DOĞRUYA İNAN BÖLÜCÜYE ALDANMA
[Dinde reformculara aldanma!]
Mûsâ
Cârullah Beykiyef 1-15.Madde
Bu kitâbda,
yurd dışındaki birkaç dinde reformcunun islâmiyyete karşı yazdıkları bozuk
düşünceleri, madde madde sıralanmış, her birine gerekli cevâblar verilmişdir.
Böylece, altmışbeş madde meydâna gelmişdir. Reform, islâh etmek demekdir. Ya’nî
bozulmuş bir şeyi eski, doğru hâline getirmek, düzeltmek demekdir. (Dinde
reformcu), dîni yenileyici, tâzeleyici demek olmakdadır. Fekat bugün,
islâmiyyeti değişdirmeğe, içerden yıkmağa çalışan bölücüler, kendilerine
(Dinde reformcu) diyorlar. Bunun için, dinde üç dürlü reformcu vardır.
Bunların herbiri, kitâbımızın sonunda, kırkikinci maddede geniş anlatılmışdır.
Bu kelimeyi islâm dîni için kullanmanın yanlış ve yersiz olduğu, orada açıkca
görülecekdir. Reformcu Mûsâ Beykiyef, gençleri kolay aldatabilmek için, kendini
din adamı gösteriyor, diyor ki:
1
— (Zemânımıza
göre, dînimizde de yenilikler yapılmalıdır. Dinde bulunmıyan birçok şeyler,
hurâfeler, sonradan islâmiyyete karışmışdır. Bunları temizlemek, dînimizi ilk
zemânındaki doğru, temiz hâline getirmek lâzımdır.)
Cevâb:
Müslimânlarda, birkaç yüz seneden beri bir duraklama, hattâ gerileme olduğu
meydândadır. Bu gerilemeyi görerek, islâmiyyetin bozulduğunu söylemek, çok
haksız ve pek yanlışdır. Geri kalmanın sebebi, müslimânların dîne sarılmamaları,
dînin emrlerini yerine getirmekde gevşek davranmalarıdır. İslâm dînine, başka
dinlerde olduğu gibi, hurâfeler karışmamışdır. Câhillerin yanlış inanışları ve
konuşmaları olabilir. Fekat bunlar, islâmın temel kitâblarında bildirilenleri
değişdirmez. Bu kitâblar, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen
haberleri bildirmekdedirler. Hepsi, en salâhiyyetli, yüksek âlimler tarafından
yazılmışlardır. Bütün islâm âlimlerince sözbirliği ile beğenilmişdir. Asrlar
boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamışdır. Câhillerin sözlerinin ve
kitâblarının ve dergilerinin hatâlı olması, islâmiyyetin temel kitâblarına kusûr
ve leke kondurmağa sebeb olamaz.
Bu temel
kitâbları her asrın modasına, gidişine göre değişdirmeğe kalkışmak, her zemân
için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur’ân-ı kerîme ve
hadîs-i şerîflere dayanarak, bunlara uydurarak yapmağa kalkışmak, Kur’ân-ı
kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bilmemenin, islâmiyyeti anlamamanın bir alâmetidir.
İslâmın emrlerinin, yasaklarının zemâna göre değişeceğini sanmak, islâm dîninin
hakîkatine inanmamak olur. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minler ma’rûf olan
şeyleri emr eder) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîme, islâmiyyete saygısızca
saldıran aşırı reformculardan Ziyâ Gökalp ve benzerleri, bu âyet-i kerîmedeki
ma’rûf kelimesine, örf, âdet diyerek, islâmiyyeti âdete, modaya göre
değişdirmeğe, böylece mason üstâdlarının gözüne girip sandalya, koltuk kapmağa
kalkışdılar. Dünyâlık ele geçirmek için dinlerini satdılar. Ziyâ Gökalp, bu
hizmetine karşılık, ittihadcıların genel merkez a’zâlığına getirildi. Bunun
dediği gibi, islâmiyyet âdetlere yer verseydi, dahâ kuruluşunda câhil arabların
kötü âdetlerini yasak etmez, o zemânın en kıymetli âdeti olan ve Kâ’benin içine
kadar girmiş bulunan putperestliği hoş görürdü. Âyet-i kerîmedeki (Ma’rûf)
kelimesi, (islâmiyyetin kabûl etdiği iyilikler) demekdir.
İslâm dîni
ilm üzerine kurulmuşdur. Her bakımdan, selîm olan akllara uygundur. Kur’ân-ı
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan şeylerde, akla ve ilme
uygun yeni emrler çıkarmak, ya’nî kıyâs ve ictihâd yapmak islâmiyyetin ana
kaynaklarından biri olur ise de, bunu yapabilmek için, herşeyden önce müslimân
olmak ve lüzûmlu bilgilere mâlik olmak lâzımdır. Dinde reform istiyenler, temel
kitâblara dokunmayıp, yalnız câhil halk arasına yerleşmiş olan hurâfeleri yok
etmeği düşünüyorlarsa, buna birşey denemez. İslâmiyyete hizmet etmiş olurlar.
Fekat, böyle iyi düşündüklerine inanabilmemiz için, önce hakîkî ve samîmî
müslimân olduklarını isbât etmeleri gerekir. Müslimân olmıyan bir kimsenin,
müslimân görünerek, kendi silâhımızla bize hücûm etmeğe kalkışması, büyük bir
haksızlık, pek ayıp ve çok küçüklük olur. (Dinde reform) istiyenlerin,
müslimân görünmeleri ve yalnız müslimânım demeleri değil, müslimân olduklarını
isbât etmeleri lâzımdır. Bir müslimânın ölüm korkusu olmadıkça dinsiz görünmesi
câiz değildir. Buna karşılık, dinsizlik demek, iki yüzlülük, yalancılık demek
midir ki, işlerine geldiği zemân müslimân görünüyorlar. Evet, müslimânım diyen
bir kimseyi sorguya, hesâba çekmek câiz değildir. Onu din kardeşi bilmek
lâzımdır. Fekat, onun dînimizle oynamaması da lâzımdır. Onun, dînimizin temel
bilgilerine dil uzatdığını, bunlar üzerinde dedikodu yapdığını görürsek, bunu
sorguya, hesâba çekmek, hâlini incelemek, yalnız câiz değil, hepimize lâzım
olur. Biz, reformcuları dînimize, mezhebimize uymak için zorlamıyoruz. Yalnız
müslimân olup olmadıklarını açıkça söylemelerini ve işlerinin sözlerine uygun
olmasını istiyoruz. Çünki, islâmiyyetin belli ve değişmez kanûnları vardır.
Müslimân olanların bu kanûnlara uygun olarak konuşması lâzımdır. Müslimân
olduğunu söyliyen ba’zı kimseler, müslimânlığın temel bilgilerini hiçe sayarak,
hattâ bunlarla alay ederek, dinden çıkdıklarını suç saymıyorlar da, dinden
çıkdıklarının kendilerine söylenmesine kızıyorlar. Dîne saldırılacak, fekat dîne
saldırıyorsun, kâfir oluyorsun denilmiyecek, dîne saldırmak serbest olacak. Dîne
saldıranlara birşey söylenilmeyecek. Kendilerine cevâb verenlere, haksız
olduklarını ortaya koyanlara yobaz, gerici gibi, komünistlerin uydurduğu
sözlerle sataşıyorlar. Kendileri gibi dîne saldıranlara ilerici, aydın diyorlar.
Doğrusu, kendileri yobazdırlar. Din adamı şekline bürünenleri, (din yobazı),
fen adamı olarak saldıranları da (Fen yobazı)dır.
