DOĞRUYA İNAN BÖLÜCÜYE ALDANMA

[Dinde reformculara aldanma!]

Mûsâ Cârullah Beykiyef 1-15.Madde

Bu kitâbda, yurd dışındaki birkaç dinde reformcunun islâmiyyete karşı yazdıkları bozuk düşünceleri, madde madde sıralanmış, her birine gerekli cevâblar verilmişdir. Böylece, altmışbeş madde meydâna gelmişdir. Reform, islâh etmek demekdir. Ya’nî bozulmuş bir şeyi eski, doğru hâline getirmek, düzeltmek demekdir. (Dinde reformcu), dîni yenileyici, tâzeleyici demek olmakdadır. Fekat bugün, islâmiyyeti değişdirmeğe, içerden yıkmağa çalışan bölücüler, kendilerine (Dinde reformcu) diyorlar. Bunun için, dinde üç dürlü reformcu vardır. Bunların herbiri, kitâbımızın sonunda, kırkikinci maddede geniş anlatılmışdır. Bu kelimeyi islâm dîni için kullanmanın yanlış ve yersiz olduğu, orada açıkca görülecekdir. Reformcu Mûsâ Beykiyef, gençleri kolay aldatabilmek için, kendini din adamı gösteriyor, diyor ki:

1 — (Zemânımıza göre, dînimizde de yenilikler yapılmalıdır. Dinde bulunmıyan birçok şeyler, hurâfeler, sonradan islâmiyyete karışmışdır. Bunları temizlemek, dînimizi ilk zemânındaki doğru, temiz hâline getirmek lâzımdır.)

Cevâb: Müslimânlarda, birkaç yüz seneden beri bir duraklama, hattâ gerileme olduğu meydândadır. Bu gerilemeyi görerek, islâmiyyetin bozulduğunu söylemek, çok haksız ve pek yanlışdır. Geri kalmanın sebebi, müslimânların dîne sarılmamaları, dînin emrlerini yerine getirmekde gevşek davranmalarıdır. İslâm dînine, başka dinlerde olduğu gibi, hurâfeler karışmamışdır. Câhillerin yanlış inanışları ve konuşmaları olabilir. Fekat bunlar, islâmın temel kitâblarında bildirilenleri değişdirmez. Bu kitâblar, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri bildirmekdedirler. Hepsi, en salâhiyyetli, yüksek âlimler tarafından yazılmışlardır. Bütün islâm âlimlerince sözbirliği ile beğenilmişdir. Asrlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamışdır. Câhillerin sözlerinin ve kitâblarının ve dergilerinin hatâlı olması, islâmiyyetin temel kitâblarına kusûr ve leke kondurmağa sebeb olamaz.

Bu temel kitâbları her asrın modasına, gidişine göre değişdirmeğe kalkışmak, her zemân için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere dayanarak, bunlara uydurarak yapmağa kalkışmak, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bilmemenin, islâmiyyeti anlamamanın bir alâmetidir. İslâmın emrlerinin, yasaklarının zemâna göre değişeceğini sanmak, islâm dîninin hakîkatine inanmamak olur. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minler ma’rûf olan şeyleri emr eder) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîme, islâmiyyete saygısızca saldıran aşırı reformculardan Ziyâ Gökalp ve benzerleri, bu âyet-i kerîmedeki ma’rûf kelimesine, örf, âdet diyerek, islâmiyyeti âdete, modaya göre değişdirmeğe, böylece mason üstâdlarının gözüne girip sandalya, koltuk kapmağa kalkışdılar. Dünyâlık ele geçirmek için dinlerini satdılar. Ziyâ Gökalp, bu hizmetine karşılık, ittihadcıların genel merkez a’zâlığına getirildi. Bunun dediği gibi, islâmiyyet âdetlere yer verseydi, dahâ kuruluşunda câhil arabların kötü âdetlerini yasak etmez, o zemânın en kıymetli âdeti olan ve Kâ’benin içine kadar girmiş bulunan putperestliği hoş görürdü. Âyet-i kerîmedeki (Ma’rûf) kelimesi, (islâmiyyetin kabûl etdiği iyilikler) demekdir.

İslâm dîni ilm üzerine kurulmuşdur. Her bakımdan, selîm olan akllara uygundur. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan şeylerde, akla ve ilme uygun yeni emrler çıkarmak, ya’nî kıyâs ve ictihâd yapmak islâmiyyetin ana kaynaklarından biri olur ise de, bunu yapabilmek için, herşeyden önce müslimân olmak ve lüzûmlu bilgilere mâlik olmak lâzımdır. Dinde reform istiyenler, temel kitâblara dokunmayıp, yalnız câhil halk arasına yerleşmiş olan hurâfeleri yok etmeği düşünüyorlarsa, buna birşey denemez. İslâmiyyete hizmet etmiş olurlar. Fekat, böyle iyi düşündüklerine inanabilmemiz için, önce hakîkî ve samîmî müslimân olduklarını isbât etmeleri gerekir. Müslimân olmıyan bir kimsenin, müslimân görünerek, kendi silâhımızla bize hücûm etmeğe kalkışması, büyük bir haksızlık, pek ayıp ve çok küçüklük olur. (Dinde reform) istiyenlerin, müslimân görünmeleri ve yalnız müslimânım demeleri değil, müslimân olduklarını isbât etmeleri lâzımdır. Bir müslimânın ölüm korkusu olmadıkça dinsiz görünmesi câiz değildir. Buna karşılık, dinsizlik demek, iki yüzlülük, yalancılık demek midir ki, işlerine geldiği zemân müslimân görünüyorlar. Evet, müslimânım diyen bir kimseyi sorguya, hesâba çekmek câiz değildir. Onu din kardeşi bilmek lâzımdır. Fekat, onun dînimizle oynamaması da lâzımdır. Onun, dînimizin temel bilgilerine dil uzatdığını, bunlar üzerinde dedikodu yapdığını görürsek, bunu sorguya, hesâba çekmek, hâlini incelemek, yalnız câiz değil, hepimize lâzım olur. Biz, reformcuları dînimize, mezhebimize uymak için zorlamıyoruz. Yalnız müslimân olup olmadıklarını açıkça söylemelerini ve işlerinin sözlerine uygun olmasını istiyoruz. Çünki, islâmiyyetin belli ve değişmez kanûnları vardır. Müslimân olanların bu kanûnlara uygun olarak konuşması lâzımdır. Müslimân olduğunu söyliyen ba’zı kimseler, müslimânlığın temel bilgilerini hiçe sayarak, hattâ bunlarla alay ederek, dinden çıkdıklarını suç saymıyorlar da, dinden çıkdıklarının kendilerine söylenmesine kızıyorlar. Dîne saldırılacak, fekat dîne saldırıyorsun, kâfir oluyorsun denilmiyecek, dîne saldırmak serbest olacak. Dîne saldıranlara birşey söylenilmeyecek. Kendilerine cevâb verenlere, haksız olduklarını ortaya koyanlara yobaz, gerici gibi, komünistlerin uydurduğu sözlerle sataşıyorlar. Kendileri gibi dîne saldıranlara ilerici, aydın diyorlar. Doğrusu, kendileri yobazdırlar. Din adamı şekline bürünenleri, (din yobazı), fen adamı olarak saldıranları da (Fen yobazı)dır.

