Mûsâ Cârullah Beykiyef 16-32.Madde
16
— (Nass
olan yerde, ictihâd yapılamaz ve açıkça bildirilen emrler, başka ma’nâya
çevrilemez, sözleri, islâmiyyetin iki temel kanûnudur. Bunun için islâm
âlimleri, bankadaki fâizlere, harâm demişlerdir. Hâlbuki fâiz, sermâyenin
gıdâsıdır. Sermâye, alışverişin, ya’nî ticâretin dinamosudur) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, fâizi sanki medh
etmekdedir. Avrupada, Amerikada kapital sâhiblerinin, alnı terlemeden, oturduğu
yerde para kazanmasına imrenmekdedir. Hâlbuki, kapitalistlerin bu sömürücülüğü,
komünistliği doğurmuşdur. İslâmiyyet, fâizi harâm ve zekât vermeği emr ederek,
sermâye sâhiblerinin, işçileri ve çiftçileri sömürmesini önlemiş, komünistliğe
giden yolları tıkamışdır. İslâmiyyetin her dürlü fâizi kesinlikle yasak etmesini
terakkîye engel gibi göstermek, modası geçmiş bir şikâyeti tâzelemek kadar
ma’nâsızdır.
17 —(Fahr-i
kâinat efendimiz, pek güzel olarak buyuruyor ki, (Akl ile nakl çatışırsa,
akla uymalıdır). Dînin ihtiyâca göre değişdirilebileceği buradan
anlaşılmakdadır) diyor.
Cevâb: Evet, aklın erdiği, gösterdiği bir
hakîkat, hiç değişmez. Bunun için, aklın gösterdiği delîl ile, naklin
değişdirilebileceğini, islâm âlimleri bildirmekdedir. Fekat, naklin bildirdiğini
değişdirmeğe sebeb olacak delîli ortaya koymak, mantık ilminden haberi olmayan
bu reformcunun aklı ile olamayacağı da meydândadır. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, islâm bilgilerini ikiye ayırdı: (İlm-i ebdân) ve (ilm-i
edyân). Ya’nî, z Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” ile değişdirmişdir. Kısas demek, geçmiş insanların, ümmetlerin
hâllerini, yaşayışlarını anlatmak demekdir. Ahbâr ise, geçmişde olmuş ve
gelecekde olacak şeyler demekdir. Meselâ, canlıların su ile yaşadığı, kıyâmet
alâmetleri, Cennetde akar suların bulunduğu haber verilmişdir. Kısas ve
haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi
olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmağa
çalışılır. Bunlar arasında, birkaç dürlü anlaşılabilen bir bilgiyi, açıkca
bildirilmiş olan başka bilgi ile çatışmayacak şeklde anlamalıdır. Burada akla
düşen vazîfe, böyle bilgileri, açıkca anlaşılabilene uygun anlamakdır.
İslâm
ilmlerinin ikincisi olan fen bilgilerine gelince: Bunlar, his organları ile ve
bu organlara yardımcı âletlerle gözetliyerek, inceliyerek ve hesâb ederek ve
deneyerek anlaşılan bilgilerdir. Bunların hepsi akl ile, zekâ ile yapılır.
Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakl ile fen bilgisinde çatışma olduğu zemân,
akla uyulur. Ya’nî nakl, akla uygun olarak açıklanır. Reformcunun işitmiş olduğu
hadîs-i şerîf, işte bunu beyân buyurmakdadır. Fekat fen adamı görünerek, fen ile
değil de hislerle, ihtirâslarla konuşan fen taklîdcisi, din ve ahlâk düşmanı
yalancılara inanmamalıdır. İslâm âlimleri, akla çok kıymet verdikleri hâlde,
bunlardan Şeyh-i ekber hazretleri, (Fütûhât) kitâbında nakli akldan üstün
tutuyor. Reformcuların ustası olan ve akla hürriyyet vermeli diye bar bar
bağıran moskof Mûsâ Beykiyef, islâm âlimlerine karşı ağzına geleni söylerken,
Şeyh-i ekbere, yine yüksek bir yer vermekdedir.
18 —
(İslâm kanûnlarının değişmez, donmuş olduğunu gösteren misâllerden biri
de, evkâf teşkilâtıdır. (Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir) [ya’nî,
vâkıf tarafından konulan şartlar, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdeki emrler
gibidir] sözü, fıkh kitâblarının temel bilgilerinden biridir) diyor.
Cevâb: Vakf edilen mallar ve mülkler, vakf
eden kimselerin hayâtda iken mallarıdır. Bütün dünyâ anayasaları, herkese kendi
malını istediği gibi kullanmak hakkını tanıdığına göre, vakf edilen malları,
vakf eden kimsenin istediği şartlara göre kullanmak lâzım geldiğine kimsenin dil
uzatmağa hakkı yokdur.
19 —
(Evkâfın bu kadar çok
olmasının sebebi, dindârlıkdan, iyilikden ziyâde, yağmacıların topladıkları
serveti, bir başkası yağma etmesin diye, binâların yüzde doksandokuzunu
kendilerine ve evlâdlarına garanti ederek, geri kalan yüzde biri ile bir câmi’,
bir medrese veyâ bir tekkeye sadaka vermişlerdir) diyor.
Cevâb: Vakf bilgilerini, böyle câhilce
sözlerle değil, birer birer incelemekle konuşmak lâzımdır. Şu kadar söyliyelim
ki, vakfların şimdiye kadar değişmeden kalması, çok iyi olmuş. Bu sâyede, devlet
bütçesinin yarısına yakın bir değer taşıyan mallar, mülkler, millete kalmış.
Eğer hükûmetlerin, evkâf mallarına el uzatmasına set çeken vakf kâidesi
olmasaydı, bu büyük servetin yerinde şimdi belki yeller eserdi.
20
— (Müslimânlar
arasında birçok parazit insanlar yaşıyor. İnsanın çalışmasından başka birşeyi
olmadığı bildirildiği hâlde, medreseler, imâretler, tekkeler, fâidesinden ziyâde
zararı olan milyonlarca tenbel kimse ile doluyor) diyor.
Cevâb: İnsanın çalışmasından başka bir
kazancı olmadığını bildiren, Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmedir. Dinde
reformcular, bu âyet-i kerîmeyi çok söylerler. Fekat ma’nâsını az anlarlar. Bu
âyet-i kerîmeden önce ve sonra olan âyet-i kerîmeleri bilenler, bunun âhiret
kazancı için olduğunu kolayca anlarlar. Bundan başka, dünyâda insanlar,
çalışmadıkları şeylerden de istifâde edebilirler. Mîrâs, bunun açık bir
misâlidir. Bu âyet-i kerîme, âhiretde bir insanın başkasının suçundan zarar
görmiyeceği gibi, istifâdesinin de, yalnız kendi kazandığı olacağını bildiriyor.
Her müslimânın, âhiretine zarar vermemek şartı ile, dünyâyı kazanmağa çalışması
da lâzımdır. Böyle çalışmak ibâdetdir, dînî vazîfedir. Bu vazîfeyi bildirmek
için, yukarıdaki âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vermenin yeri yokdur.
Reformcunun
mekteb talebelerini zararlı bir parazit olarak göstermesi ve fakîrlere,
kimsesizlere yardım için yapılan imârethâneleri, hayr yerleri olarak değil de,
zararlı yer olarak göstermesi, şaşılacak şeydir. Medreselerin, imâretlerin,
ya’nî aş evlerinin me’ârife, kültüre ve insanlığa fâideli olduğuna şübhe yokdur.
Fakîrler için hastahâne de yapdırmamalı mı?
21
—
(Hıristiyanlık da, sâbit idi. Değişmemesi için çalışdılar. Sonra, bir hıristiyan
reformcunun isyânı, her tarafa yayıldı. Sâbit, değişmez olan kâideler yıkıldı)
diyor.
Cevâb: İlâhî dinler hep sâbit idi. Din
denilen şey sâbit olur. İnsanlar tarafından değişdirilirse, yenisine din denmez,
dinsizlik denir. Şimdiki hıristiyanlık dîni böyledir. Î=full>Cevâb: Güstav Löbon,
(Karışan ırklardan sayısı az olanlar, birkaç nesilden sonra, kanları değişerek
yok olurlar) diyor. Osmânlılarda çoğunluk hep Türklerde olduğu için, türklük yok
olmamışdır, artmış ve kuvvetlenmişdir. Avrupa milletlerinde demokrasi, sınırsız
denecek kadar ilerlediğinden, ırklar büsbütün karışmış bir hâldedir. Bu
karışıklıkları, gerilemelerine sebeb oldu mu? Amerikada belli bir ırk yokdur.
Çeşidli ırkların karışmasından meydâna gelmişdir. Hâlbuki, teknikde en ileride
bulunuyor. Müslimân olmakla da şereflenselerdi, ahlâkları da düzelirdi. Eski
islâm medeniyyeti yeniden dünyâya ışık salardı. Irkların karışması, târîh
boyunca çoğalmakda iken, medeniyyet azalmıyor. Reformcunun söylediğine göre,
ırkların en az karışdığı ilk çağlardaki insanların dahâ medenî olması lâzım
gelirdi. Hâlbuki, ilk insanların medenî olmadığını, kendi târîh kitâbları
yazmakdadır. O hâlde Güstav Löbon’un teorisi doğru değildir.
Osmânlıların felâketini hâzırlayan ahlâksızlığın, çöküntünün sebebi olarak
ırkların karışmasını göstermek, çok çürük ve pek gülünç bir davranışdır.
Çöküntünün, ahlâksızlığın biricik hakîkî sebebi, okumuşlarda dinsizlik,
okumamışlarda ise bilgisizlikdir. Dinsizliğin ahlâkı kötüleşdirmesi, bilgisizlik
ile olan kötüleşmekden katkat fazladır. Bunun içindir ki, okumuş dinsizler, dahâ
kötü, dahâ aşağıdır. O hâlde, cem’iyyetlerin yaşıyabilmesi için dinli bir ilm ve
buna dayanan, bir terbiye metodu lâzımdır. Osmânlıların çökmesini önlemek için,
eski dertleri olan cehâletden kurtarmak isteyenler, dahâ tehlükeli olan
dinsizlik belâsına sürükleyerek, Osmânlı medeniyyetini büsbütün yok etdiler.
23
—
(Osmânlı pâdişâhlarının kuvvetini halîfelik de artdırdıkdan sonra, sultânlar,
milletin gözünde yarım ma’bûd gibi oldular. Onların bir işâreti ile, servet,
haysiyyet, şeref, hattâ can dahî yok edilirdi. Bu dikta işkencesi, Allahın
Cehennemlerinden ziyâde korku verirdi) diyor.
Cevâb: İslâm dîni (İslâmiyyetin yasak
etdiği emrlere itâ’at olunmaz. Bunlara karşı da gelinmez) maddesini
anayasaların başına koymuşdur. İslâm milletlerinin başında bulunanlar, ister
pâdişâh, ister halîfe veyâ başka ism taşısınlar, her istediğini yapdırmak
derecesine çıkamazlar. Hiçbir vakt, yarı ma’bûd olamazlar. Pâdişâhlar arasında
böyle aşırı davrananlar aslâ görülmedi. Çok merhametli olanları, afv edicileri
oldu. Çöküntü, zulmden değil, merhametden doğdu. Bu hâlleri, dinden değil, dîni
dinlememelerinden olmuşdur. İslâmiyyetin, devlet reîslerini de içine koyduğu
şartlar, sınırlar, islâm milletlerinin hepsi tarafından her zemân bilinmekde
idi. İslâmiyyet, islâmiyyete uymayan, kanûnsuz hareket eden devlet başkanlarının
keyfî emrlerini tanımamağı, dahâ Avrupalılar (İnsan hakları beyânnâmesi)ni
yazmadan çok evvel, müslimânlara yalnız bir hak değil, bir vazîfe olarak da
vermişdir.
24 —
Reformcu diyor ki, (Dînin kendisi değil, fekat müslimânlardaki din anlayışı
ve dîne dayanan dikta idâresi, kökünü yine dinden alan âile terbiyesi, ferdi,
sosyal hayâtda başarısız bir hâle düşürmüşdür.)
Cevâb: (Vur abalıya) ata sözünü
hâtırlatacak şeklde, her kabâhati dîne yükletmek ve dînin kendisi değil de, din
anlayışı gibi kaçamak kelimeler arkasında maskelenmek, dinde reformcuların
başlıca prensibidir. Dînin, dikta idâresini değil, adâleti emr etdiği, güneş
gibi meydândadır. Bu hakîkati reformcunun inkâr etmesi, kör olanın güneşi inkâr
etmesi gibidir. Bu inkâra ilm değil, maskaralık denir.
25
— (Kazâ
ve kader bilgisi karşısında boynu bükük, elinde birşey olmadığına inanan
müslimânlar, asrlarca korku altında yaşayarak, orta çağlarda, Avrupada kırbaç
altında titreyen esîrler gibi, mutî’, zelîl, yaltakçı ve yalancı oldular.
