Mûsâ Cârullah Beykiyef 16-32.Madde

16 — (Nass olan yerde, ictihâd yapılamaz ve açıkça bildirilen emrler, başka ma’nâya çevrilemez, sözleri, islâmiyyetin iki temel kanûnudur. Bunun için islâm âlimleri, bankadaki fâizlere, harâm demişlerdir. Hâlbuki fâiz, sermâyenin gıdâsıdır. Sermâye, alışverişin, ya’nî ticâretin dinamosudur) diyor.

Cevâb: Dinde reformcu, fâizi sanki medh etmekdedir. Avrupada, Amerikada kapital sâhiblerinin, alnı terlemeden, oturduğu yerde para kazanmasına imrenmekdedir. Hâlbuki, kapitalistlerin bu sömürücülüğü, komünistliği doğurmuşdur. İslâmiyyet, fâizi harâm ve zekât vermeği emr ederek, sermâye sâhiblerinin, işçileri ve çiftçileri sömürmesini önlemiş, komünistliğe giden yolları tıkamışdır. İslâmiyyetin her dürlü fâizi kesinlikle yasak etmesini terakkîye engel gibi göstermek, modası geçmiş bir şikâyeti tâzelemek kadar ma’nâsızdır.

17 —(Fahr-i kâinat efendimiz, pek güzel olarak buyuruyor ki, (Akl ile nakl çatışırsa, akla uymalıdır). Dînin ihtiyâca göre değişdirilebileceği buradan anlaşılmakdadır) diyor.

Cevâb: Evet, aklın erdiği, gösterdiği bir hakîkat, hiç değişmez. Bunun için, aklın gösterdiği delîl ile, naklin değişdirilebileceğini, islâm âlimleri bildirmekdedir. Fekat, naklin bildirdiğini değişdirmeğe sebeb olacak delîli ortaya koymak, mantık ilminden haberi olmayan bu reformcunun aklı ile olamayacağı da meydândadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm bilgilerini ikiye ayırdı: (İlm-i ebdân) ve (ilm-i edyân). Ya’nî, z Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile değişdirmişdir. Kısas demek, geçmiş insanların, ümmetlerin hâllerini, yaşayışlarını anlatmak demekdir. Ahbâr ise, geçmişde olmuş ve gelecekde olacak şeyler demekdir. Meselâ, canlıların su ile yaşadığı, kıyâmet alâmetleri, Cennetde akar suların bulunduğu haber verilmişdir. Kısas ve haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmağa çalışılır. Bunlar arasında, birkaç dürlü anlaşılabilen bir bilgiyi, açıkca bildirilmiş olan başka bilgi ile çatışmayacak şeklde anlamalıdır. Burada akla düşen vazîfe, böyle bilgileri, açıkca anlaşılabilene uygun anlamakdır.

İslâm ilmlerinin ikincisi olan fen bilgilerine gelince: Bunlar, his organları ile ve bu organlara yardımcı âletlerle gözetliyerek, inceliyerek ve hesâb ederek ve deneyerek anlaşılan bilgilerdir. Bunların hepsi akl ile, zekâ ile yapılır. Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakl ile fen bilgisinde çatışma olduğu zemân, akla uyulur. Ya’nî nakl, akla uygun olarak açıklanır. Reformcunun işitmiş olduğu hadîs-i şerîf, işte bunu beyân buyurmakdadır. Fekat fen adamı görünerek, fen ile değil de hislerle, ihtirâslarla konuşan fen taklîdcisi, din ve ahlâk düşmanı yalancılara inanmamalıdır. İslâm âlimleri, akla çok kıymet verdikleri hâlde, bunlardan Şeyh-i ekber hazretleri, (Fütûhât) kitâbında nakli akldan üstün tutuyor. Reformcuların ustası olan ve akla hürriyyet vermeli diye bar bar bağıran moskof Mûsâ Beykiyef, islâm âlimlerine karşı ağzına geleni söylerken, Şeyh-i ekbere, yine yüksek bir yer vermekdedir.

18 — (İslâm kanûnlarının değişmez, donmuş olduğunu gösteren misâllerden biri de, evkâf teşkilâtıdır. (Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir) [ya’nî, vâkıf tarafından konulan şartlar, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdeki emrler gibidir] sözü, fıkh kitâblarının temel bilgilerinden biridir) diyor.

Cevâb: Vakf edilen mallar ve mülkler, vakf eden kimselerin hayâtda iken mallarıdır. Bütün dünyâ anayasaları, herkese kendi malını istediği gibi kullanmak hakkını tanıdığına göre, vakf edilen malları, vakf eden kimsenin istediği şartlara göre kullanmak lâzım geldiğine kimsenin dil uzatmağa hakkı yokdur.

19 — (Evkâfın bu kadar çok olmasının sebebi, dindârlıkdan, iyilikden ziyâde, yağmacıların topladıkları serveti, bir başkası yağma etmesin diye, binâların yüzde doksandokuzunu kendilerine ve evlâdlarına garanti ederek, geri kalan yüzde biri ile bir câmi’, bir medrese veyâ bir tekkeye sadaka vermişlerdir) diyor.

Cevâb: Vakf bilgilerini, böyle câhilce sözlerle değil, birer birer incelemekle konuşmak lâzımdır. Şu kadar söyliyelim ki, vakfların şimdiye kadar değişmeden kalması, çok iyi olmuş. Bu sâyede, devlet bütçesinin yarısına yakın bir değer taşıyan mallar, mülkler, millete kalmış. Eğer hükûmetlerin, evkâf mallarına el uzatmasına set çeken vakf kâidesi olmasaydı, bu büyük servetin yerinde şimdi belki yeller eserdi.

20 — (Müslimânlar arasında birçok parazit insanlar yaşıyor. İnsanın çalışmasından başka birşeyi olmadığı bildirildiği hâlde, medreseler, imâretler, tekkeler, fâidesinden ziyâde zararı olan milyonlarca tenbel kimse ile doluyor) diyor.

Cevâb: İnsanın çalışmasından başka bir kazancı olmadığını bildiren, Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmedir. Dinde reformcular, bu âyet-i kerîmeyi çok söylerler. Fekat ma’nâsını az anlarlar. Bu âyet-i kerîmeden önce ve sonra olan âyet-i kerîmeleri bilenler, bunun âhiret kazancı için olduğunu kolayca anlarlar. Bundan başka, dünyâda insanlar, çalışmadıkları şeylerden de istifâde edebilirler. Mîrâs, bunun açık bir misâlidir. Bu âyet-i kerîme, âhiretde bir insanın başkasının suçundan zarar görmiyeceği gibi, istifâdesinin de, yalnız kendi kazandığı olacağını bildiriyor. Her müslimânın, âhiretine zarar vermemek şartı ile, dünyâyı kazanmağa çalışması da lâzımdır. Böyle çalışmak ibâdetdir, dînî vazîfedir. Bu vazîfeyi bildirmek için, yukarıdaki âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vermenin yeri yokdur.

Reformcunun mekteb talebelerini zararlı bir parazit olarak göstermesi ve fakîrlere, kimsesizlere yardım için yapılan imârethâneleri, hayr yerleri olarak değil de, zararlı yer olarak göstermesi, şaşılacak şeydir. Medreselerin, imâretlerin, ya’nî aş evlerinin me’ârife, kültüre ve insanlığa fâideli olduğuna şübhe yokdur. Fakîrler için hastahâne de yapdırmamalı mı?

21 — (Hıristiyanlık da, sâbit idi. Değişmemesi için çalışdılar. Sonra, bir hıristiyan reformcunun isyânı, her tarafa yayıldı. Sâbit, değişmez olan kâideler yıkıldı) diyor.

Cevâb: İlâhî dinler hep sâbit idi. Din denilen şey sâbit olur. İnsanlar tarafından değişdirilirse, yenisine din denmez, dinsizlik denir. Şimdiki hıristiyanlık dîni böyledir. Î=full>Cevâb: Güstav Löbon, (Karışan ırklardan sayısı az olanlar, birkaç nesilden sonra, kanları değişerek yok olurlar) diyor. Osmânlılarda çoğunluk hep Türklerde olduğu için, türklük yok olmamışdır, artmış ve kuvvetlenmişdir. Avrupa milletlerinde demokrasi, sınırsız denecek kadar ilerlediğinden, ırklar büsbütün karışmış bir hâldedir. Bu karışıklıkları, gerilemelerine sebeb oldu mu? Amerikada belli bir ırk yokdur. Çeşidli ırkların karışmasından meydâna gelmişdir. Hâlbuki, teknikde en ileride bulunuyor. Müslimân olmakla da şereflenselerdi, ahlâkları da düzelirdi. Eski islâm medeniyyeti yeniden dünyâya ışık salardı. Irkların karışması, târîh boyunca çoğalmakda iken, medeniyyet azalmıyor. Reformcunun söylediğine göre, ırkların en az karışdığı ilk çağlardaki insanların dahâ medenî olması lâzım gelirdi. Hâlbuki, ilk insanların medenî olmadığını, kendi târîh kitâbları yazmakdadır. O hâlde Güstav Löbon’un teorisi doğru değildir.

Osmânlıların felâketini hâzırlayan ahlâksızlığın, çöküntünün sebebi olarak ırkların karışmasını göstermek, çok çürük ve pek gülünç bir davranışdır. Çöküntünün, ahlâksızlığın biricik hakîkî sebebi, okumuşlarda dinsizlik, okumamışlarda ise bilgisizlikdir. Dinsizliğin ahlâkı kötüleşdirmesi, bilgisizlik ile olan kötüleşmekden katkat fazladır. Bunun içindir ki, okumuş dinsizler, dahâ kötü, dahâ aşağıdır. O hâlde, cem’iyyetlerin yaşıyabilmesi için dinli bir ilm ve buna dayanan, bir terbiye metodu lâzımdır. Osmânlıların çökmesini önlemek için, eski dertleri olan cehâletden kurtarmak isteyenler, dahâ tehlükeli olan dinsizlik belâsına sürükleyerek, Osmânlı medeniyyetini büsbütün yok etdiler.

23 — (Osmânlı pâdişâhlarının kuvvetini halîfelik de artdırdıkdan sonra, sultânlar, milletin gözünde yarım ma’bûd gibi oldular. Onların bir işâreti ile, servet, haysiyyet, şeref, hattâ can dahî yok edilirdi. Bu dikta işkencesi, Allahın Cehennemlerinden ziyâde korku verirdi) diyor.

Cevâb: İslâm dîni (İslâmiyyetin yasak etdiği emrlere itâ’at olunmaz. Bunlara karşı da gelinmez) maddesini anayasaların başına koymuşdur. İslâm milletlerinin başında bulunanlar, ister pâdişâh, ister halîfe veyâ başka ism taşısınlar, her istediğini yapdırmak derecesine çıkamazlar. Hiçbir vakt, yarı ma’bûd olamazlar. Pâdişâhlar arasında böyle aşırı davrananlar aslâ görülmedi. Çok merhametli olanları, afv edicileri oldu. Çöküntü, zulmden değil, merhametden doğdu. Bu hâlleri, dinden değil, dîni dinlememelerinden olmuşdur. İslâmiyyetin, devlet reîslerini de içine koyduğu şartlar, sınırlar, islâm milletlerinin hepsi tarafından her zemân bilinmekde idi. İslâmiyyet, islâmiyyete uymayan, kanûnsuz hareket eden devlet başkanlarının keyfî emrlerini tanımamağı, dahâ Avrupalılar (İnsan hakları beyânnâmesi)ni yazmadan çok evvel, müslimânlara yalnız bir hak değil, bir vazîfe olarak da vermişdir.

24 — Reformcu diyor ki, (Dînin kendisi değil, fekat müslimânlardaki din anlayışı ve dîne dayanan dikta idâresi, kökünü yine dinden alan âile terbiyesi, ferdi, sosyal hayâtda başarısız bir hâle düşürmüşdür.)

Cevâb: (Vur abalıya) ata sözünü hâtırlatacak şeklde, her kabâhati dîne yükletmek ve dînin kendisi değil de, din anlayışı gibi kaçamak kelimeler arkasında maskelenmek, dinde reformcuların başlıca prensibidir. Dînin, dikta idâresini değil, adâleti emr etdiği, güneş gibi meydândadır. Bu hakîkati reformcunun inkâr etmesi, kör olanın güneşi inkâr etmesi gibidir. Bu inkâra ilm değil, maskaralık denir.

