de, aklı, fenni esâs
tutan böyle inanmıyanlar kâfir olur, mürted olur. İ’tikâdı küfre sebeb olan
mülhidler kendilerini müslimân sanmakda, ibâdetleri yapmakda ve günâhlardan
sakınmakda iseler de, bunların hiçbiri sahîh olmaz.
İbâdetde
bid’atin seyyie olanları, i’tikâdda bid’at kadar kötü değil ise de, bunlar da,
münker ve dalâletdir. Bütün günâhlardan sakınmakdan dahâ çok, bunlardan
sakınılması lâzımdır. Hele ibâdetde bid’at yapmak, bir müekked sünneti terk
etmeğe sebeb oluyorsa, bu bid’atin günâhı dahâ büyük olur.
İ’tikâdda
bid’atin zıddı, aksi olan doğru i’tikâda (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at)
i’tikâdı denir. İbâdetde bid’atin zıddına, aksine (Sünnet-ül-hüdâ) denir.
Birincisi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” i’tikâdı, ikincisi, devâm
üzere yapdığı ve ba’zan terk etdiği ve terk edenlere mâni’ olmadığı
ibâdetlerdir. Terk edilmesine mâni’olduklarına (Vâcib) denir.
(Sünnet-i hüdâ)yı özrsüz terk etmek günâh olmaz. Devâmlı terk eden kıyâmet
günü azarlanır. Ezân, ikâmet ve cemâ’at ile nemâz kılmak ve beş vakt nemâzın
sünnetleri böyledir. Fekat, bir mahallenin hepsi devâmlı terk ederse, bunlarla
harb edilir.
Âdetde
bid’at işlemek, dalâlet değildir. Yapmamak vera’ ve evlâ olur. İhtiyâcdan fazla
yüksek binâ yapmak, doyuncaya kadar yimek, kahve, çay, sigara içmek âdetde
bid’atdir. Bunlara harâm veyâ mekrûh diyemeyiz. Sultânın, Allahü teâlânın emr ve
yasaklarına uygun olan emrleri ve yasakları mu’teber olur. Nefsine ve aklına
uyarak verdikleri emrlere, itâ’at etmek vâcib olmaz. Fekat isyân etmek de câiz
değildir. Hattâ, zâlim olan sultânın cevrinden, eziyyetinden kurtulmak için
itâ’at etmek câiz olur. Çünki, insanın kendini tehlükeye atması câiz değildir.
379. cu sahîfeye bakınız! Âyet-i kerîmede itâ’at edilmesi emr olunan (Ülül-emr),
müslimân olan sultân, âmir, hâkim demekdir. Bunların hak ve adl olan emrlerine
itâ’at etmek vâcibdir. Âdetde bid’atin zıddı (Sünnet-üz-zâide)dir. Ya’nî,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” devâm üzere olan âdetleridir.
Elbisesinin şeklleri ve giyinirken, süslenirken sağdan başlamak, sağ el ile
yimek içmek, birşey alıp vermek ve sol el ile tahâretlenmek, sol ayakla halâya
girmek böyle olup müstehabdırlar. [Görülüyor ki, erkeklerin ve kadınların
elbiselerinin, zemânla değişmesi, fâsıkların elbiselerine benzemesi; âdetde
bid’atdir. Kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerini tam örten geniş
örtüler dinde bid’at olmaz. Günâh olmaz. Böyle örtüleri kullanırken, o
memleketin âdetine uymalıdır. Âdet olmıyan örtüyü, elbiseyi kullanmak, şöhrete
ve fitneye sebeb olur. Bu ikisi de harâmdır.]
Buraya kadar
bildirilenlerden anlaşılıyor ki, lugat ma’nâsındaki umûmî bid’at, âdetde ve
dinde bid’at olmak üzere ikiye ayrılır. Bid’at deyince, dinde bid’at anlaşılır.
Dinde bid’at de, i’tikâdda veyâ ibâdetde olur. İ’tikâddaki bid’atlerin hepsi
seyyiedir. İbâdetde bid’at ise, Seyyie ve Hasene olarak ikiye ayrılır. Bid’at-i
seyyie, i’tikâdda olan fekat küfre sebeb olmıyan ve ibâdetde olup islâmiyyete
yardımcı olmıyan bid’atlerdir. İ’tikâdda bid’at, küfre sebeb olursa, ilhâd olur.