Osmânlıları fenâlığın bu derecelerine kadar sürükleyen sebeb, dindeki kazâ,
kader, tevekkül, kanâat etmek ve müslimân olmak için, yalnız kalble inanıp bunu
kısaca söyleyivermek husûsları imiş. Kazâ ve kader ile tevekkül, müslimânların
azm ve irâdesini yok etmiş, çalışmalarına, varlıklarına güveni kaldırarak,
işkencelere ve her dürlü aşağılığa katlanmak derecelerine düşürmüş. Aza kanâat
etmek, milleti tenbel yapmış. Îmânın bu kadar basît olması da, müslimân olmak
için, medenî ve ahlâkî meziyyetlerden hiçbirinin lâzım olmadığı ve her kötülükle
îmânın birleşebileceği fikrini doğurmuş, hem tenbelliğe, hem de ahlâksızlığa yol
açmışdır) diyorlar.
Bunların
herbirini aşağıdaki maddede açık ve geniş anlatacağız.
26
—
(Mü’min; hayrın da, şerrin de,
cenâb-ı Hak tarafından ezelde takdîr edildiğine inanır. Biz kuluz. Kulun elinden
birşey gelmez. Herşeyi yapan Allahdır. Kul, kaderi değişdiremez. Meselâ, rızk
ezelde ayrılmışdır. Ne yapsak, bunu değişdiremeyiz. Ortada bir tehlüke var.
Allah isterse, bu tehlüke bize dokunur, istemezse dokunmaz. Mü’min için Allaha
tevekkülden başka çâre yokdur) diyor. Böylece islâmiyyetin temel inançlarını
sarsmak istiyor.
Cevâb: Bu inanışların hepsi doğrudur. Tevekkülü
ve kazâ ve kaderi yanlış anlayan câhiller gibi, reformcu da, bunları
anlayamamış, dahâ doğrusu, kazâ ve kader bilgisini bozmağa çalışmakdadır. Şu
kadar var ki, müslimânlar yanlış anlasa da, beğeniyorlar. Reformcu ise,
beğenmemekdedir. Müslimânlar, böyle inandığı için tenbel oluyor denirse,
ibâdetlerinde de tenbel olmaları lâzım gelir. Çünki, insanın elinden hiçbirşey
gelmediğine inandığı için tenbel olan kimse, dünyâ işinde tenbel olduğu gibi,
âhıret vazîfelerinde de tenbel olur. Müslimânlık insanın dünyâ işlerinde elini,
kolunu, ihtiyârını ve irâdesini bağlı tutuyorsa, âhıret işlerinde de bağlı
tutar. Böyle inanan kimselerin nemâzlarına, oruclarına varıncaya kadar bütün
ibâdetlerinde tenbellik etdiklerine de reformcular inanıyor mu? İnanıyorlarsa,
niçin biraz da bu tenbellikden şikâyet etmiyorlar? Bu tenbelliği ağızlarına,
kalemlerine almamaları, müslimânların âhıret işlerinde, kazâ ve kadere
inanmadıkları için mi, yoksa reformcuların o tarafa ehemmiyyet vermedikleri için
midir? Hepimiz biliyoruz ki şimdiki müslimânlar, dînî vazîfeleri yapmakda da,
tenbel olmuşlardır. Bu tenbellikleri de, dîni sevdikleri için olmaz ya!
Müslimânlarda dîne bağlılık kuvvetli olsa idi, dînî vazîfelerinde, ibâdetlerinde
gevşek davranmazlardı. Bu tenbellik müslimânlara nereden gelmiş? İyi
incelenirse, canımızın kıymetli ve istirâhatın tatlı görünmesinden, ya’nî nefse
uymakdan ileri geldiği anlaşılır. Câhillik de, buna eklenmiş. Cennetdeki
kıymetli hayâtlara ve devâmlı istirâhatlara kavuşmak için, çalışmak ve
fedâkârlık lâzım olduğunu anlamağa da cehâletimiz mâni’ olmuş. O hâlde, dîn-i
islâmın yüksek ve kıymetli hakîkatlerini, bu tenbelliğe sebeb göstermek, çok
haksız ve yersiz bir iftirâ olur. Hele tabasbus, riyâkârlık, yaltakçılık ve
yalancılık gibi kötülükleri kazâ ve kadere yükletmek, çok çirkin bir iftirâdır.
Bu kötülükler, menfe’atden, ya’nî dîni bırakıp, dünyâya sarılmakdan, dînin ahlâk
kâidelerinden sıyrılmakdan ileri gelmekdedir. Kısaca, ahlâksızlıkların başı,
dinsizlik ve câhillikdir. Allaha tevekkül eden ve kadere inanan kimse,
yaltakçılığa ve yalancılığa tenezzül etmiyeceği gibi, kaderde olmıyan
menfe’atlerin bu yollardan elde edilemiyeceğine de, inanır. Fâidenin ve zararın
Allahdan geleceğine inanan kimse, kullara boyun eğer mi? Kimseye yaltakçılık
yapar mı? Hâlbuki kazâ ve kadere inanmayıp, yalnız sebeblere yapışanlar ve
bunların gayr-i meşrû’ ve kötü olanlarına da sarılanlar, o derekelere inerler. (Müslimânları
ahlâksızlaşdıran şey, tevekkül ve kadere îmân değilse de, bunları yanlış anlamak
değil midir?) süâli de yersizdir. Fenâlıklar, ahlâksızlıklar, tevekküle ve
kadere îmânın herhangibir şeklde anlaşılmasından hâsıl olamaz. Çünki, kazâ ve
kadere îmân ve bu kötülükler birbirinin zıddıdır. Aralarında hiçbir bağlılık
yokdur. Tevekkül ve kader bilgilerinin yanlış anlaşılması bile, bu kötülüklere
sebeb olmaz. Bu fenâlıkları, ahlâksızlıkları, tevekkülün ve kadere îmânın
yokluğunda aramak lâzım iken, bunlar arasında herhangi bir yoldan bağlılık
arayan ağızlara ve kalemlere yazıklar olsun! Müslimânların hastalıklarını böyle
tersine mi teşhis ediyorlar? Kötü isteklere kavuşmak isteyen yaltakcıların,
yalancıların tevekkülünden, kadere îmânından şikâyet etmemeli, onlara tevekkül
ve kadere îmân tavsıye etmelidir. Bakınız Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve
sellem” efendimiz hadîs-i şerîfde ne buyuruyor:
(Allahdan
korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeblere yapışın. Kötü
sebeblere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını temâm almadıkça, dünyâdan
âhırete gitmez.)
İslâm
düşmânlarının ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri sözlerden biri de: (Âlimler,
milleti para kazanmağa teşvîk etmiyorlar. Dünyânın fânîliğini söyliyerek,
müslimânları yaşamakdan soğutuyorlar) demeleridir. Hâlbuki, din âlimlerinin
vazîfesi, müslimânlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları gibi, sevk-i tabî’î,
içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları ihtiyâçlarını, menfe’atlerini,
kısacası tabî’î vazîfelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını
doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen... gibi nasîhatları insanlara değil,
hayvanlara bile bildirmeğe lüzûm yokdur. Din âlimlerinin vazîfesi dünyâ
menfe’atlerini elde ederken, âhıreti unutmamak, hak ve adâleti gözetmek, nefse
uymamak ve çalışırken, Allaha güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi
kuvvetine ma’nevî bir kuvvet de eklemek gibi fâideli ve ışıklı yolları insanlara
göstermekdir.
Süâl: Müslimânlar kazâ ve kaderi ve
tevekkülü yanlış anlayarak tenbel olmuşlar, sonra ahlâkları da bozulmuş. Böylece
fenâlıklara sürüklenmişler değil mi?
Cevâb: Bu söz doğru olabilir. Müslimânlarda
yaltakcılık ve yalancılık gibi hâllerin hâsıl olması, kazâ ve kaderi ve
tevekkülü büsbütün unutmalarına sebeb olur. Artık bunların yanlış anlayışlarını
düzeltmek değil de, bunlara yeniden inandırmak lâzım olur. Böyle yapmayıp da,
kader ve tevekkül kötülenirse, bunlardan büsbütün soğutulmuş olurlar. Kazâ ve
kaderi ve tevekkülü kötülememeli, tenbellerin fenâ hareketlerini kötülemelidir.
Tevekkül,
müslimânlarda bir za’f değil, bir kuvvetdir. Müslimânlar, dînimiz emr etdiği
için tevekkül ediyor. Tevekkülü emr eden islâmiyyet, tenbelliği men’ etmekdedir.
(Allah yolunda, ya’nî doğru yolda mücâhede ediniz!) ve (Yükü en büyük
olan insan, mü’mindir ki, hem dünyâsını, hem de âhiretini düşünmekde ve ikisi
için de çalışmakdadır.) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve (Allahü teâlâ
aczi, gevşekliği ma’zur görmez. Aklını ve zekânı kullanmalısın! İşin ehemmiyyeti
seni mağlûb edecek gibi olsa bile, Allahın yardımı bana yeter diyerek çalışmağa
devâm etmelisin!) hadîs-i şerîfi buna şâhiddir. (Deveni bağla ve cenâb-ı
Hakka tevekkül et!) hadîs-i şerîfi, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak
lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Ya’nî, tevekkül, Allahdan yardım bekliyerek,
güçlükleri yenmek demekdir. Yoksa masonların dediği gibi, güçlükleri terk etmek
değildir. İslâm âlimleri islâmiyyetin bu emrlerini, her asrda, her memleketde
söylemişler ve kitâblarında yazmışlardır.
Tevekkül,
iş yapmayıp tenbel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi
başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için
tevekkül olunur. (Bir işe başladığın zemân, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona
güven!) meâlindeki âyet-i kerîme, bu sözümüzü isbât etmekdedir. Bu âyet-i
kerîme, tevekkül ile berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azm
de lâzım olduğunu gösteriyor. Demek ki, her müslimân çalışacak, azm edecek,
sonra da Allahü teâlâya güvenecekdir.
Dinde
reformcular, insan nefsine güvenmelidir, diyor. Müslimânlar ise, insan yalnız
Allaha güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları, tevekküle inanmadıklarından,
tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için, nefse
güvenmek kelimesi ile bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalıyorlar. Görülüyor ki,
tevekkül, müslimânlar için lüzûmsuz birşey değildir. Tevekkül edilecek,
güvenilecek birşey lâzımdır.
27
— (Müslimânlar,
rızkın ezelde ayrıldığına inanır. Kerîm olan Allahın onu geçindireceğini
düşünür. Yolun neresinde kırılıp dağılacağı bilinmeyen eski bir araba gibi,
herhangi bir tesâdüfün ona göstereceği ma’işet yolunda sürüklenir. Kazancını
çalışarak artırabileceğini düşünmez. Fazla çalışmağa lüzûm görmez. Tenbel,
mütevekkil oturmasında dînin te’sîri böyledir.
İrâde sahibi hür bir insan, nefsinin bir kuvveti
olduğuna, nefsinin yapmaya kâdir olduğuna inanır. Bu itimat-ı nefis, insana
hayat için mücâdele kuvveti verir. Mücâdele ettikçe, maksadına mani olan
zorluklar çoğaldıkça, sarsılan gururunun artan ateşi ile daha fazla çarpışmak
arzu ve kuvvetini kendinde duyar. Çünkü, sonunda kazanacağından emîndir. İşte bu
emniyyet, bu îman karşısında hiçbir şey dayanamaz. Yaşamak istiyorsak,
kendimizde itimâd-ı nefs hâsıl edelim) diyor.
Cevap:
Birinci cihan harbinde böyle ateşli itimat-ı nefs derslerini pek fazla aldık.
Başımızı ne büyük belâlara çarptığımızı gördük. Nefse güvenmek böyle deli gibi
saldırmalara da sebep oluyor. Birinci cihan
harbinde nefse güvenmek yerine,
Allaha tevekkül hâkim olsa idi, o hareketlerden, ma’kûl ve meşrû olan ince
noktalardan hiçbiri ihmâl edilmezdi. Çünki, Allaha tevekkül etmek için, ahkâm-ı
ilâhiyyeye uymak lâzımdır. Bu da, bütün ince noktalara ehemmiyyet verdirir.
İslâmiyyet, hem çalışmağı, hem de tevekkülü birlikde emr etmekdedir. Tenbel
oturup da, tevekkül ediyoruz diyenler, bu iki vazîfeden birini yapmıyan kusûrlu
ve dînin beğenmediği kimselerdir. Çünki, islâmiyyetin iki emrinden birincisini
yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci
vazîfeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi ayblı,
kusûrlu oluyorlar. Hattâ bunların hatâsı, çalışmayanların hatâsından dahâ büyük
oluyor. Çünki, biz insanlar, elimizden geldiği kadar çalışdıkdan sonra, Allaha
tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allahdan beklemek ihtiyâcında bulunduğumuz
gibi, çalışırken reformcuların bildirdiği nefs kuvvetini alırken bile nefsimize
o kuvveti veren Allahı unutmayarak asl tükenmez ve yenilmez kuvvetin Allahı
unutmamakda olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle
muhtâcız. (Allah size yardım ederse, kimse size gâlib gelemez. Size yardım
etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, mü’minler Allaha tevekkül etsinler!)
ve (Sevgili Peygamberim! Onlara de ki, Allahü teâlâ dilemedikce, kendime
hiçbir fâide ve zarar getirmeğe kâdir değilim) meâlindeki âyet-i kerîmeler
ve dahâ nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak i’timâd-i nefs diye
birşey aramak, dîne yardım etdiklerini söyliyen reformculara yakışır mı? Bunlar,
biz tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı, bunu istiyoruz da, diyemezler. Çünki,
i’timâd-i nefs, ya’nî kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan
birşeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeğe yol açar. İ’timâd-i nefs,
mantık ilmine de uygun değildir. Çünki, güvenilecek birşey bulamamak demekdir.
Bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe,
güvenmek sözünün ma’nâsı kalmaz. Mantık ilminde (Devr-i bâtıl) ya’nî
bozuk devr anlatılırken, (Bir şeyin kendine muhtâc olması lâzım gelir)
denilmekdedir. Edebiyyâtda i’timâd-i nefs üzerinde çok durulur. Fekat, başka
insanların yardımına güvenmek gibi bir düşünceye karşı olarak kıymetlendirilir.
Bunu aşarak, Allahü teâlâya güvenmeği sarsdığı zemân, kötü ve zararlı olur.
İ’timâd-ı nefsin, bu çıplak ma’nâsı ile akl ve mantık karşısındaki
ma’nâsızlıkdan başka bir değeri olmadığı gibi, insanda bulunmayan büyük bir
kuvveti elde etmeğe de yaramaz. Çünki, herkesin nefsi vardır. Herkesin nefsine
i’timâdı insanların birbirinden farklı, üstün olmasına sebeb olmaz. Başkasının
yumruğunu yimeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhûrdur. Birbiri
ile çarpışacak kuvvetler için, sebeblere elden geldiği kadar yapışdıkdan sonra,
i’timâd-i nefs yerine Allaha tevekkül ederek, Onun yardımını aramak ise, öyle
değildir. İki taraf da Allaha tevekkül edince, eşid olurlar ise de, haklı
olduğunu bilen taraf, karşısındakinin tevekkülden istifâde edemiyeceğine inanır.
İ’timâd-i nefs olunca, böyle inanmasına bir sebeb yokdur. Bir kimse, Allah bana
yardım eder, çünki, ben haklıyım derse, yakışır. Fekat, nefsim bana yardım eder,
çünki ben haklıyım diyemez. Çünki, haksız olan egoistin nefsi, dahâ çok
istemekde, dahâ azgın saldırmakdadır. Tevekkülün, kendini haksız bilen tarafın
işine yarar bir kuvvet olamaması da bir kusûr değildir. İ’timâd-i nefs gibi,
kötü maksadlarla kullanmağa elverişli olmadığını gösterir.
Tevekkülde,
başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allaha sığınarak çalışmak inancı
bulunduğundan, i’timâd-i nefsden beklenilen kuvvetden katkat fazla kuvvet hâsıl
olmakdadır. Dinde reformcuların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları
için olsa gerekdir. Çünki, tevekkül eden kimse, Allaha güvenip de, kendisi boş
oturacak değildir. İ’timâd-i nefs sâhibi de, kendine güvenerek boş oturmayacağı
gibi, ikisi de çalışacak, başkasına güvenmeyecekdir. Şu kadar var ki, kendine
güvenen adam, kimsesizdir. Tevekkül eden müslimânın, kendi çalışmasından başka,
Allahı vardır. Bu tükenmez kaynakdan kuvvet almakdadır. Tevekkül eden müslimân,
hem bütün kuvveti ile çalışmakdadır; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi
hodbinliğe, egoistliğe düşmemekdedir.
İ’timâd-i
nefs, kimsenin yardımına güvenmiyerek, fazla kuvvetle çalışmak olduğuna göre,
tevekkül etmek de, böyle çok çalışmağı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve
bir tevâzû’la süslüyor. İ’timâd-i nefsden beklenileni, dahâ edebli ve dahâ
kıymetli olarak te’mîn ediyor. Hülâsa, tevekkül, çalışmayıp, boş oturup,
herşeyin kendi ayağına gelmesini beklemek değildir. Tevekkül, çalışıp, başarıya
kavuşmak için, Allahü teâlâdan yardım istemekdir.
28
—
(Yüksek hakîkatların birçok hurâfeler içinde yok olmasına, müslimânların
kanâ’atkârlığı, tevekkülü ve teslîmiyyeti sebeb olmuşdu. Kanâ’atin tükenmez bir
hazîne olduğunu bildiren hadîs öyle anlaşılmış ki, çalışmak lâzım olduğuna bile
inanılmıyor) diyor.
Cevâb: Müslimânları, kanâ’at etdikleri için
tenbel oldular diye lekelemek, çok haksız bir iftirâdır. Kanâ’at, çalışmayıp
tesâdüfen önüne çıkanı kullanmak, başka birşey aramamak demek değildir. Kanâ’at,
bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına
göz dikmemek demekdir. Başkasının dahâ çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak,
onun gibi çok çalışmak demekdir. Kanâ’at demek, ihtiyâcından fazla kalan
kazancını bir yere yığmayıp, islâmiyyetin emr etdiği hayrlı yerlere vermek,
fakîrlere, kimsesizlere, hastalara, cihâd edenlere yardım etmek demekdir.
Kanâ’at, böylece iyi ahlâkın kaynağı olduğu gibi, insana mahrûmiyyetler içinde
kaldığı zemân se’âdet te’mîn eden sarsılmaz bir kal’a gibidir. Şâir diyor ki:
Ey zemân!
İnsanlara hücûm ederken, beni de herkes gibi sanarak üzerime gelme! Bileğimi
bükemezsin! Karşında beni yalnız sanma! Arkamda kanâ’at gibi yenilmez bir ordu
vardır.
29
— (İslâmiyyetde
mezhebler türedi. Îmânda bile ikiye ayrıldılar. Eshâb-ı kirâmın izinde gidenlere
ehl-i sünnet denildi. Bu yoldan ayrılanlara, ehl-i bid’at denildi. Ehl-i bid’at
de, yedi kısma ayrıldı. Şimdiki müslimânlar, bu bid’at fırkalarından cebriyye
yolunu tutmuşlardır. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyenler, insanın elinden birşey
gelmez. Herşeyi Allah yaratır. Takdîr ne yolda ise, insan da onu yapar diyorlar.
Bunlara göre insan, her bakımdan âcizdir) diyor.
Cevâb: Reformcu, (Ehl-i sünnet)
mezhebi ile Cebriyye fırkasını birbirine karışdırıyor. Evet insan, kudret-i
ilâhiyye karşısında her bakımdan âcizdir. Fekat, müslimânlar kendilerini âciz,
başkalarını kuvvetli bilseydi, o zemân reformcunun birşey söylemeye hakkı
olurdu.
30
—
(Çocukların zihnindeki anlama ve inceleme hâssasını ve bunları sormasını Osmânlı
âilesinde kahhâr ve câhil cevâblarla körletmeyen, öldürmeyen yok gibidir.
İnsanların sonsuz bir acz içinde olduğuna, herşeyin Allah tarafından
yapıldığına, mezârların Allah ile kulları arasında bir vâsıta, bir şefâ’atçı
olduğuna, devlet reîsinin hâkim-i mutlak bulunduğuna inanan ve cinler, periler,
vampirler ile dolu rü’yâlar içinde boğulan kara câhiller, çocuklarının (niçin?)lerine
her zemân: Allah yapıyor. Allah böyle takdîr etmiş, çok sorma, sus, günâhdır,
küfrdür cevâbını verirler. Din âlimleri de, millete ibâdetlerin ahlâkî, ictimâ’î
fâidelerini anlatmazlar. Yâhud anlatamazlar. Ana-babanın çocuk üzerindeki ezici
davranışları, âlimlerin islâmiyyeti böyle yanlış anlamalarından ve
anlatmalarından olmuşdur. Din, ahlâk, âdetler ve nâmûs üzerinde çocuğun
düşünmesi, sorması yasakdır. Böylece çocuklarda tevekkül ve teslîmiyyet,
irâdenin çökmesi, kararsızlık ve bunların netîcesinde, seciyyesizlik ve
şahsiyyetsizlik hâsıl olmakdadır. Bunların hepsi ise, mağlûb olmak için ve kötü
huyların yerleşmesi için elverişli sebeblerdir) diyor.
Cevâb:
Dinde reformcunun yazdığı fenâlıkların hepsi dönüp dolaşıp dîne ve dînin dahâ
ziyâde kazâ ve kader bilgisine ve din bilgilerinde süâl sorulamıyacağına
yükletilmekdedir.
Mezârların
Allahü teâlâ ile insanlar arasında bir vâsıta olması fikrini ileri sürerek,
islâmiyyeti ve din âlimlerini suçlamak hiç doğru değildir. İslâm âlimlerinin
hepsi, bu fikri red etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, müslimânları Allahdan
başka kimseye tapınmakdan söz birliği ile men’ etmişlerdir. Allahü teâlâ ile
kulları arasında ölülerin hattâ dirilerin vâsıta olması, müslimânlıkda değil,
hıristiyanlıkda vardır. Papasların para karşılığında her günâhı afv edeceklerine
inanıyorlar. [İslâmiyyetde hiçbir âlim, hiçbir velî, hiçbir Peygamber kimsenin
günâhını afv edemez. Her müslimân günâhlarının afv edilmesi için, Allahü teâlâya
kendisi düâ eder, yalvarır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarının düâlarını kabûl
edeceğini bildirdi. Bunun için, müslimânlar, Allahü teâlânın sevdiği kullarının
dirilerine ve ölülerine yalvararak kendileri için düâ etmelerini isterler.] Bunu
müslimânlara yükleyip seciyyesizlik diyorlar da, hıristiyanlarda bulunduğu
hâlde, Avrupalılara neden seciyyesiz demiyorlar? Son zemânlarda ilerici
âilelerde alafranga yetişdirilen çocuklarda, o beğenilmeyen din terbiyesi
olmadığı hâlde seciyyesizlikleri, ahlâksızlıkları gazete sütunlarını
doldurmakdadır. Çocukları hoş tutmak ve sıkıntıya düşürmemek, onları tenbelliğe
alışdırmak yolundaki âdetlerimizin zararını da islâmiyyete yüklemek çok
insâfsızlıkdır. Çünki, islâmiyyetde baba, âkıl ve bâliğ olan çocuğunu beslemeğe
mecbûr değildir. Onun çalışıp kazanması lâzımdır. Bunun için, her baba, çocuğuna
ilm, edeb öğretdiği gibi, san’at öğretmeğe de mecbûrdur.
İnsanların
yapdığı işlerde, irâdelerinin te’sîrini bildirmek bakımından, başlıca üç yol
vardır: (Mu’tezile) fırkası, (Cebriyye) fırkası, (Ehl-i Sünnet)
fırkası.
Mu’tezile
mezhebine göre, Allahü teâlâ insanlara kudret ve irâde vermişdir. İnsanlar bütün
işlerini kendileri yaratır. (Kul, fi’linin hâlıkıdır) derler. Kolun titremesi,
kalbin atması kendiliğinden oluyor. Fekat kolu kaldırmağı, ayağın yürümesini
insan yaratıyor dediler. İnsan, istekli işlerini kendi yaratmasaydı, Allahü
teâlânın iyiliklere mükâfât, kötülüklere azâb yapması adâletsizlik olurdu,
dediler. Böyle inanışlarına vesîka olarak, (Allahü teâlâ insanlara zulm
etmez. İnsanlar kendilerine zulm ediyorlar) ve (Yapdıklarının cezâsıdır)
meâlindeki âyet-i kerîmeleri öne sürüyorlar.
Cebriyye
fırkasında olanlar ise diyor ki, (Bütün olacak şeyleri kalem ezelde yazdı ve
sonradan değişdirilmemesi için mürekkebi de kurudu. Herşey ezelde takdîr
olunmuşdur. Allahü teâlânın ilminde olanlar ve ezelde takdîr etdiği herşey,
öylece hâsıl olacakdır. Bunu kimse değişdiremez dediler. Ra’d sûresi onsekizinci
âyetinde, (Allah herşeyin hâlıkıdır) buyuruldu. İnsanı yaratan, insana
kudret ve irâde veren ve insanın bütün işlerini yaratan odur) dediler.
Muhammed
Ma’sûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildi
seksenüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Cebriyye fırkasından olanlar, insanda
irâde ve ihtiyâr, ya’nî seçmek ve dilemek yokdur dediler. İnsan her işini
yapmakda mecbûrdur. İnsan, rüzgârla sallanan ağaca benzer. İnsan bir işi yapdı
demek doğru değildir. Her işini Hak teâlâ yapar dediler. Bu sözleri küfrdür.
Böyle inanan, kâfir olur. Bunlara göre, insanın iyi işlerine sevâb verilir. Kötü
işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler ve günâh işleyenler ma’zûrdur. Suçlu
sayılmazlar ve cezâ görmezler. Çünki bu kötülükleri, onlar yapmıyor, Allah
yapıyor. İnsanlara zorla yapdırıyor diyorlar. Bu sözleri de küfrdür. Sâffât
sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onlar inanışlarından ve
yapdıklarından sorulacaklardır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, Cebriyye
fırkasında olanlara, yetmiş Peygamberin la’net etdiği bildirilmişdir. Bu
sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile, eli
istekle kaldırmak başka olduğu meydândadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile
değildir. Eli yukarı kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir.
