İb-i Teymiyye-Ebül'ulâ el Mevdûdî-1 42.Madde

42 —Hindistândaki dinde reformculardan, ingiliz câsûsu Ebül’ulâ el Mevdûdî iskoç masonu idi. (İslâmda ihyâ hareketleri) kitâbında, imâm-ı Gazâlîyi reformcu olarak tanıtıyor. Bu yüce imâm için, (Yunan mefkûresini, müslimânların kafalarındaki te’sîrini giderecek şeklde baltaladı. İslâmiyyeti filozoflara ve skolastizme karşı, kendi kafalarına göre savunmağa kalkışanların hatâlarını düzeltdi. Îmân esâslarının rasyonel te’sîrini ortaya koydu. İctihâd rûhunu yeni başdan açdı. Tedrisât programlarını düzene sokdu. İslâmın moral prensiplerini ortaya koydu. Hükûmeti ve me’mûrları dîne uymağa çağırdı. Fekat, hadîs ilminde eksik idi. Rasyonel ilm üzerinde fazla durdu ve tesavvufa lüzûmundan fazla temâyül etdi) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan bu koca imâmı kusûrlu olarak gösteriyor. Bu kusûrlarına tehlükeli davranış adını veriyor. Sonra, (İbni Teymiyye, bu tehlükeleri giderdi, islâmın fikr ve ahlâk rûhunu canlandırdı ve yenilik îcâdlarını başardı. İbni Teymiyyeden az önce, kimse, iftirâ korkusundan halkı islâmiyyete da’vet etmeğe cesâret edemedi. Dar kafalı ulemâ ile zâlim hükümdârlar elele vermişlerdi. Bunlara karşı islâhat bayrağını çekmek, ancak ona nasîb oldu. Tefsîrde derin, hadîsde imâmlık derecesinde idi. İslâmiyyeti Gazâlînin bırakdığı yerden alıp ileriye götürdü. İslâm i’tikâdını savundu. İslâm rûhuna Gazâlîden dahâ uygun delîller buldu. Gazâlînin muhâkemesi, rasyonel fikrlerin zararlı te’sîrleri altında kalmışdı. İbni Teymiyye, dahâ te’sîrli olup, Kur’ân ve sünnet rûhuna dahâ yakın olan akl-ı selîm yolunu seçdi. Böylece şâhâne bir başarı kazandı. İlm adamları, Kur’ânın tefsîrini bilmediler. Skolastik yetişenler de, Kur’ân ve hadîslerle râbıtayı kuramadılar. İslâmiyyetin hakîki îzâhını başarmak ancak İbni Teymiyyeye nasîb oldu. İlhâmını doğrudan doğruya Kitâbdan, sünnetden ve Eshâbın yaşayışından alarak ictihâdlar yapdı. Talebesi İbni Kayyım da, ma’nâsı çözülmemiş hikmetler üzerinde çalışarak, islâmî kanûnlar koydu. İslâmî sisteme sızmış olan kötü te’sîrleri temizleyerek, onu saf ve tâze hâle koydu. Asrlar boyunca islâmın cüz’ü olarak kabûl edilen ve dînî müeyyidelere mesned olan ve ulemâ tarafından göz yumulmuş olan kötü âdetlere hücûm etdi. Bu dürüst hareketi, bütün dünyâyı aleyhine çevirdi. Sonra gelenler, ona iftirâ etmekde, birbirleri ile yarışdılar) diyor.

Cevâb: Dinde reformcular üçe ayrılır:

Dinde reformcu denilenlerin birinci kısmı, (Ehl-i sünnet) mezhebinin derin âlimleridir. Bunlar, câhil halk tarafından ve islâm düşmanları tarafından müslimânlar arasına sokulmuş olan hurâfeleri, yanlış inançları ve yanlış işleri düzeltdiler. Ehl-i sünnet müctehidlerinin Eshâb-ı kirâmdan işiterek bildirmiş oldukları doğru bilgileri meydâna çıkartdılar. Kendilerinden birşey söylemediler. Bunlara (Müceddid) denir. Bunların geleceğini ve islâmiyyete hizmet edeceklerini, hadîs-i şerîfler haber vermekde ve övmekdedir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Benden sonra, her yüz senede, bir âlim çıkar. Dînimi kuvvetlendirir) buyurdu. (Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir) hadîs-i şerîfi ile bu müceddidler övüldü. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Şâfi’î ve bunlar gibi mezheb imâmı olan mutlak müctehidler ve imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî ve her asrdaki dört mezhebden birinde olan âlimler ve ileride gelecek olan hazret-i Mehdî bu müceddidlerdendir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Dîni siyâsete ve dünyâ kazançlarına âlet eden ba’zı münâfıklar, kendilerini din adamı, mürşid tanıtıyor. Hadîs-i şerîfde bildirilen son asrın müceddidi kendilerinin olduklarını yazıyorlar. Câhiller de bunların müceddid olduklarını söylüyorlar. Hâlbuki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her asrın müceddidinin alâmetlerini de açıkladı. Hepsinin Eshâb-ı kirâmın yolunda olduklarını bildirdi. Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlar da, (Ehl-i sünnet) âlimleridir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hadîs-i şerîfde bildirilen müceddidler, Ehl-i sünnet mezhebinin büyük âlimleridir. Bu müceddidler, kendi görüşleri, düşünceleri ile söylemezler. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi bilgilerine ve anlayışlarına göre ma’nâlar vermezler. Tefsîr ve hadîs âlimlerinin verdikleri ma’nâların yayılmasına, kuvvetlenmesine çalışırlar. Mevdûdî, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” övmüş olduğu bu derin âlimlere, nasıl oluyor da câhil diyor?