25 — (Kazâ ve kader bilgisi karşısında boynu bükük, elinde birşey olmadığına inanan müslimânlar, asrlarca korku altında yaşayarak, orta çağlarda, Avrupada kırbaç altında titreyen esîrler gibi, mutî’, zelîl, yaltakçı ve yalancı oldular. Osmânlıları fenâlığın bu derecelerine kadar sürükleyen sebeb, dindeki kazâ, kader, tevekkül, kanâat etmek ve müslimân olmak için, yalnız kalble inanıp bunu kısaca söyleyivermek husûsları imiş. Kazâ ve kader ile tevekkül, müslimânların azm ve irâdesini yok etmiş, çalışmalarına, varlıklarına güveni kaldırarak, işkencelere ve her dürlü aşağılığa katlanmak derecelerine düşürmüş. Aza kanâat etmek, milleti tenbel yapmış. Îmânın bu kadar basît olması da, müslimân olmak için, medenî ve ahlâkî meziyyetlerden hiçbirinin lâzım olmadığı ve her kötülükle îmânın birleşebileceği fikrini doğurmuş, hem tenbelliğe, hem de ahlâksızlığa yol açmışdır) diyorlar.

Bunların herbirini aşağıdaki maddede açık ve geniş anlatacağız.

26 — (Mü’min; hayrın da, şerrin de, cenâb-ı Hak tarafından ezelde takdîr edildiğine inanır. Biz kuluz. Kulun elinden birşey gelmez. Herşeyi yapan Allahdır. Kul, kaderi değişdiremez. Meselâ, rızk ezelde ayrılmışdır. Ne yapsak, bunu değişdiremeyiz. Ortada bir tehlüke var. Allah isterse, bu tehlüke bize dokunur, istemezse dokunmaz. Mü’min için Allaha tevekkülden başka çâre yokdur) diyor. Böylece islâmiyyetin temel inançlarını sarsmak istiyor.

Cevâb: Bu inanışların hepsi doğrudur. Tevekkülü ve kazâ ve kaderi yanlış anlayan câhiller gibi, reformcu da, bunları anlayamamış, dahâ doğrusu, kazâ ve kader bilgisini bozmağa çalışmakdadır. Şu kadar var ki, müslimânlar yanlış anlasa da, beğeniyorlar. Reformcu ise, beğenmemekdedir. Müslimânlar, böyle inandığı için tenbel oluyor denirse, ibâdetlerinde de tenbel olmaları lâzım gelir. Çünki, insanın elinden hiçbirşey gelmediğine inandığı için tenbel olan kimse, dünyâ işinde tenbel olduğu gibi, âhıret vazîfelerinde de tenbel olur. Müslimânlık insanın dünyâ işlerinde elini, kolunu, ihtiyârını ve irâdesini bağlı tutuyorsa, âhıret işlerinde de bağlı tutar. Böyle inanan kimselerin nemâzlarına, oruclarına varıncaya kadar bütün ibâdetlerinde tenbellik etdiklerine de reformcular inanıyor mu? İnanıyorlarsa, niçin biraz da bu tenbellikden şikâyet etmiyorlar? Bu tenbelliği ağızlarına, kalemlerine almamaları, müslimânların âhıret işlerinde, kazâ ve kadere inanmadıkları için mi, yoksa reformcuların o tarafa ehemmiyyet vermedikleri için midir? Hepimiz biliyoruz ki şimdiki müslimânlar, dînî vazîfeleri yapmakda da, tenbel olmuşlardır. Bu tenbellikleri de, dîni sevdikleri için olmaz ya! Müslimânlarda dîne bağlılık kuvvetli olsa idi, dînî vazîfelerinde, ibâdetlerinde gevşek davranmazlardı. Bu tenbellik müslimânlara nereden gelmiş? İyi incelenirse, canımızın kıymetli ve istirâhatın tatlı görünmesinden, ya’nî nefse uymakdan ileri geldiği anlaşılır. Câhillik de, buna eklenmiş. Cennetdeki kıymetli hayâtlara ve devâmlı istirâhatlara kavuşmak için, çalışmak ve fedâkârlık lâzım olduğunu anlamağa da cehâletimiz mâni’ olmuş. O hâlde, dîn-i islâmın yüksek ve kıymetli hakîkatlerini, bu tenbelliğe sebeb göstermek, çok haksız ve yersiz bir iftirâ olur. Hele tabasbus, riyâkârlık, yaltakçılık ve yalancılık gibi kötülükleri kazâ ve kadere yükletmek, çok çirkin bir iftirâdır. Bu kötülükler, menfe’atden, ya’nî dîni bırakıp, dünyâya sarılmakdan, dînin ahlâk kâidelerinden sıyrılmakdan ileri gelmekdedir. Kısaca, ahlâksızlıkların başı, dinsizlik ve câhillikdir. Allaha tevekkül eden ve kadere inanan kimse, yaltakçılığa ve yalancılığa tenezzül etmiyeceği gibi, kaderde olmıyan menfe’atlerin bu yollardan elde edilemiyeceğine de, inanır. Fâidenin ve zararın Allahdan geleceğine inanan kimse, kullara boyun eğer mi? Kimseye yaltakçılık yapar mı? Hâlbuki kazâ ve kadere inanmayıp, yalnız sebeblere yapışanlar ve bunların gayr-i meşrû’ ve kötü olanlarına da sarılanlar, o derekelere inerler. (Müslimânları ahlâksızlaşdıran şey, tevekkül ve kadere îmân değilse de, bunları yanlış anlamak değil midir?) süâli de yersizdir. Fenâlıklar, ahlâksızlıklar, tevekküle ve kadere îmânın herhangibir şeklde anlaşılmasından hâsıl olamaz. Çünki, kazâ ve kadere îmân ve bu kötülükler birbirinin zıddıdır. Aralarında hiçbir bağlılık yokdur. Tevekkül ve kader bilgilerinin yanlış anlaşılması bile, bu kötülüklere sebeb olmaz. Bu fenâlıkları, ahlâksızlıkları, tevekkülün ve kadere îmânın yokluğunda aramak lâzım iken, bunlar arasında herhangi bir yoldan bağlılık arayan ağızlara ve kalemlere yazıklar olsun! Müslimânların hastalıklarını böyle tersine mi teşhis ediyorlar? Kötü isteklere kavuşmak isteyen yaltakcıların, yalancıların tevekkülünden, kadere îmânından şikâyet etmemeli, onlara tevekkül ve kadere îmân tavsıye etmelidir. Bakınız Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hadîs-i şerîfde ne buyuruyor:

(Allahdan korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeblere yapışın. Kötü sebeblere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını temâm almadıkça, dünyâdan âhırete gitmez.)

İslâm düşmânlarının ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri sözlerden biri de: (Âlimler, milleti para kazanmağa teşvîk etmiyorlar. Dünyânın fânîliğini söyliyerek, müslimânları yaşamakdan soğutuyorlar) demeleridir. Hâlbuki, din âlimlerinin vazîfesi, müslimânlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları gibi, sevk-i tabî’î, içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları ihtiyâçlarını, menfe’atlerini, kısacası tabî’î vazîfelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen... gibi nasîhatları insanlara değil, hayvanlara bile bildirmeğe lüzûm yokdur. Din âlimlerinin vazîfesi dünyâ menfe’atlerini elde ederken, âhıreti unutmamak, hak ve adâleti gözetmek, nefse uymamak ve çalışırken, Allaha güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi kuvvetine ma’nevî bir kuvvet de eklemek gibi fâideli ve ışıklı yolları insanlara göstermekdir.

Süâl: Müslimânlar kazâ ve kaderi ve tevekkülü yanlış anlayarak tenbel olmuşlar, sonra ahlâkları da bozulmuş. Böylece fenâlıklara sürüklenmişler değil mi?

Cevâb: Bu söz doğru olabilir. Müslimânlarda yaltakcılık ve yalancılık gibi hâllerin hâsıl olması, kazâ ve kaderi ve tevekkülü büsbütün unutmalarına sebeb olur. Artık bunların yanlış anlayışlarını düzeltmek değil de, bunlara yeniden inandırmak lâzım olur. Böyle yapmayıp da, kader ve tevekkül kötülenirse, bunlardan büsbütün soğutulmuş olurlar. Kazâ ve kaderi ve tevekkülü kötülememeli, tenbellerin fenâ hareketlerini kötülemelidir.

Tevekkül, müslimânlarda bir za’f değil, bir kuvvetdir. Müslimânlar, dînimiz emr etdiği için tevekkül ediyor. Tevekkülü emr eden islâmiyyet, tenbelliği men’ etmekdedir. (Allah yolunda, ya’nî doğru yolda mücâhede ediniz!) ve (Yükü en büyük olan insan, mü’mindir ki, hem dünyâsını, hem de âhiretini düşünmekde ve ikisi için de çalışmakdadır.) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve (Allahü teâlâ aczi, gevşekliği ma’zur görmez. Aklını ve zekânı kullanmalısın! İşin ehemmiyyeti seni mağlûb edecek gibi olsa bile, Allahın yardımı bana yeter diyerek çalışmağa devâm etmelisin!) hadîs-i şerîfi buna şâhiddir. (Deveni bağla ve cenâb-ı Hakka tevekkül et!) hadîs-i şerîfi, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Ya’nî, tevekkül, Allahdan yardım bekliyerek, güçlükleri yenmek demekdir. Yoksa masonların dediği gibi, güçlükleri terk etmek değildir. İslâm âlimleri islâmiyyetin bu emrlerini, her asrda, her memleketde söylemişler ve kitâblarında yazmışlardır.

Tevekkül, iş yapmayıp tenbel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (Bir işe başladığın zemân, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) meâlindeki âyet-i kerîme, bu sözümüzü isbât etmekdedir. Bu âyet-i kerîme, tevekkül ile berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azm de lâzım olduğunu gösteriyor. Demek ki, her müslimân çalışacak, azm edecek, sonra da Allahü teâlâya güvenecekdir.

Dinde reformcular, insan nefsine güvenmelidir, diyor. Müslimânlar ise, insan yalnız Allaha güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları, tevekküle inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için, nefse güvenmek kelimesi ile bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalıyorlar. Görülüyor ki, tevekkül, müslimânlar için lüzûmsuz birşey değildir. Tevekkül edilecek, güvenilecek birşey lâzımdır.

27 — (Müslimânlar, rızkın ezelde ayrıldığına inanır. Kerîm olan Allahın onu geçindireceğini düşünür. Yolun neresinde kırılıp dağılacağı bilinmeyen eski bir araba gibi, herhangi bir tesâdüfün ona göstereceği ma’işet yolunda sürüklenir. Kazancını çalışarak artırabileceğini düşünmez. Fazla çalışmağa lüzûm görmez. Tenbel, mütevekkil oturmasında dînin te’sîri böyledir.

İrâde sahibi hür bir insan, nefsinin bir kuvveti olduğuna, nefsinin yapmaya kâdir olduğuna inanır. Bu itimat-ı nefis, insana hayat için mücâdele kuvveti verir. Mücâdele ettikçe, maksadına mani olan zorluklar çoğaldıkça, sarsılan gururunun artan ateşi ile daha fazla çarpışmak arzu ve kuvvetini kendinde duyar. Çünkü, sonunda kazanacağından emîndir. İşte bu emniyyet, bu îman karşısında hiçbir şey dayanamaz. Yaşamak istiyorsak, kendimizde itimâd-ı nefs hâsıl edelim) diyor.

