Mûsâ Cârullah Beykiyef 33-37.Madde
33
— Reformcu
diyor ki, (Hıristiyan âlemi katoliklerin zâlim ateş gibi yakan, kan
kusduran işkencesi altında inlerken, pek geride idi. Dînin bütün esrârını,
kiliselerin karanlık meydânlarına benzeyen varlıklarında gizlenmiş gibi görünen
ve anlaşılmaz bir lisanın kelimelerini sihrli bir tavr ile terennüm eden
papazların önünde hıristiyanlar diz çökerdi. Kilise kaldırımlarını öper,
hazret-i Îsâ ile kendi aralarında haberci sandıkları bu ma’bûdcukların
ayaklarına kapanırlardı. Hocalar da Kur’ânı okurken, her ırkdan mü’minler bu
anlayamadıkları şeyi sihrlenmiş gibi dinliyor. Hıristiyanlar içinde bir reformcu
çıkdı. İncîli terceme etdi. İncîl anlaşılınca, Allahın vekîli gibi görünen
papazlar küçülmeğe başladı. İslâmiyyetin Lütheri şimdi Asyada çıkdı. Bu reformcu
Kazanlı Mûsâ Beykiyef, Kur’ânı türkçeye terceme ediyor. Bu haber müslimânların
fikr ve vicdânının esâretden kurtulacağına bir müjdedir. Tâ, dördüncü halîfe
zemânında siyâsete karışdırılan dînin dört mezheb imâmı tarafından ortaya
konulan ahkâmı da şübhelidir.
Hak ve hakîkat nasıl parçalanabilir? Bir işin nasıl yapılacağını dört mezheb
imâmı, başka başka bildiriyor. Bunların dördü de, nasıl doğru olabilir? Dört
imâmın zekâlarının, ileride gelecek bütün insanların zekâlarının da
yetişemiyeceği üstünlüklere ulaşmış olduklarını akl kabûl etmez. Yalnız onların
çıkardığı ahkâm doğrudur. Başka dürlü hükmler çıkarmak, doğru değildir demek,
insan aklını zincire vurmak olur.
İnsanların ihtiyâcı, zemâna göre değişmekdedir. Kur’ân-ı kerîmde işâret
buyurulduğu gibi, (Her günün bir hâli vardır.) Dört imâmın eskiden çıkardıkları
donmuş hükmleri, her gün değişen ihtiyâçlara ölçü olarak kabûl etmek, Kur’ân-ı
kerîme uymamak olur. İslâmiyyeti kuran, bunların olacağını bildiği için, ahkâmın
zemânla değişeceğini bildirmişdir. Değişen ve yenileşen ihtiyâçları, uygunsuz
hükmlerle ölçmek, islâmiyyete uygun değildir. Dört imâmın ictihâdı, din demek
değildir. Bu âlim ve fâdıl adamlar, Kur’ândan ve hadîslerden dînin ahkâmını
çıkardıkları gibi, müctehid olmak derecesine yükselen her mü’minin de bu iki
kaynakdan yeni hükmler çıkarması, niçin mümkin olmasın?) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, evvelâ Kur’ân-ı
kerîmin tercemesini ele alıyor. Bugün müslimânım diyenlerin çoğu Kur’ân-ı
kerîmin şimdiye kadar terceme edilmemesinden, din bilgilerinin gizli kalmış
olduğundan şikâyet etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin başka dillere çevrilmesini islâm
âlimleri yasak etmiş gibi konuşuyorlar. Bu şikâyetleri temâmen yanlışdır. Evet,
islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmeğe kalkışmamışdır.
Çünki, Allah kelâmının, kendi lisânındaki beyân, belâgat ve mükemmeliyyet
bozulmaksızın, terceme edilmesini göze alamamışlardır. Terceme ne kadar başarılı
olursa olsun, Allah kelâmının i’câzına varılabilmesi imkânsız görülmüşdür.
Kur’ân-ı kerîm, diğer semâvî kitâblarda bulunmayan bir i’câza mâlikdir.
Arabistânda belâgat yarışları yapıldığı bir zemânda nâzil olmuş, hepsini geride
bırakmışdır. Böyle bir kitâbın tercemesinin de, böyle olması lâzımdır. Bu ise,
mümkin değildir. İnsan gücünün üstünde bir belâgati olan Kur’ân-ı kerîme lâyık
bir terceme yapabilmek için, insan gücünün üstünde bir kuvvet lâzımdır. Bu iş,
bir iktidâr problemi, ya’nî Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğünü korumak mes’elesidir.
Kur’ân-ı kerîmin belâgat ve i’câz zevkini tatmak isteyenlerin arab edebiyyâtını
ve tefsîr, usûl-i fıkh gibi dahâ nice islâm ilmlerini öğrenerek, Kur’ân-ı
kerîmin huzûruna çıkmaları lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin ayaklarına gelmesini
beklememelidirler.
Kur’ân-ı
kerîmin türkçe tefsîrini yazmakla türkçe tercemesini yapmak, başka başka
şeylerdir. Tercemesi tefsîrinden dahâ güçdür. Şimdiye kadar, türkçe tefsîri ve
tercemesi yazılmamış da değildir. Yazılmış, fekat ehli tarafından
beğenilmemişdir. Bu reformcular, bu işin ilk olarak moskof reformcusu tarafından
yapılmağa başlandığını sanmakla aldanıyorlar. Bunların dediği gibi,
müslimânların fikrleri, vicdanları bir terceme ile esâretden kurtulacak ise,
dahâ evvelki tercemelerle kurtulmuş olmaları lâzım gelirdi. Hem de, vaktîle (Mevâkib)
gibi ve (Tıbyân) gibi türkçe tefsîrleri yapmış olanlar, şimdi
tercemeye kalkışan ahlâk ve din bilgilerinde kara câhil olanlar gibi değillerdi.
Yirmi ana ilmde ve çok sayıdaki âlet bilgilerinde söz sâhibi olan salâhiyyetli,
kıymetli kimseler idi. Müslimânlar bunları okuyup, istifâde ediyorlardı. O
türkçe tefsîrleri beğenmeyen dinde reformcuların istediği, yoksa başka dürlü,
ya’nî kendi görüşlerine uygun bir terceme mi olacak? Arabcanın dahâ gramerini
bilmeyen câhillerin yapacağı bir terceme, bütün müslimânlara, Kur’ân-ı kerîm
olarak kabûl etdirilecek, dinde reformcular, Kur’ân-ı kerîmin türkçe herhangi
bir tercemesine Kur’ân diyecekler. Türklerin nemâzlarını işte bu türk Kur’ânı
ile kıldıracaklar. Müslimânlığa sığmayan, asl tehlükeli şey, Kur’ân-ı kerîmi
türkçeye terceme etmek değil, belki her hangi bir tercemenin, nemâzda Kur’ân
yerine okunmasına kalkışmakdır. Kur’ân-ı kerîmdeki kelâm-ı ilâhî, belâgat ve
i’câzın zirvesinde bulunan o arabî kelimelerin ve cümlelerin içindedir. Bu
kelimeler ve cümleler, kul yapısı değildir. Hepsi Allahü teâlâ tarafından
konulmuş, dizilmişdir. Herbiri, başka başka ma’nâlar taşımakdadır. Bu
ma’nâlardan hangisinin murâd-ı ilâhî olduğu kesdirilemez. Başka başka ma’nâlara
göre yapılan başka başka tercemelerden herhangi birisine Kur’ân-ı kerîm
denilemez.
Başka başka
ictihâdlara göre, din imâmları tarafından Kur’ân-ı kerîmdeki âyetlere, başka
başka ma’nâlar verilerek her birinden birer hükm çıkarılmış ve mezhebler, o
hükmlerden meydâna gelmiş ise de, Kur’ân-ı kerîmdeki topluluk, birlik hep
muhâfaza edilmişdir. Her mezhebin çıkardığı hükme göre Kur’ân tercemesi
yapılacak olursa, meselâ Hanefîlerin nemâzlarında okuyacağı Kur’ân ile,
Şâfi’îlerin nemâzlarında okuyacağı Kur’ân başka olurdu. Böylece, müslimânların
her fırkasının ve her mezhebin başka başka kitâbı bulunurdu. İslâm dîni de,
hıristiyanlık gibi, karma karışık olurdu. Dinde reformcular, yoksa islâmiyyeti
bu hâle sokmak için mi, terceme edilmeli diye direniyorlar? Müslimânların
kitâbındaki birliği korumak ve kitâbullahı herhangi ufak bir şübheden
uzaklaşdırmak için islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi Resûlullahdan “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” geldiği gibi muhâfaza buyurmuşlardır. Hattâ, Abdüllah
ibni Abbâs gibi ve Abdüllah ibni Mes’ûd gibi ve hazret-i Alî gibi Eshâb-ı
kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ayrı ayrı bildirdikleri Kur’ân-ı
kerîmlerin, Eshâb-ı kirâmın çoğunun sözbirliği ile bildirdikleri, bugün elimizde
bulunan Kur’ân-ı kerîmden pek az ayrılıkları bulunduğu için, bunlara (Kırâet-i
şâzze) denilmişdir. Bunlar, fıkh âlimleri için bir sened oldukları ve Kur’ân-ı
kerîmin tefsîri için kullanıldıkları hâlde bile, nemâzda okunmaları câiz
görülmemişdir. Şunun bunun yapdığı ve bugün beğenilen, yarın beğenilmeyecek
olan, türkçe hattâ arabca tercemelerin, Kur’ân-ı kerîm yerine nemâzlarda
okunması nasıl câiz olabilir? Hiç bir islâm âlimi, buna câiz dememişdir. Nemâzda
Kur’ân-ı kerîmin fârisî olarak okunabileceği, imâm-ı a’zam ebû Hanîfeden rivâyet
edilmiş ise de, İmâm-ı a’zamın bu ictihâddan geri döndüğü, Nûh bin Meryem
tarafından bildirilmiş ve usûl âlimleri fârisî okumağı bile kabûl etmemişlerdir.
Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâsını anlamadan okunmasına bile sevâb verileceği bildirilmişdir. Bu
da, müslimânlığın anayasası demek olan bu kitâb-ı mübînin değişdirilmekden
korunması içindir. Görülüyor ki, Kur’ân-ı kerîmin türkçe tefsîri veyâ tercemesi
yazılabilir ve yazılmışdır. İslâm âlimleri, bunu yasak etmemişlerdir. Fekat
bunlar, Kur’ân-ı kerîmin belâgatini taşıyamazlar. Murâd-ı ilâhîyi bildiremezler.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını ve ma’nâlarındaki incelikleri anlamak isteyen ve
belâgatinin zevkini tatmak dileyen müslimânlar, bu kitâb-i mübîni kendi lisânı
ile okumalı ve ma’nâsını ve zevkini bundan almak için lâzım gelen bilgileri
öğrenmekden üşenmemelidirler. Şekspirin, Victor Hugonun ve Mahmûd Bâkî efendinin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” şi’rlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk
almak için, İngilizceyi, Fransızcayı ve Arabçayı, edebiyyâtı ile birlikde
öğrenmek lâzım olduğu gibi, Allah kelâmının belâgatini ve inceliklerini
anlıyabilmek için gerekli ilmleri öğrenmeğe emek vermeden, bunları anlamağa
kalkışmak çok yanlışdır. Cebrâîl “aleyhisselâm” adındaki meleğin, Peygamberimize
“sallallahü aleyhi ve sellem” indirdiği bu kelimelerden ve sözlerden başka,
Arabca da olsa, okunan şeyler Kur’ân-ı kerîm okumak olmaz. Meselâ, cünüb iken,
Kur’ân-ı kerîm okumak harâmdır, büyük günâhdır. Fekat, onları okumak, harâm
olmaz.