İslâmın ana bilgilerini, temel kitâblarını değişdirmeğe, zemâna uydurmağa kalkışmak, islâmiyyeti değişdirmek, bozmak olur. Müslimân demek, bu ana bilgilere inanan, saygı gösteren, bunları bozmağa kalkışmamağa söz veren kimse demekdir. Demokrasi, hürriyyet ve lâyıklık demek de, verilen sözde durmamak, inandığından vaz geçmek demek değildir. İslâmiyyet, zimmîlerin, ya’nî gayri müslim vatandaşların zor ile müslimân yapılmasını emr etmiyor. Bundan dahâ büyük demokrasi olur mu?

Sinsi düşmanlarımızdan bir kısmı olan (Fen yobazları), Avrupanın, Amerikanın bütün âdetlerini, modalarını, ahlâksız, sömürücü, ezici hareketlerini almağa, gençler arasına yaymağa çalışıyorlar. Bu arada, dînimizi üstü örtülecek bir kabâhat imiş gibi hiç ağızlarına almıyorlar. Yâhud, altında ezilecek bir yük gibi, ağır ve korkunç görüyorlar. Ba’zıları da, sağlam bir varlık ve birlik elde etmek için, din lâzımdır. Fekat dîni zemâna uydurmalı, islâmiyyeti hurâfelerden temizlemeli diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin temel kitâblarında hiçbir hurâfe yokdur. Din câhilleri arasında hurâfeler bulunur. Bunları temizlemek için de, (Ehl-i sünnet) kitâblarını yaymak, gençlere bunları öğretmek lâzımdır. Bu yobazların dinde istedikleri reformlar, dînin temel bilgilerine dokunduğu zemân, bunları hem âyetle, hadîsle çürütmeliyiz, hem de (Müslimânların dîninde, kendi malınız gibi değişiklik yapmağa hakkınız yokdur) demeliyiz. Din yobazları, büyük islâm âlimlerini lekeliyerek, kendilerini onların yerine geçirmek istiyorlar. İslâmiyyetin temel bilgilerini toplamış, dünyâya yaymış olan islâm âlimlerini ve topladıkları islâm ilmlerini ayaklar altına alıyorlar. (Reformcu) maskesi altında ortaya çıkan, Kazanlı Moskof Mûsâ Cârullah Beykiyef adındaki din yobazı Osmânlılar zemânında yazdığı kitâbında bakınız ne diyor:

(Allahın, Peygamberi vâsıtasıyla gönderdiği islâmiyyet, ilm üzerine kurulmuş idi. İnsan hayâtını düzeltiyor, sosyal nizâm kuruyordu. Medenî hareketleri birer birer bildiriyordu. Adâlete ve menfe’ate dayanan bir iş hayâtı kuruyordu. Böyle iş hayâtı islâmiyyetin kuvvetini artdırdı. Kıt’alara yayıldı. Sonraları Îrândaki zevk, eğlence, sefâhet, müslimânlar arasına yayıldı. Bundan sonra, dahâ büyük bir fitne ortaya çıkdı. Yalnız düşünce ve teorilere dayanan Yunan felsefesi terceme olundu. İş ve madde üzerinde çalışmak durdu. İslâmiyyet yalnız teorik, vehm ve hayâle dayanan bir hâl aldı. Müslimânların saf îmânı (İlm-i kelâm) denilen dedikodularla karmakarışık oldu. Böylece sosyal, ekonomik ve medenî çalışmalar durdu. Câmi’lerde, medreselerde, evlerde ve heryerde boş, fâidesiz teorilerle, düşüncelerle vakt geçirildi. Müsbet ilmleri kötüleyen kelâm kitâbları her tarafa yayıldı. Fâidesiz düşüncelere, lüzûmsuz yazılara (İslâmiyyet) adı verildi. Gazâlînin (Tehâfüt) kitâbında ve İbnürrüşd gibi feylesofun buna olan cevâbında kıymetli bir söz, fâideli bir fikr var mı? Geometri ve astronomi âlimi olan Nasîreddîn-i Tûsînin kitâblarında ve bu kitâbları öven veyâ kötüleyen binlerle kişinin eserlerinde bulunan hezeyanları bugün kim dile alır, kim yazar? Eş’arî mezhebi imâmlarının, Allahın sıfatları, fi’lleri ve insanın irâdesi diye yazdıkları sayısız kitâblarında ve şî’îlerle sünnîler arasındaki edebsizce çekişmelerde müslimânlık denecek birşey bulunabilir mi? Teftâzânînin kitâbları ve bunların bütün dünyâya yayılmış şerhleri, hâşiyeleri ve fıkh, kelâm, mantık, usûl, tefsîr, nahv, sarf, hikmet kitâblarında akldan, fikrden, müslimânlıkdan birşey var mı?)

Mûsâ ismindeki Moskof Beykiyefin bu yalan yazıları, bizdeki dinde reformcu yobazlar tarafından tekrar yazılmış ve her fırsatda alkışlanmış ve bu yalancı kâfire (İslâmiyyetin Lütheri) denilmişdir. Bunun iftirâlarına dokuzuncu maddede cevâb vereceğiz.

Dinde reformcuların, diplomalı yobazların maskeli sözlerinden biri de: (İnsanları iyiliğe, birliğe götürmek için en kuvvetli, en fâideli kuvvet dindir. Dinsiz bir millet yaşayamaz) diyorlar. Fekat sözlerinden, yazılarından sızan parolalı kelimelerden, dîne inanmadıkları anlaşılmakdadır. Meselâ (Şarklılar çok zekî olur. Altıbin seneden beri, insanların rûhlarını ve ma’neviyyâtını idâre eden kudsî eller, hep orta Asyada yükseldi. Tapınmak ihtiyâcında olan beşeriyyete şarkın keskin zekâları ma’bûdlar yaratdı ve yâdigâr bırakdı. Şarkdaki zekâlar, madde üzerinde çalışmak imkânını bulmayınca, hayâlleri çok geniş ve parlak oldu. Bunun için, şi’r, felsefe, ilm-i nücûm, ilm-i rûh, simyâ, sihr, mu’cize, kerâmet gibi şeyler, doğuda başladı ve dünyâya yayıldı. Bununla berâber, güzel huylar, iyi düşünceler, ma’nevî oldukları için, bunları kuvvetlendirecek, din gibi fâideli birşey yokdur. İnsan, dinsiz yaşıyamaz) diyorlar.

Görülüyor ki, dinde reformcular, islâmiyyetin Allah tarafından, Peygamber vâsıtasıyla bildirilmiş bir din olduğuna inanmadıkları hâlde, güzel ahlâkın, iyi geçinmenin ve dünyâ işlerinde yükselmenin başarılması için, din lâzımdır diyorlar. Kısaca dîne, dünyâ için inanmalıdır diyorlar. Dînin aslı olmamakla berâber, iyi huylu olmak, sosyal fâideler sağlamak için, dîne inanmak îcâb eder diyorlar. Bu inanmak, yalancıkdan olduğu hâlde, fâidesi çok olmak için, doğru imiş gibi inanılacakdır. (Yalancıkdan olsa da, inanmak lâzımdır) demeleri, Avrupalıların ve Amerikalıların, dinlerine çok saygılı olduklarını gördükleri için olsa gerekdir.

Her ne olursa olsun, islâm düşmanları da, dînin lâzım olduğunu söylemeğe mecbûr kalmakdadır. Çünki, insanları câzibesi ile bağlayan ve işlerini düzenlemeğe mecbûr eden bir kuvvet kudsîleşmedikçe ve kudsîliği yayılmadıkça za’îf kalır.