Cevap: Birinci cihan harbinde böyle ateşli itimat-ı nefs derslerini pek fazla aldık. Başımızı ne büyük belâlara çarptığımızı gördük. Nefse güvenmek böyle deli gibi saldırmalara da sebep oluyor. Birinci cihan harbinde nefse güvenmek yerine, Allaha tevekkül hâkim olsa idi, o hareketlerden, ma’kûl ve meşrû olan ince noktalardan hiçbiri ihmâl edilmezdi. Çünki, Allaha tevekkül etmek için, ahkâm-ı ilâhiyyeye uymak lâzımdır. Bu da, bütün ince noktalara ehemmiyyet verdirir. İslâmiyyet, hem çalışmağı, hem de tevekkülü birlikde emr etmekdedir. Tenbel oturup da, tevekkül ediyoruz diyenler, bu iki vazîfeden birini yapmıyan kusûrlu ve dînin beğenmediği kimselerdir. Çünki, islâmiyyetin iki emrinden birincisini yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci vazîfeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi ayblı, kusûrlu oluyorlar. Hattâ bunların hatâsı, çalışmayanların hatâsından dahâ büyük oluyor. Çünki, biz insanlar, elimizden geldiği kadar çalışdıkdan sonra, Allaha tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allahdan beklemek ihtiyâcında bulunduğumuz gibi, çalışırken reformcuların bildirdiği nefs kuvvetini alırken bile nefsimize o kuvveti veren Allahı unutmayarak asl tükenmez ve yenilmez kuvvetin Allahı unutmamakda olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle muhtâcız. (Allah size yardım ederse, kimse size gâlib gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, mü’minler Allaha tevekkül etsinler!) ve (Sevgili Peygamberim! Onlara de ki, Allahü teâlâ dilemedikce, kendime hiçbir fâide ve zarar getirmeğe kâdir değilim) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve dahâ nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak i’timâd-i nefs diye birşey aramak, dîne yardım etdiklerini söyliyen reformculara yakışır mı? Bunlar, biz tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı, bunu istiyoruz da, diyemezler. Çünki, i’timâd-i nefs, ya’nî kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan birşeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeğe yol açar. İ’timâd-i nefs, mantık ilmine de uygun değildir. Çünki, güvenilecek birşey bulamamak demekdir. Bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe, güvenmek sözünün ma’nâsı kalmaz. Mantık ilminde (Devr-i bâtıl) ya’nî bozuk devr anlatılırken, (Bir şeyin kendine muhtâc olması lâzım gelir) denilmekdedir. Edebiyyâtda i’timâd-i nefs üzerinde çok durulur. Fekat, başka insanların yardımına güvenmek gibi bir düşünceye karşı olarak kıymetlendirilir. Bunu aşarak, Allahü teâlâya güvenmeği sarsdığı zemân, kötü ve zararlı olur. İ’timâd-ı nefsin, bu çıplak ma’nâsı ile akl ve mantık karşısındaki ma’nâsızlıkdan başka bir değeri olmadığı gibi, insanda bulunmayan büyük bir kuvveti elde etmeğe de yaramaz. Çünki, herkesin nefsi vardır. Herkesin nefsine i’timâdı insanların birbirinden farklı, üstün olmasına sebeb olmaz. Başkasının yumruğunu yimeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhûrdur. Birbiri ile çarpışacak kuvvetler için, sebeblere elden geldiği kadar yapışdıkdan sonra, i’timâd-i nefs yerine Allaha tevekkül ederek, Onun yardımını aramak ise, öyle değildir. İki taraf da Allaha tevekkül edince, eşid olurlar ise de, haklı olduğunu bilen taraf, karşısındakinin tevekkülden istifâde edemiyeceğine inanır. İ’timâd-i nefs olunca, böyle inanmasına bir sebeb yokdur. Bir kimse, Allah bana yardım eder, çünki, ben haklıyım derse, yakışır. Fekat, nefsim bana yardım eder, çünki ben haklıyım diyemez. Çünki, haksız olan egoistin nefsi, dahâ çok istemekde, dahâ azgın saldırmakdadır. Tevekkülün, kendini haksız bilen tarafın işine yarar bir kuvvet olamaması da bir kusûr değildir. İ’timâd-i nefs gibi, kötü maksadlarla kullanmağa elverişli olmadığını gösterir.

Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allaha sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, i’timâd-i nefsden beklenilen kuvvetden katkat fazla kuvvet hâsıl olmakdadır. Dinde reformcuların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları için olsa gerekdir. Çünki, tevekkül eden kimse, Allaha güvenip de, kendisi boş oturacak değildir. İ’timâd-i nefs sâhibi de, kendine güvenerek boş oturmayacağı gibi, ikisi de çalışacak, başkasına güvenmeyecekdir. Şu kadar var ki, kendine güvenen adam, kimsesizdir. Tevekkül eden müslimânın, kendi çalışmasından başka, Allahı vardır. Bu tükenmez kaynakdan kuvvet almakdadır. Tevekkül eden müslimân, hem bütün kuvveti ile çalışmakdadır; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi hodbinliğe, egoistliğe düşmemekdedir.

İ’timâd-i nefs, kimsenin yardımına güvenmiyerek, fazla kuvvetle çalışmak olduğuna göre, tevekkül etmek de, böyle çok çalışmağı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve bir tevâzû’la süslüyor. İ’timâd-i nefsden beklenileni, dahâ edebli ve dahâ kıymetli olarak te’mîn ediyor. Hülâsa, tevekkül, çalışmayıp, boş oturup, herşeyin kendi ayağına gelmesini beklemek değildir. Tevekkül, çalışıp, başarıya kavuşmak için, Allahü teâlâdan yardım istemekdir.

28 — (Yüksek hakîkatların birçok hurâfeler içinde yok olmasına, müslimânların kanâ’atkârlığı, tevekkülü ve teslîmiyyeti sebeb olmuşdu. Kanâ’atin tükenmez bir hazîne olduğunu bildiren hadîs öyle anlaşılmış ki, çalışmak lâzım olduğuna bile inanılmıyor) diyor.

Cevâb: Müslimânları, kanâ’at etdikleri için tenbel oldular diye lekelemek, çok haksız bir iftirâdır. Kanâ’at, çalışmayıp tesâdüfen önüne çıkanı kullanmak, başka birşey aramamak demek değildir. Kanâ’at, bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demekdir. Başkasının dahâ çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demekdir. Kanâ’at demek, ihtiyâcından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, islâmiyyetin emr etdiği hayrlı yerlere vermek, fakîrlere, kimsesizlere, hastalara, cihâd edenlere yardım etmek demekdir. Kanâ’at, böylece iyi ahlâkın kaynağı olduğu gibi, insana mahrûmiyyetler içinde kaldığı zemân se’âdet te’mîn eden sarsılmaz bir kal’a gibidir. Şâir diyor ki:

Ey zemân! İnsanlara hücûm ederken, beni de herkes gibi sanarak üzerime gelme! Bileğimi bükemezsin! Karşında beni yalnız sanma! Arkamda kanâ’at gibi yenilmez bir ordu vardır.

29 — (İslâmiyyetde mezhebler türedi. Îmânda bile ikiye ayrıldılar. Eshâb-ı kirâmın izinde gidenlere ehl-i sünnet denildi. Bu yoldan ayrılanlara, ehl-i bid’at denildi. Ehl-i bid’at de, yedi kısma ayrıldı. Şimdiki müslimânlar, bu bid’at fırkalarından cebriyye yolunu tutmuşlardır. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyenler, insanın elinden birşey gelmez. Herşeyi Allah yaratır. Takdîr ne yolda ise, insan da onu yapar diyorlar. Bunlara göre insan, her bakımdan âcizdir) diyor.

Cevâb: Reformcu, (Ehl-i sünnet) mezhebi ile Cebriyye fırkasını birbirine karışdırıyor. Evet insan, kudret-i ilâhiyye karşısında her bakımdan âcizdir. Fekat, müslimânlar kendilerini âciz, başkalarını kuvvetli bilseydi, o zemân reformcunun birşey söylemeye hakkı olurdu.

30 — (Çocukların zihnindeki anlama ve inceleme hâssasını ve bunları sormasını Osmânlı âilesinde kahhâr ve câhil cevâblarla körletmeyen, öldürmeyen yok gibidir. İnsanların sonsuz bir acz içinde olduğuna, herşeyin Allah tarafından yapıldığına, mezârların Allah ile kulları arasında bir vâsıta, bir şefâ’atçı olduğuna, devlet reîsinin hâkim-i mutlak bulunduğuna inanan ve cinler, periler, vampirler ile dolu rü’yâlar içinde boğulan kara câhiller, çocuklarının (niçin?)lerine her zemân: Allah yapıyor. Allah böyle takdîr etmiş, çok sorma, sus, günâhdır, küfrdür cevâbını verirler. Din âlimleri de, millete ibâdetlerin ahlâkî, ictimâ’î fâidelerini anlatmazlar. Yâhud anlatamazlar. Ana-babanın çocuk üzerindeki ezici davranışları, âlimlerin islâmiyyeti böyle yanlış anlamalarından ve anlatmalarından olmuşdur. Din, ahlâk, âdetler ve nâmûs üzerinde çocuğun düşünmesi, sorması yasakdır. Böylece çocuklarda tevekkül ve teslîmiyyet, irâdenin çökmesi, kararsızlık ve bunların netîcesinde, seciyyesizlik ve şahsiyyetsizlik hâsıl olmakdadır. Bunların hepsi ise, mağlûb olmak için ve kötü huyların yerleşmesi için elverişli sebeblerdir) diyor.

Cevâb: Dinde reformcunun yazdığı fenâlıkların hepsi dönüp dolaşıp dîne ve dînin dahâ ziyâde kazâ ve kader bilgisine ve din bilgilerinde süâl sorulamıyacağına yükletilmekdedir.

Mezârların Allahü teâlâ ile insanlar arasında bir vâsıta olması fikrini ileri sürerek, islâmiyyeti ve din âlimlerini suçlamak hiç doğru değildir. İslâm âlimlerinin hepsi, bu fikri red etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, müslimânları Allahdan başka kimseye tapınmakdan söz birliği ile men’ etmişlerdir. Allahü teâlâ ile kulları arasında ölülerin hattâ dirilerin vâsıta olması, müslimânlıkda değil, hıristiyanlıkda vardır. Papasların para karşılığında her günâhı afv edeceklerine inanıyorlar. [İslâmiyyetde hiçbir âlim, hiçbir velî, hiçbir Peygamber kimsenin günâhını afv edemez. Her müslimân günâhlarının afv edilmesi için, Allahü teâlâya kendisi düâ eder, yalvarır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarının düâlarını kabûl edeceğini bildirdi. Bunun için, müslimânlar, Allahü teâlânın sevdiği kullarının dirilerine ve ölülerine yalvararak kendileri için düâ etmelerini isterler.] Bunu müslimânlara yükleyip seciyyesizlik diyorlar da, hıristiyanlarda bulunduğu hâlde, Avrupalılara neden seciyyesiz demiyorlar? Son zemânlarda ilerici âilelerde alafranga yetişdirilen çocuklarda, o beğenilmeyen din terbiyesi olmadığı hâlde seciyyesizlikleri, ahlâksızlıkları gazete sütunlarını doldurmakdadır. Çocukları hoş tutmak ve sıkıntıya düşürmemek, onları tenbelliğe alışdırmak yolundaki âdetlerimizin zararını da islâmiyyete yüklemek çok insâfsızlıkdır. Çünki, islâmiyyetde baba, âkıl ve bâliğ olan çocuğunu beslemeğe mecbûr değildir. Onun çalışıp kazanması lâzımdır. Bunun için, her baba, çocuğuna ilm, edeb öğretdiği gibi, san’at öğretmeğe de mecbûrdur.

İnsanların yapdığı işlerde, irâdelerinin te’sîrini bildirmek bakımından, başlıca üç yol vardır: (Mu’tezile) fırkası, (Cebriyye) fırkası, (Ehl-i Sünnet) fırkası.

Mu’tezile mezhebine göre, Allahü teâlâ insanlara kudret ve irâde vermişdir. İnsanlar bütün işlerini kendileri yaratır. (Kul, fi’linin hâlıkıdır) derler. Kolun titremesi, kalbin atması kendiliğinden oluyor. Fekat kolu kaldırmağı, ayağın yürümesini insan yaratıyor dediler. İnsan, istekli işlerini kendi yaratmasaydı, Allahü teâlânın iyiliklere mükâfât, kötülüklere azâb yapması adâletsizlik olurdu, dediler. Böyle inanışlarına vesîka olarak, (Allahü teâlâ insanlara zulm etmez. İnsanlar kendilerine zulm ediyorlar) ve (Yapdıklarının cezâsıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeleri öne sürüyorlar.

Cebriyye fırkasında olanlar ise diyor ki, (Bütün olacak şeyleri kalem ezelde yazdı ve sonradan değişdirilmemesi için mürekkebi de kurudu. Herşey ezelde takdîr olunmuşdur. Allahü teâlânın ilminde olanlar ve ezelde takdîr etdiği herşey, öylece hâsıl olacakdır. Bunu kimse değişdiremez dediler. Ra’d sûresi onsekizinci âyetinde, (Allah herşeyin hâlıkıdır) buyuruldu. İnsanı yaratan, insana kudret ve irâde veren ve insanın bütün işlerini yaratan odur) dediler.