İslâmın ana
bilgilerini, temel kitâblarını değişdirmeğe, zemâna uydurmağa kalkışmak,
islâmiyyeti değişdirmek, bozmak olur. Müslimân demek, bu ana bilgilere inanan,
saygı gösteren, bunları bozmağa kalkışmamağa söz veren kimse demekdir.
Demokrasi, hürriyyet ve lâyıklık demek de, verilen sözde durmamak, inandığından
vaz geçmek demek değildir. İslâmiyyet, zimmîlerin, ya’nî gayri müslim
vatandaşların zor ile müslimân yapılmasını emr etmiyor. Bundan dahâ büyük
demokrasi olur mu?
Sinsi
düşmanlarımızdan bir kısmı olan (Fen yobazları), Avrupanın, Amerikanın
bütün âdetlerini, modalarını, ahlâksız, sömürücü, ezici hareketlerini almağa,
gençler arasına yaymağa çalışıyorlar. Bu arada, dînimizi üstü örtülecek bir
kabâhat imiş gibi hiç ağızlarına almıyorlar. Yâhud, altında ezilecek bir yük
gibi, ağır ve korkunç görüyorlar. Ba’zıları da, sağlam bir varlık ve birlik elde
etmek için, din lâzımdır. Fekat dîni zemâna uydurmalı, islâmiyyeti hurâfelerden
temizlemeli diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin temel kitâblarında
hiçbir hurâfe yokdur. Din câhilleri arasında hurâfeler bulunur. Bunları
temizlemek için de, (Ehl-i sünnet) kitâblarını yaymak, gençlere bunları
öğretmek lâzımdır. Bu yobazların dinde istedikleri reformlar, dînin temel
bilgilerine dokunduğu zemân, bunları hem âyetle, hadîsle çürütmeliyiz, hem de (Müslimânların
dîninde, kendi malınız gibi değişiklik yapmağa hakkınız yokdur) demeliyiz. Din
yobazları, büyük islâm âlimlerini lekeliyerek, kendilerini onların yerine
geçirmek istiyorlar. İslâmiyyetin temel bilgilerini toplamış, dünyâya yaymış
olan islâm âlimlerini ve topladıkları islâm ilmlerini ayaklar altına alıyorlar.
(Reformcu) maskesi altında ortaya çıkan, Kazanlı Moskof Mûsâ Cârullah
Beykiyef adındaki din yobazı Osmânlılar zemânında yazdığı kitâbında bakınız ne
diyor:
(Allahın, Peygamberi vâsıtasıyla gönderdiği islâmiyyet, ilm üzerine kurulmuş
idi. İnsan hayâtını düzeltiyor, sosyal nizâm kuruyordu. Medenî hareketleri birer
birer bildiriyordu. Adâlete ve menfe’ate dayanan bir iş hayâtı kuruyordu. Böyle
iş hayâtı islâmiyyetin kuvvetini artdırdı. Kıt’alara yayıldı. Sonraları Îrândaki
zevk, eğlence, sefâhet, müslimânlar arasına yayıldı. Bundan sonra, dahâ büyük
bir fitne ortaya çıkdı. Yalnız düşünce ve teorilere dayanan Yunan felsefesi
terceme olundu. İş ve madde üzerinde çalışmak durdu. İslâmiyyet yalnız teorik,
vehm ve hayâle dayanan bir hâl aldı. Müslimânların saf îmânı
(İlm-i
kelâm)
denilen dedikodularla karmakarışık oldu. Böylece sosyal, ekonomik ve medenî
çalışmalar durdu. Câmi’lerde, medreselerde, evlerde ve heryerde boş, fâidesiz
teorilerle, düşüncelerle vakt geçirildi. Müsbet ilmleri kötüleyen kelâm
kitâbları her tarafa yayıldı. Fâidesiz düşüncelere, lüzûmsuz yazılara
(İslâmiyyet)
adı verildi. Gazâlînin
(Tehâfüt)
kitâbında ve İbnürrüşd gibi feylesofun buna olan cevâbında kıymetli bir söz,
fâideli bir fikr var mı? Geometri ve astronomi âlimi olan Nasîreddîn-i Tûsînin
kitâblarında ve bu kitâbları öven veyâ kötüleyen binlerle kişinin eserlerinde
bulunan hezeyanları bugün kim dile alır, kim yazar? Eş’arî mezhebi imâmlarının,
Allahın sıfatları, fi’lleri ve insanın irâdesi diye yazdıkları sayısız
kitâblarında ve şî’îlerle sünnîler arasındaki edebsizce çekişmelerde müslimânlık
denecek birşey bulunabilir mi? Teftâzânînin kitâbları ve bunların bütün dünyâya
yayılmış şerhleri, hâşiyeleri ve fıkh, kelâm, mantık, usûl, tefsîr, nahv, sarf,
hikmet kitâblarında akldan, fikrden, müslimânlıkdan birşey var mı?)
Mûsâ
ismindeki Moskof Beykiyefin bu yalan yazıları, bizdeki dinde reformcu yobazlar
tarafından tekrar yazılmış ve her fırsatda alkışlanmış ve bu yalancı kâfire (İslâmiyyetin
Lütheri) denilmişdir. Bunun iftirâlarına dokuzuncu maddede cevâb vereceğiz.
Dinde
reformcuların, diplomalı yobazların maskeli sözlerinden biri de:
(İnsanları iyiliğe, birliğe götürmek için en kuvvetli, en fâideli kuvvet dindir.
Dinsiz bir millet yaşayamaz) diyorlar. Fekat sözlerinden, yazılarından
sızan parolalı kelimelerden, dîne inanmadıkları anlaşılmakdadır. Meselâ
(Şarklılar çok zekî olur. Altıbin seneden beri, insanların rûhlarını ve
ma’neviyyâtını idâre eden kudsî eller, hep orta Asyada yükseldi. Tapınmak
ihtiyâcında olan beşeriyyete şarkın keskin zekâları ma’bûdlar yaratdı ve yâdigâr
bırakdı. Şarkdaki zekâlar, madde üzerinde çalışmak imkânını bulmayınca,
hayâlleri çok geniş ve parlak oldu. Bunun için, şi’r, felsefe, ilm-i nücûm, ilm-i
rûh, simyâ, sihr, mu’cize, kerâmet gibi şeyler, doğuda başladı ve dünyâya
yayıldı. Bununla berâber, güzel huylar, iyi düşünceler, ma’nevî oldukları için,
bunları kuvvetlendirecek, din gibi fâideli birşey yokdur. İnsan, dinsiz
yaşıyamaz) diyorlar.
Görülüyor
ki, dinde reformcular, islâmiyyetin Allah tarafından, Peygamber vâsıtasıyla
bildirilmiş bir din olduğuna inanmadıkları hâlde, güzel ahlâkın, iyi geçinmenin
ve dünyâ işlerinde yükselmenin başarılması için, din lâzımdır diyorlar. Kısaca
dîne, dünyâ için inanmalıdır diyorlar. Dînin aslı olmamakla berâber, iyi huylu
olmak, sosyal fâideler sağlamak için, dîne inanmak îcâb eder diyorlar. Bu
inanmak, yalancıkdan olduğu hâlde, fâidesi çok olmak için, doğru imiş gibi
inanılacakdır. (Yalancıkdan olsa da, inanmak lâzımdır) demeleri, Avrupalıların
ve Amerikalıların, dinlerine çok saygılı olduklarını gördükleri için olsa
gerekdir.
Her ne
olursa olsun, islâm düşmanları da, dînin lâzım olduğunu söylemeğe mecbûr
kalmakdadır. Çünki, insanları câzibesi ile bağlayan ve işlerini düzenlemeğe
mecbûr eden bir kuvvet kudsîleşmedikçe ve kudsîliği yayılmadıkça za’îf kalır.