Cebriyye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerîmelerden açıkça
anlaşılmakdadır. Ahkâf sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Yapmış
oldukları iyiliklerin karşılığını görürler) buyuruldu. Kehf sûresinin
yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (İstiyen inanır, istiyen inanmaz. Biz,
zâlimler [ya’nî inanmayanlar] için ateş hâzırladık) buyuruldu. Nahl
sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Onlar
[küfr ederek ve günâh işliyerek] kendilerine zulm etdiler) buyuruldu.
İnsanlarda ihtiyâr etmek, seçmek kuvveti bulunmasaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i
kerîmede, (Onlar, kendilerine zulm eyledi) demezdi. Çok kimseler Cebriyye
fırkasına uyarak, insanlar dilediğini yapamaz, diyor. Günâh işlemeğe mecbûr
olduklarını, zorla günâh işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özrlü, suçsuz
gösteriyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, emrleri ve yasakları yapabilecek kadar
insanlara ihtiyâr ve kuvvet vermişdir. Kalbin atması ile insanın yürümesi
elbette başka başka hareketdir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fekat
insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerîm olduğu, merhameti
çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emr etmemişdir.
Yapabilecekleri şeyleri istemişdir. Bekara sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü
teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emr etmişdir) buyuruldu. Cebriyye
fırkasına çok şaşılır ki, kendilerini dinlemiyenlere, kendilerine sıkıntı
verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek,
yetişdirmek için dövüyorlar. Yabancı erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına
yaklaşdırmıyorlar. Böyle yapanların canını yakıyorlar. Bunlar ma’zûrdur,
mecbûrdurlar diyerek göz yummuyorlar. Fekat, âhiret işlerine gelince, bizim
elimizde birşey yokdur, herşeyi Allah yapıyor diyerek, islâmiyyetin yasak etdiği
kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emrleri, ibâdetleri yapmakdan kaçıyorlar.
İnsanlarda
dilemek, istemek yokdur derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Tûr
sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette
gelecekdir. Onu kimse önleyemez) buyuruldu. Bir deliyi kendi evlerinde
görseler veyâ bir günâh işlediğini görseler, aklı yokdur, ihtiyârı yokdur
diyerek ses çıkarmazlar. Fekat aklı başında olan kimseler suç işleyince,
cezâsını verirler. Demek ki buna, ihtiyârı olduğu için, isteyerek yapdığı için,
cezâ veriyorlar. Cebriyye fırkası, insanlarda ihtiyâr yokdur dediği için ve
Mu’tezile fırkası ise kazâ ve kadere inanmadıkları için, doğru yoldan sapdılar.
Bid’at ehli oldular. Dalâlete düşdüler. İkisinin arasında kalan doğru yolu
bulmak, (Ehl-i sünnet) âlimlerine nasîb oldu. İşitdiğimize göre, imâm-ı
a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı Ca’fer Sâdık “radıyallahü
anhümâ”dan sordu ki, Ey Resûlullahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların
arzûlarına bırakmış mıdır? Cevâbında buyurdu ki, Allahü teâlâ, Rab olmak,
yaratıcı olmak sıfatını kullarına bırakmaz. İmâm-ı a’zam yine sordu: İşleri
kullarına zorla mı yapdırır? Cevâbında zorla yapdırmaz. Kulların arzûlarına da
bırakmaz. İkisi arasıdır dedi. En’âm sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen,
(Müşrikler diyeceklerdir ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız
müşrik olmazdık, kendiliğimizden birşeyi harâm etmezdik) buyuruldu. Bu
âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler, Allah bizim küfr ve
şirk yapmamızı dilemiş diyorlar. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini,
behânelerini kabûl etmeyecekdir. Böyle sözleri, câhil ve ahmak olduklarını
göstermekdedir.
Süâl: Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiğine göre, hayr ve şer, herşey Allahü teâlânın
takdîri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın
dilemesi ile olmuyor mu? Bunların özrleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin
kabûl edilmiyor?
Cevâb: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş
olduklarını, ma’zûr olduklarını söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günâhları suç
bilmiyorlar. Bunların kötülüğünü kabûl etmiyorlar. Allahü teâlâ, dilediği
herşeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi, diyorlar. Bizim şirkimizi,
küfrümüzü ve yapdıklarımızı kendisi dilemekde ve yapdırmakdadır. Onun için
hepsini beğenir, sever. Bunları yapanlara azâb etmez diyorlar. Yukarıdaki âyet-i
kerîmenin sonunda meâlen, (Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, dahâ önce
gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tatdılar.
Onlara söyle ki, yanınızda kitâb ve sened gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize
gösteriniz. Fekat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz) buyuruldu. Hak teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde ve bütün Peygamberlerinin kitâblarında küfrün çirkin olduğunu
ve hiç beğenmediğini bildiriyor. Kâfirlerin mel’ûn olduğunu ve rahmetine
kavuşamayacaklarını ve sonsuz azâb çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin
câhillik olduğunu bildiriyor. Çünki, bir şeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek
olduğunu göstermeyebilir. Küfrü ve günâhları elbette Allahü teâlâ dilemekdedir.
Çünki, Onun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunları dilemekde ise de, râzı
değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmekdedir.
Kâfirlerin bu sözleri, Cebriyye fırkasının inanışına uygundur. İhtiyârları,
ya’nî seçip yapma hakları olmadığını söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu
sözlerini reddetmiş, yüzlerine çarpmışdır. Çünki, böyle inanmanın yanlış olduğu
yukarıda bildirildi.
Kâfirlerin
bu sözleri, belki de alay etmek içindir. İnançlarını bildirmek için değildir.
Çünki kendi işlerini kötü bilmiyorlar. İyi birşey yapdıklarına inanıyorlar. Bu
işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor diyorlar.
Süâl: İnsanların her işi, Hak teâlânın
dilemesi ile olmakdadır. Hayr ve şer ezelde takdîr edilmiş, yazılmışdır. Böyle
olunca, insanın ihtiyârı, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdîr edilmiş
olan iyi ve kötü şeyleri yapması lâzım gelmez mi?
Cevâb: Ezeldeki, ya’nî sonsuz öncelerdeki
takdîr, (Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacakdır) şeklindedir.
Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, ya’nî seçmek hakkı bulunmadığını
değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Ezeldeki takdîr, insanlarda ihtiyâr
bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yaratdıklarında,
yapdıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, Allahü
teâlâ da, herşeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmakdadır. Allahü teâlâ
muhtârdır. Diler, seçer, dilediğini ve seçdiğini yaratır. Seksenüçüncü mektûbun
tercemesi burada temâm oldu.
Ehl-i
sünnet mezhebi, mu’tezile ile cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan
kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmağa mecbûr da değildir. Ehl-i
sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözlerini biraz
açıklıyalım: Dîn-i islâmda ve semâvî olan bütün dinlerde herşey, her iş Allahü
teâlânın takdîri ile, irâdesi ile hâsıl oluyor. Fekat, insan bir işin ezelde
nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması
lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni’ değildir. İnsanlar, kazâ ve
kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıkdan sonra düşünmelidir. Hadîd
sûresinin yirmiikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Dünyâda olacak herşey,
dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmişdir. Bunu
size bildiriyoruz ki, hayâtda kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve
kavuşduğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrûr olmayasınız.
Allahü teâlâ kibrlileri, egoistleri sevmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme
gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiçbir zemân ye’se,
ümmidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına
mâni’ olmaz. Çalışmasını kamçılar. (Çalışınız! Herkes, kendisi için takdîr
edilmiş olan şeylere sürüklenir) hadîs-i şerîfi de, insanın çalışmasının;
kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini, çalışmak ile kazâ ve kader
arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmekdedir. Bir adamın iyilik için
çalışması, bu adam için ezelde iyilik takdîr edilmiş olduğunu göstermekdedir.
Çünki herkes, kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan işleri yapmağa sürüklenir.
Kazâ ve
kadere inanmak ve bütün hayrları ve şerleri cenâb-ı Hakdan bilmek, müslimânlar
için nasıl bir vazîfe ise, hayrlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ olan işlerden
kaçınmak için çalışmak da, vazîfedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl
olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdîr ve irâde buyurması,
insanlara cebr etmek olmaz. Çünki, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl
kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdîr etmesi, kulların
arzûlarına, irâdelerine zıd değildir. Cenâb-ı Hakkın ezelde bilmesi, işlerin
olmasına veyâ olmamasına bir te’sîr yapmıyor. (İlm, ma’lûma tâbi’dir)
sözü de, ilmin işlere te’sîr etmeyeceğini anlatmak için söylenmişdir.
Bir insan,
iyi veyâ kötü bir iş yapar. Allahü teâlâ, ezelde ya’nî çok önceden, o işin
yapılacağını bilmiş ve bildiğine göre takdîr eylemişdir. Allahü teâlânın takdîri
yerini bulacakdır ve bu takdîre sebeb olan ilmi de yanlış çıkmayacakdır.
Görülüyor ki, insan bu işi yapmakda mecbûr olmuş değildir. Allahü teâlâ, bu
kimsenin o işi kendi irâdesi ile, arzûsu ile yapacağını ezelde bilmişdir. Kulun
ihtiyârı, ya’nî irâdesi, ezeldeki kazâ ve kaderin sebebi olmakdadır. Bundan
anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, o işin yapılacağını ezelde bildiği ve öylece
takdîr etdiği için, insan o işi yapmağı irâde edecek değildir. İnsanın
irâdesini, o işi yapmağa kullandığı için, ya’nî o işi yapmak isteyeceğini Allahü
teâlâ ezelde bildiği için takdîr eylemişdir.
İnsanın bir
işi yapmasına ilk sebeb, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzûsu ile
yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdîr etmiş ise de, o insanın irâdesi ve
ihtiyârı da, ezelî ve belki takdîrden önce ilm-i ilâhîdedir. Böyle olduğu için,
ezeldeki takdîr, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine
birşey yapamıyacağı, herşeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için,
kulun bir işe olan irâdesini Cenâb-ı Hak, kendi takdîri ile yapdırmakdadır. İşte
Ehl-i sünnet, burada mu’tezileden ve onların yolunda olan şi’îlerden
ayrılmakdadır. Onlar (Cenâb-ı Hak, insanları yaratır ve kendilerine kudret ve
irâde verir, ötesine karışmaz) diyorlar. Ehl-i sünnet ise, (Cenâb-ı Hak,
sizin ve vücûde getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır) meâlindeki âyet-i
kerîmeye uygun olarak, kulların her hareketi, her işi, Cenâb-ı Hakkın halk ve
îcâd etmesi ile ve kuvvet vermesi ile, yapdırması ile hâsıl oluyor, diyor. Cenâb-ı
Hakkın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıkdan sonra oluyor. İşin
irâde-i cüz’iyye ve kesb denilen bu kısmı insana âid olup, bunu Allahü teâlâ
halk ve îcâd etmez. Çünki bu, bir varlık değildir. Halk ve îcâd, hâricde var
olan şeylerde olur.
İlm-i
ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin
hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve reformcuları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin,
kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i ilâhînin hiç
şaşmaması, ilmlikden çıkarak cebre dönmesine sebeb olmaz. Talebesinin
imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen mu’allimin bu bilgisi, imtihânını
veremiyen talebesi için, bir cebr ve zulm olamaz. Allahü teâlâ, ileride olacak
herşeyi ezelde biliyor. Herşeyin bu bilgiye uygun olarak olması, insanın irâde
ve ihtiyârının yok olduğunu göstermez. Çünki, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını
da, ezelde biliyordu. Elbette bu bilgisine uygun yaratacakdır. Bu bilgisine
elbette uygun yaratması, onun irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermiyeceği
gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru olmaz.
İnsan
birşey yapacağı zemân, önce bunu ihtiyâr eder, seçer, irâde eder, ister. Sonra
yapar. Bundan dolayı, kullar, iş yapmakda mecbûr değildir. İster yapar.
İstemezse yapmaz.
İnsanın bir
işi yapmak istemesi için, önce bu işi görerek, işiterek, düşünerek hâtırlaması,
kalbine gelmesi lâzımdır. İnsan, kalbine gelen birşeyi ister veyâ istemez.
Meselâ, ben bir şeyi fâideli bulurum, yapmak isterim. Siz de lüzûmsuz görür,
yapmak istemezsiniz. İşlerinde hür olduğunu söylediğiniz insanların iş yapmağı
önceden kalbine getiren, fâideli, lüzûmlu olup olmadığını bildiren kimdir?
Bendeki düşünce, sizde niçin hâsıl olmaz? Hâsıl oldu ise, size niçin lüzûmlu
görülmez? İşte bu çeşidli sebebler, insanın elinde değildir. Bunun için, Ehl-i
sünnet âlimlerinden birkaçı (İnsanlar irâdeli işlerinde hür iseler de, irâde ve
ihtiyârlarında hür değil, mecbûrdur) demişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri,
(İstediğimi yaparım) diyen bir adama, (istediğini isteyebilir misin?) demişdir.
Kur’ân-ı kerîmde Dehr sûresindeki âyet-i kerîmeye, Ebül-Hasen-i Eş’arî
hazretleri, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini istersiniz!) ma’nâsını
vermişdir. Kazâ ve kader bilgisi üzerinde (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının,
ikinci kısm, dördüncü ve 47, 48, 49 ve 50. ci maddelerinde geniş bilgi vardır.