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildi seksenüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Cebriyye fırkasından olanlar, insanda irâde ve ihtiyâr, ya’nî seçmek ve dilemek yokdur dediler. İnsan her işini yapmakda mecbûrdur. İnsan, rüzgârla sallanan ağaca benzer. İnsan bir işi yapdı demek doğru değildir. Her işini Hak teâlâ yapar dediler. Bu sözleri küfrdür. Böyle inanan, kâfir olur. Bunlara göre, insanın iyi işlerine sevâb verilir. Kötü işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler ve günâh işleyenler ma’zûrdur. Suçlu sayılmazlar ve cezâ görmezler. Çünki bu kötülükleri, onlar yapmıyor, Allah yapıyor. İnsanlara zorla yapdırıyor diyorlar. Bu sözleri de küfrdür. Sâffât sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onlar inanışlarından ve yapdıklarından sorulacaklardır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, Cebriyye fırkasında olanlara, yetmiş Peygamberin la’net etdiği bildirilmişdir. Bu sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydândadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile değildir. Eli yukarı kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir. Cebriyye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşılmakdadır. Ahkâf sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Yapmış oldukları iyiliklerin karşılığını görürler) buyuruldu. Kehf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (İstiyen inanır, istiyen inanmaz. Biz, zâlimler [ya’nî inanmayanlar] için ateş hâzırladık) buyuruldu. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Onlar [küfr ederek ve günâh işliyerek] kendilerine zulm etdiler) buyuruldu. İnsanlarda ihtiyâr etmek, seçmek kuvveti bulunmasaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede, (Onlar, kendilerine zulm eyledi) demezdi. Çok kimseler Cebriyye fırkasına uyarak, insanlar dilediğini yapamaz, diyor. Günâh işlemeğe mecbûr olduklarını, zorla günâh işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özrlü, suçsuz gösteriyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, emrleri ve yasakları yapabilecek kadar insanlara ihtiyâr ve kuvvet vermişdir. Kalbin atması ile insanın yürümesi elbette başka başka hareketdir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fekat insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerîm olduğu, merhameti çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emr etmemişdir. Yapabilecekleri şeyleri istemişdir. Bekara sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emr etmişdir) buyuruldu. Cebriyye fırkasına çok şaşılır ki, kendilerini dinlemiyenlere, kendilerine sıkıntı verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek, yetişdirmek için dövüyorlar. Yabancı erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına yaklaşdırmıyorlar. Böyle yapanların canını yakıyorlar. Bunlar ma’zûrdur, mecbûrdurlar diyerek göz yummuyorlar. Fekat, âhiret işlerine gelince, bizim elimizde birşey yokdur, herşeyi Allah yapıyor diyerek, islâmiyyetin yasak etdiği kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emrleri, ibâdetleri yapmakdan kaçıyorlar.

İnsanlarda dilemek, istemek yokdur derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Tûr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecekdir. Onu kimse önleyemez) buyuruldu. Bir deliyi kendi evlerinde görseler veyâ bir günâh işlediğini görseler, aklı yokdur, ihtiyârı yokdur diyerek ses çıkarmazlar. Fekat aklı başında olan kimseler suç işleyince, cezâsını verirler. Demek ki buna, ihtiyârı olduğu için, isteyerek yapdığı için, cezâ veriyorlar. Cebriyye fırkası, insanlarda ihtiyâr yokdur dediği için ve Mu’tezile fırkası ise kazâ ve kadere inanmadıkları için, doğru yoldan sapdılar. Bid’at ehli oldular. Dalâlete düşdüler. İkisinin arasında kalan doğru yolu bulmak, (Ehl-i sünnet) âlimlerine nasîb oldu. İşitdiğimize göre, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı Ca’fer Sâdık “radıyallahü anhümâ”dan sordu ki, Ey Resûlullahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların arzûlarına bırakmış mıdır? Cevâbında buyurdu ki, Allahü teâlâ, Rab olmak, yaratıcı olmak sıfatını kullarına bırakmaz. İmâm-ı a’zam yine sordu: İşleri kullarına zorla mı yapdırır? Cevâbında zorla yapdırmaz. Kulların arzûlarına da bırakmaz. İkisi arasıdır dedi. En’âm sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen, (Müşrikler diyeceklerdir ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendiliğimizden birşeyi harâm etmezdik) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler, Allah bizim küfr ve şirk yapmamızı dilemiş diyorlar. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini, behânelerini kabûl etmeyecekdir. Böyle sözleri, câhil ve ahmak olduklarını göstermekdedir.

Süâl: Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiğine göre, hayr ve şer, herşey Allahü teâlânın takdîri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın dilemesi ile olmuyor mu? Bunların özrleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin kabûl edilmiyor?

Cevâb: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş olduklarını, ma’zûr olduklarını söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günâhları suç bilmiyorlar. Bunların kötülüğünü kabûl etmiyorlar. Allahü teâlâ, dilediği herşeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi, diyorlar. Bizim şirkimizi, küfrümüzü ve yapdıklarımızı kendisi dilemekde ve yapdırmakdadır. Onun için hepsini beğenir, sever. Bunları yapanlara azâb etmez diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda meâlen, (Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, dahâ önce gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tatdılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitâb ve sened gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize gösteriniz. Fekat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz) buyuruldu. Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde ve bütün Peygamberlerinin kitâblarında küfrün çirkin olduğunu ve hiç beğenmediğini bildiriyor. Kâfirlerin mel’ûn olduğunu ve rahmetine kavuşamayacaklarını ve sonsuz azâb çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin câhillik olduğunu bildiriyor. Çünki, bir şeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek olduğunu göstermeyebilir. Küfrü ve günâhları elbette Allahü teâlâ dilemekdedir. Çünki, Onun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunları dilemekde ise de, râzı değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmekdedir. Kâfirlerin bu sözleri, Cebriyye fırkasının inanışına uygundur. İhtiyârları, ya’nî seçip yapma hakları olmadığını söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu sözlerini reddetmiş, yüzlerine çarpmışdır. Çünki, böyle inanmanın yanlış olduğu yukarıda bildirildi.

Kâfirlerin bu sözleri, belki de alay etmek içindir. İnançlarını bildirmek için değildir. Çünki kendi işlerini kötü bilmiyorlar. İyi birşey yapdıklarına inanıyorlar. Bu işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor diyorlar.

Süâl: İnsanların her işi, Hak teâlânın dilemesi ile olmakdadır. Hayr ve şer ezelde takdîr edilmiş, yazılmışdır. Böyle olunca, insanın ihtiyârı, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdîr edilmiş olan iyi ve kötü şeyleri yapması lâzım gelmez mi?

Cevâb: Ezeldeki, ya’nî sonsuz öncelerdeki takdîr, (Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacakdır) şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, ya’nî seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Ezeldeki takdîr, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yaratdıklarında, yapdıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, Allahü teâlâ da, herşeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmakdadır. Allahü teâlâ muhtârdır. Diler, seçer, dilediğini ve seçdiğini yaratır. Seksenüçüncü mektûbun tercemesi burada temâm oldu.

Ehl-i sünnet mezhebi, mu’tezile ile cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmağa mecbûr da değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözlerini biraz açıklıyalım: Dîn-i islâmda ve semâvî olan bütün dinlerde herşey, her iş Allahü teâlânın takdîri ile, irâdesi ile hâsıl oluyor. Fekat, insan bir işin ezelde nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni’ değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıkdan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin yirmiikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtda kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuşduğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrûr olmayasınız. Allahü teâlâ kibrlileri, egoistleri sevmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiçbir zemân ye’se, ümmidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni’ olmaz. Çalışmasını kamçılar. (Çalışınız! Herkes, kendisi için takdîr edilmiş olan şeylere sürüklenir) hadîs-i şerîfi de, insanın çalışmasının; kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini, çalışmak ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmekdedir. Bir adamın iyilik için çalışması, bu adam için ezelde iyilik takdîr edilmiş olduğunu göstermekdedir. Çünki herkes, kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan işleri yapmağa sürüklenir.

Kazâ ve kadere inanmak ve bütün hayrları ve şerleri cenâb-ı Hakdan bilmek, müslimânlar için nasıl bir vazîfe ise, hayrlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ olan işlerden kaçınmak için çalışmak da, vazîfedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdîr ve irâde buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünki, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdîr etmesi, kulların arzûlarına, irâdelerine zıd değildir. Cenâb-ı Hakkın ezelde bilmesi, işlerin olmasına veyâ olmamasına bir te’sîr yapmıyor. (İlm, ma’lûma tâbi’dir) sözü de, ilmin işlere te’sîr etmeyeceğini anlatmak için söylenmişdir.

Bir insan, iyi veyâ kötü bir iş yapar. Allahü teâlâ, ezelde ya’nî çok önceden, o işin yapılacağını bilmiş ve bildiğine göre takdîr eylemişdir. Allahü teâlânın takdîri yerini bulacakdır ve bu takdîre sebeb olan ilmi de yanlış çıkmayacakdır. Görülüyor ki, insan bu işi yapmakda mecbûr olmuş değildir. Allahü teâlâ, bu kimsenin o işi kendi irâdesi ile, arzûsu ile yapacağını ezelde bilmişdir. Kulun ihtiyârı, ya’nî irâdesi, ezeldeki kazâ ve kaderin sebebi olmakdadır. Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, o işin yapılacağını ezelde bildiği ve öylece takdîr etdiği için, insan o işi yapmağı irâde edecek değildir. İnsanın irâdesini, o işi yapmağa kullandığı için, ya’nî o işi yapmak isteyeceğini Allahü teâlâ ezelde bildiği için takdîr eylemişdir.

İnsanın bir işi yapmasına ilk sebeb, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzûsu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdîr etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki takdîrden önce ilm-i ilâhîdedir. Böyle olduğu için, ezeldeki takdîr, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine birşey yapamıyacağı, herşeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için, kulun bir işe olan irâdesini Cenâb-ı Hak, kendi takdîri ile yapdırmakdadır. İşte Ehl-i sünnet, burada mu’tezileden ve onların yolunda olan şi’îlerden ayrılmakdadır. Onlar (Cenâb-ı Hak, insanları yaratır ve kendilerine kudret ve irâde verir, ötesine karışmaz) diyorlar. Ehl-i sünnet ise, (Cenâb-ı Hak, sizin ve vücûde getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun olarak, kulların her hareketi, her işi, Cenâb-ı Hakkın halk ve îcâd etmesi ile ve kuvvet vermesi ile, yapdırması ile hâsıl oluyor, diyor. Cenâb-ı Hakkın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıkdan sonra oluyor. İşin irâde-i cüz’iyye ve kesb denilen bu kısmı insana âid olup, bunu Allahü teâlâ halk ve îcâd etmez. Çünki bu, bir varlık değildir. Halk ve îcâd, hâricde var olan şeylerde olur.

İlm-i ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve reformcuları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i ilâhînin hiç şaşmaması, ilmlikden çıkarak cebre dönmesine sebeb olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen mu’allimin bu bilgisi, imtihânını veremiyen talebesi için, bir cebr ve zulm olamaz. Allahü teâlâ, ileride olacak herşeyi ezelde biliyor. Herşeyin bu bilgiye uygun olarak olması, insanın irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermez. Çünki, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. Elbette bu bilgisine uygun yaratacakdır. Bu bilgisine elbette uygun yaratması, onun irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermiyeceği gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru olmaz.

İnsan birşey yapacağı zemân, önce bunu ihtiyâr eder, seçer, irâde eder, ister. Sonra yapar. Bundan dolayı, kullar, iş yapmakda mecbûr değildir. İster yapar. İstemezse yapmaz.

İnsanın bir işi yapmak istemesi için, önce bu işi görerek, işiterek, düşünerek hâtırlaması, kalbine gelmesi lâzımdır. İnsan, kalbine gelen birşeyi ister veyâ istemez. Meselâ, ben bir şeyi fâideli bulurum, yapmak isterim. Siz de lüzûmsuz görür, yapmak istemezsiniz. İşlerinde hür olduğunu söylediğiniz insanların iş yapmağı önceden kalbine getiren, fâideli, lüzûmlu olup olmadığını bildiren kimdir? Bendeki düşünce, sizde niçin hâsıl olmaz? Hâsıl oldu ise, size niçin lüzûmlu görülmez? İşte bu çeşidli sebebler, insanın elinde değildir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçı (İnsanlar irâdeli işlerinde hür iseler de, irâde ve ihtiyârlarında hür değil, mecbûrdur) demişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, (İstediğimi yaparım) diyen bir adama, (istediğini isteyebilir misin?) demişdir. Kur’ân-ı kerîmde Dehr sûresindeki âyet-i kerîmeye, Ebül-Hasen-i Eş’arî hazretleri, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini istersiniz!) ma’nâsını vermişdir. Kazâ ve kader bilgisi üzerinde (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının, ikinci kısm, dördüncü ve 47, 48, 49 ve 50. ci maddelerinde geniş bilgi vardır. Lütfen oradan okuyunuz!