Bid’at-i hasene, islâmiyyete yardımcı olan yeniliklerdir. Bid’at-i hasene de,
müstehab veyâ vâcib kısmlarına ayrılır. Minâre, müstehab olan bid’at-i hasenedir.
Çünki, müezzinin, ezânı, yükseğe çıkıp okuması sünnetdir. Minâre, bu sünnete
yardım etmekdedir. [Ezânı, insanın tabî’î sesinin üstünde fazla sesle okumak
sünnet değildir. Mekrûhdur. Bunun için ezânı ho-parlör denilen elektrik âleti
ile okumak, sünnete değil, mekrûha yardımcı olmakdadır. Bunun için, ho-parlör
kullanmak, bid’at-i seyyie olmakda ve minâreye çıkıp okumak sünnetine mâni’
olmakdadır. Ezân sesinin her tarafa ulaşdırılması emr olunmadı. Yalnız kendi
mahallesine duyuracak kadar bağırması emr olundu. Müslimânların her mahallede
mescid yapması, her mescidde müezzinlerin yüksek yere çıkarak ayrı ayrı ezân
okumaları emr olundu. Bir yerde okunan ezânın her mahalleden işitilmesi için,
müezzinlerin ho-parlörle okumaları veyâ bir yerde okunan ezânın her mesciddeki
ho-parlörlerle her mahallede işitilmesi, bid’at-i seyyie olur. Çirkin bid’at
olur. Allahü teâlâ, (Din kemâle geldi. İbâdetlerin nasıl yapılacağı bildirildi.
Noksan birşey bırakılmadı) buyurdu. Selef-i sâlihîn de, bin seneden beri, emr
olunduğu gibi ezân okudular ve nemâz kıldılar. Bunların yapdıklarını beğenmeyip
veyâ noksan, kifâyetsiz görüp, ho-parlörle ezân okumağa ve ho-parlörle nemâz
kılmağa kalkışmak çirkin bid’at olur. Yukarıdaki hadîs-i şerîfler, çirkin bid’at
işliyenlerin hiçbir ibâdetlerinin kabûl olmıyacağını, bunların Cehenneme
gideceklerini bildirmekdedir. İslâmiyyetin emrini dinlemeyip, her mahallede
mescid yapılmadığı için, her yerden ezân sesi işitilmiyor diyerek, ezânı
hoparlörle okumak bid’atini savunmağa kalkışmak, katı necâseti bevl ile yıkayıp
temizlemeğe kalkışmak gibidir. Evet, bevl ile yıkayınca, katı necâset görünmez
olup câhillerin hoşuna gider. Hâlbuki, necâset her yere yayılmış, bevlin değdiği
her yer necs olmuşdur.] Bid’at-i hasene olan yeniliklere Şâri’ tarafından izn
verilmiş, hattâ emr olunmuşdur.
Süâl — Eshâb-ı kirâm, Tâbi’în ve Tebe’i
tâbi’în, müstehab ve vâcib olan bid’at-i haseneleri niçin yapmadılar?
Cevâb — Bunların bir kısmına onların
ihtiyâcları yokdu. Meselâ, mekteb yapmadılar, kitâb yazmağa ihtiyâcları yokdu.
Çünki, âlimler, müctehidler çokdu. Herkes sorup, kolayca öğrenirdi. Paraları,
malları da, büyük binâlar, minâreler yapacak kadar çok değildi. En mühim sebeb
de, onlar dahâ mühim işleri yapdılar. Bunları yapmağa vaktleri olmadı. Gece
gündüz kâfirlerle, islâm dîninin yayılmasına mâni’ olan devletlerle,
diktatörlerle harb etdiler. Paralarının, mallarının hepsini bu cihâdlara sarf
etdiler. Memleketler, şehrler feth ederek, milyonlarca insanı zâlim devletlerin
pençesinden kurtarıp, müslimân yapmakla dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşdurdular.
İslâm nizâmını, islâm ahlâkını, Allahın kullarına ulaşdırdılar. Başka şeyler
yapmağa vaktleri olmadı.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kimse, islâmda sünnet-i hasene yaparsa,
bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse islâmda bir
bid’at-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları
kendisine verilir) buyurdu. Bid’at-i hasenelerin hepsi, bu hadîs-i şerîfdeki
bid’at-i haseneye dâhildirler. Bir sünnet yapana, ya’nî bir çığır açana, bunu
kıyâmete kadar yapanların sevâblarının verilmesi, bunu başkalarının da yapmaları
için niyyet etmesine bağlıdır. Bunun gibi, imâm başkalarına imâm olmağa niyyet
etmezse, yalnız kılmanın [veyâ bunun yirmiyedi katının] sevâbına kavuşur.