İyi huyları ilm yolu ile de yerleşdirmek istiyenler vardır. İlm, ahlâkı bir fazîlet olarak göstermekdedir. Fekat, bu bir teori şeklinden ileri gidemez. (Kurtuluş ancak doğrulukdadır) hadîs-i şerîfindeki kuvvet derecesine ulaşamaz. Bu kadar lüzûmlu, bu kadar fâideli olduğunu söyledikleri dînin aslı yokdur denilebilir mi? Bir şeye inanılmadığı hâlde, inanmış gibi hareket etmek olur mu? Bunların sözü, doğru ile yalanın eşid olacağını kabûl etmek gibi mantıksızdır.

İnsanları vecde getirici, insanın varlığına ve ahlâkına bu kadar çok hâkim bir şeyin aslı olmaması, insanlar tarafından yapılmış olması nasıl kabûl edilebilir? İnsanlar mı dîne tâbi’ olacak? Yoksa dîni insanlar mı yapacak? İnsanların kendi yapdıkları şeylere tapınmaları, sapıklıkdır. Bu sapıklık islâmiyyetden evvel putlara, ya’nî heykellere tapmış olanlarda vardı ve onların aşağı ve aklsız olduklarını gösteriyordu.

Reformcu diyor ki, (Son asrlarda insanları birbirine kuvvetle ve emniyyetle bağlamak için bulunan altın zincir, ya’nî milliyyet fikri, birgün gelip de, kopacak olan kaba zincirin yerini tutacakdır. Eğer din kardeşliği yerine milliyyet, vatan düşünceleri yerleşseydi, gençlik mevcûd olabilirdi.)

Dinde reformcunun dîne inanması doğru olsaydı, dîni, milliyyet ile ve terbiye etmek ile karşılaşdırmazdı. Millî birlik için (işlenmiş altın zincir) sözüne karşılık, din kardeşliği için (kaba zincir) diyemezdi. Reformcuların sözlerinden anlaşılıyor ki, din, câhil halkın ahlâkını düzeltecekdir. Bunlar yalancıkdan değil, doğru olarak inandırılacaklardır. Milleti, koyun sürüsü gibi kendilerine bağlamak için, dîne yer vereceklerdir. Onları inandıracaklar, fekat kendileri inanmıyacaklardır. Dîni her gün yeni bir kalıba sokabilecekler. Bunlara göre, milletin ahlâkı din ile düzelecek ve dinsiz olan ilericiler iyi huylu olamıyacaklardır. Reformcular, yoksa kendilerinin iyi huylu olmasına lüzûm görmüyorlar mı?

2 — Reformcu, (Hazret-i Peygamber dikta rejimi ve sultânlığı red ediyordu. Fekat müslimânlık, böyle bir rejimin kurulmasına elverişli idi. Öyle de oldu) diyor.

Reformcu, bu sözünde çok yanılmakdadır. Avrupadaki krallıkların anayasaları, kralları mukaddes ve sorguya çekilmez tanıdıkları hâlde, islâmiyyet (Hepiniz bir çobansınız. Hepiniz, idâre etdiğiniz kimseler için sorumlusunuz) hadîs-i şerîfi ile, pâdişâhları herhangi bir vatandaş gibi tutmakda, diktaya, saltanata yer vermemekdedir. İslâmiyyet kanûnu ilâhîdir. Pâdişâhlar da, islâmiyyete uymağa ve bunu yürütmeğe bir vatandaş gibi mecbûrdur. Saltanat sürmeğe, zulm yapmağa sapan başkanlar, islâmiyyetden ayrılmış, kuvvetlerini kötü yolda kullanmış kimselerdir. Harbde alınan ganîmet kumaşları, gâzîlere taksîm edildiği gün, sırtında başkalarındakinden dahâ büyük kumaş bulunduğu için (Oğlumun kumaşından eklediğim için dahâ çok oldu) diyen Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” ile halîfe olduğu gün, zevcelerini toplıyarak, (Büyük bir yük altına girdim. Sizinle görüşmeğe belki vakt bulamam. İsterseniz mehr paranızı ve nafakanızı alarak gidebilirsiniz) diyen Ömer bin Abdül’azîz hazretleri, islâm pâdişâhlarının tam nümûnesidir. Böylelerin az olması, islâmiyyete bir leke süremez.

3 — Reformcu diyor ki, (Zemân-ı se’âdetden az bir zemân sonra, dîn-i islâm, sırmalı koltuklara ulaşdıracak yolları açmak için, iki tarafında insan ölüsünden yığınlar yapacak, keskin bir silâh oldu. Hazret-i Alînin halîfelik için yapdığı muhârebelerde, karşı tarafdakilerin mızrak ucunda Allahın mukaddes kitâbı olan Kur’ân, harbde hiyle olarak kullanıldı. Hak olan Kur’ân, bâtıl olan saltanat da’vâlarını kazanmak için âlet edildi).

Cevâb: O muhârebeler saltanat için değildi. İslâmiyyetin emrlerinin yerine getirilmesi içindi. Reformcunun dediği gibi, saltanat savaşını kazanmak için, Kur’ân-ı kerîm âlet edilmedi. O muhârebelerde, her iki tarafın birbirine karşı her yapdığı şey, hakkı meydâna çıkarmak, islâmiyyete uymak içindi. O muhârebede dîn-i islâm, yaldızlı, sırmalı koltuklara ulaşdıran yolları açmak için, insan yığınları yapacak bir silâh olmamış, böyle silâha karşı koyan bir kalkan olmuşdur.

[Hazret-i Alîye karşı harb edenler, günâha girmedi. Günâh demek, Allahü teâlâya karşı suç işlemek, ya’nî islâmiyyete uymamak demekdir. Onlar, hazret-i Alîyi “radıyallahü anhüm” halîfe seçmemişlerdi. Onu halîfe tanımadıkları için kılınca sarıldılar. Halîfe seçmiş olsalardı, halîfeye karşı gelmeleri günâh olurdu. Evet, onu halîfe seçmemekde, dînî sebeb göstermiş olmakla berâber, yanılmış idiler. Fekat bu yanılmaları ictihâd hatâsı idi. İslâmiyyete uymak için idi].

Süâl: İslâmiyyet, insanları se’âdete kavuşdurmak, huzûr sağlamak için değil midir? İslâmiyyete sarılmak, kan dökülmesine sebeb olur mu?

Cevâb: Onlar, islâmiyyete uymak istediler. Fekat, islâmiyyete uymakda yanıldılar. Kan dökülmesine, islâmiyyete uymaları sebeb olmadı. İslâmiyyete uyarken yanılmaları sebeb oldu. Bunun gibi, Uhud gazâsında, Resûlullahın bir geçidi tutmak için koyduğu kırk sahâbîden çoğu şehîd olmuşdu. Bunların ölümüne, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrine uymaları değil, bu emri yaparken bir kısmının yanılmaları sebeb olmuşdu. İslâmiyyete uymak, hiçbir zemân, hiçkimseye zarar vermez, fâide verir. İslâmiyyete uymamak veyâ uyarken yanılmak, insana zarar verir.

Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” harb açdığı müslimânlar, islâmiyyete uymak istemişlerdi. Fekat, islâmiyyetin o işi yapmakda gösterdiği yolu seçerken yanıldılar. Allahü teâlânın sevdiği, seçdiği insanlar oldukları için, bu hatâları suç olmaz. İctihâd hatâsı, günâh değil, sevâb olur. O seçilmişlerin, sevilmişlerin hatâları, sonra gelen müslimânların, iyilerin ibâdetlerinden dahâ kıymetli, dahâ sevâbdır. (İyilerin, doğru, iyi işleri, seçilmişlerin yanılması gibidir) buyuruldu. Ya’nî, onların yanlış işleri, bunların doğru işlerinden dahâ fâideli, dahâ kıymetlidir. Bunun içindir ki, o muhârebelerde her iki tarafda ölenler şehîd oldu. Sevâb kazandı.