Kasas sûresinin altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Rabbin, kendi istediğini yaratır. Yalnız O ihtiyâr eder, seçer. Onların irâde ve ihtiyârları yokdur) ve Enfâl sûresi yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhakkak biliniz ki, Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) ve Kasas sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen sevdiğini doğru yola getiremezsin. Allahü teâlâ dilediğini doğru yola götürür) ve En’âm sûresinin yüzonbirinci âyetinde meâlen, (Biz onlara gökden melekleri indirsek ve karşılarında ölüleri konuşdursak ve her istediklerini onlara versek, biz dilemedikçe yine îmân etmezler) ve bu sûrenin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kime hidâyet etmek isterse, onun göğsünü islâmiyyet için genişletir. Dalâletde bırakmak istediğinin göğsünü de, o derece dar ve sıkı bulundurur ki, oraya hakîkatin girebilmesi, sâhibinin göke çıkması gibi mümkin değildir) ve Hûd sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Ben size nasîhat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalâletde kalmanızı dilemiş ise, size fâidesi olmaz) buyuruldu. Kazâ ve kadere inanmayan mu’tezile fırkası ile bunların izinde gidenler, bu âyet-i kerîmeler karşısında şaşırıp kalmakdadırlar.

Hadîs-i şerîfde, Mûsâ aleyhisselâm ile Âdem aleyhisselâmın kazâ ve kader üzerindeki konuşmaları uzun bildirilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının, ikinci kısm, ellinci maddesinde geniş yazılıdır.

İnsan irâdesinin de, cebre doğru sürüklendiğini gösteren bu vesîkalar yanında, insanı işlerinde sorumlu tutacak bir hürriyyete mâlik olduğu da meydândadır. Dünyânın her yerindeki mahkemeler, hattâ her insanın vicdânı, bir can yakanın, bir zâlimin afv edilmesini istemez. Cebriyye mezhebinde olan koyu bir müteassıb bile, kendisine haksız saldıran bir adama kızmakda, hattâ ona karşılık yapmakda kendini haklı bulur. Şâirin biri diyor ki: (Kazâ ve kaderin işkencelerine bile râzı olduğunu söyleyen cebriyye fırkasındaki birinin ensesine bir tokat vur! Ne yapıyorsun diyecek olursa, kazâ ve kader böyle imiş de! Bakalım sana hak verir mi?)

Dünyâdaki bütün adâlet kanûnları ve ahlâk prensibleri, Kur’ân-ı kerîmden alınmışdır. Meselâ Zilzâl sûresinin yedinci ve sekizinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da, onun karşılığına kavuşur) buyuruldu. Bu da, adâlet-i ilâhiyyesini tasdîk etmekde ve kuvvetlendirmekdedir.

En’âm sûresinin yüzkırksekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâya başkalarını ortak edenler, Allah istese idi, biz müşrik olmazdık dedikleri zemân, onlara, hüccet-i bâliğa Allahındır. Allahü teâlâ istese idi, hepinize hidâyet ederdi, diye cevâb ver!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin (Allah istese idi, biz müşrik olmazdık) sözlerini red etmiyor. Onların bu sözlerindeki bozukluk, yanlışlık, (Allah dilediği için suçlu olduklarını) bildiklerinde değildir. Bu sözü Peygamberleri susdurmak için ve kendilerini suçlu olmakdan kurtarmak için söylemelerindedir. Çünki, Allah istese idi müşrik olmazdık sözleri doğrudur. Nitekim, bu âyet-i kerîmede, meâlen (Allahü teâlâ istese idi, hepinizi doğru yola götürürdü) buyuruldu. En’âm sûresindeki yüzyedinci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ istese idi, onlar müşrik olmazlardı) buyuruldu. Müşriklerin bu sözleri doğru ise de, bu sözü Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” susdurmak için söylemeleri çirkin olmakda ve azarlanmakdadırlar. Çünki Allahü teâlânın, emr etdiği şeylerin hepsini irâde etmiş olması lâzım olmadığı gibi, yasak etdiği şeylerin hepsini irâde etmemiş olması da lâzım gelmez. Ya’nî Allahü teâlâ, dünyâda olacak herşeyi ezelde irâde etmişdir. Bunların içinde, kendinin yasak etdiği, râzı olmadığı şeyler de vardır. İrâde etmek, ya’nî istemek başkadır, râzı olmak, beğenmek başkadır. Bu ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, bir işin yapılmasını irâde etdiği hâlde, insanların o işi yapmasını yasak etmiş olabilir.

(Beled) sûresinin sekizinci âyeti ve (Veşşemsi) sûresinin sekizinci âyeti de, Allahü teâlânın insanlara maddî ve ma’nevî kuvvet verdiğini ve iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve mes’ûliyyetin insana âid olacağını açıkça anlatmakdadır.

Görülüyor ki, insan bir bakımdan fâil-i muhtârdır. Her işinden dünyâda da, âhiretde de mes’ûldür. Fekat, insanın ihtiyârını ve irâdesini kendi hâline bırakmıyan bir irâde-i külliyye vardır. İnsan, kendisinin kâdir veyâ âciz olduğuna karar verememekdedir. Bu soruyu çözmek çok güçdür. Dünyâda eşi bulunmaz bir bilmecedir dense yeridir.

Yukarıda geçen, (Siz yalnız Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz) meâlindeki âyet-i kerîmeye, Ebû Mensûr Mâtürîdî hazretleri şöyle ma’nâ vermekdedir: (Allahü teâlânın irâdesi, sizin irâdenizle berâberdir. Siz irâde edince, Allahü teâlânın irâdesini hâzır bulursunuz). Eş’arî mezhebine göre, âyet-i kerîme, Allahü teâlânın irâdesini bizim irâdemizle birleşdirmiyor. Bizim irâdemizi Allahü teâlânın irâdesine bağlıyor. İnsanlardan, iyi şeyleri irâde etmeleri isteniyor. Böyle irâdelerinin, irâde-i ilâhiyyeden kuvvet alabileceğini söyliyor. Kulun her işi gibi, irâdesi de, cenâb-ı Hakkın izn vermesine muhtâcdır, diyor. Bir âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfinin (Onlar için irâde ve ihtiyâr yokdur) olduğunu yukarıda bildirmişdik. Kureyş kâfirleri, (Şu Kur’ân, Mekkenin veyâ Medînenin ileri gelenlerinden birine indirilseydi) diyorlardı. Bu âyet-i kerîme, insanlarda, kimin Peygamber olacağını seçmek irâdesinin bulunmadığını bildirmekdedir. (Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) meâlindeki âyet-i kerîme de, Beydâvî tefsîrinde bildirildiği gibi, Allahü teâlânın, kalblerdeki en gizli şeyleri gördüğünü, bildiğini anlatmak için gönderilmişdir.

Âdem aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâmın konuşmalarını ve Âdem aleyhisselâmın kazandığını bildiren hadîs-i şerîfe gelince: Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Âdem aleyhisselâmın beğenilmeyen işinde, kesb, kazâ ve kader ve tevbe bir araya toplandı. Tevbe ile kesb birleşince, iki zıd elektrik yükü gibi, birbirlerini yok etdiler. Ortada yalnız kader kaldı. Kazâ ve kader için de, kimseye birşey denilemiyeceğini bildiriyorlar. Âdem aleyhisselâmın yapdığı işin kendine olan tarafı tevbe ile düzeldikden sonra, evlâdına olan tarafı, ya’nî insanların yeryüzünde yaşamalarına sebeb olması, insanlar için bir kader-i ilâhîdir.

Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerde işlerin yalnız Allahın irâdesi ile olacağının bildirilmesi de, kaderin kazâ hâlini aldığı hâller içindir. İnsanlar, kendi irâdeleri ile kaderdeki işleri yapmağa başlar. Allahü teâlâ da bunları irâde etdikden sonra, iş kazâ hâlini alır. Ya’nî meydâna gelir. İşte kaderdeki işler, kazâ hâline gelince, insanların irâdesi artık bunu değişdiremez. Se’âdet veyâ felâket geri dönemez. (Yasîn) sûresinin, (Onların önlerine ve arkalarına sed çekdik. Gözlerini perdeledik. Artık görmezler) meâlindeki âyet-i kerîmesi ile Bekara sûresinin baş tarafındaki (Allahü teâlâ onların kalblerini mührledi. Kulaklarını ve gözlerini perdeledi) meâlindeki âyet-i kerîme, bu hâli haber vermekdedir. Bu âyet-i kerîmeler, ayrıca gösteriyor ki, kendilerini herhangi bir sûretle, Allahü teâlâya sevdirenler himâye edilir ve dahâ çok hidâyete kavuşdurulur. Gadab-ı ilâhîye sebeb olanlar da, kötü işlerinde terk edilirler. Pek nâzik ve ince işler, bu sevgiye veyâ gadaba sebeb olabilir. Bunun için, insanın Allahına karşı çok uyanık olması lâzımdır. Kaderde bulunan işler, kazâ hâline gelmeden önce, insan dış etkilerin baskıları altında kalsa bile, irâde ve ihtiyârı elindedir.

İnsanlar irâde sâhibidir. Düşüncelerinde ve hareketlerinde hürdür. Fekat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebebler insanı hür olmakdan çıkarmaz. Çünki, bu sebebler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebebsiz olarak da irâde eder ve yaparlar. Sebebler varken, insan istemezse, iş çok zemân olmaz. Sebeblerin bulunması, işin yapılmasını îcâb etdirseydi, Allahü teâlânın da irâde ve ihtiyârı bozulurdu. İnsan bir işi yapıp yapmamağı irâde etmeden önce, zihninde düşünür, tartışır. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı ençok para veren müşteriye satar. Bu müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmağa mecbûr gibidir. Biri çıkıp da, az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmağa da mecbûr olabilir.

Allahü teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan ni’metlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebebler hâzırlamakla berâber insanların zihnlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekde bulunan sebebler, düşünceler de yaratmışdır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihnde yaratdığı sebeblerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, insan iyi tarafı irâde eder. Meselâ bir me’mûr, iyi çalışmasını îcâb etdiren kanûn ve nizâmları bilirken, kanûna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdânında kanûnun yasağına karşı ağır basan bir sebeb, bu yolsuzluğu yapmağa onu zorlamışdır. Yapılmayacak bir işi, dayanamamış, yapmışdır. Para teklîf edilmesi ve Allahü teâlânın zihnde yaratdığı para sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de, kanûn bunu iyi karşılamaz.

Hükûmet kanûnları gibi, din ve ahlâk kanûnlarını koyarak, onlara uymağı sıkı emr eden Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması, hükûmetin me’mûru tecribe için el altından rüşvet göndermesine, me’mûrun da, yaman bir imtihân geçirmekde olduğunu anlayarak dikkatli ve uyanık olması îcâb etmesine benzer.

Aklları yoran, fikrleri yıpratan bu ince bilgileri, din âlimleri, müslimânların başına belâ etmemişdir. Âlimler incelemişler ve binlerle kitâb yazmışlardır. Dinde reformcuların, çocukların sormalarına, incelemelerine hak verip de, din âlimlerinin incelemelerini ve yazmalarını kötülemelerine şaşılır.

Tabî’iyyecilerden bir kısmı ve komünistler, herşeyi tabi’at yapıyor dedikleri hâlde, bu gizli kuvveti anlıyamıyorlar. Herşeyin gizli bir kuvvet altında yapıldığına inanmak, müslimânlar için, niçin bir suç olsun?

Kazâ ve kader bilgisinde, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, başka bir yol tutmuşdur. Bağdâd Müftîsi Şihâbüddîn Mahmûd Âlûsî de, bu yolda yürümüşdür. Bunlara göre, hayr ve şerri irâde etmek, insanın bir özelliğidir. Bu özellikleri, Allahü teâlâ yaratmaz. Meselâ: Allahü teâlâ, elmayı elma yapmadı, yalnız onu yaratdı derler. Son söz olarak deriz ki, Ehl-i sünnet âlimlerine göre, (İnsan birşeyi irâde edince, Allahü teâlâ da irâde ederse, o şeyi yaratır. İnsanın her işi, bu iki irâde ile hâsıl olmakdadır. Birinci irâdeye göre, insan mes’ûldür. Fekat işler ikinci irâde ile meydâna gelmekdedir.)

Dinde reformcuların dediği gibi, islâm âlimlerinin kazâ ve kader üzerinde çok kitâb yazmaları, vehmler, hayâller ve hurâfelerle uğraşmak değildir. İlm üzerine dayanan incelemelerdir. Cinlerin, perilerin, vampirlerin hayâllerini karışdırmışlar demeleri de, islâm âlimlerine karşı büyük bir iftirâ ve saygısızlıkdır. Kadınlarda, câhillerde, çocuklarda çok bulunan bu hayâllerin ve efsânelerin geldiği yer, islâm âlimlerinin kitâbları değil, Avrupadan, Amerikadan gelen hayâllerle, cinâyetlerle doldurulmuş olan romanlar ve filmler ve yehûdî ve hıristiyanların bozuk inançları olsa gerekdir.