Cemâ’atin sevâbları toplamına da kavuşması için, imâm olmağa niyyet etmesi
lâzımdır.
Bid’at-i
seyyie işlemenin zararı, sünneti, hattâ vâcibi terk etmenin zararından dahâ
çokdur. Ya’nî birşeyi yapmak sünnet mi, bid’at mi şübheli olsa, bu şeyi yapmamak
lâzımdır.
Süâl — Din, Kitâb ile, sünnet ile kemâle
gelmişdir. Bu ikisinin izn vermediği ibâdetler bid’atdir. Buna göre (Edille-i
şer’iyye) dörtdür demek doğru olur mu?
Cevâb — Ehl-i sünnet âlimleri, Edille-i
şer’iyyenin dört olduğunu bildirdiler: Kitâb, Sünnet, İcmâ’ı ümmet ve Kıyâs-ı
fükahâ. Fekat, bunların son ikisi, ilk ikisinden çıkmakdadır. Bunun için Edille,
hakîkatda, Kitâb ve sünnet olmak üzere ikidir. İcmâ’ ya’nî sözbirliği olan bir
hükmün Kitâbdan veyâ sünnetden bir delîle, bir senede oturtulması lâzımdır.
Kıyâs da, icmâ’ için sened olabilir. Ebû Bekr-i Sıddîkin halîfe seçilmesindeki
icmâ’ böyle olmuşdur. Bir kişinin haber verdiği hadîs de, icmâ’ için sened olur.
Çünki, icmâ’ın huccet olması, delîlinin kat’i olmasına bağlı değildir. İcmâ’
olduğu için huccetdir. Delîlinin kat’î olması şart olursa, icmâ’a lüzûm kalmaz.
Bu delîl huccet olur. Kıyâs için de, Kitâbdan veyâ sünnetden bir asl, esâs
lâzımdır. Çünki, kıyâs, Kitâbda ve sünnetde mevcûd bulunan kapalı, gizli hükmü
izhâr eder. Bunlara bir hükm ilâve etmez. Ya’nî, ahkâmı izhâr eder, isbât [îcâd]
etmez. Kıyâs, umûmî olan bir hükmü, fürû’ için beyân eder. İcmâ’da, kıyâs için
asl ve kaynak olur. Sünnet, Kitâbın şerh ve beyânıdır. Şu hâlde, islâmiyyetin
aslı, yalnız Allahü teâlânın kitâbıdır.
Zemânımızdaki ba’zı câhil tekke şeyhleri, yalancı, sahte tesavvufcular,
islâmiyyete uymıyan hareketlerinden dolayı, kendilerine i’tirâz edilince,
(Bunlar, ilm-i zâhirde harâmdır. Biz, ilm-i bâtın sâhibleriyiz. Bizim için
halâldırlar) diyor. Böyle söylemek küfrdür. Böyle söyliyen ve işitip kabûl eden
kâfir olur. Te’vîl etmesi veyâ bilmeden söylemesi özr olmaz. İnce şeyleri
bilmemek ancak özr olur. Bu zındıklar, (Siz ilmi kitâblardan öğreniyorsunuz. Biz
ise, sâhibinden, ya’nî doğruca Muhammed aleyhisselâmdan alıyoruz. Buna kanâ’at
etmez, râzı olmaz isek, Allahdan sorup öğreniyoruz. Kitâb okumağa, üstâddan
öğrenmeğe ihtiyâcımız yok. Allaha kavuşmak için, ilm-i zâhiri terk etmek ve
islâmiyyeti öğrenmemek lâzımdır. Bizim yolumuz bâtıl olsaydı, böyle yüksek
hâllere, kerâmetlere kavuşabilir mi idik? Nûrları ve Peygamberlerin rûhlarını
görebilir mi idik? Bir günâh yaparsak, rü’yâda bize bildiriliyor. Ahkâm-ı
islâmiyyenin harâm dediği şeyi yapmamız için Allah bize rü’yâda izn veriyor.