Siyâsî menfe’at sağlamak ve dünyâlığa kavuşmak için yazılmış olan bozuk târîh kitâblarını ve Îrândaki babaların uydurduğu acıklı hikâyeleri okuyan gençler, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü anlıyamıyor, yanlış düşüncelere saplanıyorlar. Bugünkü medeniyyetin beşiği olan, madde ve ma’nâ üzerinde çalışmağı emr eden islâm dîninin güzelliğini öğrenmek için şahlanan temiz gençlere, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini anlatmak için, (Hak SözünVesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâbları yayınlanmışdır. Bu kitâblarda, Eshâb-ı kirâmın hayâtlarını, islâmiyyete hizmetlerini ve birbirleri ile sevişdiklerini, en kıymetli kaynaklardan topladığımız sağlam vesîkalarla açıkladık. Burada da birkaç satır bilgi vermeği uygun görüyoruz.

Büyük islâm âlimi, Evliyânın baş tâcı, zemânının kutbu, kayyûm-i rabbânî (Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî) Serhendî “rahmetullahi aleyh” hazretleri, (Mektûbât) kitâbının birinci cildi, yirmiikinci mektûbunda buyuruyor ki:

Yavrum! Kıyâmet yaklaşdı. Zulmetler, kalbleri karartan şeyler çoğaldı. Herkes, bu karanlık akıntılara sürüklenmekdedir. Böyle bir zemânda, bir sünneti ortaya çıkaracak ve bir bid’ati yok edecek bir kahraman lâzımdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerinin nûrları ile ışıklanmadıkça doğru yola kavuşulamaz. O yüce Peygamberin izinde bulunmadıkça, felâketlerden kurtulmağa uğraşmak boşunadır. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymadıkça, tesavvuf yolunda ilerlemek ve Allahü teâlâyı sevmek se’âdetleri ele geçemez. Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Bana uyanları Allah sever!) buyuruldu. Allahü teâlâ, Habîbine böyle demesini emr buyurmakdadır. Se’âdete kavuşmak istiyen kimse, bütün âdetlerini, ibâdetlerini ve alış-verişlerini Onun gibi yapmağa çalışmalıdır. Bu dünyâda, bir kimsenin sevdiğine benzemeğe çalışanlar, bu kimseye sevimli ve güzel görünürler. Bu kimse, onları da çok sever, beğenir. Bunun gibi, sevgiliyi sevenler, her zemân sevilir. Sevgilinin düşmanları, sevenin de düşmanları olur. Bundan dolayı, görünen ve görünmiyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak o yüce Peygamberi sevmekle ele geçebilir “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Yükselebilmenin, ilerlemenin ölçüsü, bu sevgidir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en sevimlisi olarak yaratdı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü Onda topladı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ona âşık idiler. Hepsinin kalbi, Onun sevgisi ile yanıyordu. Onun ay yüzünü, nûr saçan cemâlini görmeleri, lezzetlerin en tatlısı idi. Onun sevgisi uğruna canlarını, mallarını fedâ etdiler. Onu canlarından, mallarından, kısaca, her sevilenden dahâ çok sevdiler. Onu aşırı sevdikleri için, Onu sevenlerle sevişdiler. Bunun için birbirlerini de çok sevdiler. Onun üstünlüğünü anlıyamayıp, Onun güzelliğini göremeyip, Onu sevmek se’âdetine kavuşamıyanlara düşman oldular. Çünki, tâ’atlerin, iyiliklerin başı, dostları sevmek ve düşmanları sevmemekdir. Allahı seviyorum diyenlerin, Eshâb-ı kirâm gibi olmaları lâzımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir. Kendiliğinden hâsıl olur. Bu kimse, sevmesinde ve düşmanlığında deli gibidir. Bunun içindir ki, (Bir kimseye deli denilmedikçe, bu kimsenin îmânı tam olmaz!) buyuruldu. Kendisinde bu delilik bulunmıyanlar, sevmekden mahrûmdurlar. Düşmanlık etmeyince, dostluk olmaz! Seviyorum diyebilmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır. Sözümüz yanlış anlaşılmasın! Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmek bunun içinmiş sanılmasın!

Ba’zı kimseler, hazret-i Alîyi sevmiş olabilmek için, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerine düşmanlık etmek lâzımdır diyorlar. Bu sözleri ve anlayışları çok yanlışdır. Çünki, sevmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır. Dostlarına düşmanlık lâzım değildir. Allahü teâlâ Feth sûresinde (Eshâb-ı kirâmın birbirlerine rahîm olduklarını), sevişdiklerini bildiriyor. Rahîm, pekçok ve devâmlı acımak, sevişmek demekdir. Bu âyet-i kerîme, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” pekçok sevişdiklerini haber vermekdedir. Rahîm kelimesi, arabî gramerinde (sıfat-ı müşebbehe)dir. Sıfat-ı müşebbehe, devâmlı, sürekli olmayı bildirir. Bunun için, Eshâb-ı kirâmın pekçok sevişmelerinin devâmlı, sürekli olduğu anlaşılmakdadır. Merhamete, sevişmeğe sığmayan, çekememek, kin beslemek, hased etmek ve düşmanlık gibi kötülüklerin, Eshâb-ı kirâm arasında bulunamıyacağını, bu âyet-i kerîme bildirmekdedir. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ümmetime karşı en merhametlisi, Ebû Bekrdir) buyuruldu. Ümmetin en merhametlisi olan kimsede, bu ümmetden herhangi birine karşı kin ve düşmanlık bulunabilir mi?

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, yalnız benim için ne yapdın dedi. Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum, zekât verdim ve zikr yapdım cevâbını verince, kıldığın nemâzlar, seni Cennete kavuşduracak yoldur, kulluk vazîfendir. Orucların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyâmet günü, sana gölgelik olur. Zikrlerin de, o günün karanlığında, sana ışık olur. Benim için ne yapdın buyurdu. Yâ Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir deyince, Allahü teâlâ, yâ Mûsâ, sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık etdin mi buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin, Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı). Yirmiikinci mektûbun tercemesi temâm oldu.