Dinde
reformcular diyor ki, (İnsanın nemâzda okuduğunu, Rabbinden istediğini bilmesi
lâzımdır.) Böyle sözler, ibâdetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmağı
gösterir. Çünki, nemâzı, insanın kendisi tertîb etmemişdir. Nemâzın ve bütün
ibâdetlerin nasıl yapılacağını, yaparken neler okunacağını Allahü teâlâ
Peygamberine bildirmişdir. Peygamber “aleyhisselâm” da, bunları, öğrendiği gibi
Eshâbına bildirmiş ve kendi de yapmışdır. Farzları, vâcibleri ve harâmları,
Peygamber “aleyhisselâm” bile değişdirmemişdir ve değişdiremez. Din imâmlarımız
bunların hepsini Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” görerek ve
işiterek anlamışlar ve kitâblarına yazmışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki,
nemâzda okunacak Kur’ânın, Allah kelâmı olması lâzımdır. Vazîfe, ancak böylece
yapılmış olur. Nemâz içinde okuduğunun ma’nâsını anlamak isteyenler, biraz
çalışarak, bunların ma’nâsını da, önceden kolayca öğrenebilirler. Dünyâ
kazançları için yıllarca çalışılıyor, nice bilgiler, çeşidli diller öğreniliyor
da, bunun için neden çalışılmasın? Nemâz dışında, müslimânlar, kendi dilleri ile
de, düâ edebilirler. Nemâzda okudukları âyetlerin ma’nâlarını da, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarından öğrenebilirler. İslâm düşmanlarının, dinde
reformcuların kitâblarından öğrenmeğe kalkışanlar, yanlış, bozuk, çirkin şey
öğrenmiş olurlar. Emekleri boşa gider.
Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâlarını ve din bilgilerini doğru olarak öğrenmek ve öğretmek için ve
nemâzı kolay ve zevkle kılmak için, bütün dünyâdaki müslimânlar, arabcayı din
lisânı olarak kullanmakdadırlar. Erkeklerin beş vakt nemâzı câmi’de cemâ’at ile
kılması lâzımdır. Herkes kendi dili ile kılarsa, çeşidli milletlerde bulunan,
başka diller konuşan müslimânlar, birlikde nemâz kılamazlardı. Hutbelerin
terceme edilmesinde de, bu mahzûr vardır. Her kavm hutbeyi kendi dili ile
okumağa kalkarsa, Türk, Çerkez, Laz, Kürd, Arnavud, Alman, Hindli gibi
müslimânların Cum’a ve bayram nemâzlarında, ayrı ayrı câmi’lere ayrılmaları ve
müslimânların parçalanması tehlükesi hâsıl olur.
Bu
reformcular, islâmiyyeti değişdirmek, bozmak için mezheb imâmlarımızın
ictihâdlarını çürütmeğe kalkışıyor. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” zemânında islâmiyyetin bozulmuş olduğunu, akllı bir dostun değil,
câhil, iftirâcı bir düşmanın bile söylemesi, hattâ düşünmesi haklı olamaz.
Binüçyüz sene evvel bozulmuş olan bir dînin bugün doğru bir şeklini bulmak nasıl
mümkün olur? Bu reformcuların, dîni düzeltmek, doğru ictihâdları yapmak için
çalışmaları boş yere olur. Mezheb imâmlarının ellerine, dînin temel bilgileri
doğru olarak geçmedi ise, şimdiki dinde reformculara, o bilgilerin adı ve nişânı
bile kalmamış olur. Bunlar, bu sözlerin maskesi altında, Kur’ân-ı kerîmden ve
hadîs-i şerîflerden çıkararak değil de, kendi noksan aklları ve kısa görüşleri
ile bularak, keyflerine göre uydurarak, ictihâd yapmak çabasındadırlar. Hak ve
hakîkat parçalanamaz diyerek, dört mezhebden hangisi doğru olur diye mezheblere
leke sürmeğe kalkışıyor. Öte yandan da, ictihâd serbest olmalıdır. İlericiler de
ictihâd yapmalıdır diyerek, hakkı paramparça etmeği savunuyorlar. Herbiri kendi
anladığını, düşündüğünü beğenip, başkalarının ictihâdını kötüleyerek, ictihâd
kapısını açmağa çalışırken, kapatdıklarının farkına varamıyorlar. Derme çatma
sözlerini bir tarafa bırakarak deriz ki, ictihâd etmek hakkını ve salâhiyyetini,
islâmiyyet dört kişiye bırakmamışdır. Eshâb-ı kirâmın herbiri de ictihâd etdi.
Onlardan sonra gelen âlimler arasında ictihâd makâmına yükselenler çok oldu.
Fekat, onların ictihâd etdikleri sözleri, kitâbları bugün elimizde bulunmadığı
için, mezhebleri unutuldu. Yalnız dört mezhebin kitâbları meydânda kaldı. Kur’ân-ı
kerîmin tefsîri ve tercemesi işi gibi, ictihâd da, bir ihtisâs ve iktidâr
işidir. Küfrü ve şirki bile ayıramayan bu reformcuların, bu ihtisâsa ve iktidâra
mâlik olmadıkları da meydândadır.
34
— Reformcu
devâm ederek diyor ki, (Dinlerin, sosyal düzenlerin, kısaca ilâhî ve
beşerî bütün kanûnların içinde ortak olan bir şey var: korku. İslâmiyyet, yalnız
sosyal menfe’atleri yapmak ve sosyal kötülükleri yasaklamak şekline sokulabilir.
Fıkh âlimlerinin görüşleri böyle olsaydı, bugün en güzel kanûn, islâmiyyet
olurdu. Fekat fıkh âlimleri, bütün işleri Cehennemin azâbına ve Cennetin
ni’metlerine bağladıkları için, islâmiyyeti sosyal bir nizâmdan mahrûm
bırakdılar. Müslimânlar, Allahın büyüklüğünü ve tabi’atdaki incelikleri
araşdırıp anlayarak, Allahı sevecekleri yerde, Onun Cehenneminden korkarlar ve
zâlimlerin eline düşüreceğinden korkarlar. Çocuklar babalarından, kadınlar
kocalarından korkarlar. Müslimânlarda olan bu korku, sosyal hayâtın
düzenlenmesini, ateşden bir zincirle bağlamakdadır. Korkunun hâsıl etdiği
kuvvetden doğan yapma, sahte ve geçici bir toplulukdan ise, akl ve zekâ ile
bağlanarak, sevişerek, kalbden doğan bir sevinç ile birleşenlerin topluluğu,
elbette dahâ iyi, dahâ samîmî ve devâmlıdır. İnsanlar Allahını, Peygamberlerini,
dînini, hükûmetini, nefsini, âilesini ve milletini korku ile değil, Allah,
Peygamber, din, hükûmet, âile ve millet olduğu için sevmelidir) diyor.
Cevâb: Reformcu, Allah korkusu ile hükûmet,
ana baba korkularını tek bir açıdan görmekle, din işlerinde siyâsî ve içtimâ’î
alanda bir kalemde reform yapmağa kalkışmakdadır. Dikta, zulm üzerine kurulan
toplulukları, islâmiyyet de red etmekdedir. (Sadakaların en kıymetlisi, zâlim
hükûmet adamları yanında söylenen doğru sözdür) ve (Ümmetim, zâlime zâlim
demekden çekinecek bir hâle gelirse, Allahü teâlâ onlara yardım etmez) gibi
hadîs-i şerîfler, bunu göstermekdedir. O hâlde zâlim hükûmetlerin sebeb olduğu
sosyal hastalıkları, dîn-i islâma yükletmeğe çalışmak, açık bir haksızlıkdır.
Dîn-i islâm, zâlimlerin sahte ve geçici kuvvetlerine dayanan korkuları her zemân
red etmişdir. Reformcu, korkunun çeşidli sebeblerini birbiri ile
karışdırmakdadır. Allah korkusunun sebebi, bu sahte ve geçici kuvvetlere hiç
benzemez ve buna bağlı olan zincir hiç kopmaz. Kuvvet çoğaldıkça hak ile
birleşir. Bunun içindir ki, muhârebelerin, ihtilâllerin netîcesi, yalnız gâlib
taraf için bir hak sağlamakdadır. Eğer muhârebe edenlerden dahâ kuvvetli başka
bir devlet hakem olursa, gâlibin hakkını, sınırlayabilir. Görülüyor ki, kuvvet
çok olduğu zemân da, sınırlanabilir ve hakdan ayrılabilir. Üstünde hiçbir kuvvet
bulunmıyan, bütün kuvvetlerin kaynağı olan Allahü teâlânın kuvveti, hak ve
hakîkatin de kaynağıdır. Bunun içindir ki, Allahü teâlânın kuvvetinden korkmak
ve titremek de, onu sevmek gibi ulvî ve rûhîdir.
Bu dünyâda
büyükleri sevmek ve saymak, şeref ve kıymeti sarsıcı bir sebeb görülmediği
hâlde, bunlardan korkmak, küçüklük sayılmakdadır. Hâlbuki islâmiyyetde yükselmiş
olanlar, Allahü teâlâya karşı küçülmeği en büyük şeref bilirler. İşte bu fark,
korkunun kıymetli olduğu ince bir noktadır. İnsan ne kadar olgunlaşsa, rûhânî
olsa, maddelikden kurtulamıyacağı için, maddî ihtiyâclarla ve maddî tehlükelerle
yine ilgilenir. Bunun için, korku ile olan bağlılık en sağlam ve en kıymetli
olur. Reformcu, bu bağlılığın sağlam olmadığını söylüyor. Çünki, korku ile
bağlanan şahsın fırsat bulunca değişdiğini görmekdedir. Hâlbuki insan, gizli ve
açıkdaki bütün işlerini gören ve bilen ve hiç aldanmayan Allahü teâlâya karşı
bir ân fırsat bulamaz. Hadîs-i şerîfde, (Suheyb-i Rûmî ne iyi bir kuldur.
Allahdan korkmasaydı da, yine hiç günâh işlemezdi) buyuruldu. Bu hadîs-i
şerîf, birleşmeyi te’mîn etmekde korkunun kuvvetli bir sebeb olduğunu
göstermekdedir. Reformcuların, Allah korkusu ile Allah sevgisini başka başka
bilmeleri ve ikincisini beğenip, birincisine karşı olmaları, din bilgilerine ve
dîn-i islâmın temel vesîkalarına câhil olduklarındandır.
(Fâtır)
sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (İlmi çok olanların, Allah korkusu
çok olur) ve Rahmân sûresi kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Rabbinin
büyüklüğünden korkan kimseye iki Cennet vardır) ve (Enfâl) sûresinin
ikinci ve (Hâc) sûresinin otuzbeşinci âyetlerinde meâlen, (Mü’minler
onlardır ki, Allahın ismi söylendiği zemân, kalblerine korku düşer) ve
(Nûr) sûresi elliikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Resûlüne
itâ’at edenler ve Allahdan korkan ve sakınanlar, kıyâmetde kurtulanlar onlardır)
buyuruldu. Bunlar, insanları Allah korkusuna teşvîk etmekdedir. Bu âyet-i
kerîmelerden hiç haberi olmıyanların, dinde reform yapacağız diyerek,
müslimânlara Allah korkusunu yerleşdiren din âlimlerine dil uzatmağa ne kadar
hakları olacağını artık anlamalıdır. İnsanlara Allah korkusunu yerleşdirmek kötü
birşey ise, bunu (hâşâ) Kur’ân-ı kerîme yüklemek lâzım gelir. Kur’ân-ı kerîmin
hemen her sahîfesi, (Ey îmân edenler, Allahdan korkunuz!) meâlindeki emri
ile, müslimânları Allah korkusuna çağırmakdadır. Hucurât sûresi, onüçüncü
âyetinde meâlen, (Allah katında en kıymetliniz, Ondan çok korkup
sakınanınızdır) buyuruldu. Âyet-i kerîmelerde bildirilen ittikâ, korkmak
demekdir. İnsanlardan Allah korkusunu kaldırarak, Allahü teâlâyı yalnız ihsân
sâhibi sanmak ve kulların derdlerine, sıkıntılarına devâ olacak, şefkat ve
himâye hâlinde düşünmek, reformculara Avrupa hıristiyanlarını taklîd etmekden
gelmekdedir. Çünki, hıristiyanlar, böyle inanırlar. Allahü teâlâyı, yalnız
rahîm, kerîm bilerek sevip de, kahrından, azâbından korkmamak, Onu, kanûnlarını
yürütmeğe gücü yetmeyen bir hükûmet gibi za’îf, yâhud çocukların yalnız
arzûlarını yaparak, onları şımartan ana, baba gibi beceriksiz tanımak olur.