Bunun bize halâl olduğunu anlıyoruz) diyorlar. İslâmiyyeti yıkıcı, yok edici
böyle sözler ilhâddır. Ya’nî, Kitâbın ve sünnetin açık ma’nâlarını
değişdirmekdir. Dalâletdir. Ya’nî, mü’minlerin yolundan ayrılmakdır. İslâmiyyet
ile alay etmekdir. Böyle bozuk sözlere inanmamalıdır. Bunların bozukluğunda
şübhe etmek bile küfr olur. Bunları söyliyene ve inanana (Zındık) denir.
Birinin böyle söylediğini başkasından haber alınca o söyliyene hemen zındık
dememelidir. Böyle söylediği iki âdil şâhidin haber vermesi ile şer’an
anlaşılmadıkça, hükm verilmez. Zındık, maddeye, tabî’ate tapınan Dehrî demekdir.
Allaha ve âhıret gününe inanmıyan sahte müslimân demekdir.
İslâmiyyetin
ahkâmı ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı başkalarına huccet, sened olamaz.
(İlhâm), Allahü teâlâ tarafından kalbe gelen bilgi demekdir. Evet,
Ehlullahın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” ilhâmları doğru olur. Bunların
doğruluğu, islâmiyyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fekat, Ehlullah,
ya’nî Velî olmak için, islâmiyyet bilgilerini öğrenmek ve bunlara uymak şartdır.
(Takvâ sâhiblerine Allahü teâlâ ilm ihsân eder) meâlindeki âyet-i kerîme
bunu isbât etmekdedir. Sünnete, ya’nî islâmiyyete sarılmıyan, bid’atden
sakınmıyan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Bunun söyledikleri, nefsden ve
şeytândan gelen bozuk şeylerdir. Mûsâ aleyhisselâm ile Hızırın konuşmaları, bu
bildirdiklerimize uymuyor denilemez. Çünki Hızır aleyhisselâm, ba’zı âlimlere
göre, Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti değildi. Ona uyması emr olunmamışdı. Muhammed
aleyhisselâm ise, dünyânın her yerinde kıyâmete kadar gelecek olan bütün
insanların ve cinnin Peygamberidir. (İlm-i ledünnî) ve (İlhâm),
Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olanlara ihsân olunur. Bu ihsâna kavuşanlar, Kitâbı
ve Sünneti ya’nî hadîs-i şerîfleri iyi anlar. İslâmiyyet bilgileri, rü’yâ ile de
anlaşılamaz. İslâmiyyete uymıyan rü’yânın şeytânî olduğu anlaşılır.
Evliyânın
büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 298 [m. 910] de
Bağdâdda vefât etdi. (İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran tek yol,
Muhammed aleyhisselâma uymakdır) dedi. Bir kerre de (Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i
şerîflere uymıyan kimse, mürşid olamaz) buyurdu. [Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i
şerîfleri müctehid olmıyanlar anlıyamaz. Yetmişiki sapık fırkanın kurucusu olan
âlimler, müctehid olmadıkları için, yanlış anladılar. Milyonlarca müslimânın
sapıtmalarına sebeb oldular. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyabilmek
için, dört mezhebden birine uymak lâzımdır.] Evet, ümmî olan, ya’nî okumamış,
öğrenmemiş bir kimse, ârif olabilir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilir.
Fekat, başkalarına rehber olamaz. Rehber olmak için, Kitâbın ve sünnetin
ahkâmını [dört mezhebden birinin fıkh kitâblarından] üstâddan öğrenmek lâzımdır.
Çünki, Selef-i sâlihînin ve Halef-i müttekînin yolu, Kitâb ve sünnetin yoludur.
Evliyânın
büyüklerinden olan Sırrî Sekatî, Ma’rûf-i Kerhînin talebesinden idi. 251 [m.