Lütfen oradan okuyunuz!
Kasas
sûresinin altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Rabbin, kendi istediğini yaratır.
Yalnız O ihtiyâr eder, seçer. Onların irâde ve ihtiyârları yokdur) ve Enfâl
sûresi yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhakkak biliniz ki, Allahü
teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) ve Kasas sûresinin ellialtıncı âyet-i
kerîmesinde meâlen, (Sen sevdiğini doğru yola getiremezsin. Allahü teâlâ
dilediğini doğru yola götürür) ve En’âm sûresinin yüzonbirinci âyetinde
meâlen, (Biz onlara gökden melekleri indirsek ve karşılarında ölüleri
konuşdursak ve her istediklerini onlara versek, biz dilemedikçe yine îmân
etmezler) ve bu sûrenin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ
kime hidâyet etmek isterse, onun göğsünü islâmiyyet için genişletir. Dalâletde
bırakmak istediğinin göğsünü de, o derece dar ve sıkı bulundurur ki, oraya
hakîkatin girebilmesi, sâhibinin göke çıkması gibi mümkin değildir) ve Hûd
sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Ben size nasîhat etmek istesem bile,
Cenâb-ı Hak dalâletde kalmanızı dilemiş ise, size fâidesi olmaz) buyuruldu.
Kazâ ve kadere inanmayan mu’tezile fırkası ile bunların izinde gidenler, bu
âyet-i kerîmeler karşısında şaşırıp kalmakdadırlar.
Hadîs-i
şerîfde, Mûsâ aleyhisselâm ile Âdem aleyhisselâmın kazâ ve kader üzerindeki
konuşmaları uzun bildirilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, (Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbının, ikinci kısm, ellinci maddesinde geniş yazılıdır.
İnsan
irâdesinin de, cebre doğru sürüklendiğini gösteren bu vesîkalar yanında, insanı
işlerinde sorumlu tutacak bir hürriyyete mâlik olduğu da meydândadır. Dünyânın
her yerindeki mahkemeler, hattâ her insanın vicdânı, bir can yakanın, bir
zâlimin afv edilmesini istemez. Cebriyye mezhebinde olan koyu bir müteassıb
bile, kendisine haksız saldıran bir adama kızmakda, hattâ ona karşılık yapmakda
kendini haklı bulur. Şâirin biri diyor ki: (Kazâ ve kaderin işkencelerine bile
râzı olduğunu söyleyen cebriyye fırkasındaki birinin ensesine bir tokat vur! Ne
yapıyorsun diyecek olursa, kazâ ve kader böyle imiş de! Bakalım sana hak verir
mi?)
Dünyâdaki
bütün adâlet kanûnları ve ahlâk prensibleri, Kur’ân-ı kerîmden alınmışdır.
Meselâ Zilzâl sûresinin yedinci ve sekizinci âyet-i kerîmelerinde meâlen,
(Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da, onun
karşılığına kavuşur) buyuruldu. Bu da, adâlet-i ilâhiyyesini tasdîk etmekde
ve kuvvetlendirmekdedir.
En’âm
sûresinin yüzkırksekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâya
başkalarını ortak edenler, Allah istese idi, biz müşrik olmazdık dedikleri zemân,
onlara, hüccet-i bâliğa Allahındır. Allahü teâlâ istese idi, hepinize hidâyet
ederdi, diye cevâb ver!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin (Allah
istese idi, biz müşrik olmazdık) sözlerini red etmiyor. Onların bu sözlerindeki
bozukluk, yanlışlık, (Allah dilediği için suçlu olduklarını) bildiklerinde
değildir. Bu sözü Peygamberleri susdurmak için ve kendilerini suçlu olmakdan
kurtarmak için söylemelerindedir. Çünki, Allah istese idi müşrik olmazdık
sözleri doğrudur. Nitekim, bu âyet-i kerîmede, meâlen (Allahü teâlâ istese
idi, hepinizi doğru yola götürürdü) buyuruldu. En’âm sûresindeki yüzyedinci
âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ istese idi, onlar müşrik olmazlardı)
buyuruldu. Müşriklerin bu sözleri doğru ise de, bu sözü Peygamberleri
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” susdurmak için söylemeleri çirkin olmakda ve
azarlanmakdadırlar. Çünki Allahü teâlânın, emr etdiği şeylerin hepsini irâde
etmiş olması lâzım olmadığı gibi, yasak etdiği şeylerin hepsini irâde etmemiş
olması da lâzım gelmez. Ya’nî Allahü teâlâ, dünyâda olacak herşeyi ezelde irâde
etmişdir. Bunların içinde, kendinin yasak etdiği, râzı olmadığı şeyler de
vardır. İrâde etmek, ya’nî istemek başkadır, râzı olmak, beğenmek başkadır. Bu
ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, bir işin
yapılmasını irâde etdiği hâlde, insanların o işi yapmasını yasak etmiş olabilir.
(Beled)
sûresinin sekizinci âyeti ve (Veşşemsi) sûresinin sekizinci âyeti de,
Allahü teâlânın insanlara maddî ve ma’nevî kuvvet verdiğini ve iyi ve fenâ
yolları ayırdığını ve mes’ûliyyetin insana âid olacağını açıkça anlatmakdadır.
Görülüyor
ki, insan bir bakımdan fâil-i muhtârdır. Her işinden dünyâda da, âhiretde de
mes’ûldür. Fekat, insanın ihtiyârını ve irâdesini kendi hâline bırakmıyan bir
irâde-i külliyye vardır. İnsan, kendisinin kâdir veyâ âciz olduğuna karar
verememekdedir. Bu soruyu çözmek çok güçdür. Dünyâda eşi bulunmaz bir bilmecedir
dense yeridir.
Yukarıda
geçen, (Siz yalnız Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz) meâlindeki
âyet-i kerîmeye, Ebû Mensûr Mâtürîdî hazretleri şöyle ma’nâ vermekdedir: (Allahü
teâlânın irâdesi, sizin irâdenizle berâberdir. Siz irâde edince, Allahü teâlânın
irâdesini hâzır bulursunuz). Eş’arî mezhebine göre, âyet-i kerîme, Allahü
teâlânın irâdesini bizim irâdemizle birleşdirmiyor. Bizim irâdemizi Allahü
teâlânın irâdesine bağlıyor. İnsanlardan, iyi şeyleri irâde etmeleri isteniyor.
Böyle irâdelerinin, irâde-i ilâhiyyeden kuvvet alabileceğini söyliyor. Kulun her
işi gibi, irâdesi de, cenâb-ı Hakkın izn vermesine muhtâcdır, diyor. Bir âyet-i
kerîmenin meâl-i şerîfinin (Onlar için irâde ve ihtiyâr yokdur) olduğunu
yukarıda bildirmişdik. Kureyş kâfirleri, (Şu Kur’ân, Mekkenin veyâ Medînenin
ileri gelenlerinden birine indirilseydi) diyorlardı. Bu âyet-i kerîme,
insanlarda, kimin Peygamber olacağını seçmek irâdesinin bulunmadığını
bildirmekdedir. (Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) meâlindeki
âyet-i kerîme de, Beydâvî tefsîrinde bildirildiği gibi, Allahü teâlânın,
kalblerdeki en gizli şeyleri gördüğünü, bildiğini anlatmak için gönderilmişdir.
Âdem
aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâmın konuşmalarını ve Âdem aleyhisselâmın
kazandığını bildiren hadîs-i şerîfe gelince: Ehl-i sünnet âlimlerine göre
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Âdem aleyhisselâmın beğenilmeyen işinde,
kesb, kazâ ve kader ve tevbe bir araya toplandı. Tevbe ile kesb birleşince, iki
zıd elektrik yükü gibi, birbirlerini yok etdiler. Ortada yalnız kader kaldı.
Kazâ ve kader için de, kimseye birşey denilemiyeceğini bildiriyorlar. Âdem
aleyhisselâmın yapdığı işin kendine olan tarafı tevbe ile düzeldikden sonra,
evlâdına olan tarafı, ya’nî insanların yeryüzünde yaşamalarına sebeb olması,
insanlar için bir kader-i ilâhîdir.
Yukarıda
geçen âyet-i kerîmelerde işlerin yalnız Allahın irâdesi ile olacağının
bildirilmesi de, kaderin kazâ hâlini aldığı hâller içindir. İnsanlar, kendi
irâdeleri ile kaderdeki işleri yapmağa başlar. Allahü teâlâ da bunları irâde
etdikden sonra, iş kazâ hâlini alır. Ya’nî meydâna gelir. İşte kaderdeki işler,
kazâ hâline gelince, insanların irâdesi artık bunu değişdiremez. Se’âdet veyâ
felâket geri dönemez. (Yasîn) sûresinin, (Onların önlerine ve
arkalarına sed çekdik. Gözlerini perdeledik. Artık görmezler) meâlindeki
âyet-i kerîmesi ile Bekara sûresinin baş tarafındaki (Allahü teâlâ onların
kalblerini mührledi. Kulaklarını ve gözlerini perdeledi) meâlindeki âyet-i
kerîme, bu hâli haber vermekdedir. Bu âyet-i kerîmeler, ayrıca gösteriyor ki,
kendilerini herhangi bir sûretle, Allahü teâlâya sevdirenler himâye edilir ve
dahâ çok hidâyete kavuşdurulur. Gadab-ı ilâhîye sebeb olanlar da, kötü işlerinde
terk edilirler. Pek nâzik ve ince işler, bu sevgiye veyâ gadaba sebeb olabilir.
Bunun için, insanın Allahına karşı çok uyanık olması lâzımdır. Kaderde bulunan
işler, kazâ hâline gelmeden önce, insan dış etkilerin baskıları altında kalsa
bile, irâde ve ihtiyârı elindedir.
İnsanlar
irâde sâhibidir. Düşüncelerinde ve hareketlerinde hürdür. Fekat, düşünceleri ve
işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebebler insanı hür olmakdan çıkarmaz. Çünki, bu
sebebler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebebsiz olarak da irâde eder ve
yaparlar. Sebebler varken, insan istemezse, iş çok zemân olmaz. Sebeblerin
bulunması, işin yapılmasını îcâb etdirseydi, Allahü teâlânın da irâde ve
ihtiyârı bozulurdu. İnsan bir işi yapıp yapmamağı irâde etmeden önce, zihninde
düşünür, tartışır. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı ençok
para veren müşteriye satar. Bu müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok
para veren adama satmağa mecbûr gibidir. Biri çıkıp da, az para verene
satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna
satmağa da mecbûr olabilir.
Allahü
teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık
olan ni’metlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebebler
hâzırlamakla berâber insanların zihnlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk
edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekde bulunan sebebler, düşünceler de
yaratmışdır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihnde yaratdığı sebeblerin
çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, insan iyi tarafı irâde eder. Meselâ
bir me’mûr, iyi çalışmasını îcâb etdiren kanûn ve nizâmları bilirken, kanûna
uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdânında kanûnun yasağına karşı ağır basan bir
sebeb, bu yolsuzluğu yapmağa onu zorlamışdır. Yapılmayacak bir işi, dayanamamış,
yapmışdır. Para teklîf edilmesi ve Allahü teâlânın zihnde yaratdığı para
sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de, kanûn bunu iyi
karşılamaz.
Hükûmet
kanûnları gibi, din ve ahlâk kanûnlarını koyarak, onlara uymağı sıkı emr eden
Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda
yaratması, hükûmetin me’mûru tecribe için el altından rüşvet göndermesine,
me’mûrun da, yaman bir imtihân geçirmekde olduğunu anlayarak dikkatli ve uyanık
olması îcâb etmesine benzer.
Aklları
yoran, fikrleri yıpratan bu ince bilgileri, din âlimleri, müslimânların başına
belâ etmemişdir. Âlimler incelemişler ve binlerle kitâb yazmışlardır. Dinde
reformcuların, çocukların sormalarına, incelemelerine hak verip de, din
âlimlerinin incelemelerini ve yazmalarını kötülemelerine şaşılır.
Tabî’iyyecilerden bir kısmı ve komünistler, herşeyi tabi’at yapıyor dedikleri
hâlde, bu gizli kuvveti anlıyamıyorlar. Herşeyin gizli bir kuvvet altında
yapıldığına inanmak, müslimânlar için, niçin bir suç olsun?
Kazâ ve
kader bilgisinde, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, başka bir yol
tutmuşdur. Bağdâd Müftîsi Şihâbüddîn Mahmûd Âlûsî de, bu yolda yürümüşdür.
Bunlara göre, hayr ve şerri irâde etmek, insanın bir özelliğidir. Bu
özellikleri, Allahü teâlâ yaratmaz. Meselâ: Allahü teâlâ, elmayı elma yapmadı,
yalnız onu yaratdı derler. Son söz olarak deriz ki, Ehl-i sünnet âlimlerine
göre, (İnsan birşeyi irâde edince, Allahü teâlâ da irâde ederse, o şeyi yaratır.
İnsanın her işi, bu iki irâde ile hâsıl olmakdadır. Birinci irâdeye göre, insan
mes’ûldür. Fekat işler ikinci irâde ile meydâna gelmekdedir.)