Tesavvuf yolunda ilerliyenler, Allahü teâlânın celâl sıfatında iken, rahmet-i
ilâhiyyeyi ve Allah sevgisini düşünemezler. Bunları cemâl sıfatı kapladığı zemân,
Cehennem azâbını, Allah korkusunu unutuyorlar. Tesavvuf serhoşluğu denilen bu
hâllerinde, muhabbeti veyâ korkuyu hafîf gören şeyler söylüyorlar. Ayılınca, bu
sözlerine pişmân oluyorlar, tevbe ediyorlar.
(Sâffât)
sûresi, altmışbirinci âyetinde meâlen, (Çalışanlar, işte bu gibi
se’âdetler için çalışsınlar) ve (Mütaffifîn) sûresi, yirmialtıncı
âyetinde meâlen, (Birbiri ile müsâbaka edenler, bunun için yarışsınlar)
buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler, Cennet ni’metleri için seve seve çalışmağı emr
buyurmakdadır.
Reformculardan Ahmed Midhat efendi de, (Nizâ-ı ilm ve din), ya’nî ilm ve
dînin çekişmesi ismindeki kitâbında, îmânın şartı olan kıyâmetde dirilmek
bilgisini gözden düşürmeğe çalışırken, Cennetin yiyeceklerini, içeceklerini,
hûrîlerini, aç gözlülüğü ve maddeciliği okşayan birer hîle saymakdadır. Hâlbuki,
kendisi ilm ile dîni ayırarak hîle yapmakdadır. İslâm dîni, ilmin tâ kendisidir.
Bu ikisini birbirinden ayırmak islâm düşmanlığına alâmetdir. Dünyâda bu
zevklerin peşinde koşan ve din âlimlerini, dînî vazîfelerin, bu dünyâ zevkleri
için yapılması lâzım olacağını bildirmedikleri için kötüleyen ve insanların, her
şeyden dahâ câzib, dahâ tatlı olan bu dünyâ zevklerine kavuşmak için ibâdete
sarılacaklarını söyleyen dinde reformcuların, bu zevklerin Cennetde bulunmasına
karşı koymaları, islâmiyyete leke sürmek istediklerini açıkça göstermekdedir.
İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânları Cennet
ni’metlerine kavuşmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için ibâdete sarılmalarına
çalışmalarını taşlayan böyle sözler çok görülmüşdür. Bir hurûfî babası da:
Cenneti
andıkça zâhid, ekl-ü şürbün lezzetin söyler.
demişdi.
Böyle sözler, (Vâkı’a) sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesine taş
atmakdadır. Cennet ni’metlerini ve Cehennem azâblarını hafîf görenlerden bir
kısmı da, bunların, Allah sevgisi yanında hiç kıymetleri yokdur, diyorlar.
Hâlbuki, bunlar için ibâdet etmek, Allah sevgisi olmadığını göstermez. Allahın
sevdikleri Cennetdedir ve Allahü teâlâ, Cennetdekilerden râzıdır. Evet,
se’âdetlerin ve lezzetlerin en büyüğü, Allahın rızâsına kavuşmakdır. Fekat,
Allahü teâlânın, övdüğü ve ona kavuşmak için çalışınız dediği Cennet ni’metleri
ile alay etmek de, insanı Allah rızâsına kavuşdurmaz. Dinde reformcular,
ibâdetleri âhıretde azâbdan kurtulmak ve sevâblara, ya’nî iyiliklere kavuşmak
için değil de, dünyânın düzeni ve huzûru için yapılmasını istediklerinden, Allah
rızâsını düşünmedikleri anlaşılmakdadır.
Allah
sevgisi ve Allah aşkı, islâmiyyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir. Fekat,
dünyâya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün se’âdetlerin başı
olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i
şerîflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir. İnsanların her bakımdan en
üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, (Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve
çekineniniz, benim) buyuruyor. Bu hadîs-i şerîf ve yine bu maddenin başında
yazılı olan (Suheyb) “radıyallahü teâlâ anh” hadîsi, Allah korkusunun
lâzım olduğunu göstermekdedirler. Allahdan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi
sanılmasın! Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların
sevgililerine karşı yazdıkları şi’rlerde, böyle korku içinde olduklarını
bildiren beytleri az değildir. Sevgilisini, kendinden pek yüksek bilen bir âşık,
kendini o sevgiye lâyık görmiyerek, hislerini böyle korku ile anlatmakdadır.
Allah
korkusu ve Allah sevgisi, insanları se’âdet ve huzûra kavuşduran iki kanad
gibidir. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyuruyor ki:
(Bir kimse, Allahdan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allahdan
korkmazsa, herşeyden korkar olur.) Bir hadîs-i şerîfde, (Aklın çok
olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur) buyurdu. Allahdan korkan
bir kimse, Onun emrlerini yapmağa, yasaklarından sakınmağa titizlikle çalışır.
Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabr eder. Yapdığı
kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin
malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin
hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Şübheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiblerine,
zâlimlere tabasbus etmez, yaltaklanmaz. İlm ve ahlâk sâhiblerine saygı gösterir.
Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir. Onlara
uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Müsâfirlerine ikrâm eder.
Kimseyi çekişdirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ fâidesiz birşey
söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömerd olur. Mâlı ve mevkı’i herkese iyilik
etmek için ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü
teâlânın her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz.
Kadınlarının, kızlarının avret mahalleri açık sokağa çıkmasına müsâade etmez.
Kimsenin avret mahalline bakmaz. Onun emrlerine sarılır. Yasaklarından kaçar.
İşte, Allahdan korkanlar milletine, memleketine fâideli olur. [Bütün bu
yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allah korkusu, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine
kavuşamamak düşüncesidir.]
35
— Reformcu
devâm ederek diyor ki, (Osmânlı hükûmeti, din esâsları üzerine kurulduğu
için, medrese tahsîli ile işe başladı. Bugün medreselerde arabça, sarf, nahv,
mantık, fıkh, bedî’, beyân, me’ânî gibi ilmler okunuyor. Bunları, arabça olan
din kitâblarını doğru okuyarak anlamak için okutuyorlar. İctihâd kapısı kapandı
diyorlar. Medresede okuyanların çoğu bu ilmlerin ilk basamağında kalmışdır. Yüz
hocadan bir dânesi doğru okuyup yazmasını bilmez. Hayâtları medresede geçen
hocaların çoğu yazıp okumağı, sâhilsiz bir deniz gibi geçemezler. Bunların
ma’nâsı ise, kutublar gibi, onlara mechûl kalır. Tenbel, câhil ve
müte’assıbdırlar. Te’assubları, bildikleri şeyleri savunmak için olsaydı neyse.
Lâkin bilmedikleri bir şeyi korumak için te’assub yapıyorlar. Bundan da
maksadları, müslimânları sömürmek, râhat yaşamakdır. Bu hocalar, fikren ve
ahlâken câhil oldukları hâlde, din âlimi kılığındadırlar. Bunların içinde hakîkî
âlimler de yok değildir. Onlara hürmet etmek borcumuzdur. Şimdi medreselerde
islâmiyyetden birşey kalmadı. Din, edeb ve Kur’ân öğretmek için yapılmış olan
minberlerin, müslimânları aldatmakdan başka vazîfeleri kalmadı) diyor.
Cevâb: Kazanlı koca moskof reformcu Beykiyef
bu sözleri söylediği zemân, dünyânın hangi yerinde müslimânlık kalmış ise, onun
beğenmediği medreselerde kalmış idi. Şimdi ise, programlarının başında dîni
kökünden yok etmek yazılı bulunan komünist Rusyada, bu koca reformcunun gözüne
batan o medreselerden, o câmi’lerden hiç biri kalmadı. Dinde reformcular şunu da
bilmelidir ki, her bakımdan gerici dedikleri din adamları halkı soymakda da,
onlardan geridedirler. Hayâtları kanâat üzere geçdiğinden, halkdan istifâdeleri
azdır. Buna karşılık da onlara az bile olsa, hizmet etmekden geri kalmazlar.
Birinci cihan harbinin, dört sene içinde, köylerde cenâze yıkayacak hoca
bırakmadığı görülünce, câhil dedikleri hocaların bile lüzûmsuz ve fâidesiz
olmadığı anlaşıldı. Sultân Vahîdeddîn hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında
İstanbuldaki medreselere, liselerde okunan derslerden birçoğu konulduğu hâlde,
ihtiyâcı eskisi kadar da karşılayacak din adamı yetişmediği görülmüşdü. Vaktîle
Molla Fenârîler, Molla Hüsrevler, Ebûssu’ûdlar, İbni Kemâller, Gelenbevîler
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yetişdirmiş olan bu ilm yuvalarını çökdüren
sebebleri, çeşidli kitâblarımızda bildirdik. Masonlar, medreseleri parasız,
ilmsiz bırakmakla kalmayıp, (talebeler) ismi yerine (softalar) adını
yaymışlardı. Bu kadar bozgunculuk, bu kadar bakımsızlık içinde medreselerden
yine din düşmanlarını azçok susduracak ilm adamı yetişmesi şaşılacak şeydir.
Bunu da mesleğin yüksekliğindeki feyz ve berekete bağlamak lâzım gelir.
Medreselerden yetişen din adamları, resmî dillerle kendilerine yapılan hakârete
dayanamıyarak, haysiyyet ve şereflerini korumak için, başka iş sahâlarına
sarılmışlardır. Bir kısmı da, hakâretlere aldırmamış, dînî ve millî an’anelerine
sarılarak bir nefs mücâhedesi içinde yaşamışlardır. Müşterisiz kalan mal hâline
getirilen ve ilmden, fenden mahrûm bırakılan medreseleri temâmlıyanların ilm
adamı olamıyacağı meydândadır. Fekat, bu çöküntünün başka ve dahâ kuvvetli bir
sebebi vardır ki, dinde reformcular bunu görememiş ve dillerine dolamamışlardır.