865] de Bağdâdda vefât etdi. Cüneyd-i Bağdâdînin dayısı ve rehberi idi. (Tesavvuf,
üç şey demekdir: Vera’ sâhibi olmak ve Kitâba ve Sünnete uymıyan birşey
söylememek ve kerâmet olarak harâm işlememekdir) dedi. Harâm işlemeğe sebeb olan
kerâmete (Mekr) ve (İstidrac) denir. (Vera’), şübheli
olanlardan da sakınmak demekdir. İmâm-ı Gazâlî, 505 [m. 1111] de Îranda Tûs,
ya’nî Meşhedde vefât etdi. (Mişkât-ül-envâr) kitâbında diyor ki, (Kalb
meleklere mahsûs bir evdir. Gadab, şehvet, hased, kibr gibi kötü sıfatlar,
uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadîs-i
şerîfde, (Köpek ve resm bulunan eve melekler girmez) buyuruldu. Bu
hadîs-i şerîfdeki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu
söylemiyorum. Açık ma’nâlarına inanmakla berâber, yukarıdaki ma’nâları da ilâve
ediyorum. Bu sözüm, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati, Bâtınî denilen bid’at fırkasından
ayırmakdadır. Bâtınîler açık ma’nâları terk edip, sapık ma’nâlar
uydurmakdadırlar. Bir âyetin açık ma’nâsı, başka âyetlerin açık ma’nâlarına
uymazsa, o zemân bu açık ma’nâsı bırakılıp te’vîl edilmesi, ya’nî çeşidli
ma’nâlarından uygun olanın verilmesi lâzım olur. Böyle zarûret olduğu zemân,
açık ma’nâ vermekde isrâr edenlere (Hışvî) denir. Bunun için, Kur’ânın
zâhir ve bâtın ma’nâları vardır denilmişdir. Hep zâhir ma’nâsını veren Hışvî
olur. Hep bâtın ma’nâsını veren (Bâtınî) olur. Yerine göre, ikisini cem’
eden, kâmil müslimân olur). Tesavvuf adamının sözünün ahkâm-ı islâmiyyeye uygun
olmadığını ancak zâhir ve bâtın ilmlerinde mütehassıs olan anlar. Tesavvuf
âlimlerinin kullandıkları kelimelerin ma’nâlarını bilmiyen anlıyamaz. Böyle zül-cenâhayn
olmıyan [İbni Teymiyye ve Abdülvehhâb oğlu gibi] kimseler, Bâyezîd-i Bistâmînin
(Sübhânî mâ a’zama şânî) sözünü islâmiyyete uymuyor sanır. Muhyiddîn-i Arabî, bu
sözün ma’nâsının kemâl-i tenzîh olduğunu uzun anlatmakdadır. İslâmiyyete uymıyan
kimse, hârik-ul-âde şeyler yapabilir. Bunlara kerâmet denmez. (İstidrâc)
denir. Evliyâ olarak bilinen birisini görmek için, Bâyezîd-i Bistâmî giderken,
onun karşıdan geldiğini ve Kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Geriye dönüp, bu
adam, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” edeblerinden birine uymadı.
Velî olamaz dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî buyuruyor ki, (Kerâmetler gösteren biri, meselâ su üstünde yürüse, bir
anda uzaklara gitse, havâda uçsa, islâmiyyete uymadıkca, bunu Velî sanmayınız!).
İslâmiyyete uymak için, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzımdır. Müctehid
olmıyanların, Eshâb-ı kirâmı taklîd etmelerinin câiz olmadığı sözbirliği ile
bildirildi. [Çünki, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri bilinmiyor.] İctihâd kıyâmete
kadar bâkîdir. [Fekat, ictihâd edebilmek şartlarını hâiz olan âlim azdır.
Bunların yeni ictihâdlar yapmalarına da lüzûm yokdur. Kıyâmete kadar, hâsıl
olacak herşeyin hükmü dört mezhebden birinde mevcûddur.] Allahü teâlânın ençok
sevdiği ibâdet, farzları yapmakdır. Nâfile ibâdetlerin kıymetlisi, farzlarla
birlikde yapılıp, farzların içinde bulunan ve onları temâmlıyan nâfilelerdir.
Muhammed bin
Fadl Belhî, 319 [m. 931] senesinde vefât etdi. Buyuruyor ki, (İslâmiyyet
nûrlarının kalblerden ayrılıp, kalblerin kararmasına dört şey sebeb oldu.
Bildikleri ile amel etmemek. Bilmiyerek yapmak. Bilmediklerini öğrenmemek.
Başkalarının öğrenmelerine mâni’ olmak). İlm adamı tanınmak için ve mâla, makama
kavuşmak için öğreniyorlar. [Din adamı olmağı, geçime ve siyâsete vâsıta
yapıyorlar.] Amel etmek için öğrenmiyorlar. İsmleri din adamıdır. Gitdikleri
yol, câhillerin yoludur. Allah rahîmdir, afvı sever diyerek, büyük günâh
işliyorlar. Akllarına, keyflerine göre hareket ediyorlar. Başkalarının da böyle
yapmalarını istiyorlar. Kendilerine uymıyan hakîkî müslimânları kötülüyorlar.