Evet, cin vardır. Buna inanmak lâzımdır. Fekat, vehmleri, hayâlleri cin sanmak yanlışdır.

Müslimânların kazâ ve kadere inanmasını, çalışmağa, ilerlemeğe mâni’ gibi göstermeğe kimsenin hakkı yokdur. Bu iftirâlar, komünistlerden ve masonlardan sızıp gelmekdedir. Kazâ ve kadere îmân, çalışmakda gevşeklik göstermeği veyâ egoist olmağı önler. İnsanların anlayışları, bilgileri ve güçleri dışında kalan hâdiseleri, tesâdüfün şu’ûrsuz irâdesine bırakmakdan ise insan kendi irâdesinin çarkını, atomdan güneşe kadar herşeyi kaplayan düzgün bir makinanın hareketlerine bağlarsa, ya’nî tedbîrini takdîre uydurmağa çalışırsa, işlerinin dahâ başarılı olacağı meydândadır. Cebriyye mezhebinde olanları susdurmak için onlara deriz ki: Tehlükeli bir yerde düşmanın hücûm edeceği haber alınsa, siz de buna inansanız, (takdîr ne ise, onu yaparlar. Başka birşey yapamazlar. Allahın takdîr etdiğine çâre bulunmaz) diyerek, râhat oturur musunuz? Yoksa karşı koymağa veyâ tehlükesiz bir yere gitmeğe hâzırlanır mısınız? Böylece, insanlarda tehlükeden kurtulmak ve ihtiyâclarını elde etmek için, çalışmak hissinin, yaratılışda bulunduğu, Cebriyye tarafından da bildirilir. İnsanın ufak tefek işlerde kadere inanıp da, böyle tehlükeli veyâ muhtâc olduğu zemânlarda inanmaz olması da düşünülemez.

Müslimânların geri kalmasını, cehâletde, gafletde ve tenbellikde aramalıdır. Cehâletin nerden ve nasıl geldiğini de dahâ önceki sahîfelerde bildirmişdik. Kazâ ve kader gibi yüksek bilgileri, kabâhatin içine karışdırarak, müslimânların îmânlarını bozmağa çalışmamalıdır.

31 — (Avrupa kıt’ası küçük ve çok kalabalık ve toprağı fakîr olduğundan Avrupalılar yaşayabilmek için, tabi’atla çarpışmağa, fen ve san’atda ilerlemeğe mecbûr oldu. Muhtâç olan Avrupalıların birbiri ile döğüşmesi de, buna sebeb oldu. Afrikada sıcak havalar insanları gevşetdi. Ekvator ormanlarındaki bol ve çeşidli meyvalar tenbelliğe sebeb oldu. Asyada, Afrikanın kızgın çölleri ve Avrupanın buzlu dağları olmadığı için, Asyalılar râhat yaşadılar. Hayâtı kazanmak için kolay çalışdılar. Asya kıt’ası medeniyyetin beşiği oldu. Demek ki, şarklı bir millet de çalışabilir, yükselebilir. Osmânlıların geri kalmasını, şarklı olmasında, iklimde aramamalıdır. Dinde, kazâ ve kader anlayışında aramalıdır) diyor.

Cevâb: Osmânlıların kazâ ve kaderi yanlış anladıklarını, insanların kendilerine kıymet vermeyip, hâdiselere teslîm olduklarını bir an için kabûl etsek bile, çöküntüyü meydâna getiren sebebler başkadır. Bunu kısaca açıklıyalım:

Müslimânların hâdiselere teslîm olmasını hoş görmeyen ilericiler, gözlerini açar açmaz, milletin bu hâlinden istifâde ederek, onları aldatmağa, mevkı’ ve menfe’at kapışmağa koyuldular. Onlar memleketin yükselmesi için çalışsalardı, itâ’ate ve teslîmiyyete alışmış diyerek kötüledikleri bu millet, onlara da teslîm olur, yükselmekde güçlük çekilmezdi. Görülüyor ki, kabâhat milletde değil, milleti doğru yola sürüklemiyen, koltuk sâhibi ilericilerdedir.

Milletin uyanması elbette lâzımdır. Fekat, koca millet, hep birden uyanamaz ya. Önce uyananlar, iyi yolda çalışmadılar. Yalnız kendilerini düşündüler. Kötülüklere âlet oldular. Geri kalanlar uyanmadan, biz kendi keyfimize, kendi kazancımıza bakalım dediler. Bizden sonra ne olursa olsun, yeter ki, post elden gitmesin diyerek sandalyelerini, koltuklarını sağlamlaşdırmak için, milletin gözünün kapalı kalmasına çalışdılar. Milletin uyanmasına, yükselmesine mâni’ bir iken iki oldu. Halk, gaflet uykusundan uyanmağa mı, yoksa açıkgözlerin uyutmasından kurtulmağa mı çalışacağını şaşırdı. Osmânlıların “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çökmesine, eskiden kalma uyuyanlar değil, yeni türeyen yobazlar, dinde reformcular sebeb oldu.

32 — (Dinde reform yapmalıyız. Önce îmândan başlamalıyız. Îmân, yalnız kalb ile inanıp, dil ile söylemek olmaz. Din, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini ayırıyor. İyilik îmânın şartı, fenâlık îmânsızlığın sebebi olmalıdır. Farzların çeşidli şartları olduğu gibi, îmânın da adâlet, istikâmet, hubb-ı vatan, şeref, nâmûs gibi şartları olmalıdır. Âmentünün altı şartı islâmiyyet olamaz. Mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyet, bu yüzden sefâlete sebeb oluyor. Îmânın, mü’mine bir kıymet verecek sûretde düzeltilmesi lâzımdır) diyor.

Cevâb: Îmân yalnız inanmak mıdır? Yoksa, reformcunun yukarıda söylediği gibi, îmânın güzel işlerle birlikde olması şart mıdır? İslâm âlimleri, asrlarca önce bunu incelemişler, bu yüzden fırkalara ayrılmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” îmân, yalnız kalb ile inanmakdır. Dil ile söyleyemezse, afv olur. Mu’tezile ve hele hâricî denilen fırkalar, amelsiz îmân olmaz. Büyük günâh işleyen îmândan çıkar, dediler. Fekat, bu fırkaların ayrılması, hep Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıkları bilgilere dayanmakdadır. Dinde reformcular ise, din bilgilerinden hiç haberleri olmadan, kendi noksan aklları ve bozuk düşünceleri ile, îmânı değişdirmeğe kalkışıyorlar. Çok haklı görünen ve pek gizli tehlüke taşıyan bir fikri, gençlere aşılamağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın dînine hem inanan, hem de uyan bir müslimân ile, yalnız inanıp da, islâmiyyete uymayan müslimânı karşılaşdırıyor gibi görünerek, islâmiyyete uymağı korumakdan ziyâde, i’tikâdı kıymetden düşürmeğe, açıkcası, müslimânların îmânlarını bozmağa çalışıyorlar. Nitekim koca reformcu moskof Kazanlı Mûsâ Beykiyef de, (Rahmet-i ilâhiyye burhanları) adındaki kitâbında, (Dünyâda ilerlemiş olan kâfirlerin yanında geri kalan müslimânlara mü’min denilmiyeceği ve her din, her i’tikâd hak olduğu için, bir müşrikin, bir kâfirin kötü bilinemiyeceği) yazılıdır. Böyle yazıların, müslimânlara mahsûs olan îmânı kıymetden düşürmek için hâzırlandığı meydândadır. Mûsâ Beykiyef, dünyâdaki müslimânlara, dinde reform fikrini aşılamağa çalışmakdadır.

İslâm memleketlerindeki dinde reformcular kurnaz davranarak, müslimân görünüyorlar. Dîni kuvvetlendirmek, yükseltmek istediklerini söyliyorlar. Sözlerine, yazılarına dikkat edilince, dînin insan tarafından yapıldığını, islâmiyyeti Muhammed aleyhisselâmın ortaya çıkardığını, Allah tarafından gönderilmiş bir din olmadığını kabûl etdikleri görülmekdedir.

Dinde reformcuların yukarıdaki, (iyi işleri îmâna katmalı) sözü, islâm âlimleri arasında eskiden beri tartışılan bir bilgiyi meydâna çıkarmak olmayıp, iyi iş yapmağı îmândan üstün tutmak, dahâ doğrusu dînin temeli olan îmânı ve ibâdetleri atarak, yalnız iyi işleri, güzel bildikleri ahlâkı, son asrın terbiye metodları ile karışdırarak, buna islâmiyyet ismini vermek demekdir. Bu da, dîne yalnız dünyâ için inanmakdır.

Dinde reformcular, yalnız ahlâkı ve dünyâ düzenini düşünüyorlar. Kitâbımızın başında açıkladığımız gibi, (dînin aslı, esâsı yok ise de, ahlâkı düzelten fâideli bir kuvvet olduğu için, yalancıkdan inanmak ve milleti de, aslı varmış gibi inandırmak iyi olur) diyorlar. Amelin, îmânın şartı olmasını istiyorlar. Fekat, bu arzûlarına akl ile ve nakl ile hiçbir delîl, hiçbir sened gösteremiyorlar. Yalnız, (amelsiz îmân neye yarar? Kelâm âlimleri, ameli îmâna katmamakla, mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyeti, nazarî, teorik bir din hâline düşürmüşler) gibi ilm ile ve akl ile ilgisi olmayan, yalnız hissi okşayan ve câhillerin anlamasına uygun olan şeyler söylüyorlar. İslâm âlimlerine düşmanlıkları ateşinin, akl gözleri üzerine yığdığı dumanlar arasında, bu sözleri sayıklıyorlar. Kelâm âlimlerinin kitâblarından haberleri olmadığı için, müslimân adını taşıyanlarda gördükleri ahlâk bozukluğuna çâre olarak islâmiyyete saldırıyorlar. Bunların ne kadar haksız ve ne derece ahlâksız olduklarını gün ışığına çıkarmak için, islâm âlimlerinin ve tercîhan Ehl-i sünnet (kelâm ilmi) mütehassıslarının sözlerini kısaca bildirmeyi uygun görüyoruz:

Ehl-i sünnet mezhebine göre, büyük günâh işliyenin îmânı gitmez. Ya’nî kâfir olmaz. Günâh işleyen müslimâna (fâsık) denir. İ’tikâdı, ya’ni îmânı sağlam olan fâsıklar, âhıretde Cehennem azâbını yâ görür veyâ görmez. Görür ise, sonra mağfirete kavuşarak, Cehennemden çıkar. Müslimânlığın temeli, Allahü teâlânın birliğine ve Allahın peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği belli olan ahkâmın, ya’nî emrlerin ve yasakların hepsini Allah tarafından getirmiş olduğuna inanmakdır. Ya’nî emrleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak îmânın şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lâzım olduğuna inanmak îmânın şartıdır. Böyle îmânı olmayan, ya’nî müslimân olmayan kimseye (kâfir) denir. Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara fâideli buluşlar yapsa da, âhıretde azâbdan kurtulamaz. İbâdetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları yapmak, îmânın yanında ikinci derecede kalır. Îmân temeldir. İyi işleri yapmak, fürû’âtdır, ya’nî ikinci derecededir. Îmânın ve îmân ile birlikde olan işlerin dünyâda da, âhıretde de, fâideleri vardır. İnsanı se’âdete ulaşdırırlar. Îmânsız olan iyi işler insanı dünyâda se’âdete kavuşdurabilir. Âhıretde fâidesi olamaz. Dinde reformcular, âhırete inanmadıkları için olacak ki, yalnız iyi işleri yapmağı düşünüyorlar. Yalnız dünyâ huzûrunu, se’âdetini düşündükleri için, ameli, ya’nî iyi işleri yapmağı i’tikâdın üstünde görüyorlar. İttihadcılar zemânında çıkarılan (Kavm-ı Cedîd) adındaki kitâbda, îmânı ve ameli olan hakîkî müslimânlara (Kavm-ı Atîk) ya’nî eski kafalılar, gericiler diyor. Bunlarla alay ederek, îmânı olan bir adam, ne kadar fenâlık yapsa, kıyâmetde kurtulur. Îmânı olmayan kimse, dünyânın her iyiliğini yapsa, fâidesini görmez derler diyor. Nûr sûresi otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Kâfirlerin dünyâda yapdıkları iyi işleri, [insanlara fâideli keşfleri], çölün ilerisinde görünen serâba benzer. Susuz kalan adam onu uzakdan su sanır. Fekat, yanına varınca, umduğunu bulamaz. Kâfirler de, kıyâmet günü, dünyâda yapdıkları iyilikleri serâb gibi yapan, ya’nî yok eden Allahı bulur ve hesâbını Ona verir) ve İbrâhîm sûresi onsekizinci âyetinde meâlen, (Allaha îmân etmeyenlerin yapdıkları fâideli işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhiretde o işlerin hiçbir fâidesini bulamazlar) ve Furkan sûresi yirmiüçüncü âyetinde meâlen, (Kıyâmet günü onların iyi işlerini, bizim için yapmadıklarından kimler için yapdılar ise, onlara doğru saçılan ince toz hâline getiririz) ve Kehf sûresi yüzüçüncü ve sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Emekleri en ziyâde boşa gidenleri haber verelim mi? Onlar dünyâda güzel iş yapdıklarını sanır. Hâlbuki boşuna uğraşan kimselerdir. Onlar, Rablerinin âyetlerine ve kıyâmetde Onun huzûruna çıkacaklarına inanmadılar. Biz de onların iyiliklerini yok ederiz. İyilikleri ile kötülüklerini ölçmeyiz) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmeler, Ehl-i sünnet i’tikâdının doğru olduğunu göstermekdedir.