Bu sebeb, emr-i ma’rûf, nehy-i münker vazîfesini herkesden çok yapması gereken
hocaların, medreseleri o hâle sokan zâlimler, dinde reformcular karşısında
susmaları, hattâ onlara uymalarıdır. Ba’zan dahâ ileri giderek, memleketde
dinsizliği, din hâline getiren soysuzlara yardım etmeleridir. Hak ile bâtılı
yanılmaz bir dikkat ile ayıran parmakların mukaddes ellere âid olması ve
haksızlığa karşı koyan mücâhidlerin önünde din adamları var iken, din
adamlarının son zemânlardaki hâli fecî’ bir şekle girmişdir. Nikâhlanacak kız
ile erkeğin aynı tabakada olmaları lâzım geldiğini bildirirken, medrese
talebesini pâdişâh kızı ile bir üstünlükde tutan ve zâlimlerin yardımcılarını ve
dinde reformcuları her çeşid insandan aşağı gören din adamlarının dindârlıkdaki
bu günkü aşağılıkları, ilmdeki aşağılıklarından katkat dahâ fenâdır. 20 Hazîran
1928 târîhli Vakt gazetesi şu haberi vermişdi:
(Dînimizde
yeni hayâta, ilerlemeğe uygun olarak, yapılacak yenilikleri, İstanbul ilâhiyyât
fakültesi profesörleri rapor hâlinde hâzırlamışlardır). İttihâdcı denilen
zındıklardan, Köprülü Fuâd, İzmirli İsmâ’îl Hakkı, Şerâfeddîn Yaltkaya, Mehmed
Alî Aynî gibi dinde reformcuların imzâlarını taşıyan bu rapor şöyle idi:
Din de,
diğer sosyal teşekküller gibi, hayâtın akıntısına uymalıdır. Din, eski şekllere
bağlı kalamaz. Türk demokrasisinde, din de, muhtâc olduğu inkişâfı
göstermelidir. Câmi’lerimiz kâbil-i iskân hâle getirilmeli, sıralar, elbise
askıları konmalı, içeriye ayakkabı ile girilmelidir. İbâdet lisânı türkçe
olmalı, âyetler, hutbeler türkçe okunmalıdır. Câmi’lere müzik âletleri
koymalıdır. Hutbeleri imâmlar değil din filozofları söylemelidir. Kur’ân-ı
kerîmi, kelâm ilmi ile ve tesavvuf ile değil, felsefe ile incelemelidir.
Türkiyenin siyâset-i aliyyesini alâkadar eden ve bütün islâm memleketleri için
yaratıcı bir te’sîr yapacak olan bu raporun kabûlünü dileriz. [Dinde
reformcuların hâzırladığı bu rapor, dinsizliği mi, yoksa dindârlığı mı övüyor?
Bunu okuyucularımızın takdîrlerine bırakıyoruz.]
36
— Dinde
reformcu: (Evlerinde din bilgisi alan, birçok şeylere inanmış olan
çocuklar, mektebe gidince matematik, tabî’at, fen dersleri okuyor. Eskiden
görmeden inanmış olduğu şeylerle, lisede görerek, düşünerek edindiği bilgiler,
çocuğun kafasında birbiri ile çarpışmağa başlıyor. Önce edinmiş olduğu inanç ve
ahlâkı bozuluyor. Yeni bilgileri ile de, yeni bir inanç ve ahlâk kuramıyor.
Sağlam ve ilme dayanan yeni bir inanç ve ahlâk sâhibi olmuş bir genç göremedim)
diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, liselerde okuyup
diploma alan gençlerde din bilgisi, din ahlâkı kalmağı gibi, bunlarda dîne bağlı
olmayan, sırf düşünce ve sosyal bilgilerin de bulunmadığını söylemek istiyor.
Lise dersleri, fen, tabî’at ve astronomi bilgileri, baba ocağından edinilmiş
olan îmânı sarsmaz, yok etmez. Onu kuvvetlendirir. Îmânın şu’ûrlu olması ve
kuvvetlenmesi için ve râhat yaşamak için ve kâfirlerin saldırılarına karşı
koyabilmek için, en yeni fen bilgilerini öğrenmeği, islâm dîni emr etmekdedir.
37 —
Reformcu devâm ederek diyor ki,
(Göklerin üst üste tavanlardan yapıldığını işiten çocuk sonsuz bir boşluk
olduğunu ve yer küresinin bir mandanın boynuzu üstünde durduğunu işiten talebe,
bunun düz olmayıp, boşlukda döndüğünü ve yer küremizin meydâna gelişini,
jeolojik dersleri, hayâtın nasıl başladığını, ışığı, elektriği öğrenince, kafası
karışıyor. Liselerin ders programlarını yapanlar, tecrübî bilgilerle, ya’nî fen
dersleri ile din bilgilerini birleşdirmeği düşünmemişler. Astronomi bilgileri,
Allahın büyüklüğünü din kitâblarının bildirdiğinden dahâ güzel anlatır. Fen ve
biolojinin din ile ayrılığı olabilir mi? Mekteblerde din hissi gevşedikçe,
ahlâk, âdetler, millî bağlar yavaş yavaş çözülüyor. Bu hâl, yeni bir ahlâkın ve
îmânın yerleşmesi için kolaylık olduğu kadar, bunu yerleşdirecek bir önder
bulunmadığına göre, ahlâksız ve her te’sîre âlet olması da kolaylaşıyor. Bir
mekteblinin yarım yamalak bilgisi ile, bir mektebsizin dînî ve ahlâkî
bilgilerini ve inanışlarını karşılaşdıralım. Mekteblide fikr ilerleyişi pek
yavaşdır ve kıymetli bağları çözülmüşdür. Mektebsiz ise, câhil olmakla berâber,
bu bağları oldukça sağlamdır. Bunlar için canını vermeğe hâzırdır.
Gevşemiş olan din bağları yerine, gençlikde ilm üzerine kurulan terbiye, vatan,
millet fikri yerleşirse, gençlik yaşayabilir. Fekat, böyle olamıyor. Şaşkın bir
hâlde, memleketinin ahlâkını, âdetlerini beğenmiyor. Garba imreniyor. Fekat, o
ahlâkı da alamıyor. Onun Avrupalılardan öğrendiği şey, taklîdcilikden ileri
gidemiyor) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, burada hakîkatleri
sezmiş ve oldukça insâflı görülüyor. Fekat, dikkat edilirse, liselerde öğretilen
ilmlerin, îmânı ve ahlâkı bozduğunu söylemekdedir. Bu pek yanlışdır. İlm az da
olsa, çok da olsa, zararlı değil, fâidelidir. Zararlı olan şey, câhillikleri,
kötülükleri ilm zan ederek kafaya yerleşdirmekdir ve câhilleri, ahlâksızları,
ilm, fen öğretmek için, gençlerin başına geçirmekdir. Gençlerin ana yuvasından
aldıkları din bilgilerini, güzel huylarını bozan, ilm ve fen bilgileri değil, bu
bilgileri sunmak için gençlerin karşısına çıkan dinsiz ve bilgisiz öğretmenidir.
Böyle kifâyetsiz ve îmânsız bir öğretmen, gençlere fen bilgisini, deneyle
anlaşılan hakîkatleri anlatırken, kendi dinsizliğini, ahlâksızlığını, yalan ve
iftirâsını da araya sokuşduruyor. Körpe dimağlar, bu yalanları, ilmden ve fenden
ayıramıyor. Bunları da, doğru sanarak aldanıyor. Bu, din, îmân, nâmûs
hırsızlarının tuzağına düşen temiz çocuklara, islâm düşmanlarının gazeteleri,
mecmu’âları, romanları okutularak ahlâkları bozuluyor ve îmânları sarsılıyor.
Bugün komünist memleketlerde, ve ingiliz programlarının tatbik edildiği islâm
memleketlerinde gençler böyle aldatılmakda, dinleri, îmânları çalınmakdadır.
Bu
reformcunun da, baba ocağından temiz bir islâm terbiyesi aldığı, sonra mektebde
islâm düşmanı, seciyyesiz bir mason öğretmenin pençesine düşerek zehrlenmiş,
aldatılmış olduğu, yazılarından anlaşılmakdadır. Göklerin üst üste tavanlardan
yapıldığını işitince, bir apartman gibi, katkat olduklarını sanmış. Kendi bozuk
anlayışını, islâmiyyete yüklemekde, bu yoldan da saldırmakdadır. Hâlbuki
islâmiyyet onların sonsuz dedikleri ve herbiri birer güneş olan milyonlarca
yıldızla dolu bu boşluğun, henüz birinci semâ olduğunu bildiriyor. Bu sonsuz zan
etdikleri birinci gök, ikinci gök yanında okyanus yanındaki bir damla su gibi
kalmakdadır. Yedi gökden herbiri de, bir öncekinden hep böyle büyükdürler. Fen
adamları, islâmın bu bilgisine karşı gelmek şöyle dursun, hayran kalmakdadır.
Zevallı reformcu, yer küresini ahırda gördüğü öküzlerden birinin boynuzu üstünde
sanıyor. Kâmûsda, Sevr kelimesinde yazılı, öküz şeklinde dizilmiş yıldız
kümelerinden haberi olsaydı, Allahın Resûlüne böyle dil uzatamazdı. Bu hadîs-i
şerîf söylendiği senelerde, o burcun, güneşden, yer küremize uzatıldığı
düşünülen bir doğrunun uzantısı üzerinde bulunduğu, bugün hesâb edilmekdedir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kılıncını uzatıp,
(Rabbim, benim rızkımı, kılıncımın ucunda yaratdı) buyurdu. Ya’nî kâfirlerle
cihâd ederim. Alınan ganîmet malından, payıma düşenle geçinirim buyurdu. Orada
bulunanlardan bir köylü, benim dünyâlığım nerededir? dedikde, (Dünyân, öküzün
boynuzu üzerindedir) buyurdu. Ya’nî öküzünle tarlanı sürer, rızkını
kazanırsın, dedi. Dünyâ kelimesi ismdir. Bu kelimeden türeyen masdarlardan biri,
İdnâ kelimesidir. Bu masdarın, geçinmek demek olduğu Kâmûsda yazılı. O zemân,
sapanın ipini öküzün boynuzlarına bağlarlardı. Boynuzu işe yaradığı için, böyle
buyurdu. Köylünün çalışıp, tarlasını sürmesini işâret eyledi. Bu hadîs-i şerîfin
başka çeşidli ma’nâları da olabilir! Kısa görüşümüze, sınırlı bilgimize göre
tasarlıyarak, inanmamak, hattâ şübhe etmek felâketine düşmemeliyiz!
Dinde
reformcular, hemen bütün yazılarında ferdleri birleşdirmek ve kalkındırmak için,
din bağı yerine milliyyet bağının getirilmesini istemekdedirler. Hâlbuki
(millet) kelimesinin ilk ma’nâsı (din) demekdir. Sonradan kavm, ya’nî
aynı topraklar üzerinde doğan ve yaşayan insanlara denilmişdir.
Din ve
milliyyet kelimelerini geniş olarak açıklayalım:
(Dîn-i
İslâm) ya’nî (İslâmiyyet), Allahü teâlânın var olduğuna ve bir
olduğuna ve Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine inanmak
demekdir.
Allah her
şeyi var eden ve kendi varlığının başlangıcı ve sonu, sınırı bulunmayan ve nasıl
olduğu akl ile anlaşılamayan, yalnız ulûhiyyet ve hâlıkiyyet için lüzûmlu
sıfatları bilinen bir varlıkdır. Kendi kendine hep vardır ve bir dânedir. Ondan
başka hiçbir şey kendi kendine hep mevcûd olamaz. Herşeyi var eden ve varlıkda
durduran yalnız Odur.
Kendi
kendine vardır demek, kendi kendine var olmuşdur demek değildir. Çünki, böyle
söylemekle, sonradan var olduğu anlaşılır. Hâlbuki, Onun dâimâ varlığı lâzımdır.
Hiçbir zemân yok değil idi. Kendi kendine var olmak demek, varlığı hiçbirşeye
muhtâç olmamak demekdir. Bütün varlıkların var olması için, Onun dâimâ var
olması lâzımdır. Herşeyi var etmesi ve böyle düzgün hâlde durdurması için lâzım
olan kemâl sıfatları vardır. Noksanlık, ayb ve kusûr Onda olamaz.