Kendilerinin, doğru yolda olduklarını, huzûra kavuşacaklarını zan ediyorlar. Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitâblarından derlenmiş olan doğru kitâbları okumuyorlar,
çocuklarına da okutmuyorlar. İçleri kötü, sözleri yaldızlı ve yalandır. Her gün
başka şekle girerler. İnsanların yüzlerine gülerler. Arkalarından kötülerler.
Bid’at karışmamış olan doğru kitâbların okunmasına mâni’ olurlar. [Bu kitâbları
okumayın! Bozukdur derler.] Bunları neşr edenleri ve okuyanları tehdîd ederler.
Mezhebsizlerin zararlı kitâblarını, yaldızlı reklâmlarla överler. İslâmiyyet
bilgilerine hakâret ederler. Kısa aklları ile yazdıkları şeyleri ilm ve fen
diyerek gençlerin önüne sürerler. Buraya kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki,
islâm âlimleri ve tesavvuf büyükleri hep islâmiyyete yapışmışlardır. Bunun
netîcesi olarak, yüksek derecelere kavuşmuşlardır. Bunlara dil uzatanların din
câhili oldukları anlaşılır. Bu câhillerin yaldızlı sözlerine aldanmamalıdır.
Bunlar, din hırsızlarıdır. Se’âdet yolunu kesici zındıklar veyâ mezhebsizlerdir.
Kabr azâbına
inanmıyorum diyen kâfir olur. Çünki, bu sözde islâmiyyetden haber vermek, te’vîl
etmek değil, islâmiyyete ehemmiyyet vermemek vardır.
Kaderiyye
ya’nî Mu’tezile fırkasından olanlar, (Allah şerleri, günâhları yaratmaz. İnsan,
kendi işini yaratır) dedikleri için, kâfir oluyorlar.
Bâtınî
fırkasında olanlar rûhların tenâsuhuna inanıp, insan öldükden sonra, tekrâr
dünyâya gelir dedikleri için ve Allahın rûhu oniki imâma hulûl etmişdir
dedikleri için ve onikinci imâm gelinceye kadar, islâmiyyete uymak lâzım
değildir dedikleri için ve Cebrâîl vahyi Alîye getirmek için emr olunmuşdu.
Yanılarak Muhammed aleyhisselâma getirdi dedikleri için, kâfir oluyorlar. Böyle
söylemiyenleri kâfir olmaz.
Hâricîlerden, bütün müslimânlara te’vîlsiz olarak kâfir diyenler ve Alîyi,
Osmânı, Talhayı, Zübeyri ve Âişeyi “radıyallahü anhüm” tekfîr edenler, kâfir
oluyorlar. Şimdi bunlara yezîdi denilmekdedir.
Yezîdiyye
fırkasından olanlar, acemden bir Peygamber gelecek, Muhammed aleyhisselâmın
dînini yok edecek dedikleri için, kâfir oluyorlar.
Neccâriyye
ve Mu’tezile fırkasından olanlar, Allahü teâlânın sıfatlarına inanmadıkları
için, kâfir oluyorlar.
Cebriyye
fırkası, insan hiçbirşey yapamaz. İnsan istese de, istemese de herşeyi Allah
yaratır. Günâh işleyenler ve kâfirler ma’zûrdurlar dedikleri için, kâfir
oluyorlar.
Mu’tezilenin
bir kısmı, Allah hiçbirşeyi görmez. Allah Cennetde görülmiyecekdir dedikleri
için, kâfir oluyorlar.
Kaderiyye
fırkası, ilm sıfatını red ederek, Allah hiç birşeyi bilmez dedikleri için, kâfir
oluyorlar.
Mürcieden,
Allah dilediği kâfirleri afv edecekdir ve dilediği mü’minlere ebedî azâb
yapacakdır diyenler ve ibâdetlerimiz elbet kabûl olacak, günâhlarımız da, elbet
afv olacak diyenler ve bütün farzlar nâfile ibâdetdir, bunları yapmamak günâh
olmaz diyenler kâfir oluyorlar.
Hâricîler,
ameller, ibâdetler îmânın parçalarıdır. Herhangi bir farzı yapmıyan kâfir olur
dedikleri ve büyük günâh işlerken insanın îmânı gider, günâh bitince tekrâr
gelir dedikleri için, bid’at fırkalarından olurlar.