İyi huyları
ilm yolu ile de yerleşdirmek istiyenler vardır. İlm, ahlâkı bir fazîlet olarak
göstermekdedir. Fekat, bu bir teori şeklinden ileri gidemez. (Kurtuluş ancak
doğrulukdadır) hadîs-i şerîfindeki kuvvet derecesine ulaşamaz. Bu kadar
lüzûmlu, bu kadar fâideli olduğunu söyledikleri dînin aslı yokdur denilebilir
mi? Bir şeye inanılmadığı hâlde, inanmış gibi hareket etmek olur mu? Bunların
sözü, doğru ile yalanın eşid olacağını kabûl etmek gibi mantıksızdır.
İnsanları
vecde getirici, insanın varlığına ve ahlâkına bu kadar çok hâkim bir şeyin aslı
olmaması, insanlar tarafından yapılmış olması nasıl kabûl edilebilir? İnsanlar
mı dîne tâbi’ olacak? Yoksa dîni insanlar mı yapacak? İnsanların kendi
yapdıkları şeylere tapınmaları, sapıklıkdır. Bu sapıklık islâmiyyetden evvel
putlara, ya’nî heykellere tapmış olanlarda vardı ve onların aşağı ve aklsız
olduklarını gösteriyordu.
Reformcu
diyor ki, (Son asrlarda insanları birbirine kuvvetle ve emniyyetle bağlamak için
bulunan altın zincir, ya’nî milliyyet fikri, birgün gelip de, kopacak olan kaba
zincirin yerini tutacakdır. Eğer din kardeşliği yerine milliyyet, vatan
düşünceleri yerleşseydi, gençlik mevcûd olabilirdi.)
Dinde
reformcunun dîne inanması doğru olsaydı, dîni, milliyyet ile ve terbiye etmek
ile karşılaşdırmazdı. Millî birlik için (işlenmiş altın zincir) sözüne karşılık,
din kardeşliği için (kaba zincir) diyemezdi. Reformcuların sözlerinden
anlaşılıyor ki, din, câhil halkın ahlâkını düzeltecekdir. Bunlar yalancıkdan
değil, doğru olarak inandırılacaklardır. Milleti, koyun sürüsü gibi kendilerine
bağlamak için, dîne yer vereceklerdir. Onları inandıracaklar, fekat kendileri
inanmıyacaklardır. Dîni her gün yeni bir kalıba sokabilecekler. Bunlara göre,
milletin ahlâkı din ile düzelecek ve dinsiz olan ilericiler iyi huylu
olamıyacaklardır. Reformcular, yoksa kendilerinin iyi huylu olmasına lüzûm
görmüyorlar mı?
2
— Reformcu,
(Hazret-i Peygamber dikta rejimi ve sultânlığı red ediyordu. Fekat
müslimânlık, böyle bir rejimin kurulmasına elverişli idi. Öyle de oldu)
diyor.
Reformcu,
bu sözünde çok yanılmakdadır. Avrupadaki krallıkların anayasaları, kralları
mukaddes ve sorguya çekilmez tanıdıkları hâlde, islâmiyyet (Hepiniz bir
çobansınız. Hepiniz, idâre etdiğiniz kimseler için sorumlusunuz) hadîs-i
şerîfi ile, pâdişâhları herhangi bir vatandaş gibi tutmakda, diktaya, saltanata
yer vermemekdedir. İslâmiyyet kanûnu ilâhîdir. Pâdişâhlar da, islâmiyyete uymağa
ve bunu yürütmeğe bir vatandaş gibi mecbûrdur. Saltanat sürmeğe, zulm yapmağa
sapan başkanlar, islâmiyyetden ayrılmış, kuvvetlerini kötü yolda kullanmış
kimselerdir. Harbde alınan ganîmet kumaşları, gâzîlere taksîm edildiği gün,
sırtında başkalarındakinden dahâ büyük kumaş bulunduğu için (Oğlumun kumaşından
eklediğim için dahâ çok oldu) diyen Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” ile halîfe
olduğu gün, zevcelerini toplıyarak, (Büyük bir yük altına girdim. Sizinle
görüşmeğe belki vakt bulamam. İsterseniz mehr paranızı ve nafakanızı alarak
gidebilirsiniz) diyen Ömer bin Abdül’azîz hazretleri, islâm pâdişâhlarının tam
nümûnesidir. Böylelerin az olması, islâmiyyete bir leke süremez.
3
— Reformcu
diyor ki, (Zemân-ı se’âdetden az bir zemân sonra, dîn-i islâm, sırmalı
koltuklara ulaşdıracak yolları açmak için, iki tarafında insan ölüsünden
yığınlar yapacak, keskin bir silâh oldu. Hazret-i Alînin halîfelik için yapdığı
muhârebelerde, karşı tarafdakilerin mızrak ucunda Allahın mukaddes kitâbı olan
Kur’ân, harbde hiyle olarak kullanıldı. Hak olan Kur’ân, bâtıl olan saltanat
da’vâlarını kazanmak için âlet edildi).
Cevâb: O muhârebeler saltanat için değildi.
İslâmiyyetin emrlerinin yerine getirilmesi içindi. Reformcunun dediği gibi,
saltanat savaşını kazanmak için, Kur’ân-ı kerîm âlet edilmedi. O muhârebelerde,
her iki tarafın birbirine karşı her yapdığı şey, hakkı meydâna çıkarmak,
islâmiyyete uymak içindi. O muhârebede dîn-i islâm, yaldızlı, sırmalı koltuklara
ulaşdıran yolları açmak için, insan yığınları yapacak bir silâh olmamış, böyle
silâha karşı koyan bir kalkan olmuşdur.
[Hazret-i
Alîye karşı harb edenler, günâha girmedi. Günâh demek, Allahü teâlâya karşı suç
işlemek, ya’nî islâmiyyete uymamak demekdir. Onlar, hazret-i Alîyi “radıyallahü
anhüm” halîfe seçmemişlerdi. Onu halîfe tanımadıkları için kılınca sarıldılar.
Halîfe seçmiş olsalardı, halîfeye karşı gelmeleri günâh olurdu. Evet, onu halîfe
seçmemekde, dînî sebeb göstermiş olmakla berâber, yanılmış idiler. Fekat bu
yanılmaları ictihâd hatâsı idi. İslâmiyyete uymak için idi].
Süâl: İslâmiyyet, insanları se’âdete
kavuşdurmak, huzûr sağlamak için değil midir? İslâmiyyete sarılmak, kan
dökülmesine sebeb olur mu?
Cevâb: Onlar, islâmiyyete uymak istediler.
Fekat, islâmiyyete uymakda yanıldılar. Kan dökülmesine, islâmiyyete uymaları
sebeb olmadı. İslâmiyyete uyarken yanılmaları sebeb oldu. Bunun gibi, Uhud
gazâsında, Resûlullahın bir geçidi tutmak için koyduğu kırk sahâbîden çoğu şehîd
olmuşdu. Bunların ölümüne, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
emrine uymaları değil, bu emri yaparken bir kısmının yanılmaları sebeb olmuşdu.
İslâmiyyete uymak, hiçbir zemân, hiçkimseye zarar vermez, fâide verir.
İslâmiyyete uymamak veyâ uyarken yanılmak, insana zarar verir.
Hazret-i
Alînin “radıyallahü teâlâ anh” harb açdığı müslimânlar, islâmiyyete uymak
istemişlerdi. Fekat, islâmiyyetin o işi yapmakda gösterdiği yolu seçerken
yanıldılar. Allahü teâlânın sevdiği, seçdiği insanlar oldukları için, bu
hatâları suç olmaz. İctihâd hatâsı, günâh değil, sevâb olur. O seçilmişlerin,
sevilmişlerin hatâları, sonra gelen müslimânların, iyilerin ibâdetlerinden dahâ
kıymetli, dahâ sevâbdır. (İyilerin, doğru, iyi işleri, seçilmişlerin
yanılması gibidir) buyuruldu. Ya’nî, onların yanlış işleri, bunların doğru
işlerinden dahâ fâideli, dahâ kıymetlidir. Bunun içindir ki, o muhârebelerde her
iki tarafda ölenler şehîd oldu. Sevâb kazandı.