Sıffîn muhârebesinde, hazret-i Mu’âviyenin mızraklar üzerine Kur’ân-ı kerîmleri takdırdığı, böylece müslimânların kanlarının dökülmesine son verdiği doğrudur. Sıffîn muharebesinde, hicretin otuzyedinci senesi birinci ayı olan Muharremin sonuna kadar, savaş durdurulmuşdu. İki tarafdan elçiler gidip geldi. Anlaşmağa uğraşıldı. Muharrem ayı bitince, hazret-i Alî, zemânın bitdiğini, isyândan vazgeçilmediğini bildirdi. İlk önce, hazret-i Alî tarafından Eşter, askerleri ile ortaya çıkdı. Şâmlılar bunun karşısına çıkdılar. Bu Eşter, deve savaşını da kızışdıran fesadcılardandı. (Kısas-ı Enbiyâ)da diyor ki, (Deve harbinde, hazret-i Alînin yanında yirmi bin, karşı tarafda otuz bin kişi vardı. İki taraf anlaşmak üzere iken, hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” şehîd edenlerden, Abdüllah bin Sebe’ ve Mâlik Eşter gibi başlıcaları gece toplanıp, savaşa başlamak için plân hâzırladılar. Hemen, karşı tarafa saldırdılar. Hazret-i Âişenin yanındakiler baskına uğrayınca şaşırdı. Eşter ve arkadaşları, hazret-i Alîye gelerek, karşı taraf bize saldırdı. Onlara karşı koyduk dediler). Görülüyor ki, her iki savaşı kızışdıran, anlaşmaları bozan, Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsi ve arkadaşları idi. Sıffînde, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Şâmlılar üzerine bütün askeri ile saldırdı. Birkaç gün çok kan döküldü. Hazret-i Alî, oniki bin kişi seçerek, tekrar hücûm eyledi. Bayrağını taşıyan Hâşim de, Allahı seven benimle gelsin diyerek saldırıyordu. Çok kanlı muhârebe oldu. Cum’a gecesi sabâha kadar savaşıldı. Ölmeyenler de yaralı veyâ çok yorgundu. Cum’a günü Eşter yine hücûm etdi. Hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhümâ”, kendilerinden kırkbeş bin, karşıdakilerden yirmibeşbin müslimânın ölmüş olduklarını anlayınca, kardeş kanı dökülmesini önlemek için, çâre aradılar. Amr ibni Âs hazretleri, müslimânların kardeş olduklarını anlatmak için Kur’ân-ı kerîmi gösterelim dedi. Hazret-i Mu’âviye, Mushafların mızraklara takılmasını emr eyledi. Sizi Allahın kitâbına çağırıyoruz diye bağırdılar. Askerler Kur’ân-ı kerîmi görünce, savaşı bırakdı. Hazret-i Alî de Eşteri geri çağırdı. Zorla savaşdan geri getirildi. Anlaşmaya karar verildi. Yüzon gün süren kanlı savaşlar, böylece sona erdi. Mushafların mızraklara takılması, binlerce müslimân kanı dökülmesini önledi. Müslimânlar arasına sokulmuş olan büyük fitne ateşi söndürülmüş oldu.

4 — Reformcuya göre, (Saltanat muhârebeleri, mezheblerin ayrılmasına ve islâmiyyetin parçalanmasına sebeb olmuş!)

Cevâb: İslâmiyyetde mezheblerin ayrılmasını saltanat kavgalarına bağlamak, mezheblerin ne olduğunu bilmeyen câhillerin sözüdür. Dîni siyâsete karışdırmakdır. Mezheblerin ayrılması, islâmiyyetin insanlara verdiği fikr hürriyyetinden doğmuşdur. Mezheblerin ayrılmasında bir sultâna, bir hükümdâra yaranmak düşüncesi var ise, o yüce makâm, elbette ulûhiyyet makâmıdır.

5 — (Kur’ânın mahlûk olup olmaması üzerindeki çekişmeler, islâmiyyetin temelini baltalamışdır) diyor.

Cevâb: Reformcu, mezheblerin siyâsetle karışdırılmasına bir de misâl veriyor. Me’mûn halîfe, Kur’âna mahlûk demiyen âlimleri sıkışdırmışdı. Fekat, bu işkenceleri siyâsî düşünce ile değildi. Âlimleri siyâsî düşünce ile ezmeği düşünse idi, bunu yapmak için dahâ birçok sebebler bulabilirdi. Me’mûn, işkencelerini siyâsî düşünce ile yapdı dersek, din siyâsete karışdırılmış olmayıp, dinsizlik siyâsete karışdırılmış demek dahâ doğru olur. Reformcu, dinsizliğin kabâhatini dîne yükletmeğe kalkışıyor.

6 — (Seneler geçdikçe, Kur’ân ve hadîsler, din adamlarından ziyâde, hükümdâr olmak isteyenlerin elinde, sihrbazların oyunları gibi şekl değişdiriyordu. Düşmanı kılıçla, kuvvetle mağlûb edemeyince, Kur’ânı istediği gibi tefsîr ediyorlar, işlerine yarıyacak hadîsler uyduruyorlardı) diyor.

Cevâb: Reformcu, Mûsâ Beykiyef hiç bilmediği ilm kollarına dil uzatıyor. Tefsîr kitâblarının en kıymetli sahîfelerini lekelemeğe kalkışıyor. O kitâbları yazanların ictihâd buyurdukları yerler üzerinde, münâzara ve edeb kanûnlarına uygun münâkaşa etmeğe herkesin hakkı vardır. Fekat, Kur’ân-ı kerîmin belâgatinden haberi olmıyan bir reformcunun, Zimâhşerînin tefsîrine dil uzatması kadar yersiz ve gülünç bir şey olamaz.

7 — (Yalan yere hadîsler uydurulmuşdur. Mevdû’ hadîslerin çokluğu meydândadır) diyor.

Cevâb: Akla, tecribeye değil de, yalnız nakle ve rivâyete dayanan hadîs ilmine dil uzatmak kadar haksız bir iş olamaz. Acabâ, böyle söyleyen reformcu, kaç hadîs bilmekdedir? Senedleriyle birlikde bir hadîs-i şerîfi okuyabilir mi? Mevdû’ hadîs diye bir şey işitmiş. İslâmın büyük âlimleri, hadîs ilminde binlerce kitâb yazdıkları gibi, sahîh hadîsler arasından mevdû’larını bulup çıkarmayı öğreten kitâblar da yazmışlardır. Eğer onlar bu kitâbları yazmasalardı, reformcunun mevdû’ hadîs isminden bile haberi olmayacakdı. Hadîs âlimleri, Resûlullahın söylediği açıkça belli olmayan bir söze, ne kadar iyi ve fâideli olsa da, hadîs denilmesini çok sıkı yasak etmişlerdir. Evet, hadîs uydurmak gibi pek tehlükeli bir yalancılığa kalkışan kimseler olmuşdur. Fekat, islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, yorulmadan, yılmadan çalışarak böyle sözleri aramışlar, bulmuşlar, kitâblardan çıkarmışlardır. İslâm âlimlerinin öyle sürekli çalışmaları olmasaydı, bu din câhili reformcular acabâ bir dâne mevdû’ hadîs ayırabilirler mi idi? Yüzbinlerce hadîs-i şerîfleri bütün râvîleriyle birlikde tanımak ve her birinin doğruluğunu dartmak gibi çok ince ve pek güç çalışmaları islâm âlimleri başarmışdır. Reformcu ise, hadîs uyduranlarla, uydurma hadîsleri yakalayıp atanları birbirine karışdırmakda, hepsine birden atıp tutmakla, zihnleri bulandırmakda, hadîs-i şerîflere olan i’timâdı, güveni sarsmağa çalışmakdadır. Hadîs uyduranların zararı, reformcuların yaygaralarının zararı kadar büyük olmadı. Hadîs uydurmanın fenâlıklarını ileri sürerek, Osmânlıların çökmesini buna bağlamak, böylece Osmânlıların çökmesine islâmiyyet sebeb oldu demek kadar haksız bir iftirâ düşünülemez.