Mest üzerine
mesh etmemek, çıplak ayağa mesh etmek küfr değildir, bid’atdir. Çıplak ayağına
mesh etmiş olan imâmın arkasında kılınan nemâz sahîh olmaz. Bid’at sâhibleri ile
arkadaşlık etmek câiz değildir. Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibinden sakınan
kimsenin kalbini, Allahü teâlâ emân ve îmân ile doldurur. Bid’at sâhibine ihânet
edeni, kıymetsiz tutanı, Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan korur)
buyuruldu.
Her
müslimânın Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi öğrenmesi ve çoluk çocuğunun ve bütün
sevdiklerinin öğrenmeleri için çalışması birinci vazîfesidir. Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda yaşamaları için, Allahü
teâlâya düâ etmelidir. İnsan ve cin şeytânlarına ve kötü arkadaşlara ve bozuk
yazılara aldanmamak için uyanık olmalıdır.
Hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (İnsanların en iyileri, benim asrımda yaşıyan
müslimânlardır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Bunlardan
sonra iyileri, ondan sonra gelenlerdir. Dahâ sonra, yalanlar yayılır). Bu
hadîs-i şerîf gösteriyor ki, üçüncü asr sonlarında, sözlerde, hâllerde ve
amellerde yalan başladı. Bunlara güvenilmez oldu. Çünki, aralarında bid’atler
çoğaldı. İ’tikâdda ve amelde Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” yolundan ayrıldılar. Müslimânların sözbirliği ile şehâdet etdikleri
tesavvuf büyükleri ve fıkh imâmları, Selef-i sâlihînin yolunu yaydılar.
(Tâtârhâniyye)
fetvâ kitâbında diyor ki, (Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü anhüm” Eshâbdan
değildirler diyen bid’at ehli olur. Bir kişinin bildirdiği haberlere inanmıyan
kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Ebû Bekr-i Sıddîk Eshâbdan değildir diyen kâfir
olur. Âyet-i kerîmeye inanmamış olur). (Zahîriyye) fetvâ kitâbında diyor
ki, (Ebû Bekr-i Sıddîkın ve Ömer Fârûkun halîfe olduklarına inanmıyana kâfir
diyenlerin sözü doğrudur. Çünki, halîfe seçildikleri, icmâ’ ile bildirilmişdir.)
[Ehl-i sünnete göre, icmâ’ delîldir. Bu delîle inanmıyan kâfir olur. Hâricîlere,
şî’îlere ve vehhâbîlere göre, icmâ’ delîl olmadığı için, icmâ’ ile bildirilmiş
olana inanmıyan kâfir olmaz dediler.]
İbni Âbidîn,
üçüncü cüzde, mürtedleri anlatırken buyuruyor ki: Dâr-ül-islâmda yaşıyan gayr-i
müslim vatandaşlara (Zimmî) denir. Bu zimmîlerin ve ticâret için veyâ
turist olarak gelen kâfirlerin malına, cânına ve ırzlarına dokunmak câiz
değildir. Müslimânlara tanınan hürriyyetlere bunlar da sâhibdirler. Mülhidler
böyle değildir. Mülhidlerden müslimânları aldatanlara tevbe etmeleri teklîf
edilir. Kabûl etmezlerse, hükûmet reîsinin emri ile hepsi öldürülür. Tevbe
ederlerse, tevbeleri kabûl olur. İ’tikâdları küfre sebeb olmıyan bid’at
sâhiblerine nasîhat olunur. Kabûl etmez, tevbe etmezlerse, hükûmet tarafından
ta’zîr cezâları verilir. Lüzûm görülürse, habs ve darb edilerek tevbe etdirilir.
Müslimânları aldatmak için çalışan reîsleri, habs ve dayak ile tevbe etmezse,
hükûmet tarafından öldürülmesi câiz olur. Müslimânları Ehl-i sünnet mezhebinden
ayırmağa, mezhebsiz, sapık yapmağa sebeb olan, böylece bid’atin yayılmasına
çalışan kâfir olmaz ise de, milletin huzûrunun, berâberliğinin bozulmasına,
bölücülüğe mâni’ olmak için, sultânın bunları öldürmesi câiz olur.
Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çoktur.
Müminin ilmi çok, hayâsı çok, rahatı çoktur.