Siyâsî
menfe’at sağlamak ve dünyâlığa kavuşmak için yazılmış olan bozuk târîh
kitâblarını ve Îrândaki babaların uydurduğu acıklı hikâyeleri okuyan gençler,
Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü anlıyamıyor,
yanlış düşüncelere saplanıyorlar. Bugünkü medeniyyetin beşiği olan, madde ve
ma’nâ üzerinde çalışmağı emr eden islâm dîninin güzelliğini öğrenmek için
şahlanan temiz gençlere, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini anlatmak için, (Hak
SözünVesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâbları yayınlanmışdır. Bu
kitâblarda, Eshâb-ı kirâmın hayâtlarını, islâmiyyete hizmetlerini ve birbirleri
ile sevişdiklerini, en kıymetli kaynaklardan topladığımız sağlam vesîkalarla
açıkladık. Burada da birkaç satır bilgi vermeği uygun görüyoruz.
Büyük islâm
âlimi, Evliyânın baş tâcı, zemânının kutbu, kayyûm-i rabbânî (Muhammed Ma’sûm-i
Fârûkî) Serhendî “rahmetullahi aleyh” hazretleri, (Mektûbât)
kitâbının birinci cildi, yirmiikinci mektûbunda buyuruyor ki:
Yavrum!
Kıyâmet yaklaşdı. Zulmetler, kalbleri karartan şeyler çoğaldı. Herkes, bu
karanlık akıntılara sürüklenmekdedir. Böyle bir zemânda, bir sünneti ortaya
çıkaracak ve bir bid’ati yok edecek bir kahraman lâzımdır. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerinin nûrları ile ışıklanmadıkça doğru
yola kavuşulamaz. O yüce Peygamberin izinde bulunmadıkça, felâketlerden
kurtulmağa uğraşmak boşunadır. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymadıkça,
tesavvuf yolunda ilerlemek ve Allahü teâlâyı sevmek se’âdetleri ele geçemez.
Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâyı
seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Bana uyanları Allah sever!) buyuruldu.
Allahü teâlâ, Habîbine böyle demesini emr buyurmakdadır. Se’âdete kavuşmak
istiyen kimse, bütün âdetlerini, ibâdetlerini ve alış-verişlerini Onun gibi
yapmağa çalışmalıdır. Bu dünyâda, bir kimsenin sevdiğine benzemeğe çalışanlar,
bu kimseye sevimli ve güzel görünürler. Bu kimse, onları da çok sever, beğenir.
Bunun gibi, sevgiliyi sevenler, her zemân sevilir. Sevgilinin düşmanları,
sevenin de düşmanları olur. Bundan dolayı, görünen ve görünmiyen bütün
iyilikler, bütün üstünlükler, ancak o yüce Peygamberi sevmekle ele geçebilir
“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Yükselebilmenin, ilerlemenin ölçüsü, bu
sevgidir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en
sevimlisi olarak yaratdı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü Onda
topladı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ona âşık idiler. Hepsinin kalbi, Onun sevgisi
ile yanıyordu. Onun ay yüzünü, nûr saçan cemâlini görmeleri, lezzetlerin en
tatlısı idi. Onun sevgisi uğruna canlarını, mallarını fedâ etdiler. Onu
canlarından, mallarından, kısaca, her sevilenden dahâ çok sevdiler. Onu aşırı
sevdikleri için, Onu sevenlerle sevişdiler. Bunun için birbirlerini de çok
sevdiler. Onun üstünlüğünü anlıyamayıp, Onun güzelliğini göremeyip, Onu sevmek
se’âdetine kavuşamıyanlara düşman oldular. Çünki, tâ’atlerin, iyiliklerin başı,
dostları sevmek ve düşmanları sevmemekdir. Allahı seviyorum diyenlerin, Eshâb-ı
kirâm gibi olmaları lâzımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever.
Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde
değildir. Kendiliğinden hâsıl olur. Bu kimse, sevmesinde ve düşmanlığında deli
gibidir. Bunun içindir ki, (Bir kimseye deli denilmedikçe, bu kimsenin îmânı
tam olmaz!) buyuruldu. Kendisinde bu delilik bulunmıyanlar, sevmekden
mahrûmdurlar. Düşmanlık etmeyince, dostluk olmaz! Seviyorum diyebilmek için,
sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır. Sözümüz yanlış anlaşılmasın!
Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmek bunun içinmiş sanılmasın!
Ba’zı
kimseler, hazret-i Alîyi sevmiş olabilmek için, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerine
düşmanlık etmek lâzımdır diyorlar. Bu sözleri ve anlayışları çok yanlışdır.
Çünki, sevmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır. Dostlarına
düşmanlık lâzım değildir. Allahü teâlâ Feth sûresinde (Eshâb-ı kirâmın
birbirlerine rahîm olduklarını), sevişdiklerini bildiriyor. Rahîm, pekçok ve
devâmlı acımak, sevişmek demekdir. Bu âyet-i kerîme, Eshâb-ı kirâmın
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” pekçok sevişdiklerini haber vermekdedir. Rahîm
kelimesi, arabî gramerinde (sıfat-ı müşebbehe)dir. Sıfat-ı müşebbehe, devâmlı,
sürekli olmayı bildirir. Bunun için, Eshâb-ı kirâmın pekçok sevişmelerinin
devâmlı, sürekli olduğu anlaşılmakdadır. Merhamete, sevişmeğe sığmayan,
çekememek, kin beslemek, hased etmek ve düşmanlık gibi kötülüklerin, Eshâb-ı
kirâm arasında bulunamıyacağını, bu âyet-i kerîme bildirmekdedir. Hadîs-i
şerîfde, (Ümmetimin ümmetime karşı en merhametlisi, Ebû Bekrdir)
buyuruldu. Ümmetin en merhametlisi olan kimsede, bu ümmetden herhangi birine
karşı kin ve düşmanlık bulunabilir mi?
Hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, yalnız benim için ne
yapdın dedi. Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum, zekât verdim ve
zikr yapdım cevâbını verince, kıldığın nemâzlar, seni Cennete kavuşduracak
yoldur, kulluk vazîfendir. Orucların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar,
kıyâmet günü, sana gölgelik olur. Zikrlerin de, o günün karanlığında, sana ışık
olur. Benim için ne yapdın buyurdu. Yâ Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir
deyince, Allahü teâlâ, yâ Mûsâ, sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık
etdin mi buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin,
Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı). Yirmiikinci mektûbun
tercemesi temâm oldu.
Sıffîn
muhârebesinde, hazret-i Mu’âviyenin mızraklar üzerine Kur’ân-ı kerîmleri
takdırdığı, böylece müslimânların kanlarının dökülmesine son verdiği doğrudur.
Sıffîn muharebesinde, hicretin otuzyedinci senesi birinci ayı olan Muharremin
sonuna kadar, savaş durdurulmuşdu. İki tarafdan elçiler gidip geldi. Anlaşmağa
uğraşıldı. Muharrem ayı bitince, hazret-i Alî, zemânın bitdiğini, isyândan
vazgeçilmediğini bildirdi. İlk önce, hazret-i Alî tarafından Eşter, askerleri
ile ortaya çıkdı. Şâmlılar bunun karşısına çıkdılar. Bu Eşter, deve savaşını da
kızışdıran fesadcılardandı. (Kısas-ı Enbiyâ)da diyor ki, (Deve harbinde,
hazret-i Alînin yanında yirmi bin, karşı tarafda otuz bin kişi vardı. İki taraf
anlaşmak üzere iken, hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” şehîd edenlerden,
Abdüllah bin Sebe’ ve Mâlik Eşter gibi başlıcaları gece toplanıp, savaşa
başlamak için plân hâzırladılar. Hemen, karşı tarafa saldırdılar. Hazret-i
Âişenin yanındakiler baskına uğrayınca şaşırdı. Eşter ve arkadaşları, hazret-i
Alîye gelerek, karşı taraf bize saldırdı. Onlara karşı koyduk dediler).