8 —(Buhârî hazretleri, hadîslerin doğruluğunu anlamak için, birçok seneler Asya ve Afrikada islâm memleketlerini dolaşmışdı. Geceleri on, onbeş def’a yatağından kalkarak hâtırına gelen hadîsleri râvîleri ile birlikde kayd ederdi. Söylendiğine göre, üçyüzbin hadîs ezberlemiş. Bunlardan ikiyüzbin adedi sahîh değil imiş. Topladığı altıyüzbin hadîsden, yedi, sekiz bin adedinin doğru olduğunu anlamış. Bu hâl, din bilgilerinin nasıl karmakarışık olduğunu göstermekdedir. Buhârînin çalışma şekline bakarak, seçdiği hadîslerin bile şübheli olduğunu Avrupa âlimlerinden birkaçı söylemekdedir. Başka hadîs kitâblarının nasıl olacağını artık düşünmelidir) diyor.

Cevâb: Altıyüzbinden başlayarak, sahîh hadîslerin sayısını yedibine ve hattâ sıfıra doğru indirmek düşüncesini, bu reformcu garblılardan aldığını sıkılmadan söylemekdedir. Hadîs-i şerîfler üzerindeki bilgilerini garblılardan alacağına, bu ilmin sâhiblerinden, mütehassıslarından alsaydı, herhâlde böyle konuşmazdı. Sonsuz bir denize benzeyen hadîs ilmi islâmiyyetin bir mu’cizesidir. Bu büyük deniz, islâm düşmanlarının atdığı birkaç taşla bulanmaz. İslâmiyyetin hak ve şanlı bir din olduğunu gösteren sayısız şâhidlerden hiçbiri olmasaydı, (İlm-i hadîs) âlimlerinin, aklları şaşırtacak çalışmaları, vesîka olarak yeterdi. Hadîs âlimlerinin kitâbları o kadar çokdur ki, yalnız fihristlerini bildiren yazılar kütübhâneleri doldurmakdadır. Bu âlimlerin sayısı, binleri aşan bir ordudur. Allahü teâlânın yardımına kavuşmuş bir ihlâs ve ihtisâs ordusudur. Bu gayretin ulvî sebebini, maddî menfe’atler, geçici ve iğrenç zevkler peşinde koşan reformcuların akl ve idrâki anlayamaz. Hadîslerin ve râvîlerinin incelenmesi o kadar ince ve o kadar çok bilgilere dayanmakdadır ki, yalnız bu iş için, (Usûl-i hadîs) denilen ayrı bir ilm meydâna çıkmışdır. Bir hadîs-i şerîfin kitâba yazılabilmesi için, aklına, hâfızasının kuvvetine, doğruluğuna ve iffetine temâmen güvenilecek bir zâtdan işitilmesi, onun da yine böyle olan bir başkasından, böylece Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” kadar hep güvenilen sağlam kimselerden işitilmesi şartdı. Her hadîsin üstüne bu râvîlerin ismleri ayrı ayrı yazılır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüklerini, yüksekliklerini anlıyamıyan İbni Teymiyye, Abduh ve Mevdûdî ve benzerleri ile, islâmiyyeti anlıyamıyan câhil (dinde reformcular), böyle sağlam hadîs kitâblarını târîh kitâbları gibi mi sanıyorlar? Hadîs âlimleri, kendilerinden sonra hadîs-i şerîfleri gagalayacak olan ilericilerin, dinde reformcuların türeyeceklerini sanki kerâmet gibi bilmişler, hadîs-i şerîfleri haber veren Eshâb-ı kirâmın hepsinin ve Tâbi’înin çoğunun hâl tercemelerini uzun uzun yazmışlardır. Bunlardan (Üsüdülgâbe) ve (El-istî’âb) ve (El-isâbe) ve benzerleri gibi büyük kitâblar, bütün dünyâ kütübhânelerinde yer almakdadır. Her sözü ezberlenmek için can fedâ edercesine çalışılan ve zâtının ve hayâtının kıymeti ve ehemmiyyeti, kendisine yakın olanlara da sirâyet ederek hepsinin hâl tercemelerinin, üstünlüklerinin, bütün incelikleriyle kitâblara geçmesine sebeb olan, yeryüzünde (Muhammed) aleyhisselâmdan başka bir zât dahâ gösterilebilir mi?

Dinde reformcular, şan ve şereflerin semâsında parlayan bu iftihar yıldızını, utanmadan, sıkılmadan, ilmden uzak sözlerle, münâkaşa kanalizasyonlarının yayıldığı kirli topraklarına gömmek istiyorlar.

9 — Mûsâ Beykiyef, (Şahsî ihtirâslar ve siyâsî çatışmalarla dahâ başlangıçda kaynakları bulanmış olan din, sonraları Abbâsîler zemânında oyuncağa çevrilmiş iken, Osmânlı devleti kuruldu) diyor.

Cevâb: Zevallı Osmânlılar ne fenâ zemâna rastlamışlar! Dînin kaynakları o kadar bulanmış ise, bugün dinde reformlar hangi temel üzerinde yapılacak? Hadîs-i şerîflerin hemen hepsini şübhe altına alıyorlar. Reformcular Kur’ân-ı kerîm için acabâ ne diyecekler? O menbâ’ da bulanık mı? Yukarıda, ahlâkı düzeltmek için din lâzımdır dediklerini bildirmişdik. Menbâ’ları bulanmış ve oyuncağa çevrilmiş olan din mi bunu yapacak? Sözleri birbirini tutmuyor. Koca reformcu moskof Mûsâ Beykiyef de, kelâm, fıkh bilgilerine çatıyordu. İslâm âlimlerinin işi gücü bırakarak, Yunan felsefesi ile uğraşdıklarını yeriyordu. O zemân Yunan felsefesi Arabcaya terceme edilince, bir yenilik, ilericilik olarak islâm memleketlerine yayılmışdı. Çok kimsenin akllarını, bilgilerini bulandırmışdı. Kelâm âlimleri, zemânlarında ehemmiyyet kazanan o yeni fikrleri birer birer inceliyerek cevâblandırdılar. Böylece, Ehl-i sünnet i’tikâdını sarsılmakdan korudular. Bugün de, ilmin, fennin, yeni buluşların, islâm inançlarına bağlılığı bulunan yerlerini incelemek, cevâblandırmak, din adamlarımızın şerefli bir vazîfesidir. Dinde reformcular, bugün bu ihtiyâcı anlıyorlar, istiyorlar da, eski âlimleri, zemânlarındaki vazîfeyi yapdıkları için, niçin lekelemeğe kalkışıyorlar? Demek ki, bir ilme, bir temele dayanmadan, körü körüne, islâm âlimlerini küçültmek çabasındadırlar. Bugün, din bilgileri, yeni buluşlara, bilişlere uydurulmuyor. Büyük bir suç oluyor diyorlar. Eski âlimler, dîni, zemânlarının felsefesi ile, yeni buluşları ile karışdırmışlar. O da suç diyorlar. Görülüyor ki, din adamlarının her yapdıkları, reformculara göre suç olmakdadır.

10 — Mûsâ Cârullah, (İslâmiyyetin temiz inanışları, İlm-i kelâm denilen akıntılarla kirletildi, bozuldu) diyor.

Cevâb: Koca reformcu moskof Beykiyefin kitâbından alınan bu sözler, din câhilliğinin açık bir etiketidir. İlm-i kelâmın islâmiyyete nasıl ışık tutduğunu, nasıl hizmet etdiğini, o ilmin içine girerek inceleyenler anlayabilir. Koskoca bir ilme karşı böyle derme çatma sözlerle saldırmanın hiçbir kıymeti olamaz. Fen yobazları, ilm-i kelâma, hep nazariyyeler, tecribesiz düşünceler diyerek saldırmakdadır. Bunlar bilmiyor ki, din bilgileri nakl yolu ile, önce gelenlerden haber almakla öğrenilir. Tecribe, fen bilgilerinde olur. Fen bilgileri tecribe ile öğrenilir. Her iki ilmin insandaki yeri beyindir. Beyin ise, yalnız düşünür, hesâb eder. İşitdiğinin, yapdığının doğru olup olmadığını anlar. Tecribeyi yapan, insanın beyni değil, organlarıdır. Bu reformcu, bildiği şeyleri, elleri ile mi biliyor, yâhud ayakları ile mi anlıyor?