Bütün
varlıkları var eden bir varlık bulunmasa, yâ herşey kendi kendine var olur,
yâhud hiçbirşeyin var olmaması lâzım gelir. Herşeyin kendi kendine var olması,
akla uygun birşey değildir. Çünki, birşeyin kendi kendine var olması, kendinden
evvel kendisinin hep var olmasını îcâb eder. Kendinin hep var olması, ya’nî (vâcib-ül
vücûd) olması îcâb eder. Böyle olsaydı, yok iken sonradan var, yâhud var
iken sonradan yok olmazdı. Hâlbuki, her şey yok iken sonradan var oluyor ve
tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlûkun vâcib-ül vücûd olmadığı anlaşılır.
Zâten kendi kendine var olmak, aklın kolayca anlıyabileceği birşey değildir.
Vâcib-ül vücûd bir olmak lâzımdır. Kendinden başka, bütün varlıkları yokdan var
eden bir varlık lâzımdır. Mahlûkların var olması için bir vâcib-ül vücûdun
varlığı lâzım olmasaydı, hiçbirşeyin varlığını kabûl edemezdik.
Her
varlığın kendi kendine var olması, fenne o kadar uzak birşeydir ki, tabî’atcılar
bile (tabî’at şöyle yapmışdır, tabî’at kuvvetleri yapmışdır) diyorlar. Böylece
varlıkların kendiliklerinden olmayıp, bir yapıcısı bulunduğunu, farkında olmadan
açıklamış oluyorlar. Fekat, o yapıcıya lâyık olan ismleri ve sıfatları vermekden
çekiniyorlar. Bilgisiz ve irâdesiz bir tabî’ate bağlanıyorlar. Fizik, kimyâ
olaylarından hiç birinin kendiliğinden olduğunu görmüyoruz. Harekete geçen veyâ
hareketini değişdiren, yâhud hareketde iken duran bir cisme elbette bir kuvvet
etki etmişdir diyoruz. Bütün bu varlıkların bu nizâm, bu düzen ile kendiliğinden
oluverdiğini sanmak, fizik ve kimyâ kanûnlarını inkâr etmek olur. Atomdan Arşa
kadar bütün varlıkları yokdan var eden, ilm, irâde ve kuvvet sâhibi bir yaratana
inanmayıp da, bu varlıkları, fizik ve kimyâ kanûnlarına uymayan bir tesâdüf zan
etmek kadar câhillik olamaz.
Bu
varlıkları yokdan var eden bir yaratıcının bulunmadığını, herşeyin kendiliğinden
meydâna geldiğini söylemek, akla uygun değildir. Çünki, yok iken var olmak bir
işdir. Fizik ve kimyâ kanûnlarına göre, her iş, bu işi yapan bir kuvveti haber
vermekdedir. Demek ki, dahâ önce, bir kuvvet kaynağının bulunması, fen
bilgilerine göre, elbette lâzımdır. Her mevcûdü var eden, önce başka bir varlık
bulunmaz ise, birbirini yaratmak, ezelden ebede kadar sonsuz olarak zincirleme
devâm etmesi lâzım gelir. Böyle olsaydı, hiçbirşey var olamazdı. Çünki:
Bir
başlangıcı olmayan ve hepsi birbirinden meydâna gelen varlıklar, yokluk demekdir.
Bu, bir misâl ile açıklanabilir: Benim elimde, sizden ödünç aldığım bir lira
var. Siz de, onu bir arkadaşınızdan ödünç almışsınız. O da, bir başkasından
almış. İşte bu ödünç verme sırası, dünyâdaki bütün insanları dolaşsa bile, bir
başlangıcı olmazsa, ya’nî ödünç olarak değil de, başka sûretle mâlik olan bir
kimseden başlamadıkça, elimde mevcûd olduğunu söylediğim lira, yokdur. Ya’nî bu
para, kimsenin elinde değildir. Çünki, birinin elinde olduğunu düşünürsek,
bunun, bir başkasından alınması lâzımdır. O başkasında da yokdur ki, buna
verebilsin. İlk önce veren biri yokdur ki, elden ele dolaşabilsin. İlk önce,
biri, başkasından almadan ödünç verseydi, bu lira şimdi, birinin elinde
bulunurdu. Liranın var olması, sonsuzdan değil, ilk önce birinden verildiğini
göstermekdedir. İşte bunun gibi, her varlık, var olmak için başkasına muhtâç
olarak, varlığı başkasına muhtâç olmayan bir varlığa ulaşmamak üzere, bu ihtiyâç
zinciri, sonsuzdan başladığı düşünülürse, hiçbirşey var olamaz. Çünki, herhangi
bir varlığın var olması, başkasına, onun var olması da, dahâ başkasına, böylece
sonsuz olarak hep başkasına muhtâç oldukça, hiçbirşey için varlık düşünülemez.
Var olarak gördüğümüz herşey, yok olmak lâzım gelir. Çünki, kendinden evvel
başka bir şeyin var olmasına muhtâcdır. Hâlbuki o şey de, var değildir. Çünki o
da, kendinden evvel dahâ başkasının var olmasına muhtâcdır. Üçüncü şey de böyle,
dördüncü, beşinci... hep böyle. Bu bilgi, İhlâs sûresindeki, (Allah vardır ve
birdir) âyetini isbât etmekdedir.
Âdem
aleyhisselâmın varlığı da, yukarıda bildirilen düşünce ile kolayca anlaşılır.
Âdem aleyhisselâm olmayıp da, insanların babaları sonsuz olsaydı, yer yüzünde
hiç insan bulunmazdı. Çünki, baba sayısı sonsuz demek, ilk baba yok demekdir.
İlk baba olmayınca, bunun çocukları da, ya’nî insanlar da, yok demekdir.
İnsanlar var olduğundan, ilk babanın da var olması lâzım olur.
Âhırete
inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi çok mühimdir. Âhıret olmazsa, dünyâda
mükâfatlandırılmıyan iyilikler ve cezâsı çekilmeyen fenâlıklar, haksızlıklar,
karşılıklarını göremiyecekdir. Bu hâl, en ince san’atları, en ince düzenleri
bulunan, bu gördüğümüz âlem için çok büyük bir kusûr olur. En küçük bir
hükûmetin, hattâ herhangi bir topluluğun bir adâlet mahkemesi bulunuyor da,
kâinat dediğimiz şu muazzam âlemin bir mahkeme-i adâleti bulunmaz mı? İnsanların
hakkını vermek için âhırete ihtiyâç o kadar mühimdir ki, Avrupanın fikr adamları
fen yolu ile Allahü teâlânın varlığını anlayamadıkları hâlde, ahlâk ve adâlet
üzerinde düşünerek, bu varlığı söz birliği ile kabûl etmekdedirler. Ahlâk
üzerinde düşünerek, Allahü teâlânın varlığını anlamak demek, dâimâ aldanabilen
ve ma’nevî mes’ûliyyetleri kontrol edemeyen ve herkesdeki kuvveti başka başka
olan (Vicdân)ın, ahlâkı korumağa kâdir olamaması ve dünyâda herşey çok
düzgün, çok güzel yaratılmış iken, fazîletlerin değerlendirilmemesi ve nice
kötülüklerin yayılmış ve muhterem olması görüldüğünden, bu yolsuzlukların
âhıretde ödenmesine ihtiyâc bulunması demekdir.
Avrupalıların fen yolu ile Allahın varlığını anlamamalarına çok şaşılır. Çünki,
atomdan Arşa kadar, canlı cansız her varlıkdaki düzgünlüğü ve birbirine aklları
şaşırtan kanûnlarla bağlılıklarını meydâna çıkaran fen bilgileri, Allahü
teâlânın varlığını açıkca göstermekdedir. Dünyâdaki haksızlıkların ödenmesi için
âhıret adında bir âlemin lâzım olduğu anlaşılarak, buradan da, bunların bir
yaratıcısı bulunacağı düşünüldüğü gibi, varlıkların düzgün, ince yapılarına ve
birbirleri ile olan hesâblı bağlantılarına, olaylarına, kanûnlarına bakarak,
bunları yaratana inanmak dahâ kolay olur. Ya’nî insanların ahlâkında görülen
noksanlık ve aşağılıklardan âhiretin ve dolayısıyla bir yaratanın varlığı
anlaşılıp da, bunlardaki güzellikleri ve düzgünlükleri görerek, bunların bir
yaratıcısı olacağını anlamamak, şaşılacak bir şeydir. Bu hâl, insanların muhtâç
oldukları zemân, Hakkı tanımaları, muhtâc olmadıkları zemân, Hakkı tanımamaları
ve küfrân-ı ni’mete kalkışmaları gibi, kötü yaratılışlı olduklarını gösterir.
Bu
varlıkları yokdan var edenin bir olması lâzımdır. Birden ziyâde olsa, herhangi
bir işi yapıp, yapmamakda uyuşamayınca, ikisinin de istediği birlikde olamaz.
İkisinin istediği de olmazsa, ikisinin de gücü yetmediğini gösterir. Birinin
dediği olursa, ikincisinin gücü yetmediğini gösterir. Âciz, zevallı olan,
yaratıcı olamaz. İkisinin istediği birbirine benzerse, yine âciz oldukları
anlaşılır. Çünki, birbiri ile uyuşmağa mecbûr kalmış oluyorlar.
İslâmiyyetin meydâna çıkdığı Arabistân yarımadasında , putlara, heykellere
tapılıyordu. Fikrler, çok tanrının varlığına saplanmış idi. Dîn-i islâm bunun
için, şirkin kötülüğü üzerinde çok durmuşdur ve bunun için, müslimân olmak,
(Kelime-i tevhîd) ile başlamışdır. İnsanlar yaratılışda din hissine mâlikdir.
Bunun için, Allaha inanmayan kimse, rûh hastası, psikopat demekdir. Böyle
kusûrlu insanlar, büyük ma’nevî bir destekden mahrûm olup, pek acınacak bir
hâldedirler. Avrupa fikr adamlarından birinin (Dindârlık büyük bir se’âdetdir.
Fekat ben bu se’âdete kavuşamadım) dediği gibi, bizdeki dinde reformculardan
Tevfîk Fikret de, (Târîh-i Kadîm) adını verdiği manzûm bir eserinde,
müslimânlık ile ve îmân sâhibi olmakla alay etdiği hâlde, şâ’irlik rûhundan
fışkıran ve önü alınamayan şu şi’rinde îmânlı olmak ihtiyâcını da bildirmişdir:
Bu
yalnızlık, bu bir gurbet ki, benzer gurbet-i kabre,
İnanmak!
İşte âğûş-i rûhânî, o gurbetde.
Varlığı
lâzım olan var edicinin bir olduğu, şöyle de gösterilebilir. Birkaç dâne olsa,
bunların toplamı vâcib-ül vücûd olamaz. Çünki, bir toplum var olmak için, her
parçasının var olmasına muhtâcdır. Varlığı lâzım olan, hiçbirşeye muhtâc olmaz.
O hâlde, hiçbir toplum vâcib-ül vücûd olamaz. Varlığı lâzım olan parçaların
toplumu, vâcib olamadığı gibi, mümkin de olamaz. Çünki, varlığı mümkin olan şey,
kendi kendine mevcûd olamaz. Bir var edici ister. Bu var ediciyi o toplulukdan
başka düşünmek, kendilerinin vâcib olmalarına uygun olmaz. Bu toplumun içinde
aramak da, birşeyin kendi kendisini var etmesi olur ki, bu da olamaz. Meselâ iki
vâcibin toplamı bir vâcib olsa, ya’nî varlığı lâzım olsa, bu vâcib, iki
parçasına muhtâç olduğundan, mümkin olması îcâb eder. Hâlbuki, bunu vâcib kabûl
etmişdik. İkisinin toplamı mümkin olsa, bu mümkinin bulunmaması lâzım gelir.