Görülüyor ki, her iki savaşı kızışdıran, anlaşmaları bozan, Abdüllah bin Sebe’
yehûdîsi ve arkadaşları idi. Sıffînde, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Şâmlılar
üzerine bütün askeri ile saldırdı. Birkaç gün çok kan döküldü. Hazret-i Alî,
oniki bin kişi seçerek, tekrar hücûm eyledi. Bayrağını taşıyan Hâşim de, Allahı
seven benimle gelsin diyerek saldırıyordu. Çok kanlı muhârebe oldu. Cum’a gecesi
sabâha kadar savaşıldı. Ölmeyenler de yaralı veyâ çok yorgundu. Cum’a günü Eşter
yine hücûm etdi. Hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhümâ”,
kendilerinden kırkbeş bin, karşıdakilerden yirmibeşbin müslimânın ölmüş
olduklarını anlayınca, kardeş kanı dökülmesini önlemek için, çâre aradılar. Amr
ibni Âs hazretleri, müslimânların kardeş olduklarını anlatmak için Kur’ân-ı
kerîmi gösterelim dedi. Hazret-i Mu’âviye, Mushafların mızraklara takılmasını
emr eyledi. Sizi Allahın kitâbına çağırıyoruz diye bağırdılar. Askerler Kur’ân-ı
kerîmi görünce, savaşı bırakdı. Hazret-i Alî de Eşteri geri çağırdı. Zorla
savaşdan geri getirildi. Anlaşmaya karar verildi. Yüzon gün süren kanlı
savaşlar, böylece sona erdi. Mushafların mızraklara takılması, binlerce müslimân
kanı dökülmesini önledi. Müslimânlar arasına sokulmuş olan büyük fitne ateşi
söndürülmüş oldu.
4
— Reformcuya
göre, (Saltanat muhârebeleri, mezheblerin ayrılmasına ve islâmiyyetin
parçalanmasına sebeb olmuş!)
Cevâb: İslâmiyyetde mezheblerin ayrılmasını
saltanat kavgalarına bağlamak, mezheblerin ne olduğunu bilmeyen câhillerin
sözüdür. Dîni siyâsete karışdırmakdır. Mezheblerin ayrılması, islâmiyyetin
insanlara verdiği fikr hürriyyetinden doğmuşdur. Mezheblerin ayrılmasında bir
sultâna, bir hükümdâra yaranmak düşüncesi var ise, o yüce makâm, elbette
ulûhiyyet makâmıdır.
5
— (Kur’ânın
mahlûk olup olmaması üzerindeki çekişmeler, islâmiyyetin temelini baltalamışdır)
diyor.
Cevâb: Reformcu, mezheblerin siyâsetle
karışdırılmasına bir de misâl veriyor. Me’mûn halîfe, Kur’âna mahlûk demiyen
âlimleri sıkışdırmışdı. Fekat, bu işkenceleri siyâsî düşünce ile değildi.
Âlimleri siyâsî düşünce ile ezmeği düşünse idi, bunu yapmak için dahâ birçok
sebebler bulabilirdi. Me’mûn, işkencelerini siyâsî düşünce ile yapdı dersek, din
siyâsete karışdırılmış olmayıp, dinsizlik siyâsete karışdırılmış demek dahâ
doğru olur. Reformcu, dinsizliğin kabâhatini dîne yükletmeğe kalkışıyor.
6
—
(Seneler geçdikçe, Kur’ân ve hadîsler, din adamlarından ziyâde, hükümdâr olmak
isteyenlerin elinde, sihrbazların oyunları gibi şekl değişdiriyordu. Düşmanı
kılıçla, kuvvetle mağlûb edemeyince, Kur’ânı istediği gibi tefsîr ediyorlar,
işlerine yarıyacak hadîsler uyduruyorlardı) diyor.
Cevâb: Reformcu, Mûsâ Beykiyef hiç bilmediği
ilm kollarına dil uzatıyor. Tefsîr kitâblarının en kıymetli sahîfelerini
lekelemeğe kalkışıyor. O kitâbları yazanların ictihâd buyurdukları yerler
üzerinde, münâzara ve edeb kanûnlarına uygun münâkaşa etmeğe herkesin hakkı
vardır. Fekat, Kur’ân-ı kerîmin belâgatinden haberi olmıyan bir reformcunun,
Zimâhşerînin tefsîrine dil uzatması kadar yersiz ve gülünç bir şey olamaz.
7 —
(Yalan yere hadîsler uydurulmuşdur. Mevdû’ hadîslerin çokluğu meydândadır)
diyor.
Cevâb:
Akla, tecribeye değil de, yalnız nakle ve rivâyete dayanan hadîs ilmine dil
uzatmak kadar haksız bir iş olamaz. Acabâ, böyle söyleyen reformcu, kaç hadîs
bilmekdedir? Senedleriyle birlikde bir hadîs-i şerîfi okuyabilir mi? Mevdû’
hadîs diye bir şey işitmiş. İslâmın büyük âlimleri, hadîs ilminde binlerce kitâb
yazdıkları gibi, sahîh hadîsler arasından mevdû’larını bulup çıkarmayı öğreten
kitâblar da yazmışlardır. Eğer onlar bu kitâbları yazmasalardı, reformcunun
mevdû’ hadîs isminden bile haberi olmayacakdı. Hadîs âlimleri, Resûlullahın
söylediği açıkça belli olmayan bir söze, ne kadar iyi ve fâideli olsa da, hadîs
denilmesini çok sıkı yasak etmişlerdir. Evet, hadîs uydurmak gibi pek tehlükeli
bir yalancılığa kalkışan kimseler olmuşdur. Fekat, islâm âlimleri “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, yorulmadan, yılmadan çalışarak böyle sözleri aramışlar,
bulmuşlar, kitâblardan çıkarmışlardır. İslâm âlimlerinin öyle sürekli
çalışmaları olmasaydı, bu din câhili reformcular acabâ bir dâne mevdû’ hadîs
ayırabilirler mi idi? Yüzbinlerce hadîs-i şerîfleri bütün râvîleriyle birlikde
tanımak ve her birinin doğruluğunu dartmak gibi çok ince ve pek güç çalışmaları
islâm âlimleri başarmışdır. Reformcu ise, hadîs uyduranlarla, uydurma hadîsleri
yakalayıp atanları birbirine karışdırmakda, hepsine birden atıp tutmakla,
zihnleri bulandırmakda, hadîs-i şerîflere olan i’timâdı, güveni sarsmağa
çalışmakdadır. Hadîs uyduranların zararı, reformcuların yaygaralarının zararı
kadar büyük olmadı. Hadîs uydurmanın fenâlıklarını ileri sürerek, Osmânlıların
çökmesini buna bağlamak, böylece Osmânlıların çökmesine islâmiyyet sebeb oldu
demek kadar haksız bir iftirâ düşünülemez.