11 — Reformcu Mûsâ Cârullah diyor ki, (Fıkh kitâbları yazılırken ibâdetlerde, azâbı ve sevâbı esâs tutmuşlar. Böylece islâmiyyeti sosyal bir din olmakdan mahrûm bırakmışlar. Bunun şu günâhı var diyecek yerde ve Cehennem ateşinin şiddetini anlatacakları yerde, islâmiyyetin ahlâk ve cem’ıyyet üzerindeki fâidelerini anlatsalardı ve sevâb ve azâb yerine, akl ve zekâyı iknâa çalışsalardı, islâmiyyeti sosyal bir din olmakdan mahrûm etmezlerdi. Allahın hikmetini temâmen insan kafası anlayamaz. Buna inanıyoruz. Lâkin emrlerin ve yasakların hepsi böyle değildir. Çoğunun sebebi, akl ile anlaşılabilir. Âlimler anlamadıkları yerleri, (Allah bilir) deyip geçmişlerdir.)

Cevâb: İslâmiyyet, semâvî bir dindir. Her semâvî dinde olduğu gibi, islâm bilgileri de ikiye ayrılmışdır: Din bilgileri ve fen bilgileri. Fen bilgileri de, islâm bilgisidir. İslâm âlimi olmak için, zemânının fen bilgilerini de, gücü yetdiği kadar öğrenmek lâzımdır. Fen bilgileri, zemânla değişir, ilerler. Din bilgileri, hiç değişmez. Bu bilgiler, inanılacak şeyler, emrler ve yasaklardır. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmişdir. Bu emrlerin ve yasakların hepsine (Dîn-i İslâm) denir. İslâmiyyete uymağa, ibâdet etmek denir. Müslimânlar, Allahü teâlâ emr etdiği için, vazîfeleri olduğu için ibâdet eder. İslâmiyyetin emrlerinde ve yasaklarında, kulların dünyâları ve âhıretleri için nice fâideler bulunmakla berâber, ibâdet ederken, Allahü teâlânın emri olduğunu, kulluk vazîfesi olduğunu niyyet etmek, düşünmek lâzımdır. Böyle düşünmeden yapılan iş, ibâdet olmaz. Din ile ilişiği olmayan bayağı bir iş olur. Meselâ, nemâz kılan adam, Allahü teâlânın emrini yerine getirmeği ve kulluk vazîfesini yapmağı niyyet etmeyip, nemâzın bir jimnastik, beden terbiyesi olduğunu düşünerek kılarsa, nemâzı sahîh olmaz. İbâdet yapmış olmaz. Spor yapmış olur.

Oruc tutanın da, yalnız mi’deyi dinlendirmeği, perhîz yapmağı düşünmesi, orucun sahîh ve makbûl olmamasına sebeb olur. Muhârebe eden, canını tehlükeye koyan bir müslimân da, Allahın dînini kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yeryüzüne yaymak ve islâm düşmanlarını kırmak için değil de, şân ve şeref, mal ve rütbe için dövüşürse, ibâdet yapmış olmaz. Cihâd sevâbı kazanmaz. Ölürse şehîd olmaz. Bedenine zarar verdiği için alkollü içkileri bırakan adam serhoşluk günâhından kurtulamaz. Frengi, belsoğukluğu ve aidis gibi korkunç hastalıklara yakalanmamak için, zinâdan, genel evlere gitmekden sakınan kimse de, islâmiyyetde, afîf, temiz sayılmaz.

İslâmiyyetde ibâdet yapmak için, niyyetin büyük önemi vardır. Yapılan her işin islâmiyyete uygun olup olmadığı, niyyet ile anlaşılır. Allahü teâlâ, Cehennemden kurtulmağı ve Cennete girmeği vazîfe olarak bildirmeseydi, yalnız Cenneti, Cehennemi düşünerek yapılan ibâdetler de makbûl olmazdı. Tesavvuf büyükleri, Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, ibâdet yaparken bunları düşünmezler. Yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünürler. Fekat her müslimânın âhıret menfe’atlerini düşünmesi, kâfi görülmüşdür. İbâdetleri âdetden ayırmak için, dünyâ menfe’atlerini düşünmemek şart olmuşdur. Allah için ve âhıret menfe’ati için yapılan şeyler, ibâdet olmuşdur. Dünyâ menfe’ati için yapılan şeyler, âdet sayılmışdır.

İslâmiyyetde niyyet o kadar mühimdir ki, islâmiyyetin emr etdiği bir şey, dünyâ menfe’ati için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhıret menfe’ati için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Mü’min, zevcesinin ağzına götürdüğü lokmada bile sevâb kazanıyor. Bu hadîs-i şerîfi göz önüne alarak, düşüncesini temizleyen ve niyyetini düzelten bir kimse, yimekde, içmekde ve her dürlü dünyâ işlerinde âhıret fâidesini gözeterek, sevâb kazanmak fırsatını elden kaçırmaz. İnsanlar bütün işlerinde, hattâ ibâdetlerinde, dünyâ menfe’ati, maddî kazanç aramağa alışdırılırsa, menfe’atperestlik, egoistlik hâsıl olur. Hâlbuki islâmiyyet, nefslerin böyle kötü isteklerini yatışdırmağı, maddîcilikden fedâkârlık etmeği, menfe’ati hakîr görmeği, ahlâkın ve rûhun temizlenmesini, yükselmesini istemekdedir.

İslâmiyyete uymanın, ibâdet etmenin, dünyâ menfe’atleri üzerine kurulmayacağı, akl sâhibleri için pek meydânda olan bir hakîkatdir. Böyle olduğunu aşağıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler de, ayrıca göstermekdedir: Şûrâ sûresinin yirminci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Âhıreti kazanmak için çalışanların kazançlarını artdırırız. Dünyâ menfe’ati için çalışanlara da, ondan veririz. Fekat, âhıretde bunların eline birşey geçmiyecekdir) buyuruldu.

İsrâ sûresinin onsekizinci ve ondokuzuncu âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Menfe’atleri ve lezzetleri çabuk geçen, tükenen dünyâyı isteyenlerden, dilediğimize, istediğimizi veririz. Âhıret menfe’atleri için çalışan mü’minlerin mükâfâtları boldur) buyuruldu.

Hûd sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Dünyâda yaşamağı ve eğlenmeği isteyenlerin çalışmalarının karşılığını bol bol veririz. Birşeyi esirgemeyiz. Bunlara âhıretde yalnız Cehennem ateşi verilecekdir. Emekleri âhıretde boşa gider. Yalnız dünyâ için yapdıkları işlerine, âhıretde bir karşılık hâsıl olmaz) buyuruldu.

Bir hadîs-i şerîfde: (Allahü teâlâdan başkası için her kim ne işledi ise, karşılığını ondan istesin, denilecekdir) buyuruldu.

Başka bir hadîs-i şerîfde: (Allahü teâlâ, âhıret için yapılan iyiliklere dünyâda da mükâfât verir. Fekat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhıretde hiç mükâfât vermez) buyuruldu.