Burada mümkin demek, birşey var olsa da olur, yok olsa da olur demekdir.
Vâcib-ül
vücûdün, ya’nî varlığı lâzım olan şeyin, bir dâneden fazla olamayacağını
gösteren bu son düşünce, tabî’iyyecilerin sözünü kökünden yıkmakdadır.
Tabî’iyyeciler herşeyin kendi kendine var olduğunu, ya’nî hepsinin vâcib-ül
vücûd olduğunu söyliyorlar. Hâlbuki, yukardaki açıklamaya göre, herşeyin kendi
kendine mevcûd, ya’nî vâcib-ül vücûd olması şöyle dursun, bir mahlûkun bile
vâcib-ül vücûd olması mümkin değildir.
Şimdiye
kadar, Avrupayı taklîd eden ilericilerin yapdıkları dinsizlik propagandası,
Allahü teâlâya inanmamak şeklinde idi. Meselâ, (İş, Allahın varlığındadır. Allah
varsa, bütün din bilgilerine hemen inanırım) diyenler çokdu. Fekat, son
zemânlarda fende atılan yeni adımlar ve hele atom üzerindeki ve radyoaktivite ve
madde ile enerji üzerindeki incelemeler karşısında, Allahü teâlânın varlığını
inkâr edemedikleri için, Peygamberlere dil uzatmağa başladılar “aleyhimüssalâtü
vesselâm”. Herkes hürdür. İbâdet serbestdir. Herkes Allahına dilediği gibi
ibâdet eder. Allah ile kul arasında akldan başka bir aracı olamaz dediler.
Hâlbuki âhirete inanan bir kimsenin, Peygamberlere de inanması lâzım gelir.
Âhiretdeki ni’metlerin ve azâbların bilgisini akla bırakmak, büyük bir
adâletsizlik olur. Hele câhil halk, bunu hiç düşünemez. İslâmiyyet,
Peygamberlerin hepsine inanılmasını emr etmekdedir. Yehûdîler ve hıristiyanlar,
bütün insanların Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma inanmıyorlar. O yüce
Peygambere dil uzatıyorlar. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyyet ise,
Mûsâ aleyhisselâm ile Îsâ aleyhisselâma inanmayanları, bunları küçültecek bir
şey söyleyenleri, müslimânlıkdan tard etmekdedir. Bir pâdişâh, bir memlekete bir
vâlî gönderip, o memleketi idâre etdikden sonra, bu vâlîyi değişdirerek yeni bir
vâlî gönderdiği zemân, ba’zı kimseler, biz eski vâlînin sözünden çıkmayız, yeni
vâlînin getirdiği emrleri dinlemeyiz deseler nasıl olur? Birinci vâlî pâdişâhın
me’mûru da, sonra gelenler me’mûru değil mi? İşte bunun gibi, yehûdîlere
sorarız:
Allahü
teâlânın, Mûsâ “aleyhisselâm” peygamberi olur da, Îsâ ve Muhammed
“aleyhimesselâm” peygamberleri olmaz mı? Yehûdîler bu iki Peygambere inanmıyor.
Hıristiyanlar, yehûdîlerin bu yanlış inanışlarını görüp, onlara kızarken,
kendileri de, hazret-i Muhammed aleyhisselâma karşı bu yanlışlığı, bu iftirâyı
yapmak gafletine düşmüşlerdir. Bu yanlış inançlar, ilmî bir inceleme netîcesi
olmayıp, hep eskiye bağlanıp kalmak ve yeniyi, yeni geldiği için kabûl
etmemekden başka bir şey değildir. Ya’nî gericilikdir. Îsâ aleyhisselâm babasız
dünyâya geldi. Hazret-i Meryem, oğlunu Kudüsden Mısra götürdü. Oniki sene Mısrda
kaldılar. Sonra, tekrar Kudüse gelip (Nâsıra) denilen köyde yerleşdiler.
Otuz yaşında Peygamber oldu. Üç sene sonra, yehûdîler bunu öldürmek istediler.
Allahü teâlâ, onu diri olarak göke kaldırdı. Ona benzeyen (Yudâ Şem’ûn)
adında bir münâfık çarmıha gerildi. Babasız olduğu için, hıristiyanlar buna
Allahın oğlu deyip tapınıyorlar. Babasız dünyâya gelmek, kişiyi insanlıkdan
çıkarıp, ilâh yapsaydı, hem anasız, hem babasız yaratılan Âdem aleyhisselâma
dahâ çok tapınmaları lâzım gelirdi. Hıristiyanların, hak olan dinlerini bozarak,
ne kadar mantıksız bir hâle sokmuş oldukları, buradan da anlaşılmakdadır.
Yehûdîler, Îsâ aleyhisselâma yalnız inanmamakla kalmıyorlar. Babasız yaratıldığı
için, ona kötü çocuk diyorlar. Müslimânlar ise, adâlet yolunu tutarak, her iki
gürûhun gösterdikleri taşkınlıkdan kurtulmuşlar, ona Allahın kulu ve Peygamberi
demişlerdir. Avrupalılar bugün ilmde, fende çok ilerde ise de, vaktiyle eski
Peygambere bağlanıp kalarak, en büyük yenilikden, ilerlemekden, mahrûm
kalmışlardır. Şimdi de, bu gericilikden kurtulamamışlardır. Gericilik ile
kalmıyarak, yeni dîni kabûl etmedikden başka, eskisini de değişdirmişler,
bozmuşlardır. Hazret-i Îsâ, göke çıkarıldıkdan kırk sene sonra, Romalılar Kudüsü
alıp, yağma ve harâb etdiler. Yehûdîleri öldürdüler. Bir kısmını esîr aldılar.
Kudüsde yehûdî kalmadı. Îsâ aleyhisselâmın oniki havârîsi, başka yerlere
dağıldı. Gökden inmiş olan (İncîl) gayb oldu. Sonradan, İncîl diye bozuk
kitâblar yazıldı. Bunlardan dördü her tarafa yayıldı. (Barnabas)
İncîlinin hemen hepsi doğru idi. Fekat bozuk İncîllere aldanmış olanlar,
Barnabas İncîlini yok etdiler. Bu İncîlden bir dâne, sonradan bulunarak,
yirminci asrda Londrada ve Pâkistânda ingilizce olarak basılmışdır. Îsevî dîni,
Îsâ “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” görse tanımıyacak bir hâle
getirildi. Böylece hıristiyanlık meydâna geldi. Bu gericilik, son asra kadar
durmadı. Nihâyet birçoğu dinsiz oldular.
Mûsâ
aleyhisselâmın ve Îsâ aleyhisselâmın Peygamberlikleri mu’cizelerle belli olduğu
gibi, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği de, öylece mu’cizelerle meydândadır.
Mûsâ aleyhisselâm zemânında sihr, Îsâ aleyhisselâm zemânında doktorluk, Muhammed
aleyhisselâm zemânında şi’r, fesâhat ve belâgat ya’nî güzel ve dartılı konuşmak
san’atları çok ilerlemişdi. Allahü teâlâ da; bu Peygamberlerine ümmetlerinin
kıymet verdiği şeylerde mu’cizeler ihsân eyledi. Muhammed aleyhisselâmın da, Îsâ
aleyhisselâm gibi, ölüyü diriltdiği ve Fir’avn ile adamlarının Mûsâ
aleyhisselâma sihrbâz dedikleri gibi, Kureyş kâfirlerinin de Muhammed
aleyhisselâma sihrbâz dedikleri kitâblarda açık ve uzun yazılıdır.
Muhammed
aleyhisselâm ümmî idi. Ya’nî, mektebe gitmedi. Okuyup yazmadı. Hiçbir insandan
ders almadı. Ümmî olduğu hâlde, târîh, fen, ahlâk, siyâset ve sosyal bilgilerle
dolu bir kitâb ortaya koydu. Yalnız o kitâba uyarak dünyâya adâlet yaymış olan
hükümdârların yetişmesine sebeb oldu. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın
mu’cizelerinin en büyüğüdür. Hattâ, bütün Peygamberlerin mu’cizelerinin en
büyüğüdür. Bu en büyük mu’cize, yalnız Muhammed aleyhisselâma verilmişdir. Dinde
reformcular, Muhammed aleyhisselâmın dahâ çocuk iken, Şâm yolculuğunda bir
papasla birkaç dakîka konuşduğu zemân, bütün bu bilgileri, o papasdan
öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lâzım gelir. Bu kadar çürük, bu
kadar gülünç bir iftirâ olamaz. Kâ’be dıvarında yıllarca asılı duran ve
sâhiblerini birer dâhi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şi’r
arasından seçilmiş bulunan fesâhat ve belâgat şâheseri yazıların birer paçavra
gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebeb olan
âyet-i kerîmeler, o papasla birkaç dakîkalık konuşmanın netîcesi olamaz! Bugün
Kur’ân-ı kerîmin belâgatini yeniden anlamağa kalkışmağa, hiç lüzûm yokdur. O
ilâhî kitâb, arabcanın en yüksek zemânında, en salâhiyyetli mütehassıslara,
üstünlüğünü imzâlatmışdır. Arab edebiyyâtının mütehassısları olanlardan,
Muhammed aleyhisselâmın zemânında yetişenler arasında, Kur’ân-ı kerîmin
belâgatindeki ilâhî üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir.
Zemânında
en kıymetli hüner sayılan bir san’atda, üstünlüğünü herkese kabûl etdiren böyle
bir şerefi ve kemâli, kendine mal etmeyerek, kimsenin bilmediği bir Allahdan
geldiğini söylemesi ve bu şeref ve üstünlükle, kendini değil de, o meçhûl zâtı
tanıtdırmağa çalışması, insanlık arzûları ile birleşemiyen ve şöhret, menfe’at
düşkünlerinin işine gelmeyen şaşılacak bir şeydir. Hükûmet lezzetini, ilm ve
ma’rifet lezzetinden üstün tutanlar, ilmin ve ma’rifetin kıymetini
anlıyamıyanlardır. Bir şâ’ir, san’atının en yüksek derecesinde olduğunu gösteren
bir dânecik şi’rini, devlet başkanlığı ile değişmez. Değişen olsa bile, maddî
menfe’at için değişir. Muhammed aleyhisselâm, kendisinin devlet başkanı
olmadığını söylemiş, devlet ve saltanat yerine herkes gibi orta halli yaşamışdır.
Ölümünde âilesine birşey bırakmıyan ve göz bebeği gibi sevdiği kızı hazret-i
Fâtıma “radıyallahü anhâ”, küçük bir şey istediğinde, (Biz Peygamberler,
mîrâs bırakmayız. Bizden kalanlar sadaka olur) buyuran bir zâtın, hükûmet ve
saltanat peşinde olacağını düşünmek için insanın beyni sulanmış, vicdânı
kararmış olmalıdır. (Bu sözleri kendiliğimden söylemiyorum. Allahın emrlerini
bildiriyorum. Ben de sizin gibi bir kulum) diyerek ortaya çıkan o yüce
Peygamberin, hâşâ bir yalancı olması ihtimâli o kadar uzak ve o kadar bozukdur
ki, bunu Avrupa ve Amerika fikr adamları söz birliği ile kabûl etmek
mecbûriyyetinde kalmışdır. Meydâna koyduğu din ile kazandığı yüksek mevkı’i,
keskin zekâsı ve kuvvetli görüşü ve yaman aklı ile başardığını söylemek zorunda
kalmışlardır. Komünistler de, o yüce Peygambere bir çamur atamıyacaklarını
anlayarak, sar’aya benzer bir hastalığın te’sîri ile kendisine melek geldiğini
zan ederek bu başarıları elde etmişdir diyorlar. O akl, zekâ ve siyâset ve
başarıları anladıkları ve söyledikleri hâlde, hastalık îcâbı, zan ile konuşdu
demeleri ise, inkâr hastalığının kendi akllarını örterek yapdıkları bir
saçmalama olduğu meydândadır. Çünki, bu sözlerinin bir kısmı, diğerinin yalan
olduğunu göstermekdedir. Ya’nî komünistler, kendi sözleri ile kendilerini mağlûb
etmekdedir.