8
—(Buhârî
hazretleri, hadîslerin doğruluğunu anlamak için, birçok seneler Asya ve Afrikada
islâm memleketlerini dolaşmışdı. Geceleri on, onbeş def’a yatağından kalkarak
hâtırına gelen hadîsleri râvîleri ile birlikde kayd ederdi. Söylendiğine göre,
üçyüzbin hadîs ezberlemiş. Bunlardan ikiyüzbin adedi sahîh değil imiş. Topladığı
altıyüzbin hadîsden, yedi, sekiz bin adedinin doğru olduğunu anlamış. Bu hâl,
din bilgilerinin nasıl karmakarışık olduğunu göstermekdedir. Buhârînin çalışma
şekline bakarak, seçdiği hadîslerin bile şübheli olduğunu Avrupa âlimlerinden
birkaçı söylemekdedir. Başka hadîs kitâblarının nasıl olacağını artık
düşünmelidir) diyor.
Cevâb: Altıyüzbinden başlayarak, sahîh
hadîslerin sayısını yedibine ve hattâ sıfıra doğru indirmek düşüncesini, bu
reformcu garblılardan aldığını sıkılmadan söylemekdedir. Hadîs-i şerîfler
üzerindeki bilgilerini garblılardan alacağına, bu ilmin sâhiblerinden,
mütehassıslarından alsaydı, herhâlde böyle konuşmazdı. Sonsuz bir denize
benzeyen hadîs ilmi islâmiyyetin bir mu’cizesidir. Bu büyük deniz, islâm
düşmanlarının atdığı birkaç taşla bulanmaz. İslâmiyyetin hak ve şanlı bir din
olduğunu gösteren sayısız şâhidlerden hiçbiri olmasaydı, (İlm-i hadîs)
âlimlerinin, aklları şaşırtacak çalışmaları, vesîka olarak yeterdi. Hadîs
âlimlerinin kitâbları o kadar çokdur ki, yalnız fihristlerini bildiren yazılar
kütübhâneleri doldurmakdadır. Bu âlimlerin sayısı, binleri aşan bir ordudur.
Allahü teâlânın yardımına kavuşmuş bir ihlâs ve ihtisâs ordusudur. Bu gayretin
ulvî sebebini, maddî menfe’atler, geçici ve iğrenç zevkler peşinde koşan
reformcuların akl ve idrâki anlayamaz. Hadîslerin ve râvîlerinin incelenmesi o
kadar ince ve o kadar çok bilgilere dayanmakdadır ki, yalnız bu iş için,
(Usûl-i hadîs) denilen ayrı bir ilm meydâna çıkmışdır. Bir hadîs-i şerîfin
kitâba yazılabilmesi için, aklına, hâfızasının kuvvetine, doğruluğuna ve
iffetine temâmen güvenilecek bir zâtdan işitilmesi, onun da yine böyle olan bir
başkasından, böylece Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” kadar hep
güvenilen sağlam kimselerden işitilmesi şartdı. Her hadîsin üstüne bu râvîlerin
ismleri ayrı ayrı yazılır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” büyüklüklerini, yüksekliklerini anlıyamıyan İbni Teymiyye, Abduh ve
Mevdûdî ve benzerleri ile, islâmiyyeti anlıyamıyan câhil (dinde reformcular),
böyle sağlam hadîs kitâblarını târîh kitâbları gibi mi sanıyorlar? Hadîs
âlimleri, kendilerinden sonra hadîs-i şerîfleri gagalayacak olan ilericilerin,
dinde reformcuların türeyeceklerini sanki kerâmet gibi bilmişler, hadîs-i
şerîfleri haber veren Eshâb-ı kirâmın hepsinin ve Tâbi’înin çoğunun hâl
tercemelerini uzun uzun yazmışlardır. Bunlardan (Üsüdülgâbe) ve (El-istî’âb)
ve (El-isâbe) ve benzerleri gibi büyük kitâblar, bütün dünyâ
kütübhânelerinde yer almakdadır. Her sözü ezberlenmek için can fedâ edercesine
çalışılan ve zâtının ve hayâtının kıymeti ve ehemmiyyeti, kendisine yakın
olanlara da sirâyet ederek hepsinin hâl tercemelerinin, üstünlüklerinin, bütün
incelikleriyle kitâblara geçmesine sebeb olan, yeryüzünde (Muhammed)
aleyhisselâmdan başka bir zât dahâ gösterilebilir mi?
Dinde
reformcular, şan ve şereflerin semâsında parlayan bu iftihar yıldızını,
utanmadan, sıkılmadan, ilmden uzak sözlerle, münâkaşa kanalizasyonlarının
yayıldığı kirli topraklarına gömmek istiyorlar.
9
— Mûsâ
Beykiyef, (Şahsî ihtirâslar ve siyâsî çatışmalarla dahâ başlangıçda
kaynakları bulanmış olan din, sonraları Abbâsîler zemânında oyuncağa çevrilmiş
iken, Osmânlı devleti kuruldu) diyor.
Cevâb:
Zevallı Osmânlılar ne fenâ zemâna rastlamışlar! Dînin kaynakları o kadar
bulanmış ise, bugün dinde reformlar hangi temel üzerinde yapılacak? Hadîs-i
şerîflerin hemen hepsini şübhe altına alıyorlar. Reformcular Kur’ân-ı kerîm için
acabâ ne diyecekler? O menbâ’ da bulanık mı? Yukarıda, ahlâkı düzeltmek için din
lâzımdır dediklerini bildirmişdik. Menbâ’ları bulanmış ve oyuncağa çevrilmiş
olan din mi bunu yapacak? Sözleri birbirini tutmuyor. Koca reformcu moskof Mûsâ
Beykiyef de, kelâm, fıkh bilgilerine çatıyordu. İslâm âlimlerinin işi gücü
bırakarak, Yunan felsefesi ile uğraşdıklarını yeriyordu. O zemân Yunan felsefesi
Arabcaya terceme edilince, bir yenilik, ilericilik olarak islâm memleketlerine
yayılmışdı. Çok kimsenin akllarını, bilgilerini bulandırmışdı. Kelâm âlimleri,
zemânlarında ehemmiyyet kazanan o yeni fikrleri birer birer inceliyerek
cevâblandırdılar. Böylece, Ehl-i sünnet i’tikâdını sarsılmakdan korudular. Bugün
de, ilmin, fennin, yeni buluşların, islâm inançlarına bağlılığı bulunan
yerlerini incelemek, cevâblandırmak, din adamlarımızın şerefli bir vazîfesidir.
Dinde reformcular, bugün bu ihtiyâcı anlıyorlar, istiyorlar da, eski âlimleri,
zemânlarındaki vazîfeyi yapdıkları için, niçin lekelemeğe kalkışıyorlar? Demek
ki, bir ilme, bir temele dayanmadan, körü körüne, islâm âlimlerini küçültmek
çabasındadırlar. Bugün, din bilgileri, yeni buluşlara, bilişlere uydurulmuyor.
Büyük bir suç oluyor diyorlar. Eski âlimler, dîni, zemânlarının felsefesi ile,
yeni buluşları ile karışdırmışlar. O da suç diyorlar. Görülüyor ki, din
adamlarının her yapdıkları, reformculara göre suç olmakdadır.
10
— Mûsâ
Cârullah, (İslâmiyyetin temiz inanışları, İlm-i kelâm denilen akıntılarla
kirletildi, bozuldu) diyor.
Cevâb: Koca reformcu moskof Beykiyefin
kitâbından alınan bu sözler, din câhilliğinin açık bir etiketidir. İlm-i kelâmın
islâmiyyete nasıl ışık tutduğunu, nasıl hizmet etdiğini, o ilmin içine girerek
inceleyenler anlayabilir. Koskoca bir ilme karşı böyle derme çatma sözlerle
saldırmanın hiçbir kıymeti olamaz. Fen yobazları, ilm-i kelâma, hep nazariyyeler,
tecribesiz düşünceler diyerek saldırmakdadır. Bunlar bilmiyor ki, din bilgileri
nakl yolu ile, önce gelenlerden haber almakla öğrenilir. Tecribe, fen
bilgilerinde olur. Fen bilgileri tecribe ile öğrenilir. Her iki ilmin insandaki
yeri beyindir. Beyin ise, yalnız düşünür, hesâb eder. İşitdiğinin, yapdığının
doğru olup olmadığını anlar. Tecribeyi yapan, insanın beyni değil, organlarıdır.