Dinde
reformcuların dediği gibi, islâm âlimlerinin kazâ ve kader üzerinde çok kitâb
yazmaları, vehmler, hayâller ve hurâfelerle uğraşmak değildir. İlm üzerine
dayanan incelemelerdir. Cinlerin, perilerin, vampirlerin hayâllerini
karışdırmışlar demeleri de, islâm âlimlerine karşı büyük bir iftirâ ve
saygısızlıkdır. Kadınlarda, câhillerde, çocuklarda çok bulunan bu hayâllerin ve
efsânelerin geldiği yer, islâm âlimlerinin kitâbları değil, Avrupadan,
Amerikadan gelen hayâllerle, cinâyetlerle doldurulmuş olan romanlar ve filmler
ve yehûdî ve hıristiyanların bozuk inançları olsa gerekdir.
Evet, cin
vardır. Buna inanmak lâzımdır. Fekat, vehmleri, hayâlleri cin sanmak yanlışdır.
Müslimânların kazâ ve kadere inanmasını, çalışmağa, ilerlemeğe mâni’ gibi
göstermeğe kimsenin hakkı yokdur. Bu iftirâlar, komünistlerden ve masonlardan
sızıp gelmekdedir. Kazâ ve kadere îmân, çalışmakda gevşeklik göstermeği veyâ
egoist olmağı önler. İnsanların anlayışları, bilgileri ve güçleri dışında kalan
hâdiseleri, tesâdüfün şu’ûrsuz irâdesine bırakmakdan ise insan kendi irâdesinin
çarkını, atomdan güneşe kadar herşeyi kaplayan düzgün bir makinanın
hareketlerine bağlarsa, ya’nî tedbîrini takdîre uydurmağa çalışırsa, işlerinin
dahâ başarılı olacağı meydândadır. Cebriyye mezhebinde olanları susdurmak için
onlara deriz ki: Tehlükeli bir yerde düşmanın hücûm edeceği haber alınsa, siz de
buna inansanız, (takdîr ne ise, onu yaparlar. Başka birşey yapamazlar. Allahın
takdîr etdiğine çâre bulunmaz) diyerek, râhat oturur musunuz? Yoksa karşı
koymağa veyâ tehlükesiz bir yere gitmeğe hâzırlanır mısınız? Böylece, insanlarda
tehlükeden kurtulmak ve ihtiyâclarını elde etmek için, çalışmak hissinin,
yaratılışda bulunduğu, Cebriyye tarafından da bildirilir. İnsanın ufak tefek
işlerde kadere inanıp da, böyle tehlükeli veyâ muhtâc olduğu zemânlarda inanmaz
olması da düşünülemez.
Müslimânların geri kalmasını, cehâletde, gafletde ve tenbellikde aramalıdır.
Cehâletin nerden ve nasıl geldiğini de dahâ önceki sahîfelerde bildirmişdik.
Kazâ ve kader gibi yüksek bilgileri, kabâhatin içine karışdırarak, müslimânların
îmânlarını bozmağa çalışmamalıdır.
31
—
(Avrupa kıt’ası küçük ve çok kalabalık ve toprağı fakîr olduğundan Avrupalılar
yaşayabilmek için, tabi’atla çarpışmağa, fen ve san’atda ilerlemeğe mecbûr oldu.
Muhtâç olan Avrupalıların birbiri ile döğüşmesi de, buna sebeb oldu. Afrikada
sıcak havalar insanları gevşetdi. Ekvator ormanlarındaki bol ve çeşidli meyvalar
tenbelliğe sebeb oldu. Asyada, Afrikanın kızgın çölleri ve Avrupanın buzlu
dağları olmadığı için, Asyalılar râhat yaşadılar. Hayâtı kazanmak için kolay
çalışdılar. Asya kıt’ası medeniyyetin beşiği oldu. Demek ki, şarklı bir millet
de çalışabilir, yükselebilir. Osmânlıların geri kalmasını, şarklı olmasında,
iklimde aramamalıdır. Dinde, kazâ ve kader anlayışında aramalıdır)
diyor.
Cevâb: Osmânlıların kazâ ve kaderi yanlış
anladıklarını, insanların kendilerine kıymet vermeyip, hâdiselere teslîm
olduklarını bir an için kabûl etsek bile, çöküntüyü meydâna getiren sebebler
başkadır. Bunu kısaca açıklıyalım:
Müslimânların hâdiselere teslîm olmasını hoş görmeyen ilericiler, gözlerini açar
açmaz, milletin bu hâlinden istifâde ederek, onları aldatmağa, mevkı’ ve
menfe’at kapışmağa koyuldular. Onlar memleketin yükselmesi için çalışsalardı,
itâ’ate ve teslîmiyyete alışmış diyerek kötüledikleri bu millet, onlara da
teslîm olur, yükselmekde güçlük çekilmezdi. Görülüyor ki, kabâhat milletde
değil, milleti doğru yola sürüklemiyen, koltuk sâhibi ilericilerdedir.
Milletin
uyanması elbette lâzımdır. Fekat, koca millet, hep birden uyanamaz ya. Önce
uyananlar, iyi yolda çalışmadılar. Yalnız kendilerini düşündüler. Kötülüklere
âlet oldular. Geri kalanlar uyanmadan, biz kendi keyfimize, kendi kazancımıza
bakalım dediler. Bizden sonra ne olursa olsun, yeter ki, post elden gitmesin
diyerek sandalyelerini, koltuklarını sağlamlaşdırmak için, milletin gözünün
kapalı kalmasına çalışdılar. Milletin uyanmasına, yükselmesine mâni’ bir iken
iki oldu. Halk, gaflet uykusundan uyanmağa mı, yoksa açıkgözlerin uyutmasından
kurtulmağa mı çalışacağını şaşırdı. Osmânlıların “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” çökmesine, eskiden kalma uyuyanlar değil, yeni türeyen yobazlar, dinde
reformcular sebeb oldu.
32
—
(Dinde reform yapmalıyız. Önce îmândan başlamalıyız. Îmân, yalnız kalb ile
inanıp, dil ile söylemek olmaz. Din, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini ayırıyor.
İyilik îmânın şartı, fenâlık îmânsızlığın sebebi olmalıdır. Farzların çeşidli
şartları olduğu gibi, îmânın da adâlet, istikâmet, hubb-ı vatan, şeref, nâmûs
gibi şartları olmalıdır. Âmentünün altı şartı islâmiyyet olamaz. Mükemmel bir
sosyal din olan islâmiyyet, bu yüzden sefâlete sebeb oluyor. Îmânın, mü’mine bir
kıymet verecek sûretde düzeltilmesi lâzımdır) diyor.
Cevâb: Îmân yalnız inanmak mıdır? Yoksa,
reformcunun yukarıda söylediği gibi, îmânın güzel işlerle birlikde olması şart
mıdır? İslâm âlimleri, asrlarca önce bunu incelemişler, bu yüzden fırkalara
ayrılmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
îmân, yalnız kalb ile inanmakdır. Dil ile söyleyemezse, afv olur. Mu’tezile ve
hele hâricî denilen fırkalar, amelsiz îmân olmaz. Büyük günâh işleyen îmândan
çıkar, dediler. Fekat, bu fırkaların ayrılması, hep Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i
şerîflerden anladıkları bilgilere dayanmakdadır. Dinde reformcular ise, din
bilgilerinden hiç haberleri olmadan, kendi noksan aklları ve bozuk düşünceleri
ile, îmânı değişdirmeğe kalkışıyorlar. Çok haklı görünen ve pek gizli tehlüke
taşıyan bir fikri, gençlere aşılamağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın dînine hem
inanan, hem de uyan bir müslimân ile, yalnız inanıp da, islâmiyyete uymayan
müslimânı karşılaşdırıyor gibi görünerek, islâmiyyete uymağı korumakdan ziyâde,
i’tikâdı kıymetden düşürmeğe, açıkcası, müslimânların îmânlarını bozmağa
çalışıyorlar. Nitekim koca reformcu moskof Kazanlı Mûsâ Beykiyef de,
(Rahmet-i ilâhiyye burhanları) adındaki kitâbında, (Dünyâda ilerlemiş olan
kâfirlerin yanında geri kalan müslimânlara mü’min denilmiyeceği ve her din, her
i’tikâd hak olduğu için, bir müşrikin, bir kâfirin kötü bilinemiyeceği)
yazılıdır. Böyle yazıların, müslimânlara mahsûs olan îmânı kıymetden düşürmek
için hâzırlandığı meydândadır. Mûsâ Beykiyef, dünyâdaki müslimânlara, dinde
reform fikrini aşılamağa çalışmakdadır.
İslâm
memleketlerindeki dinde reformcular kurnaz davranarak, müslimân görünüyorlar.
Dîni kuvvetlendirmek, yükseltmek istediklerini söyliyorlar. Sözlerine,
yazılarına dikkat edilince, dînin insan tarafından yapıldığını, islâmiyyeti
Muhammed aleyhisselâmın ortaya çıkardığını, Allah tarafından gönderilmiş bir din
olmadığını kabûl etdikleri görülmekdedir.
Dinde
reformcuların yukarıdaki, (iyi işleri îmâna katmalı) sözü, islâm âlimleri
arasında eskiden beri tartışılan bir bilgiyi meydâna çıkarmak olmayıp, iyi iş
yapmağı îmândan üstün tutmak, dahâ doğrusu dînin temeli olan îmânı ve ibâdetleri
atarak, yalnız iyi işleri, güzel bildikleri ahlâkı, son asrın terbiye metodları
ile karışdırarak, buna islâmiyyet ismini vermek demekdir. Bu da, dîne yalnız
dünyâ için inanmakdır.
Dinde
reformcular, yalnız ahlâkı ve dünyâ düzenini düşünüyorlar. Kitâbımızın başında
açıkladığımız gibi, (dînin aslı, esâsı yok ise de, ahlâkı düzelten fâideli bir
kuvvet olduğu için, yalancıkdan inanmak ve milleti de, aslı varmış gibi
inandırmak iyi olur) diyorlar. Amelin, îmânın şartı olmasını istiyorlar. Fekat,
bu arzûlarına akl ile ve nakl ile hiçbir delîl, hiçbir sened gösteremiyorlar.
Yalnız, (amelsiz îmân neye yarar? Kelâm âlimleri, ameli îmâna katmamakla,
mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyeti, nazarî, teorik bir din hâline
düşürmüşler) gibi ilm ile ve akl ile ilgisi olmayan, yalnız hissi okşayan ve
câhillerin anlamasına uygun olan şeyler söylüyorlar. İslâm âlimlerine
düşmanlıkları ateşinin, akl gözleri üzerine yığdığı dumanlar arasında, bu
sözleri sayıklıyorlar. Kelâm âlimlerinin kitâblarından haberleri olmadığı için,
müslimân adını taşıyanlarda gördükleri ahlâk bozukluğuna çâre olarak islâmiyyete
saldırıyorlar. Bunların ne kadar haksız ve ne derece ahlâksız olduklarını gün
ışığına çıkarmak için, islâm âlimlerinin ve tercîhan Ehl-i sünnet (kelâm
ilmi) mütehassıslarının sözlerini kısaca bildirmeyi uygun görüyoruz:
Ehl-i
sünnet mezhebine göre, büyük günâh işliyenin îmânı gitmez. Ya’nî kâfir olmaz.
Günâh işleyen müslimâna (fâsık) denir. İ’tikâdı, ya’ni îmânı sağlam olan
fâsıklar, âhıretde Cehennem azâbını yâ görür veyâ görmez. Görür ise, sonra
mağfirete kavuşarak, Cehennemden çıkar. Müslimânlığın temeli, Allahü teâlânın
birliğine ve Allahın peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği belli
olan ahkâmın, ya’nî emrlerin ve yasakların hepsini Allah tarafından getirmiş
olduğuna inanmakdır. Ya’nî emrleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak îmânın
şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lâzım olduğuna inanmak îmânın şartıdır.
Böyle îmânı olmayan, ya’nî müslimân olmayan kimseye (kâfir) denir.
Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara fâideli buluşlar yapsa da, âhıretde
azâbdan kurtulamaz. İbâdetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları
yapmak, îmânın yanında ikinci derecede kalır. Îmân temeldir. İyi işleri yapmak,
fürû’âtdır, ya’nî ikinci derecededir. Îmânın ve îmân ile birlikde olan işlerin
dünyâda da, âhıretde de, fâideleri vardır. İnsanı se’âdete ulaşdırırlar. Îmânsız
olan iyi işler insanı dünyâda se’âdete kavuşdurabilir. Âhıretde fâidesi olamaz.
Dinde reformcular, âhırete inanmadıkları için olacak ki, yalnız iyi işleri
yapmağı düşünüyorlar. Yalnız dünyâ huzûrunu, se’âdetini düşündükleri için,
ameli, ya’nî iyi işleri yapmağı i’tikâdın üstünde görüyorlar. İttihadcılar
zemânında çıkarılan (Kavm-ı Cedîd) adındaki kitâbda, îmânı ve ameli olan
hakîkî müslimânlara (Kavm-ı Atîk) ya’nî eski kafalılar, gericiler diyor.