Edebiyyâtcılar, bir şi’ri hangi şâ’irin yazmış olduğunu, imzâsına bakmadan, onun
düşünme ve yazma san’atından anlamakdadırlar. Edebiyyât mütehassısları, Kur’ân-ı
kerîm ile, Resûlullahın kendi sözü olan hadîs-i şerîfleri inceliyerek, ikisinin
birbirine benzemediğini anlamışlardır. Birbirine hiç benzemiyen iki dürlü üslûba
ve yazı san’atına aynı adamın sâhib olması edebiyyât târîhinde görülmüş birşey
değildir. Çünki, olacak birşey değildir. Bir insanın, birbirine benzemiyen iki
dürlü yüzü olması gibidir.
Kur’ân-ı
kerîmin, hadîs-i şerîflerden ve başka ilâhî kitâblardan bir ayrılığı ve
üstünlüğü de şudur ki, bu kitâb-ı mecîd (ya’nî Kur’ân-ı kerîm) bugüne kadar
semâdan indiği gibi, değişmemiş olarak kalmışdır. Harfleri ve noktaları bile
değişmemişdir demek yetişmiyor. Çünki Kur’ân-ı kerîmdeki kelimelerin çeşidli
okunuşundan başka, bu kelimelerin uzun, kısa, açık, kapalı, kalın, ince gibi
okunmaları da, Resûlullahın bildirdiği ve okuduğu gibi kalmışdır. (İlm-i
kırâet) denilen ve pekçok kitâbı olan büyük bir ilme ve islâm âlimlerinin bu
yoldaki çalışmalarına ve hizmetlerine bakıp da şaşmamak elde değildir. Kur’ândan
olup da çıkarılmış veyâhud Kur’ândan olmayıp da sonradan katılmış tek bir kelime
yokdur. Çünki, islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîme dokunulmaması, ufak bir şübhenin
bile ona yaklaşamaması için, çok sağlam bir esâs koymuşlardır. Ya’nî, Kur’ân-ı
kerîmin her asrda söz birliği ile gelmesi şartdır. Eshâb-ı kirâmdan bugüne
kadar, her asrda, yalan üzerinde söz birliği yapacakları düşünülemiyen yüz
binlerce hâfızlar vâsıtası ile bizlere gelmişdir. Sanki bir an durmayan coşkun
bir nehr gibi ebediyyete doğru akıp gitmekdedir. Bugün islâm düşmanlarının
yeryüzünü kapladığı bir zemânda bile, elhamdülillah, dünyânın her tarafında,
Allah kitâbının her kelimesi, her noktası birbirine benzemekdedir. Bu kitâb-ı
mübînin (ya’nî Kur’ân-ı kerîmin) ne kadar çok sağlam olduğu şundan da anlaşılır
ki, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları bildirdiği hâlde, tevâtür, ya’nî söz
birliği hâlini almayan okuma şeklleri, ne kadar kuvvetli olsa bile, Kur’ândan
olmak için kâfî görülmemişdir. Meselâ, yemîn keffâretini bildiren (üç gün
oruc) âyet-i kerîmesini, Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh”,
(üç gün arka arkaya oruc) olarak bildirmiş ve bunu fıkh âlimleri vesîka
bilerek, keffâret orucunun üç gün (mütetâbi’ât) olarak, ya’nî ard arda
tutulması lâzım olmuşdur. Fekat Abdüllah ibni Mes’ûd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden, çok güvenilir ve çok sağlam bir zât olmakla berâber, sözünde
yalnız kaldığı için (Mütetâbi’ât) kelimesi Kur’ân-ı kerîme girememişdir.
İhtiyât olunarak bu kelimenin ma’nâsı alınmış ve yine ihtiyât olunarak Kur’ân-ı
kerîme sokulmamışdır. Bunlara (Kırâet-i şâzze) denir.
Resûlullahın kendi sözlerine (Hadîs-i şerîf) denir. Hadîs-i şerîfleri de
öğrenmek ve muhâfaza etmek için, şaşılacak bir dikkatle çalışılmışdır. Fahr-i
âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, huzûrunda bulunan Eshâb
tarafından ezberlenmiş ve işitmeyenlere ve sonra gelenlere söylenmişdir.
Böylece, sonsuz bir denize benzeyen (İlm-i hadîs) meydâna gelmişdir.
Kur’ân-ı kerîmin eşsiz bir mu’cize olduğu meydânda olmakla berâber, Mûsânın ve
Îsânın “aleyhimesselâm” karışık ve karanlık târîhlere dayanarak Peygamber
olduklarına inanıyorlar da, bütün hayâtı ve sözleri inceden inceye meydânda olan
ve her hâli Peygamberliğine şâhid olan Muhammed “aleyhisselâm” niçin Peygamber
olmasın? Yehûdîlerle hıristiyanların bu inkârlarına ve inâdlarına hem şaşılır,
hem de teessüf olunur.
Milliyyet,
insanın çalışması ile ve dilemesi ile elde edebileceği bir meziyyet değildir.
Milliyyet, aynı vatanda, aynı toprakda doğup yetişenlerin, din, örf, âdet ve
menfe’at birliğidir. Çalışmadan, doğuşda ele geçen bir ni’metdir. Bu ni’mete
kavuşduran, Allahü teâlâya şükr etmek lâzımdır. Şükr etmek de, ni’metin devâm
etmesi için ve kendisinden dahâ çok istifâde edilmesi için çalışmakla olur.
İslâm dîni, Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz parçasıdır ve bu milliyetçiliğin
devâmı için ve kendisinden çok fâidelenmek için çalışmağı, sevişmeği, başka
dinden olan vatandaşlara da, aynı hakları sağlamağı, adâletden, sosyal haklardan
müsâvî olarak istifâde edilmesini emr etmekdedir. Bu emrlerin ve yukarıda yazılı
millî vazîfelerin yapıldığı yerde yaşıyanların milliyyetcilikleri ile iftihâr
etmeleri, bu ni’meti kendilerine bırakan ecdâdlarına, gâzîlerine, şehîdlerine,
hayrlı düâ etmeleri lâzımdır. Bu birliklerinin, se’âdetlerinin sembolü olan
istiklâl marşlarını ve bayraklarını sevmeli ve saymalıdırlar. Kendilerini idâre
eden, se’âdetleri için çalışan devletlerine, kanûnlarına itâat etmeli,
vergilerini seve seve ödemelidirler. Böyle sevişenlerin, başka dinlerden,
mezheblerden olanlara dokunmamaları, onlara kötülük yapmamaları, milliyyetçilik
için bir kusûr değil, bir meziyyet olur ve bağlı olduğumuz islâm dîninin, hak
din olduğunu ve yüce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın âlemlere rahmet
olduğunu gösterir. Milliyyetçilik kelimesini, teknikde ilerlemiş ba’zı
memleketlerde meselâ doğu Avrupada, Rusyada, hükûmeti ele geçiren bir zümrenin,
milleti sömürmek için söyledikleri gibi, rûhsuz, modası geçmiş bir söz
sanmamalıdır. Milleti sömürenlerin buna inanması ve bağlanması, dinsizlerin
ahlâka bağlanması kadardır. İnsan, tatlı bir hayât geçirebilmek için, milleti
arasında bulunmağa muhtaçdır. İnsanlar, varlıklarını, haklarını ve ihtiyâçlarını
koruyabilmek için, toplu olarak yaşamak zorundadır. Medeniyyet de bu demekdir.
Bu topluluk ise kendi milletidir. İnsanların yalnız başına elde edemiyecekleri
hakları korumak için toplu yaşamaları lâzımdır dedik. Bu toplulukda, karşılıklı
yardım ve fedâkârlık lâzımdır. İnsanın, din hürriyyeti tanıyan milliyyet uğrunda
mı, yoksa dinsiz olan milleti uğrunda mı dahâ fedâkâr olacağını inceliyelim:
Dinsiz bir
milliyyetçi şöyle düşünebilir: Millet için ölmek hissi, müşterek olmalıdır. Bir
kısmının ölmesi, bir kısmının kalması haksızlık sayılmalıdır. Millet menfe’ati
kendi menfe’atim için lâzımdır. Kendimi o yolda fedâ edersem, aslı, maksadı,
sebeb için fedâ etmiş olurum. Ben herşeyden önce, kendimi düşünürüm. Başkası
için fedâ olmam. Fedâkârlık, nâm ve şöhret almak için ise, geçici bir şöhret ve
şeref için yok olmağı kim ister? Milyonlarca bir ordu içinde milleti için can
veren askerlerin, hangi dağda, hangi derede kaldığını kimse bilmediği gibi,
ismleri de dinsiz olan milletin kalbinden silinip gitmişdir. Bu adamlar, canları
ile berâber mallarını da fedâ etmişler. Dahâ doğrusu, bunlar şâyân-ı takdîr
olmakdan ziyâde, kendileri hesâbına, acınacak bir hâldedirler. Millet için
yapdığım fedâkârlık bilinmez de, çekemiyenler sebeb olarak, bir de suçlu
görülürsem, hâlim neye varır?
Dinsiz bir
milliyyetçilikde, bir fedâkârlık kuvveti elde edebilmek için fikre ve mantığa
dayanan sebebler yokdur. Şu’ûrsuz hislere dayanan fedâkârlık da karşılığını
alamaz. Hele milleti idâre etmekde olan ilericiler, sömürücüler, onlar için
canlarını hiç fedâ etmezler. Komünist memleketlerde böyle oldu. İkinci cihan
harbinde görüldüğü gibi, cebhede döğüşüp şeref kazananlar, geri dönünce,
hükûmeti ele geçirmesinler diye, kurşuna dizildiler. Millete gelince, onlar da,
hiçbiri için cân fedâ edecek bir fikr sâhibi değildirler. Avrupalıları
tapınırcasına taklîde özenen, onlardaki her fikri, her işi tam hakîkat, tam
se’âdet sanan dinde reformculardaki milliyyet hissi ve hevesi de, yine taklîd
iledir. Evet, insanlar, aklları ve düşünceleri ile buldukları iş, meslek ve
mezheb bağlarına, ya’nî dinsiz bir milliyyete, ırkçılıkdan ziyâde
sarılmışlardır. Milliyyetçiliği kendi menfe’atleri ve iş başına geçmeleri için,
âlet ve maske yapan siyâset canbâzları bir tarafa bırakılırsa, geri kalanın
milliyyetçiliği, işitmekle ve taklîd ile hâsıl olmakdadır. Din adamlarının da,
bu taklîdciliğe karışdıkları görülmekdedir.
Hucurât
sûresi onüçüncü âyet-i kerîmesi, hepsi bir anadan ve bir babadan hâsıl olan
insanların, ancak Allahü teâlâdan korkularına göre derecelere ayrılacağını ve
islâmiyyetde kavmiyyetcilik olmıyacağını bildirmekdedir. Müslimânların
milletlere ayrılmaları için bu âyet-i kerîmeyi ileri sürenler görülüyor.