Bu reformcu, bildiği şeyleri, elleri ile mi biliyor, yâhud ayakları ile mi
anlıyor?
11
— Reformcu
Mûsâ Cârullah diyor ki, (Fıkh kitâbları yazılırken ibâdetlerde, azâbı ve
sevâbı esâs tutmuşlar. Böylece islâmiyyeti sosyal bir din olmakdan mahrûm
bırakmışlar. Bunun şu günâhı var diyecek yerde ve Cehennem ateşinin şiddetini
anlatacakları yerde, islâmiyyetin ahlâk ve cem’ıyyet üzerindeki fâidelerini
anlatsalardı ve sevâb ve azâb yerine, akl ve zekâyı iknâa çalışsalardı,
islâmiyyeti sosyal bir din olmakdan mahrûm etmezlerdi. Allahın hikmetini temâmen
insan kafası anlayamaz. Buna inanıyoruz. Lâkin emrlerin ve yasakların hepsi
böyle değildir. Çoğunun sebebi, akl ile anlaşılabilir. Âlimler anlamadıkları
yerleri, (Allah bilir) deyip geçmişlerdir.)
Cevâb: İslâmiyyet, semâvî bir dindir. Her
semâvî dinde olduğu gibi, islâm bilgileri de ikiye ayrılmışdır: Din bilgileri ve
fen bilgileri. Fen bilgileri de, islâm bilgisidir. İslâm âlimi olmak için,
zemânının fen bilgilerini de, gücü yetdiği kadar öğrenmek lâzımdır. Fen
bilgileri, zemânla değişir, ilerler. Din bilgileri, hiç değişmez. Bu bilgiler,
inanılacak şeyler, emrler ve yasaklardır. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından
bildirilmişdir. Bu emrlerin ve yasakların hepsine (Dîn-i İslâm) denir.
İslâmiyyete uymağa, ibâdet etmek denir. Müslimânlar, Allahü teâlâ emr etdiği
için, vazîfeleri olduğu için ibâdet eder. İslâmiyyetin emrlerinde ve
yasaklarında, kulların dünyâları ve âhıretleri için nice fâideler bulunmakla
berâber, ibâdet ederken, Allahü teâlânın emri olduğunu, kulluk vazîfesi olduğunu
niyyet etmek, düşünmek lâzımdır. Böyle düşünmeden yapılan iş, ibâdet olmaz. Din
ile ilişiği olmayan bayağı bir iş olur. Meselâ, nemâz kılan adam, Allahü
teâlânın emrini yerine getirmeği ve kulluk vazîfesini yapmağı niyyet etmeyip,
nemâzın bir jimnastik, beden terbiyesi olduğunu düşünerek kılarsa, nemâzı sahîh
olmaz. İbâdet yapmış olmaz. Spor yapmış olur.
Oruc
tutanın da, yalnız mi’deyi dinlendirmeği, perhîz yapmağı düşünmesi, orucun sahîh
ve makbûl olmamasına sebeb olur. Muhârebe eden, canını tehlükeye koyan bir
müslimân da, Allahın dînini kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yeryüzüne yaymak ve
islâm düşmanlarını kırmak için değil de, şân ve şeref, mal ve rütbe için
dövüşürse, ibâdet yapmış olmaz. Cihâd sevâbı kazanmaz. Ölürse şehîd olmaz.
Bedenine zarar verdiği için alkollü içkileri bırakan adam serhoşluk günâhından
kurtulamaz. Frengi, belsoğukluğu ve aidis gibi korkunç hastalıklara yakalanmamak
için, zinâdan, genel evlere gitmekden sakınan kimse de, islâmiyyetde, afîf,
temiz sayılmaz.
İslâmiyyetde ibâdet yapmak için, niyyetin büyük önemi vardır. Yapılan her işin
islâmiyyete uygun olup olmadığı, niyyet ile anlaşılır. Allahü teâlâ, Cehennemden
kurtulmağı ve Cennete girmeği vazîfe olarak bildirmeseydi, yalnız Cenneti,
Cehennemi düşünerek yapılan ibâdetler de makbûl olmazdı. Tesavvuf büyükleri,
Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, ibâdet yaparken bunları
düşünmezler. Yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünürler. Fekat her müslimânın
âhıret menfe’atlerini düşünmesi, kâfi görülmüşdür. İbâdetleri âdetden ayırmak
için, dünyâ menfe’atlerini düşünmemek şart olmuşdur. Allah için ve âhıret
menfe’ati için yapılan şeyler, ibâdet olmuşdur. Dünyâ menfe’ati için yapılan
şeyler, âdet sayılmışdır.
İslâmiyyetde niyyet o kadar mühimdir ki, islâmiyyetin emr etdiği bir şey, dünyâ
menfe’ati için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi
bir dünyâ işi de, âhıret menfe’ati için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Mü’min,
zevcesinin ağzına götürdüğü lokmada bile sevâb kazanıyor. Bu hadîs-i şerîfi göz
önüne alarak, düşüncesini temizleyen ve niyyetini düzelten bir kimse, yimekde,
içmekde ve her dürlü dünyâ işlerinde âhıret fâidesini gözeterek, sevâb kazanmak
fırsatını elden kaçırmaz. İnsanlar bütün işlerinde, hattâ ibâdetlerinde, dünyâ
menfe’ati, maddî kazanç aramağa alışdırılırsa, menfe’atperestlik, egoistlik
hâsıl olur. Hâlbuki islâmiyyet, nefslerin böyle kötü isteklerini yatışdırmağı,
maddîcilikden fedâkârlık etmeği, menfe’ati hakîr görmeği, ahlâkın ve rûhun
temizlenmesini, yükselmesini istemekdedir.
İslâmiyyete
uymanın, ibâdet etmenin, dünyâ menfe’atleri üzerine kurulmayacağı, akl sâhibleri
için pek meydânda olan bir hakîkatdir. Böyle olduğunu aşağıdaki âyet-i kerîmeler
ve hadîs-i şerîfler de, ayrıca göstermekdedir: Şûrâ sûresinin yirminci âyet-i
kerîmesinde meâlen, (Âhıreti kazanmak için çalışanların kazançlarını
artdırırız. Dünyâ menfe’ati için çalışanlara da, ondan veririz. Fekat, âhıretde
bunların eline birşey geçmiyecekdir) buyuruldu.
İsrâ
sûresinin onsekizinci ve ondokuzuncu âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Menfe’atleri
ve lezzetleri çabuk geçen, tükenen dünyâyı isteyenlerden, dilediğimize,
istediğimizi veririz. Âhıret menfe’atleri için çalışan mü’minlerin mükâfâtları
boldur) buyuruldu.
Hûd
sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Dünyâda yaşamağı ve eğlenmeği
isteyenlerin çalışmalarının karşılığını bol bol veririz. Birşeyi esirgemeyiz.
Bunlara âhıretde yalnız Cehennem ateşi verilecekdir. Emekleri âhıretde boşa
gider. Yalnız dünyâ için yapdıkları işlerine, âhıretde bir karşılık hâsıl olmaz)
buyuruldu.
Bir hadîs-i
şerîfde: (Allahü teâlâdan başkası için her kim ne işledi ise, karşılığını
ondan istesin, denilecekdir) buyuruldu.
Başka bir
hadîs-i şerîfde: (Allahü teâlâ, âhıret için yapılan iyiliklere dünyâda da
mükâfât verir. Fekat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhıretde hiç mükâfât
vermez) buyuruldu.