Kâfirlerin dünyâda yapdıkları iyiliklerin yok olacağını bildiren âyet-i kerîmeler, bu iyiliklerin onlara sevâb ve fâide vermeyeceğini gösteriyor ise de, ba’zı âlimlerimize göre, Bekara sûresindeki seksenaltıncı ve Âl-i İmrân sûresindeki (Onların azâbı hafîfletilmeyecekdir) meâlinde olan seksensekizinci âyet-i kerîme gösterilince, zemân bakımından hafîfletilmeyecek, sonsuz azâb göreceklerdir demişlerdir. Bu âlimler, Enbiyâ sûresinde, kırkyedinci âyet-i kerîme olan, (Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulm yapılmaz. Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur) meâlindeki ve (Zerre mikdârı iyilik yapan onun karşılığını bulur) meâlindeki âyet-i kerîmelere dayanmakdadırlar. Bundan başka, çok cömerd olan Hâtem-i Tâînin ve Peygamberimizin dünyâya geldiğini müjdeleyen câriyesi Süveybeyi sevincinden âzâd eden Ebû Lehebin azâblarının hafîfleyeceğini bildiren hadîs-i şerîfler vardır. Fahr-i âlemi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok seven Ebû Tâlibin azâbının hafîfleyeceğini bildiren hadîs-i şerîf ise, pek meşhûrdur. Dâr-ül-islâmda bulunan kâfirlerin, islâmiyyetin muâmelât kısmına uymaları lâzımdır. İslâmiyyete uymak da, sevâb kazandırır ve azâbı azaltır. Kâfirlere âhiretde sevâb ve mükâfât olmayacağı için, azâblarının azalacağı düşünülür. Bundan başka îmâna gelen bir kimse, îmâna gelmeden önce yapdığı iyiliklerin karşılığına kavuşur. Buhârîde ve Müslim-i şerîfde bildirildiğine göre, Hâkim bin Hazâm, îmâna gelince, evvelce yapmış olduğu iyilikleri sormuşdu. Buna karşılık olan hadîs-i şerîfde, (Evvelce yapmış olduğun hayrlı ve fâideli işlerin makbûl olmak üzere müslimân oldun) buyurulmuşdur. Îmâna gelen kimsenin evvelce yapdığı bütün günâhları afv olur. Çünki, bir müslimân, Allah korusun, îmândan çıkar, mürted olursa, yapmış olduğu bütün iyilikleri yok olacağı gibi, yeni îmâna gelen bir kimsenin evvelki günâhları afv olur.

[Bir kâfir îmâna gelince, bütün günâhları afv olup, tertemiz olacağı için, ona saygı ve sevgi göstererek, gönlünü kazanarak düâsını almağa çalışmalıdır.]

Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler îmânın kalbde olduğunu, ya’nî îmânın kalb ile tasdîk demek olduğunu göstermekdedir.

(Îmân edenler ve sâlih, iyi amel işleyenler) meâlindeki âyet-i kerîme ve (Mü’min olarak sâlih amel işleyenler) meâlindeki âyet-i kerîme, îmân ile amelin başka başka olduklarını göstermekdedir. Eğer amel, îmânın parçası olsa idi, âyet-i kerîmede ayrıca bildirilmezdi. Birşey başka şeye atf edilince, ikisinin başka başka oldukları anlaşılır. (Hucurât) sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Mü’minlerden iki fırka birbiri ile döğüşürlerse, aralarını bulunuz!) buyuruldu. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede, birbiri ile harb etmek gibi, günâh işliyenlere mü’min demekdedir. Bundan sonraki (Mü’minler, elbette kardeşdir. Kardeşlerinizin arasını bulunuz) meâlindeki âyet-i kerîme, bunların mü’min olduklarını bildirmekdedir. (Nisâ) sûresi kırkyedinci ve yüzonbeşinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, şirki elbette afv etmez. Dilediği kimselerin, şirkden ya’nî îmânsızlıkdan başka günâhlarını afv eder) buyuruluyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Cebrâîl aleyhisselâm bana geldi. Şöyle müjdeledi ki, Allahü teâlâya hiçbir şeyi şirk etmeden, ya’nî kâfir olmadan ölen bir kimse, zinâ etmiş ise de, hırsızlık etmiş ise de, sonunda gideceği yer Cennetdir) buyuruldu.

Yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, îmân ile amelin başka başka olduklarını göstermekdedir. Amelin îmânın parçası olduğunu söyleyen mu’tezile fırkası ile hâricîler vesîka olarak meâl-i şerîfi, (Bir kimse kâfir olursa, Allahü teâlâya bir zararı olmaz. Çünki, Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir) olan (Âl-i İmrân) sûresinin doksanyedinci âyetini ve meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ size îmânı sevdirdi, onu kalbinize yerleşdirdi ve size küfrü, füsûku ve isyânı çirkin gösterdi) olan (Hucurât) sûresinin yedinci âyetini sened gösteriyorlar. Âl-i İmrân sûresindeki doksanyedinci âyetden anlaşılan ma’nâyı, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” şu sözü de kuvvetlendirmekdedir: (İsterim ki, dışarıya me’mûrlar, müfettişler göndereyim. Malı olup da, hac etmeyenleri bulup, cizye verdireyim. Çünki onlar, müslimân değildirler) diyorlar. Hâlbuki, âyet-i kerîmedeki ve hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” sözündeki küfr kelimesi, haccı inkâr etmek demekdir. Son âyetde, îmân ile fısk birbirine karşı tutulmuş ise de, îmânın fısk ile zıd olduğu anlaşılmaz. Çünki, güzellik ve çirkinlik bakımından birbirinden ayrılan nice şeyler vardır ki, bir yerde toplanabilirler. Yine bu sûrede, (Îmân etdikden sonra, fısk, ne fenâ ismdir) meâlindeki âyet-i kerîme, îmân ile fıskın yerlerini çok açık bildirmişdir. Fıskın mü’minlere yakışmaz bir sıfat olduğunu anlatmışdır. Fâsıkın îmânlı olduğunu anlatmışdır. Fâsıkın îmânı olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Çünki, asl fenâlık ve yolsuzluk, îmân ile fıskın biraraya gelmesindedir. Kâfirdeki fısk, o kadar fenâ olmaz.

Allahü teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu ve Peygamberi ile bildirdiği ahkâmı tasdîk eden bir mü’min, bu ahkâma uymakda kusûr ederse, elbette üzülür. Allahı ve Peygamberi tanımayan ve yapdığı iyilikleri, Allahın emri olduğu için değil de, başka sebeble yapan bir kimse, Allaha kul olmağı bile kabûl etmiyor. Bu ikisine karşı Allahü teâlânın mu’âmelesi, elbette bir olmaz. Bir adamın iki evlâdı olsa, birisi okumaz, yazmaz, çalışmaz, kimseye fâidesi olmaz. Fekat, babasının yanında edebli durur. Kabâhatlerini düşünerek mahcûb olur. Babası, bu çocuğun kahrını çeker. İkinci çocuğu çalışkan, gözü açık, herkesin işine yarar. Fekat, birgün babasına karşı gelerek: Sen kim oluyorsun? Seni tanımıyorum, gibi ağır şeyler söyler. O anda her iyiliği yok olur. Bunu kovar, sonra yalvarıp afv dilemekden başka çâresi olmaz. İşte, fâsık olan mü’min ile kâfir, bu çocuklara benzer.

Müslimânlığa inanan ve seven bir adamı, kusûrlarından dolayı müslimânlıkdan çıkarmak doğru değildir. Îmân, müslimânlık esâslarını kabûl etmek ve bütün ahkâmına uymakda kusûr etse bile, saygı göstermek olduğundan, müslimânlığın temelidir. Amel îmândan bir parça olsaydı, her günâh işleyen, kâfir olurdu. Dünyâda müslimân kalmazdı. Hadîs-i şerîflerde ba’zı iyilikler îmâna, ba’zı kötülükler küfre bağlı olarak bildirilmiş ise de, böyle buyurulması, bu iyilik ve kötülüklerin şiddetini, derecesinin çokluğunu bildirmek içindir. Başka âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin yardımı ile, bunların, îmândan veyâ küfrden parça olmadıkları anlaşılmakdadır. (Hayâ îmândan bir şu’bedir), (Temizlik îmânın yarısıdır), (Îmân nemâzdır), (Mü’min, insanların emîn olduğu kimsedir), (Mü’min, mü’min iken zinâ etmez), (Mü’minde her huy, her tabî’at bulunabilir. Yalnız hâinlik ve yalancılık bulunmaz) hadîs-i şerîfleri böyledir. Bu hadîs-i şerîfler, hayâ, tahâret, nemâz, emânet, iffet, doğruluk gibi iyiliklerin olmaması ve yalan, hâinlik ve zinâ gibi kötülüklerin bulunması îmânın olmaması gibidir diyerek, bunların ehemmiyyetlerini bildirmekdedir. Ba’zı amellere îmân kadar kıymet verilmekle, bunların ehemmiyyetleri bildirilmişdir. Dinde reformcular, buna karşılık olarak, Peygamberlerin îmâna dâhil etdiği şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin îmândan ayırmağa ne hakları olabilir derlerse, (Mü’min olarak ölen kimse, zinâ etmiş ve hırsızlık etmiş ise de, sonunda Cennete girer) hadîs-i şerîfi, bunlara cevâb vermekdedir. (Ankebût) sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde, (İnsanların, îmân etdik demekle bırakılmayarak, din yolunda karşılaşacakları sıkıntılara katlanmalarına göre, îmân etdik sözlerinin doğru veyâ yalan olduğu anlaşılacağı) meâl-i şerîfi ile bildirilmekdedir. Bu âyet-i kerîmede, sıkıntılara dayanmanın çok mühim olduğu anlatılmakdadır.

(Ahzâb) sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile birlikde cihâda gidenlere mâni’ olan ve gösteriş olmak için, arasıra katıldıkları muhârebelerde, Resûlullaha ve Eshâb-ı kirâma yardım etmiyen, harbin tehlükeli anlarında ölü gibi hareketsiz durup, ganîmet paylaşılırken dilleri kılıçlarından keskin ve süngülerinden uzun olan ve hayrlı işlerden kaçınan kimselerin mü’min olmadıklarını bildiriyor. Hakîkî ve sağlam îmân sâhiblerinin böyle olmayacakları, böyle yapanların hiçbir ibâdetinin ve fâideli işlerinin kabûl olmıyacağı açıklanıyor. Tâbi’înin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî hazretlerinin meşhûr bir sözü vardır: İçinde yılan bulunduğu bilinen bir deliğe insan elini sokmaz. Eğer sokarsa, içinde yılan bulunduğuna inanmamış demekdir. Bunun gibi, Allahü teâlâya ve Cehenneme inanan bir kimsenin, islâmiyyetin yasak etdiği şeyleri yapmaması lâzımdır. Günâh işliyenler, Allah kerîmdir, afv etmesini sever. Ona güveniyoruz da yapıyoruz derlerse, bu söz, delikdeki yılanın sokmamasını düşünerek elini koymağa benzer.

Günâhlar nefse tatlı gelmekdedir. Mü’min, nefsine aldanarak günâh işliyebilir. Fekat, günâh işlerken, aklı ve îmânı onu üzmekdedir. İnsan, aklı ile îmân eder. Nefse tatlı geldiği için de, günâha sürüklenir. Bundan dolayı, îmân ile isyânın başka başka olduğu anlaşılır. Yılanın deliğine el uzatmak, nefse tatlı gelseydi veyâ bu iş nefse tatlı gelen bir şeye sebeb olsaydı, meselâ, elini uzatırsan, sana şu kadar para var denilse idi, o zemân nefse uyar, elini belki uzatırdı.