Buhâriy-yi şerîf kitâbında, birinci olarak yazılan (Her iyilik, niyyetine göre değerlendirilir) hadîs-i şerîfi pek meşhûrdur.

Ahkâm-ı islâmiyyenin âhıretdeki fâideleriyle birlikde dünyâdaki fâidelerini, sosyal iyiliklerini de düşünmek yasak değildir. Hattâ, bu fâideleri, zemânın yeni bilgileri ile açıklayarak anlatmak, din adamlarının vazîfesidir. Fekat, bu işin yeri, reformcunun zan etdiği gibi, fıkh ve usûl-i fıkh kitâbları değildir. Çünki fıkh ilmi, müslimânlara dînî vazîfelerini öğretir. Usûl-i fıkh da, bu vazîfelerin dört ana kaynakdan nasıl çıkarıldığını gösterir. Ahkâm-ı islâmiyye üzerine yürütülecek sosyal düşüncelerin ise müslimânlardan ziyâde, din düşmanlarına karşı bir müdâfe’a silâhı ve yarış vâsıtası olarak hâzırlanması lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyenin, dünyâda olan fâidelerini ve iyiliklerini müslimânların da bilmesi pek fâidelidir. Ancak, müslimânların yalnız (bilmek)de kalması lâzım olup, ibâdetleri dünyâ fâideleri üzerine binâ etmek derecesine gelmemelidir. Böyle olursa, ibâdetler bozulur. İslâmiyyetin istediği vazîfelerde dünyâ için ne kadar fâide bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için ve âhıretde, azâbdan kurtulmak için yapmak lâzımdır. Böyle niyyet olunca, dünyâ fâidelerinin ayrıca düşünülmesi de, zarar vermez.

İbâdetlerde âhıret fâidelerini bırakarak, yalnız sosyal iyilikler aramak ve bu araşdırmayı esâs tutmak, dîne inanmamak hastalığının alâmetlerindendir. Dikkat edilirse, dinde reformcuların sözleri, yazıları arasında hep o gizli hastalığın belirtileri görülür. Yoksa, az bir din bilgisi olan, hattâ yalnız aklı ve zekâsı ile düşünen herkes, niyyetin ehemmiyyetini elbette anlar. Reformcuların, akla ve mantıka da uymayan böyle sözleri, âhıret hayâtına inanmadıklarını düşündürmekdedir. Ahkâm-ı islâmiyyenin dünyâdaki fâideleri, iyilikleri pek mühim ve meydânda olmakla berâber, Cennet ve Cehenneme inananlar, dünyâ menfe’atlerini hâtırlarına bile getirmezler. Âhıretdeki sayısız ve sonsuz se’âdetler ve çok acı ve nihâyetsiz felâketler karşısında dünyânın gelip geçici zevk ve acılarının hiç değeri yokdur. Müslimânlara istikbâlin ehemmiyyetini anlatmak derdi ile yürekleri yanan reformcular, âhıret denilen o en ehemmiyyetli istikbâle inansalardı, din âlimleri tarafından müslimânların dünyâsına verilen ehemmiyyet kadar olsun, kendileri de müslimânların âhıretine ehemmiyyet verir, yanık sesleri ve gözü yaşlı kalemleri ile biraz da âhıret se’âdeti için feryâd ederlerdi. Ahkâm-ı islâmiyye, sosyal fâideler üzerine kurulursa, bu ahkâmın zemânla değişmesine, bozulmasına yol açar.

12 — Reformcu, mezheblerin yalnız dört dâne olmasını kabûl etmiyor. (Müslimânlar dört mezheb içinde sıkışıp kalırsa, terakkîye, ilerlemeğe imkân olamaz. Aklı, önce din esâretinden kurtarmalıdır. Akl, Allahın verdiği sınırsız bir ni’metdir. Dört mezhebin dışına çıkmalı, aklı hürriyyete kavuşdurmalı) diyor. Reformculardan Celâl Nûri de (Târîh-i tedenniyât) kitâbında, (İctihad kapısı kapanmışdır diyorlar. Bu olamaz. Osmânlılar yanlış, fenâ kanûnlara bağlı kaldılar. Dünyânın öbür ucunda hayât şartları değişdi. Osmânlılar bunlara uymadı. Geri kaldı) diyor.

Cevâb: Evet, yaşamak şartları değişdi. Fen ve san’at ilerledi. Fekat, yanlış, fenâ kanûnlar diye taş atdıkları ahkâm-ı islâmiyye, onları hangi buluşlardan men’ etdi? Yol yapmayın, tren işletmeyin, gemi yapmayın, mâdenlerinizi yer altında bırakın, yâhud bunların işletme hakkını komünistlere, kapitalistlere satın, kâfirlerle ticâret yapmayın, makine, teknik, tayyâre, elektrik ve radyo gâvur îcâdıdır. Bunları sakın öğrenmeyin. Para kazanmayın, futbol maçlarında birbirinizi öldürün mü dedi? Hâşâ, islâmiyyet ahlâka, fazîlete verdiği önem kadar, san’atda, teknikde de çalışmağı ve kâfirlerin bulduklarını da araşdırmağı, öğrenmeği önemle emr etmekdedir. Bunu, ilerdeki sahîfelerde dahâ geniş açıklayacağız.

13 — Koca reformcu Mûsâ Cârullah, (Osmânlılara önceleri uygun gelen islâm kanûnları son zemânlarda, kâfî gelmedi, yetersiz oldu. Çünki, Osmânlı devleti kurulurken, arab bedevîleri gibi idi. Sonra Avrupaya yayılarak, sosyal hayât değişdi. Kanûnlar ise, donmuş olarak kaldı) diyor.

Cevâb: İslâmiyyetin, çadırda yaşayan bedevîlere ve onlar gibi olanlara göre bir din olduğunu, medenî milletler için reforma muhtâc bulunduğunu söyliyen reformcuların, islâmiyyete nasıl bir gözle bakdıkları meydândadır. Bunlar, bir yandan (dîne hurâfeler karışmış, ilk hâline çevirmek lâzım) derler. Bir yandan da, (dînin ilk hâli arab çöllerinde çadırda yaşayanlar içindir) demekden çekinmezler.

14— Reformcu, (İslâm dîni, tek bir adam tarafından ortaya konulmuşdur) diyor.

Cevâb: Reformcu Mûsâ Cârullahın bu sözü, dînin Allah tarafından gönderildiğine inanmadığını göstermekdedir. Vaktîle, Hollandalı Dozy [1820-1884] de böyle söylemişdi. Dozy ve bundan duyduğunu söyleyen bizdeki reformcu, islâmiyyeti, İngiliz parlamentosundaki birkaç yüz meb’ûsun kabûl etdiği livâta kanûnu gibi, bozuk düşüncelerin ham meyvası gibi sanmakdadır. İnsanların yapacağı kanûn, elbette dayanıksız olur. Bir zemân sonra, yine yapanlar tarafından değişdirilmekdedirler.

15 — (Dinde hakîkat tanınan herşeyin, her zemân hakîkat olarak, kabûl edileceğini, bir an düşünsek bile...) diyor.

Cevâb: Dinde reformcular, dînin, sözünde durmıyan adam gibi, bir hâlden bir hâle dönmesini mi istiyorlar. Hergün, başka bir şekl alacak dînin, Allah tarafından gönderilmesine ne lüzûm var? Bunu herkes yapabilir. İşlerine gelmeyince değişdirilecek bir din! İşte reformcular, böyle din istiyorlar.