Buhâriy-yi
şerîf kitâbında, birinci olarak yazılan (Her iyilik, niyyetine göre
değerlendirilir) hadîs-i şerîfi pek meşhûrdur.
Ahkâm-ı
islâmiyyenin âhıretdeki fâideleriyle birlikde dünyâdaki fâidelerini, sosyal
iyiliklerini de düşünmek yasak değildir. Hattâ, bu fâideleri, zemânın yeni
bilgileri ile açıklayarak anlatmak, din adamlarının vazîfesidir. Fekat, bu işin
yeri, reformcunun zan etdiği gibi, fıkh ve usûl-i fıkh kitâbları değildir. Çünki
fıkh ilmi, müslimânlara dînî vazîfelerini öğretir. Usûl-i fıkh da, bu
vazîfelerin dört ana kaynakdan nasıl çıkarıldığını gösterir. Ahkâm-ı islâmiyye
üzerine yürütülecek sosyal düşüncelerin ise müslimânlardan ziyâde, din
düşmanlarına karşı bir müdâfe’a silâhı ve yarış vâsıtası olarak hâzırlanması
lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyenin, dünyâda olan fâidelerini ve iyiliklerini
müslimânların da bilmesi pek fâidelidir. Ancak, müslimânların yalnız (bilmek)de
kalması lâzım olup, ibâdetleri dünyâ fâideleri üzerine binâ etmek derecesine
gelmemelidir. Böyle olursa, ibâdetler bozulur. İslâmiyyetin istediği vazîfelerde
dünyâ için ne kadar fâide bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın
emri olduğu için ve âhıretde, azâbdan kurtulmak için yapmak lâzımdır. Böyle
niyyet olunca, dünyâ fâidelerinin ayrıca düşünülmesi de, zarar vermez.
İbâdetlerde
âhıret fâidelerini bırakarak, yalnız sosyal iyilikler aramak ve bu araşdırmayı
esâs tutmak, dîne inanmamak hastalığının alâmetlerindendir. Dikkat edilirse,
dinde reformcuların sözleri, yazıları arasında hep o gizli hastalığın
belirtileri görülür. Yoksa, az bir din bilgisi olan, hattâ yalnız aklı ve zekâsı
ile düşünen herkes, niyyetin ehemmiyyetini elbette anlar. Reformcuların, akla ve
mantıka da uymayan böyle sözleri, âhıret hayâtına inanmadıklarını
düşündürmekdedir. Ahkâm-ı islâmiyyenin dünyâdaki fâideleri, iyilikleri pek mühim
ve meydânda olmakla berâber, Cennet ve Cehenneme inananlar, dünyâ menfe’atlerini
hâtırlarına bile getirmezler. Âhıretdeki sayısız ve sonsuz se’âdetler ve çok acı
ve nihâyetsiz felâketler karşısında dünyânın gelip geçici zevk ve acılarının hiç
değeri yokdur. Müslimânlara istikbâlin ehemmiyyetini anlatmak derdi ile
yürekleri yanan reformcular, âhıret denilen o en ehemmiyyetli istikbâle
inansalardı, din âlimleri tarafından müslimânların dünyâsına verilen ehemmiyyet
kadar olsun, kendileri de müslimânların âhıretine ehemmiyyet verir, yanık
sesleri ve gözü yaşlı kalemleri ile biraz da âhıret se’âdeti için feryâd
ederlerdi. Ahkâm-ı islâmiyye, sosyal fâideler üzerine kurulursa, bu ahkâmın
zemânla değişmesine, bozulmasına yol açar.
12
— Reformcu,
mezheblerin yalnız dört dâne olmasını kabûl etmiyor. (Müslimânlar dört
mezheb içinde sıkışıp kalırsa, terakkîye, ilerlemeğe imkân olamaz. Aklı, önce
din esâretinden kurtarmalıdır. Akl, Allahın verdiği sınırsız bir ni’metdir. Dört
mezhebin dışına çıkmalı, aklı hürriyyete kavuşdurmalı) diyor. Reformculardan
Celâl Nûri de (Târîh-i tedenniyât) kitâbında, (İctihad kapısı kapanmışdır
diyorlar. Bu olamaz. Osmânlılar yanlış, fenâ kanûnlara bağlı kaldılar. Dünyânın
öbür ucunda hayât şartları değişdi. Osmânlılar bunlara uymadı. Geri kaldı)
diyor.
Cevâb: Evet, yaşamak şartları değişdi. Fen
ve san’at ilerledi. Fekat, yanlış, fenâ kanûnlar diye taş atdıkları ahkâm-ı
islâmiyye, onları hangi buluşlardan men’ etdi? Yol yapmayın, tren işletmeyin,
gemi yapmayın, mâdenlerinizi yer altında bırakın, yâhud bunların işletme hakkını
komünistlere, kapitalistlere satın, kâfirlerle ticâret yapmayın, makine, teknik,
tayyâre, elektrik ve radyo gâvur îcâdıdır. Bunları sakın öğrenmeyin. Para
kazanmayın, futbol maçlarında birbirinizi öldürün mü dedi? Hâşâ, islâmiyyet
ahlâka, fazîlete verdiği önem kadar, san’atda, teknikde de çalışmağı ve
kâfirlerin bulduklarını da araşdırmağı, öğrenmeği önemle emr etmekdedir. Bunu,
ilerdeki sahîfelerde dahâ geniş açıklayacağız.
13
— Koca
reformcu Mûsâ Cârullah, (Osmânlılara önceleri uygun gelen islâm kanûnları
son zemânlarda, kâfî gelmedi, yetersiz oldu. Çünki, Osmânlı devleti kurulurken,
arab bedevîleri gibi idi. Sonra Avrupaya yayılarak, sosyal hayât değişdi.
Kanûnlar ise, donmuş olarak kaldı) diyor.
Cevâb:
İslâmiyyetin, çadırda yaşayan bedevîlere ve onlar gibi olanlara göre bir din
olduğunu, medenî milletler için reforma muhtâc bulunduğunu söyliyen
reformcuların, islâmiyyete nasıl bir gözle bakdıkları meydândadır. Bunlar, bir
yandan (dîne hurâfeler karışmış, ilk hâline çevirmek lâzım) derler. Bir yandan
da, (dînin ilk hâli arab çöllerinde çadırda yaşayanlar içindir) demekden
çekinmezler.
14— Reformcu,
(İslâm dîni, tek bir adam tarafından ortaya konulmuşdur) diyor.
Cevâb: Reformcu Mûsâ Cârullahın bu sözü,
dînin Allah tarafından gönderildiğine inanmadığını göstermekdedir. Vaktîle,
Hollandalı Dozy [1820-1884] de böyle söylemişdi. Dozy ve bundan duyduğunu
söyleyen bizdeki reformcu, islâmiyyeti, İngiliz parlamentosundaki birkaç yüz
meb’ûsun kabûl etdiği livâta kanûnu gibi, bozuk düşüncelerin ham meyvası gibi
sanmakdadır. İnsanların yapacağı kanûn, elbette dayanıksız olur. Bir zemân
sonra, yine yapanlar tarafından değişdirilmekdedirler.
15
— (Dinde
hakîkat tanınan herşeyin, her zemân hakîkat olarak, kabûl edileceğini, bir an
düşünsek bile...) diyor.
Cevâb: Dinde reformcular, dînin, sözünde
durmıyan adam gibi, bir hâlden bir hâle dönmesini mi istiyorlar. Hergün, başka
bir şekl alacak dînin, Allah tarafından gönderilmesine ne lüzûm var? Bunu herkes
yapabilir. İşlerine gelmeyince değişdirilecek bir din! İşte reformcular, böyle
din istiyorlar.