İslâmiyyetin temel kitâblarında, hiçbir mevdû’ hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne sokdukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yokdur. Müceddidlerin vazîfeleri, islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, din kitâblarını değişdirmek, bunlardaki din bilgilerini kıymetden düşürmek veyâ yeni bilgiler eklemek değildir. Onların vazîfesi, bu kitâblardaki din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydâna çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmekdir. İslâmın bu yüksek âlimlerine (Reformcu) denmez. (Müceddid) denir.

Dinde reformcuların ikinci kısmı da, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanırlar, saygı gösterirler. Fekat, islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilen ma’nâları, bilgileri kabûl etmezler. Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kısa görüşlerine göre ma’nâlar çıkarırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bilgilerinden birçok yerde ayrılırlar. Bunlara (Bid’at) veyâ (Dalâlet) fırkaları, ya’nî (Sapık) denir.

Bunların meydâna geleceğini de, Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermekdedir. (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidecek, biri, inanış sebebi ile Cehenneme girmiyecekdir) hadîs-i şerîfi birçok kıymetli kitâblarda yazılıdır. Dört (Sünen) kitâbında bulunduğu ve Tirmüzînin kitâbında dahâ uzun olduğu (Milel ve Nihal) tercemesi birinci sahîfesinde bildirilmekdedir. (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında da bulunduğu (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında yazılıdır. En kıymetli kelâm kitâblarından olan ve medreselerin yüksek sınıflarında okutulan (Şerh-i mevâkıf) kitâbının altıyüzdokuzuncu sahîfesinde ve imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının ikinci cild, altmışyedinci mektûbunda da yazılıdır. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 54.cü sahîfesine bakınız!] Bu hadîs-i şerîfi, bid’at fırkalarında bulunan sapıklar ve kâfirler kabûl etmemekdedirler.

Dinde reformcuların üçüncü kısmı, islâm düşmanı olan sinsi kafirlerdir. Bunlar müslimân görünerek, dîni islâh ediyoruz, ana kaynaklarını meydâna çıkarıyoruz, ilk hâline getiriyoruz gibi yaldızlı sözler söyleyerek islâm dînini yıkmağa, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru ma’nâlarını değişdirmeğe, bozmağa çalışıyorlar. İslâmiyyeti, içerden yıkmak istiyorlar. Müslimân göründükleri için ve dîni islâh ediyoruz, hurâfelerden temizliyoruz, dedikleri için, câhil halk, bu kâfirleri hakîkî müceddid sanıyor. Bunlara aldanıyor. Böylece, çok başarı sağlıyorlar. Müslimânları aldatmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçını medh ediyorlar. Onlara hayrân olduklarını yazıyorlar. Fekat, onların kitâblarında yazılı olan bilgilerin birçoğunu beğenmiyorlar. Bunlara hurâfe diyorlar. Bu büyük âlimlerin kıymetli kitâblarında yazılı olan hadîs-i şerîflerden, işlerine gelmiyenlere, çıkarlarına engel olanlara, mevdû’ hadîsdir, uydurma hadîsdir diyorlar. Kendi uydurdukları bozuk, zararlı şeyleri, doğru diye ortaya koyuyorlar. Böylece, bu büyük âlimlere leke sürmeğe çalışıyorlar. Bunlardan bir kısmı da, Ehl-i sünnet âlimlerinden bir ikisini dillerine dolayıp kötülüyorlar, hattâ kâfir diyorlar.

Biz müslimânlar, (Dinde reformcu) kelimesinden mezhebsizleri ve sinsi islâm düşmanlarını, ya’nî ikinci ve üçüncü kısmda olanları anlıyoruz. Yukarıdaki hadîs-i şerîfde inanışı doğru olup, bu yüzden Cehenneme girmiyecekleri bildirilen fırkaya (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) mezhebi denir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, bir insan, yâ müslimândır, yâhud kâfirdir. Müslimân da, yâ Ehl-i sünnet mezhebindedir, yâhud, bid’at ehlidir. Ya’nî, sapıkdır. Bundan anlaşılıyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmayan kimse, ya’nî mezhebsiz olan kimse, yâ sapıkdır, yâhud kâfirdir.