İşdeki, ameldeki bozukluk, insanı dinden çıkarmaz. Günâh işlemek, kalbdeki îmânı bozarsa, meselâ günâh olduğuna inanmıyarak yaparsa, o zemân küfr olur. Zünnâr denilen papaz kuşağını bağlamak ve puta tapınmak gibi kâfirlere mahsûs olan ve küfr alâmeti sayılan iş, kalbdeki îmânı gideren ve inkârı gösteren alâmet kabûl edilmişdir. Reformcular, bir müslimân, birşeyi kullanmakla neden kâfir olsun diyor. El, ayak, baş ile yapılan bir iş, kalbdeki îmânı nasıl götürür diyorlar. Evet, bu işlerin kendileri küfr değildir. Fekat, kalbdeki îmânın bozuk olduğunu haber veren birer alâmetdirler. Kur’ân-ı kerîmi pis yerlere atmak ve islâmiyyetin emr ve yasaklarından biri ile alay eden söz, yazı, karikatür, temsil ve filmler yapmak ise, kendileri küfr olan işlerdir.

Amelin ya’nî işlerin îmâna şart olmasını isteyen dinde reformculara dikkat edilirse, aralarında nemâz kılanı, oruc tutanı, içki içmiyeni, domuz eti yimeyeni yok gibidir. Kendi düşüncelerine göre, kendilerine müslimân denilebilmesi için, bu kötülükleri yapmamaları lâzımdır. Bu hâlleri, teklîflerinin samîmî olmadığını ve iyi işler yapmak değil, îmânı yıkmak istediklerini göstermekdedir. İyi işleri îmâna şart koşarsak, Peygamberlerden başka, bütün kötülük yapanların müslimân olmamaları lâzım gelir. Yer yüzünde kimseye müslimân denemez olur. Bu reformcular seçdikleri birkaç güzel huyun îmâna şart olmasını istiyorlar. Çünki, bunlara göre, dîni insanlar yapmakdadır. Onun içindir ki, istedikleri işleri, iyi olarak seçmekdedirler. Dikkat edilirse, bunlar zinâ etmek, içki içmek, zekât vermemek, nemâz kılmamak gibi kötülükleri kötülük kabûl etmiyorlar ki, bunları yapmamağı, îmânın şartı bilsinler. İslâmiyyet, birçok kötülüklere dünyâda da cezâ vermekde ve iyiliklere teşvîk etmekdedir. Zâten, âlimlerin zâlimlere ve her müslimânın birbirine, mümkin olduğu kadar, (emr-i ma’rûf) ve (nehy-i münker) yapması ya’nî nasîhat etmesi farzdır. İslâmiyyet iyi işlerin yapılmasını ve kötü şeylerden sakınılmasını böyle sağlamış iken bunu kâfî görmiyerek, dahâ doğrusu, bunların hiçbirini yapmıyarak, diledikleri ba’zı işleri îmânın şartı saymakdan ve böylelikle birçok müslimâna kâfir demeğe kalkışmakdan gâye ne olabilir?

Zünnâr bağlamak ve puta tapınmak gibi işleri islâmiyyet küfr alâmeti saymışdır. Bir insan, başka bir dîne mahsûs olan bir işi yapmakla, o dîne girmiş olması lâzım gelmezse bile, o dîne mahsûs şeyin kendinde görünmesini kabûl etmiş olur. Böylece, kalbindeki îmânın sarsılmış olduğu düşünülebilir. İmâm-ı a’zam ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İslâmiyyete hangi yol ile girilirse yine o yol ile çıkılabilir) buyurmuşdur. Buradaki yol, kalbin inanması demekdir. Ya’nî, kalbe îmân girince, müslimân olur. Kalbden îmân gidince, müslimânlıkdan çıkar buyurmakdadır.

Müslimânım diyen kimsenin, kâfirlere mahsûs şeyleri zarûret olmadan yapmaması ve kullanmaması, kâfir zan olunmakdan çekinmesi lâzımdır. Müslimânlar, müslimânlığa mahsûs şeyleri yapmakla, alay olunmasını düşünmemeli. Hurmet duyulacağını düşünmeli ve bu hareketinden şeref duymalıdır. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği şeyleri kalbdeki îmânla bunun ne alâkası var diyerek hafîf görmek câiz değildir. Çünki, kalbden bütün a’zaya yol vardır. İslâmiyyetin emr etdiği işler, iyidir. Yasak etdiği işler, kötüdür. İnsanlar, bugün bunu anlamasalar da, doğrusu budur. İslâmiyyetin yasak etdiği şeyler yapılınca, kalb kararır, katılaşır. Büyük günâhlar çok yapılırsa, îmân gidebilir.

İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri yerine getirmek lâzım olduğu gibi, her birinin vazîfe olduğuna inanmak da ayrıca lâzımdır. Böyle inanan bir müslimân, bu vazîfeleri elbette seve seve yapacakdır.

Kalb ile inanmak, müslimânlığın temeli olduğu gibi, amellerin de en üstünü budur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine işlerin en üstünü hangisidir diye soruldukda, (Allaha ve Resûlüne inanmakdır) buyurdukdan sonra, âmentüyü okumuşdur. Bu hadîs-i şerîf Buhârîde yazılıdır.

İslâmiyyetde îmânın esâs olması, amellerin, ibâdetlerin ehemmiyyetini azaltmaz. Çünki, amellerin yapılmasına sebeb, îmândır. Sebebin kuvvetli olması, netîceyi emniyyet altına alır. Îmânı kuvvetli olan bir müslimân, amellere dahâ çok ehemmiyyet verir. Müslimânların her amele, her vazîfeye de ayrı ayrı îmân etmesi lâzım olduğu için, günâh işleyenler, îmânlarının sarsılacağını, hattâ gideceğini düşünerek titrerler. Hattâ bir günâhı işlemeyen kimse bile, o günâha ehemmiyyet vermese, ne olurmuş dese, kâfir olur. Ba’zı işleri îmâna katmak isteyen dinde reformcular, amellerin ehemmiyyetini acabâ bu kadar anlayabilmişler midir? Yalnız kalb ile inanmakla müslimânlık olmıyacağını, amellere, işlere bakmak lâzım olduğunu söyleyenler, bu amellerin Allah için ve âhireti kazanmak için değil de, dünyâ için ve dünyâ se’âdeti için olmasını düşünüyorlar.

Dînin emrlerini, yasaklarını kabûl et, îmân eyle de, bunları ister yap, ister yapma, artık bundan râhat birşey olamaz demeleri de yanlışdır. Çünki, bu emr ve yasaklara ehemmiyyet vermeyen kâfir olur.

Îmân, kalbin inanması demekdir. Bunun hâsıl olması için, önce ilm lâzımdır. İlm ile amel başka başka şeydir. Amel, ilme pek lâzım ise de, ikisi aynı şey olamaz. Fransızların (Bon penser et bien dire ne sert rien sans bien faire) atasözleri de, ilm ile ameli birbirinden ayırmakdadır. Ya’nî, iyi düşünmek, iyi söylemek, iyi iş yapmadıkça, birşeye yaramaz demişlerdir. Fekat, dînimiz, bu atasözüne karşı olarak iyilik yapmaksızın iyi düşünmek, ya’nî, yalnız îmân fâide verir demekdedir.

Buraya kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâya inanarak değil ve Onun emri olduğu için değil de, başka sebeble yapılan iyi işler, ya’nî îmânsız olan ameller, kıymetsizdir. Amelsiz olan îmân ise, kıymetli ve fâidelidir. Müslimânlar, âhiretde azâb çekmek ihtimâlinden kurtulmak için, islâmiyyetin ahkâmını yerine getirirler. Hele, dünyâda se’âdete kavuşmaları, bu ahkâmı yapmakla olur. Amel, îmânın şartı değilse de, îmânın kemâlinin şartıdır. Îmân bir bakımdan, ilmdir. Dünyâda her terakkî ve se’âdet, ilmden bekleniyor da, âhiretde kuvvetli ilme dayanan îmân sebebi ile insanın se’âdete kavuşmasına niçin şaşılıyor? Bu kadar kıymetli olan îmânı ehemmiyyetsiz zannetmemelidir. Bunu, kazandıracağı ebedî mükâfâtın büyüklüğüne karşı küçümseyenler, ele geçirmekle şereflenmemiş olan zevallılardır.

Zemânımız insanları, dünyâ menfe’atlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor ve çalışıyor, didiniyorlar da, sonsuz bir se’âdet ve felâket karşısında bulunduklarına inanmağa ehemmiyyet vermiyorlar. Bunu hiç düşünmüyorlar. Allahü teâlâ insanlara akl verdi. Buna karşılık, onlara fâideli vazîfeler yükletdi. Bunları bildirmek için, Peygamberler gönderdi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. İnsan dünyâdaki hayât mücâdelesini ve yaşama kanûnlarını bilmezse, yâhud bilip de onlara göre çalışmaz ise, zararını gördüğü gibi, bu kanûnları koyan Allahın dahâ çok bir ehemmiyyetle emr etdiği din ve âhıret kanûnlarını bilmemek, bilse de, bunlara uymamak da, elbette zararlı olur. Sefîl ve sıkıntıda yaşayanları niçin yaratdı. Onların ne kabâhati vardır demek yersiz olduğu ve onlara bir fâide vermediği gibi, (Âhıretde azâb çekdireceği insanları neye yaratdı?) demenin de, fâidesi yokdur. Dünyâya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan insanın, Allahın dünyâ ve âhiretdeki kanûnlarına dil uzatmağa ne hakkı vardır? Ancak, bu kanûnlara uymakla se’âdete kavuşabilir.

Komünistlerin, masonların yalanlarına, iftirâlarına aldanmış olan birkaç câhil, (Din ne imiş? Cenneti, Cehennemi kim görmüş, böyle lâflar, ilk insanların, yobazların masallarıdır, uydurma şeylerdir) diyorlar. Bunlar, fen bilgilerini ve islâm târîhini, vicdanlı öğretmenlerden okuyup anlasalardı ve fendeki ilerlemelerin, yeni buluşların, islâm inanışlarını kuvvetlendirdiğini, isbât etdiğini görselerdi islâmiyyete sımsıkı sarılırlardı. Yâhud, hiç olmazsa, ona karşı saygılı, edebli olurlardı. Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, doğru yazılmış kitâblardan öğrenselerdi, Onun aklına, güzel huylarına, başarılarına âşık olurlardı. Yüzbinlerle insanın, Ona candan bağlandıklarını, Ona karşı edeblerini, itâ’atlarını, aşırı sevgilerini ve mallarını, canlarını Onun için fedâ etdiklerini gösteren vak’a ve olaylar, dünyâ târîhlerinin binlerce sahîfelerini doldurmakdadır. Bütün iyiliklerin kaynağı, bütün güzel huyların üstâdı olan böyle bir zâtın, Allahın Peygamberi olduğu, güneş gibi meydândadır. Tek başına işe başlayıp, aklı ile, sabrı ile ve keskin görüşü ve cesâreti ile yer yüzünün iki büyük devletini yere serecek kahraman, fedâkâr bir milleti, yirmiüç sene içinde meydâna getirmesi ve öldükden sonra da, kıyâmete kadar bütün insanları huzûra, se’âdete, medeniyyete kavuşduracak değişmez bir kitâb bırakması, akl ve insâf sâhiblerinin îmân etmesi için yetişir. Başka bir mu’cize ve şâhid aramağa lüzûm yokdur. Bu yüce Peygamberin sözlerine inanmamak târîhi ve olayları inkâr etmek olur. Böyle bir zâtı bilip de inanmıyan, nefsinin, şehvetinin esîridir. Yâhud iyilikleri, çalışmağı, yükselmeği, sevişmeği, sosyal adâleti istemiyen ve kendinin ve bütün insanların se’âdetini düşünmeyen sapık bir kimsedir. Yâhud da, fenden, târîhden haberi olmayan bir kara câhildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayâtını ve islâm dîninin emrlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve fâideleri öğrenen her akl ve insaf sâhibinin, her düşünebilen insanın Ona hemen inanması, Ona âşık olması, seve seve müslimân olması, insanlık îcâbıdır. Evet Ebû Leheb ile Ebû Cehl, Onu görüp de ve Bizans İmperatoru Heraklius ile Îrân şâhı Perviz, mektûbunu okuyup da inanmadılar. Ona inanmamaları, câhil veyâ ahmak veyâhud bozuk rûhlu, kötü kalbli ve inâdcı olduklarının alâmetidir.