Bunlarla alay ederek, îmânı olan bir adam, ne kadar fenâlık yapsa, kıyâmetde
kurtulur. Îmânı olmayan kimse, dünyânın her iyiliğini yapsa, fâidesini görmez
derler diyor. Nûr sûresi otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Kâfirlerin dünyâda
yapdıkları iyi işleri, [insanlara fâideli keşfleri], çölün ilerisinde görünen
serâba benzer. Susuz kalan adam onu uzakdan su sanır. Fekat, yanına varınca,
umduğunu bulamaz. Kâfirler de, kıyâmet günü, dünyâda yapdıkları iyilikleri serâb
gibi yapan, ya’nî yok eden Allahı bulur ve hesâbını Ona verir) ve İbrâhîm
sûresi onsekizinci âyetinde meâlen, (Allaha îmân etmeyenlerin yapdıkları
fâideli işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhiretde o
işlerin hiçbir fâidesini bulamazlar) ve Furkan sûresi yirmiüçüncü âyetinde
meâlen, (Kıyâmet günü onların iyi işlerini, bizim için yapmadıklarından
kimler için yapdılar ise, onlara doğru saçılan ince toz hâline getiririz) ve
Kehf sûresi yüzüçüncü ve sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Emekleri en
ziyâde boşa gidenleri haber verelim mi? Onlar dünyâda güzel iş yapdıklarını
sanır. Hâlbuki boşuna uğraşan kimselerdir. Onlar, Rablerinin âyetlerine ve
kıyâmetde Onun huzûruna çıkacaklarına inanmadılar. Biz de onların iyiliklerini
yok ederiz. İyilikleri ile kötülüklerini ölçmeyiz) buyurulmakdadır. Bu
âyet-i kerîmeler, Ehl-i sünnet i’tikâdının doğru olduğunu göstermekdedir.
Kâfirlerin
dünyâda yapdıkları iyiliklerin yok olacağını bildiren âyet-i kerîmeler, bu
iyiliklerin onlara sevâb ve fâide vermeyeceğini gösteriyor ise de, ba’zı
âlimlerimize göre, Bekara sûresindeki seksenaltıncı ve Âl-i İmrân sûresindeki
(Onların azâbı hafîfletilmeyecekdir) meâlinde olan seksensekizinci âyet-i
kerîme gösterilince, zemân bakımından hafîfletilmeyecek, sonsuz azâb
göreceklerdir demişlerdir. Bu âlimler, Enbiyâ sûresinde, kırkyedinci âyet-i
kerîme olan, (Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulm
yapılmaz. Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur) meâlindeki ve
(Zerre mikdârı iyilik yapan onun karşılığını bulur) meâlindeki âyet-i
kerîmelere dayanmakdadırlar. Bundan başka, çok cömerd olan Hâtem-i Tâînin ve
Peygamberimizin dünyâya geldiğini müjdeleyen câriyesi Süveybeyi sevincinden âzâd
eden Ebû Lehebin azâblarının hafîfleyeceğini bildiren hadîs-i şerîfler vardır.
Fahr-i âlemi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok seven Ebû Tâlibin azâbının
hafîfleyeceğini bildiren hadîs-i şerîf ise, pek meşhûrdur. Dâr-ül-islâmda
bulunan kâfirlerin, islâmiyyetin muâmelât kısmına uymaları lâzımdır. İslâmiyyete
uymak da, sevâb kazandırır ve azâbı azaltır. Kâfirlere âhiretde sevâb ve mükâfât
olmayacağı için, azâblarının azalacağı düşünülür. Bundan başka îmâna gelen bir
kimse, îmâna gelmeden önce yapdığı iyiliklerin karşılığına kavuşur. Buhârîde ve
Müslim-i şerîfde bildirildiğine göre, Hâkim bin Hazâm, îmâna gelince, evvelce
yapmış olduğu iyilikleri sormuşdu. Buna karşılık olan hadîs-i şerîfde,
(Evvelce yapmış olduğun hayrlı ve fâideli işlerin makbûl olmak üzere müslimân
oldun) buyurulmuşdur. Îmâna gelen kimsenin evvelce yapdığı bütün günâhları
afv olur. Çünki, bir müslimân, Allah korusun, îmândan çıkar, mürted olursa,
yapmış olduğu bütün iyilikleri yok olacağı gibi, yeni îmâna gelen bir kimsenin
evvelki günâhları afv olur.
[Bir kâfir
îmâna gelince, bütün günâhları afv olup, tertemiz olacağı için, ona saygı ve
sevgi göstererek, gönlünü kazanarak düâsını almağa çalışmalıdır.]
Âyet-i
kerîmeler ve hadîs-i şerîfler îmânın kalbde olduğunu, ya’nî îmânın kalb ile
tasdîk demek olduğunu göstermekdedir.
(Îmân
edenler ve sâlih, iyi amel işleyenler) meâlindeki âyet-i kerîme ve (Mü’min
olarak sâlih amel işleyenler) meâlindeki âyet-i kerîme, îmân ile amelin
başka başka olduklarını göstermekdedir. Eğer amel, îmânın parçası olsa idi,
âyet-i kerîmede ayrıca bildirilmezdi. Birşey başka şeye atf edilince, ikisinin
başka başka oldukları anlaşılır. (Hucurât) sûresi dokuzuncu âyetinde
meâlen, (Mü’minlerden iki fırka birbiri ile döğüşürlerse, aralarını bulunuz!)
buyuruldu. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede, birbiri ile harb etmek gibi, günâh
işliyenlere mü’min demekdedir. Bundan sonraki (Mü’minler, elbette kardeşdir.
Kardeşlerinizin arasını bulunuz) meâlindeki âyet-i kerîme, bunların mü’min
olduklarını bildirmekdedir. (Nisâ) sûresi kırkyedinci ve yüzonbeşinci
âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, şirki elbette afv etmez. Dilediği
kimselerin, şirkden ya’nî îmânsızlıkdan başka günâhlarını afv eder)
buyuruluyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Cebrâîl aleyhisselâm bana geldi. Şöyle
müjdeledi ki, Allahü teâlâya hiçbir şeyi şirk etmeden, ya’nî kâfir olmadan ölen
bir kimse, zinâ etmiş ise de, hırsızlık etmiş ise de, sonunda gideceği yer
Cennetdir) buyuruldu.
Yukarıdaki
âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, îmân ile amelin başka başka olduklarını
göstermekdedir. Amelin îmânın parçası olduğunu söyleyen mu’tezile fırkası ile
hâricîler vesîka olarak meâl-i şerîfi, (Bir kimse kâfir olursa, Allahü
teâlâya bir zararı olmaz. Çünki, Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir)
olan (Âl-i İmrân) sûresinin doksanyedinci âyetini ve meâl-i şerîfi, (Allahü
teâlâ size îmânı sevdirdi, onu kalbinize yerleşdirdi ve size küfrü, füsûku ve
isyânı çirkin gösterdi) olan (Hucurât) sûresinin yedinci âyetini
sened gösteriyorlar. Âl-i İmrân sûresindeki doksanyedinci âyetden anlaşılan
ma’nâyı, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” şu sözü de kuvvetlendirmekdedir:
(İsterim ki, dışarıya me’mûrlar, müfettişler göndereyim. Malı olup da, hac
etmeyenleri bulup, cizye verdireyim. Çünki onlar, müslimân değildirler)
diyorlar. Hâlbuki, âyet-i kerîmedeki ve hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”
sözündeki küfr kelimesi, haccı inkâr etmek demekdir. Son âyetde, îmân ile fısk
birbirine karşı tutulmuş ise de, îmânın fısk ile zıd olduğu anlaşılmaz. Çünki,
güzellik ve çirkinlik bakımından birbirinden ayrılan nice şeyler vardır ki, bir
yerde toplanabilirler. Yine bu sûrede, (Îmân etdikden sonra, fısk, ne fenâ
ismdir) meâlindeki âyet-i kerîme, îmân ile fıskın yerlerini çok açık
bildirmişdir. Fıskın mü’minlere yakışmaz bir sıfat olduğunu anlatmışdır. Fâsıkın
îmânlı olduğunu anlatmışdır. Fâsıkın îmânı olduğu buradan da anlaşılmakdadır.
Çünki, asl fenâlık ve yolsuzluk, îmân ile fıskın biraraya gelmesindedir.
Kâfirdeki fısk, o kadar fenâ olmaz.
Allahü
teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu ve Peygamberi ile bildirdiği ahkâmı tasdîk
eden bir mü’min, bu ahkâma uymakda kusûr ederse, elbette üzülür. Allahı ve
Peygamberi tanımayan ve yapdığı iyilikleri, Allahın emri olduğu için değil de,
başka sebeble yapan bir kimse, Allaha kul olmağı bile kabûl etmiyor. Bu ikisine
karşı Allahü teâlânın mu’âmelesi, elbette bir olmaz. Bir adamın iki evlâdı olsa,
birisi okumaz, yazmaz, çalışmaz, kimseye fâidesi olmaz. Fekat, babasının yanında
edebli durur. Kabâhatlerini düşünerek mahcûb olur. Babası, bu çocuğun kahrını
çeker. İkinci çocuğu çalışkan, gözü açık, herkesin işine yarar. Fekat, birgün
babasına karşı gelerek: Sen kim oluyorsun? Seni tanımıyorum, gibi ağır şeyler
söyler. O anda her iyiliği yok olur. Bunu kovar, sonra yalvarıp afv dilemekden
başka çâresi olmaz. İşte, fâsık olan mü’min ile kâfir, bu çocuklara benzer.
Müslimânlığa inanan ve seven bir adamı, kusûrlarından dolayı müslimânlıkdan
çıkarmak doğru değildir. Îmân, müslimânlık esâslarını kabûl etmek ve bütün
ahkâmına uymakda kusûr etse bile, saygı göstermek olduğundan, müslimânlığın
temelidir. Amel îmândan bir parça olsaydı, her günâh işleyen, kâfir olurdu.
Dünyâda müslimân kalmazdı. Hadîs-i şerîflerde ba’zı iyilikler îmâna, ba’zı
kötülükler küfre bağlı olarak bildirilmiş ise de, böyle buyurulması, bu iyilik
ve kötülüklerin şiddetini, derecesinin çokluğunu bildirmek içindir. Başka âyet-i
kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin yardımı ile, bunların, îmândan veyâ küfrden
parça olmadıkları anlaşılmakdadır. (Hayâ îmândan bir şu’bedir), (Temizlik
îmânın yarısıdır), (Îmân nemâzdır), (Mü’min, insanların emîn olduğu kimsedir), (Mü’min,
mü’min iken zinâ etmez), (Mü’minde her huy, her tabî’at bulunabilir. Yalnız
hâinlik ve yalancılık bulunmaz) hadîs-i şerîfleri böyledir. Bu hadîs-i
şerîfler, hayâ, tahâret, nemâz, emânet, iffet, doğruluk gibi iyiliklerin
olmaması ve yalan, hâinlik ve zinâ gibi kötülüklerin bulunması îmânın olmaması
gibidir diyerek, bunların ehemmiyyetlerini bildirmekdedir. Ba’zı amellere îmân
kadar kıymet verilmekle, bunların ehemmiyyetleri bildirilmişdir. Dinde
reformcular, buna karşılık olarak, Peygamberlerin îmâna dâhil etdiği şeyleri,
Ehl-i sünnet âlimlerinin îmândan ayırmağa ne hakları olabilir derlerse, (Mü’min
olarak ölen kimse, zinâ etmiş ve hırsızlık etmiş ise de, sonunda Cennete girer)
hadîs-i şerîfi, bunlara cevâb vermekdedir. (Ankebût) sûresinin ikinci
âyet-i kerîmesinde, (İnsanların, îmân etdik demekle bırakılmayarak, din
yolunda karşılaşacakları sıkıntılara katlanmalarına göre, îmân etdik sözlerinin
doğru veyâ yalan olduğu anlaşılacağı) meâl-i şerîfi ile bildirilmekdedir. Bu
âyet-i kerîmede, sıkıntılara dayanmanın çok mühim olduğu anlatılmakdadır.
(Ahzâb)
sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” ile birlikde cihâda gidenlere mâni’ olan ve gösteriş olmak için,
arasıra katıldıkları muhârebelerde, Resûlullaha ve Eshâb-ı kirâma yardım etmiyen,
harbin tehlükeli anlarında ölü gibi hareketsiz durup, ganîmet paylaşılırken
dilleri kılıçlarından keskin ve süngülerinden uzun olan ve hayrlı işlerden
kaçınan kimselerin mü’min olmadıklarını bildiriyor. Hakîkî ve sağlam îmân
sâhiblerinin böyle olmayacakları, böyle yapanların hiçbir ibâdetinin ve fâideli
işlerinin kabûl olmıyacağı açıklanıyor. Tâbi’înin büyüklerinden olan Hasen-i
Basrî hazretlerinin meşhûr bir sözü vardır: İçinde yılan bulunduğu bilinen bir
deliğe insan elini sokmaz. Eğer sokarsa, içinde yılan bulunduğuna inanmamış
demekdir. Bunun gibi, Allahü teâlâya ve Cehenneme inanan bir kimsenin,
islâmiyyetin yasak etdiği şeyleri yapmaması lâzımdır. Günâh işliyenler, Allah
kerîmdir, afv etmesini sever. Ona güveniyoruz da yapıyoruz derlerse, bu söz,
delikdeki yılanın sokmamasını düşünerek elini koymağa benzer.