İslâmiyyetin, birbirlerinden ayrı milliyyetçiliklere bölünmeğe karşı olmadığını,
hepsine saygı göstermek lâzım olduğunu söylemek istiyorlar. Hâlbuki, müslimânlar,
ayrı ayrı milliyyetlere bölünürse, birbirleri ile çarpışmak tehlükesi başlar.
(Kıyâmet
günü Cenâb-ı Hak buyurur ki: Ey insanlar! Ben bir neseb, soy seçdim. Siz başka
bir neseb seçdiniz. Ben, Allahdan kim fazla korkarsa, dahâ kıymetliniz odur,
dedim. Siz ise, falan filânın oğludur. Bunun için, filân falandan dahâ üstündür
demekden vazgeçmediniz. İşte bugün ben, nesebimi yükseltiyor ve sizin nesebinizi
aşağı alıyorum. Biliniz ki, benim sevdiklerim, benden korkanlardır) hadîs-i
şerîfi, müslimânların nasıl olacağını açıkça göstermekdedir.
Fıkh
kitâbları, nikâhlanacak erkek ile kadının birbirine uygun derecede olmalarını
bildirirken, kavmleri ve milliyyeti de ölçüye katmakdadır. Bunları okuyanlar,
kavmiyyetin islâmiyyetde mühim olduğunu zan edebilir. Hâlbuki, nikâhda, erkekle
kadın arasında, doğru ve yanlış her dürlü berâberlik düşünülür. İki tarafın
rızâları ile yapılan nikâhın, kavmiyyet ve milliyyet ayrılığından dolayı
bozulmasına izn verilseydi, o zemân böyle zan etmek haklı olabilirdi. Bugün
bütün dünyâda, her millet, insanları kendi tarafına çekip dururken, bizim de,
kendi milliyyetimizi düşünmemiz lâzımdır. Bunu yapmakla din hürriyyeti
bulunmıyan milliyyete bir kıymet verilmiş olmaz. Çünki, bu milliyyet fikri, ilmî
bir temele değil, hisse dayanıyor. (Medeniyyet-i islâmiyye târîhi)
kitâbını yazan Curci Zeydan, milliyyet fikrinin, islâmiyyetin başlangıcında
mevcûd olduğunu, hattâ hazret-i Ömerin siyâsetinin bu fikre dayandığını yazıyor.
Arabistân yarım adasında müşrik bırakmamak için olan çalışmalarını da, buna
delîl gösteriyor. Hâlbuki, bu çalışmalar, din birliği üzerine kurulmuş olan,
millî birlik içindi.
Hıristiyanlık dîninde, akla uygun bir esâs kalmamış, hurâfeler, karmakarışık bir
merâsim hâlini almışdır. Bundan başka, aynı dinde, hattâ aynı mezhebde bulunan
hıristiyanlar, başka başka hükûmetlerin idâresinde yaşamakdadır. Avrupa
hükûmetleri, bunun için, başka bir bağ aramışlardır. Böylece, Avrupada, din
birliği ölmüş, milliyyet hissi doğmuşdur. İslâmiyyet, ticâret, sanâyi ve sosyal
nizâmı da kurduğundan, milliyyet düşüncesini de içine almakdadır. Müslimânlar
arasında ayrı milliyyetler kurmağa ihtiyâc kalmamışdır. Bunun içindir ki, bütün
ilmihâl kitâblarında, (Din ve millet, ikisi birdir) denilmekdedir. Hattâ,
Avrupalıların islâm dînine karşı olan kuşkuları, bu dînin hemen her hükmünde
ayrıca bir milliyyet hissi de bulunduğundan ileri geliyor denilse yeridir. Eğer
müslimânlar, bölünmeseler, islâmiyyetin, milliyyeti temsîl etmesinden istifâde
ederek, yeryüzündeki sağlamlaşmamış birçok milliyyetlere galebe çalmanın yolunu
bulurlar.
İslâmiyyetin milliyyeti temsîl etmesinde, lisân birliği de akla gelir ise de,
beş vakt nemâzda okunan ezânların ve Kur’ânların bütün islâm memleketlerinde
arabî olması, bu berâberliği de te’mîn etmekdedir. Bunun içindir ki, islâm
düşmanları, bir milleti islâmiyyetden ayırmak, din birliğini yok etmek için, o
milletin dilini, gramerini, alfabesini değişdirmeğe saldırmakdadırlar. Bir
milletin dînine, îmânına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan gelmekdedir.
Nitekim, Sicilya ve İspanya müslimânları böylece hıristiyan yapılmışdır. Ruslar
da, Türkistândaki müslimânların dinlerini ve îmânlarını yok etmek için bu keskin
silâhla saldırmakdadırlar. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve
topdan imhâ fâciaları, bu keskin silâh kadar te’sîr edememişdir. Celâl Nûri beğ
(İttihâd-ı İslâm) adındaki kitâbında müslimânlar için arabcayı, müşterek
lisân olarak tavsiye etmekdedir. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ
aleyh” de, bunun için çalışmışdı. Bunu te’mîn etmek içindir ki, târîh boyunca
bütün islâm memleketlerinde din kitâbları arabî olarak yazılmışdı. Arabî, bütün
islâm memleketlerinde bir din lisânı olmuşdur. Cennetde de, herkesin arabî
konuşacağını, hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Böyle düşünmek, her müslimân
milleti arablaşdırmağı istemek zan edilmemelidir. Dünyâ devletleri arasında
İngilizce ortak bir dil hâlini almakdadır. Buna hiçbir devlet, karşı koymuyor.
Bugün ilm ve fen sâhibi bir adamın, bir, hattâ birkaç yabancı dil öğrenmesi
zarûret hâlini almışdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kavmin dilini öğrenen,
onların zararlarından korunmuş olur) buyurulmakdadır. Bunun içindir ki,
gençlerimizin arabî öğrendikleri gibi, Avrupa dillerinden de öğrenmeleri lâzım
ve fâidelidir ve sevâb kazandıran çok işlere sebeb olabilir. Avrupalıların
asrlardan beri bize yabancı gözü ile bakmalarını, milliyyet hissinden ziyâde,
islâm dînini bilmemelerinde aramak doğrudur.
Bir hadîs-i
şerîfde, (İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız, ya’nî emr-i
ma’rûf ve nehy-i münker yapmazsanız, cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir
ki, bu belâlardan kurtulabilmek için, artık iyilerinizin Allaha yalvarması da
fâide vermez) buyurulmuşdur. Âl-i İmrân sûresi, yüzonuncu âyet-i kerîmesi,
müslimânların (Emr-i ma’ruf) ve (Nehy-i münker) yapmasını emr
etmekdedir. Yavuz Sultân Selîm hân, memleketde bulunan gayr-i müslimlere karşı,
yâ müslimân olun veyâ sizi kılınçdan geçiririm diyeceği zemân, din âlimleri
bunun doğru olmadığını söylediler, ya’nî nehy-i münker yapdılar. Sultân da, bu
işden vazgeçdi. Bu hâli yanlış gören sivri akllılar bulunabilir. Hâlbuki, hak ve
adâlet yolunda olmayan dînî hislerin, hakîkî bir müslimânlık olamıyacağını
anlıyan din âlimlerine boyun eğen o şerefli pâdişâhın bu hareketi övülmeğe
lâyıkdır. Dînî fikrler ve hislerle millî fikr ve hislerin farkı böyle ince
noktalarda kendini gösterir. Dinsiz olanların millî düşünceleri hak ve adâletden
ayrılabildiği hâlde, dînî düşünceler ayrılamaz. Çünki, hak ve adâlet gibi
fazîletler islâm dîninin sınırları içindedir.
Burada
islâmiyyetin insanlara verdiği adâlet duygusunun necâbetini ve nezâhetini
gösteren bir vesîkayı bildirmek uygun olur. Birinci cihân harbi muhârebelerinden
sonra, İstanbulda suçlu ermenileri sürmek ve öldürmek için muhâkemeler
kurulmuşdu. Oradaki muhâkemelerin birinde, (Buğazlayan) müftîsinin “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, elini îmânlı göğsüne koyarak ve göz yaşları ile ak sakalını
ıslatarak, o yerlerde me’mûrların ermenilere işkence yapdığına şehâdet etdiği,
gazetelerde okunmuşdur. Avrupalılar, eskiden Türklerin müte’assıb denilen
kısmının, gayr-i müslimler için tehlükeli olduklarını sanarak hakîkî
müslimânlara düşman oluyorlardı. Sırası gelmişken şunu da bildirelim ki, bugünkü
ilericiler, Allahın emrini yerine getiren, ya’nî farzları yapmağa ve harâmlardan
sakınmağa çalışan müslimânlara, meselâ, nemâz kılanlara, sokağa çıkarken
âilesinin, kızının örtülü olmasına dikkat edenlere, içki içmiyenlere müte’assıb
diyorlar. Hâlbuki te’assub, inâdcılık etmek, kendi mezhebine, fikrine körü
körüne bağlanıp, başkalarının buna uymıyan doğru sözünü kabûl etmemek demekdir.
Haksız birşeyi inâd ile savunan bir kimseye müte’assıb denir. Te’assub, dîn-i
islâmın beğenmediği kötü bir huydur.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize islâmiyyet nedir diye soruldukda, (Müslimânlık,
Allahü teâlânın emrlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahlûklarına acımakdır)
buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfde
gösterdiği ışıklı yolda ilerliyen insanlar, hangi kavm, hangi millet, hangi
dinden olursa olsun, Allahın kullarının haklarına dokunmanın, âhiretde büyük suç
olacağını bilirler. Bu insanlardan kimseye zarar gelmiyeceğini yukarıdaki vesîka
açıkça göstermekdedir. İslâmiyyetde şahsların ve cem’iyyetin menfe’atlerine
çalışılmakla berâber, müslimânların gâyesi, bu menfe’atlerden dahâ üstün ve
ilâhî bir şeydir. Menfe’ati düşünmek, tabî’î ve lâzım ise de, bunu her gâyenin
üstünde görmek ayb, kusûr ve fenâ bir egoistlik olduğu gibi, dinden ayrı olan
milliyyet hissini herşeyin üstünde görmekle de, bu egoistlikden kurtulamaz.
Böyle olan milliyyet hissi ile hareket eden adam, kendinin de o milletin içinde
olduğunu düşünmüş, bunun için az çok egoistce hareket etmişdir. Müslimânları
harekete getiren maksad ise dahâ temiz ve dahâ necîbdir. Herşeyin üstünde
olarak, din için, ya’nî Allah için çalışan her müslimân, büyük bir aşk ve
fedâkârlıkla hareket eder. Milletinin yükselmesi dahâ kolay ve sağlam olur.
Başka milletlere de zararı dokunmaz. Müslimân, her adımını Allah için atan, her
hesâbını Allah için yürüten bir insan demekdir. Böyle bir insanın ne kendine, ne
de hiçbir kimseye zararı olamaz. Hâlbuki, dîni ve Allahı bırakıp da, dinden ayrı
olan milliyyeti düşünenler, hiç olmazsa, başka milletlere karşı, hakka ve
adâlete bağlı davranmayabilirler. Din sâhibi olmak, Fransızların, (Chacun
pour soi et Dieu pour tous) ata sözünde olduğu gibi herkes için fâideli
olmakdır.
(Âl-i
İmrân) sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Allahın kitâbına
inanıyoruz diyen yehûdî ve hıristiyanlar! Aramızda ayrılık olmıyan söze, ya’nî
îmâna geliniz!) buyuruldu. İşte insanlık karşısında, dîne hürriyyet veren
ile din hürriyyeti tanımıyan milliyyetciliğin farkı!