Günâhlar
nefse tatlı gelmekdedir. Mü’min, nefsine aldanarak günâh işliyebilir. Fekat,
günâh işlerken, aklı ve îmânı onu üzmekdedir. İnsan, aklı ile îmân eder. Nefse
tatlı geldiği için de, günâha sürüklenir. Bundan dolayı, îmân ile isyânın başka
başka olduğu anlaşılır. Yılanın deliğine el uzatmak, nefse tatlı gelseydi veyâ
bu iş nefse tatlı gelen bir şeye sebeb olsaydı, meselâ, elini uzatırsan, sana şu
kadar para var denilse idi, o zemân nefse uyar, elini belki uzatırdı.
İşdeki,
ameldeki bozukluk, insanı dinden çıkarmaz. Günâh işlemek, kalbdeki îmânı
bozarsa, meselâ günâh olduğuna inanmıyarak yaparsa, o zemân küfr olur. Zünnâr
denilen papaz kuşağını bağlamak ve puta tapınmak gibi kâfirlere mahsûs olan ve
küfr alâmeti sayılan iş, kalbdeki îmânı gideren ve inkârı gösteren alâmet kabûl
edilmişdir. Reformcular, bir müslimân, birşeyi kullanmakla neden kâfir olsun
diyor. El, ayak, baş ile yapılan bir iş, kalbdeki îmânı nasıl götürür diyorlar.
Evet, bu işlerin kendileri küfr değildir. Fekat, kalbdeki îmânın bozuk olduğunu
haber veren birer alâmetdirler. Kur’ân-ı kerîmi pis yerlere atmak ve
islâmiyyetin emr ve yasaklarından biri ile alay eden söz, yazı, karikatür,
temsil ve filmler yapmak ise, kendileri küfr olan işlerdir.
Amelin
ya’nî işlerin îmâna şart olmasını isteyen dinde reformculara dikkat edilirse,
aralarında nemâz kılanı, oruc tutanı, içki içmiyeni, domuz eti yimeyeni yok
gibidir. Kendi düşüncelerine göre, kendilerine müslimân denilebilmesi için, bu
kötülükleri yapmamaları lâzımdır. Bu hâlleri, teklîflerinin samîmî olmadığını ve
iyi işler yapmak değil, îmânı yıkmak istediklerini göstermekdedir. İyi işleri
îmâna şart koşarsak, Peygamberlerden başka, bütün kötülük yapanların müslimân
olmamaları lâzım gelir. Yer yüzünde kimseye müslimân denemez olur. Bu
reformcular seçdikleri birkaç güzel huyun îmâna şart olmasını istiyorlar. Çünki,
bunlara göre, dîni insanlar yapmakdadır. Onun içindir ki, istedikleri işleri,
iyi olarak seçmekdedirler. Dikkat edilirse, bunlar zinâ etmek, içki içmek, zekât
vermemek, nemâz kılmamak gibi kötülükleri kötülük kabûl etmiyorlar ki, bunları
yapmamağı, îmânın şartı bilsinler. İslâmiyyet, birçok kötülüklere dünyâda da
cezâ vermekde ve iyiliklere teşvîk etmekdedir. Zâten, âlimlerin zâlimlere ve her
müslimânın birbirine, mümkin olduğu kadar, (emr-i ma’rûf) ve (nehy-i
münker) yapması ya’nî nasîhat etmesi farzdır. İslâmiyyet iyi işlerin
yapılmasını ve kötü şeylerden sakınılmasını böyle sağlamış iken bunu kâfî
görmiyerek, dahâ doğrusu, bunların hiçbirini yapmıyarak, diledikleri ba’zı
işleri îmânın şartı saymakdan ve böylelikle birçok müslimâna kâfir demeğe
kalkışmakdan gâye ne olabilir?
Zünnâr
bağlamak ve puta tapınmak gibi işleri islâmiyyet küfr alâmeti saymışdır. Bir
insan, başka bir dîne mahsûs olan bir işi yapmakla, o dîne girmiş olması lâzım
gelmezse bile, o dîne mahsûs şeyin kendinde görünmesini kabûl etmiş olur.
Böylece, kalbindeki îmânın sarsılmış olduğu düşünülebilir. İmâm-ı a’zam ebû
Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İslâmiyyete hangi yol ile girilirse yine o
yol ile çıkılabilir) buyurmuşdur. Buradaki yol, kalbin inanması demekdir. Ya’nî,
kalbe îmân girince, müslimân olur. Kalbden îmân gidince, müslimânlıkdan çıkar
buyurmakdadır.
Müslimânım
diyen kimsenin, kâfirlere mahsûs şeyleri zarûret olmadan yapmaması ve
kullanmaması, kâfir zan olunmakdan çekinmesi lâzımdır. Müslimânlar, müslimânlığa
mahsûs şeyleri yapmakla, alay olunmasını düşünmemeli. Hurmet duyulacağını
düşünmeli ve bu hareketinden şeref duymalıdır. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği şeyleri kalbdeki îmânla bunun ne alâkası var
diyerek hafîf görmek câiz değildir. Çünki, kalbden bütün a’zaya yol vardır.
İslâmiyyetin emr etdiği işler, iyidir. Yasak etdiği işler, kötüdür. İnsanlar,
bugün bunu anlamasalar da, doğrusu budur. İslâmiyyetin yasak etdiği şeyler
yapılınca, kalb kararır, katılaşır. Büyük günâhlar çok yapılırsa, îmân
gidebilir.
İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri yerine getirmek lâzım olduğu gibi, her
birinin vazîfe olduğuna inanmak da ayrıca lâzımdır. Böyle inanan bir müslimân,
bu vazîfeleri elbette seve seve yapacakdır.
Kalb ile
inanmak, müslimânlığın temeli olduğu gibi, amellerin de en üstünü budur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine işlerin en üstünü
hangisidir diye soruldukda, (Allaha ve Resûlüne inanmakdır) buyurdukdan
sonra, âmentüyü okumuşdur. Bu hadîs-i şerîf Buhârîde yazılıdır.
İslâmiyyetde îmânın esâs olması, amellerin, ibâdetlerin ehemmiyyetini azaltmaz.
Çünki, amellerin yapılmasına sebeb, îmândır. Sebebin kuvvetli olması, netîceyi
emniyyet altına alır. Îmânı kuvvetli olan bir müslimân, amellere dahâ çok
ehemmiyyet verir. Müslimânların her amele, her vazîfeye de ayrı ayrı îmân etmesi
lâzım olduğu için, günâh işleyenler, îmânlarının sarsılacağını, hattâ gideceğini
düşünerek titrerler. Hattâ bir günâhı işlemeyen kimse bile, o günâha ehemmiyyet
vermese, ne olurmuş dese, kâfir olur. Ba’zı işleri îmâna katmak isteyen dinde
reformcular, amellerin ehemmiyyetini acabâ bu kadar anlayabilmişler midir?
Yalnız kalb ile inanmakla müslimânlık olmıyacağını, amellere, işlere bakmak
lâzım olduğunu söyleyenler, bu amellerin Allah için ve âhireti kazanmak için
değil de, dünyâ için ve dünyâ se’âdeti için olmasını düşünüyorlar.
Dînin
emrlerini, yasaklarını kabûl et, îmân eyle de, bunları ister yap, ister yapma,
artık bundan râhat birşey olamaz demeleri de yanlışdır. Çünki, bu emr ve
yasaklara ehemmiyyet vermeyen kâfir olur.
Îmân,
kalbin inanması demekdir. Bunun hâsıl olması için, önce ilm lâzımdır. İlm ile
amel başka başka şeydir. Amel, ilme pek lâzım ise de, ikisi aynı şey olamaz.
Fransızların (Bon penser et bien dire ne sert rien sans bien faire) atasözleri
de, ilm ile ameli birbirinden ayırmakdadır. Ya’nî, iyi düşünmek, iyi söylemek,
iyi iş yapmadıkça, birşeye yaramaz demişlerdir. Fekat, dînimiz, bu atasözüne
karşı olarak iyilik yapmaksızın iyi düşünmek, ya’nî, yalnız îmân fâide verir
demekdedir.
Buraya
kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâya inanarak değil ve Onun emri
olduğu için değil de, başka sebeble yapılan iyi işler, ya’nî îmânsız olan
ameller, kıymetsizdir. Amelsiz olan îmân ise, kıymetli ve fâidelidir.
Müslimânlar, âhiretde azâb çekmek ihtimâlinden kurtulmak için, islâmiyyetin
ahkâmını yerine getirirler. Hele, dünyâda se’âdete kavuşmaları, bu ahkâmı
yapmakla olur. Amel, îmânın şartı değilse de, îmânın kemâlinin şartıdır. Îmân
bir bakımdan, ilmdir. Dünyâda her terakkî ve se’âdet, ilmden bekleniyor da,
âhiretde kuvvetli ilme dayanan îmân sebebi ile insanın se’âdete kavuşmasına
niçin şaşılıyor? Bu kadar kıymetli olan îmânı ehemmiyyetsiz zannetmemelidir.
Bunu, kazandıracağı ebedî mükâfâtın büyüklüğüne karşı küçümseyenler, ele
geçirmekle şereflenmemiş olan zevallılardır.
Zemânımız
insanları, dünyâ menfe’atlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor ve
çalışıyor, didiniyorlar da, sonsuz bir se’âdet ve felâket karşısında
bulunduklarına inanmağa ehemmiyyet vermiyorlar. Bunu hiç düşünmüyorlar. Allahü
teâlâ insanlara akl verdi. Buna karşılık, onlara fâideli vazîfeler yükletdi.
Bunları bildirmek için, Peygamberler gönderdi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
İnsan dünyâdaki hayât mücâdelesini ve yaşama kanûnlarını bilmezse, yâhud bilip
de onlara göre çalışmaz ise, zararını gördüğü gibi, bu kanûnları koyan Allahın
dahâ çok bir ehemmiyyetle emr etdiği din ve âhıret kanûnlarını bilmemek, bilse
de, bunlara uymamak da, elbette zararlı olur. Sefîl ve sıkıntıda yaşayanları
niçin yaratdı. Onların ne kabâhati vardır demek yersiz olduğu ve onlara bir
fâide vermediği gibi, (Âhıretde azâb çekdireceği insanları neye yaratdı?)
demenin de, fâidesi yokdur. Dünyâya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan
insanın, Allahın dünyâ ve âhiretdeki kanûnlarına dil uzatmağa ne hakkı vardır?
Ancak, bu kanûnlara uymakla se’âdete kavuşabilir.
Komünistlerin, masonların yalanlarına, iftirâlarına aldanmış olan birkaç câhil,
(Din ne imiş? Cenneti, Cehennemi kim görmüş, böyle lâflar, ilk insanların,
yobazların masallarıdır, uydurma şeylerdir) diyorlar. Bunlar, fen bilgilerini ve
islâm târîhini, vicdanlı öğretmenlerden okuyup anlasalardı ve fendeki
ilerlemelerin, yeni buluşların, islâm inanışlarını kuvvetlendirdiğini, isbât
etdiğini görselerdi islâmiyyete sımsıkı sarılırlardı. Yâhud, hiç olmazsa, ona
karşı saygılı, edebli olurlardı. Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, doğru
yazılmış kitâblardan öğrenselerdi, Onun aklına, güzel huylarına, başarılarına
âşık olurlardı. Yüzbinlerle insanın, Ona candan bağlandıklarını, Ona karşı
edeblerini, itâ’atlarını, aşırı sevgilerini ve mallarını, canlarını Onun için
fedâ etdiklerini gösteren vak’a ve olaylar, dünyâ târîhlerinin binlerce
sahîfelerini doldurmakdadır. Bütün iyiliklerin kaynağı, bütün güzel huyların
üstâdı olan böyle bir zâtın, Allahın Peygamberi olduğu, güneş gibi meydândadır.
Tek başına işe başlayıp, aklı ile, sabrı ile ve keskin görüşü ve cesâreti ile
yer yüzünün iki büyük devletini yere serecek kahraman, fedâkâr bir milleti,
yirmiüç sene içinde meydâna getirmesi ve öldükden sonra da, kıyâmete kadar bütün
insanları huzûra, se’âdete, medeniyyete kavuşduracak değişmez bir kitâb
bırakması, akl ve insâf sâhiblerinin îmân etmesi için yetişir. Başka bir mu’cize
ve şâhid aramağa lüzûm yokdur. Bu yüce Peygamberin sözlerine inanmamak târîhi ve
olayları inkâr etmek olur. Böyle bir zâtı bilip de inanmıyan, nefsinin,
şehvetinin esîridir. Yâhud iyilikleri, çalışmağı, yükselmeği, sevişmeği, sosyal
adâleti istemiyen ve kendinin ve bütün insanların se’âdetini düşünmeyen sapık
bir kimsedir. Yâhud da, fenden, târîhden haberi olmayan bir kara câhildir.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayâtını ve islâm dîninin
emrlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve fâideleri öğrenen her akl ve insaf
sâhibinin, her düşünebilen insanın Ona hemen inanması, Ona âşık olması, seve
seve müslimân olması, insanlık îcâbıdır. Evet Ebû Leheb ile Ebû Cehl, Onu görüp
de ve Bizans İmperatoru Heraklius ile Îrân şâhı Perviz, mektûbunu okuyup da
inanmadılar. Ona inanmamaları, câhil veyâ ahmak veyâhud bozuk rûhlu, kötü kalbli
ve inâdcı olduklarının alâmetidir.