Bugün islâm memleketlerini sarmış olan, yıkıcı dinde reformculara aldanmamak için, müslimânların çok bilgili olmaları lâzımdır. Meselâ; Sultân Abdülmecîd ve sultân Abdül’azîz hân “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” zemânlarında, beş def’a sadra’zam olan ve (1287 [mîlâdî 1871]) de vefât edip, Süleymâniyye câmi’i bağçesinde gömülen Âli pâşa mason idi. Dinde reformcu olan, Cemâleddîn-i Efgânîyi İstanbula getirip dinde reformlar yapmak için, onunla elele vererek çalışmağa koyuldu. Fekat, islâm âlimleri, uyanık davranarak, meydânı bunlara bırakmadılar. Cemâleddîni rezîl etdiler. Âli pâşa da, onu destekliyemedi.

Cemâleddîn-i Efgânî, binikiyüzellidörtde Efganistânda doğdu. Binikiyüzaltmışbirde Kâbile geldi. On sene kaldı. Felsefe kitâbları okudu. Bir aralık, Ruslara Efganistân hakkında câsûsluk yapıp, jurnallar verdi. Ruslardan çok para aldı. Binikiyüzseksenbeşde Mısra geldi. Mason oldu. Âli pâşa, bunu İstanbula getirdi. Vazîfe verdi. O zemân, İstanbul dârülfünûn, ya’nî üniversite rektörü bulunan ve sadra’zam Reşîd pâşa tarafından Pârisde yetişdirilmiş olan ve kâfir olduğuna fetvâ verilen, mason Hasen Tahsin tarafından buna o sene konferanslar verdirildi. Fekat, ulu orta konuşunca, o zemânın şeyh-ul-islâmı olan büyük âlim Hasen Fehmi efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından kâfir olduğuna fetvâ verildi. Hasen Fehmi efendi, zemânın derin âlimlerinden idi. Osmânlı devletinin yüzonuncu şeyh-ul-islâmı idi. Rü’ûs imtihânında birinciliği kazanmışdı. Müderris ya’nî üniversite din bilgileri profesörü oldu. Çok talebe yetişdirdi. Çeşidli vazîfelerde yükseldikden sonra, şeyh-ul-islâm oldu. Sultan Azîz Mısra gitdiği zemân, hatîb efendinin okuduğu hutbeyi bu hâzırlamışdı. Câmi-ul-Ezherin meşhûr âlimi (Şeyh Saka) hazretleri ile çok sohbet eyledi. Mısr âlimleri, ilmdeki kudretini takdîr etdiler. İşte bu âlim, ağır basarak, Cemâleddîn rezîl oldu. Âli pâşa, bunu İstanbuldan çıkarmağa mecbûr kaldı. (Edib İshak) adındaki bir Mısrlının (Eddürer) adındaki kitâbında, Cemâleddînin Mısrda mason locası başkanı olduğu yazılıdır. Mısrlılara ihtilâl fikrleri aşıladı. Şöhretini artdırmak için, (A’râbî Pâşa) vak’asını hâzırlıyanlarla birlikde İngilizlere karşı göründü. Mısr müftîsi (Muhammed Abduh) ile dost oldu. Reformist düşüncelerini ona aşıladı. Muhammed Abduh bir yazısında, (Cemâleddîni görmeden önce, gözüm kör, kulağım sağır, dilim dilsiz imiş) diyor. Londrada ve Pârisde, dinde reform diye çok zararlı yazılar yazdı. Binsekizyüzseksenaltıda Îrâna geldi. Orada da râhat durmadı. Zincirlere bağlanarak, beşyüz süvâri ile Osmânlı hudûduna bırakıldı. Bağdâda, Londraya gitdi. Îrân aleyhinde yazılar yazdı. Oradan İstanbula geldi. Burada da, Behâîlerle işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etdi. Îrânda fesâd çıkarmağa uğraşdı. Bir sene sonra, çenesinde kanser çıkarak, binüçyüzondört (1314) hicrî ve binsekizyüzdoksanyedi (1897) mîlâdî yılında öldü. Maçka kışlası yanında, şeyhler mezârlığına gömüldü. Bir Amerikalı, bu masona mezâr yapdırdı. İkinci cihân harbinden sonra kemikleri Efganistâna götürüldü. Masonlar, bunun islâm düşmanlığını, ihtilâlci ve fesadcı hareketlerini başka dürlü yazıyorlar. Bunu büyük gösterebilmek için, şeyh-ul-islâm efendiye ve islâm âlimlerine câhil, gerici demekden sıkılmıyorlar. [Bunların islâmiyyete verdikleri zararlar, Prof.Dr. Muhammed Hüseynin arabî olarak yazdığı ve İnsan yayınlarının terceme etdirerek 1986 senesinde, “Modernizmin İslâm Dünyâsına girişi” ismi ile İstanbulda neşr etdiği kitâbda uzun yazılıdır.]

1362 [m. 1943] senesinde vefât etmiş olan, büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdu ki, (Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, (İbni Teymiyye) oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve islâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü). İbni Teymiyye, 661 [m. 1263] de Harrânda tevellüd ve 728 [m. 1328] de Şâmda kal’ada habs iken hastalanarak öldü. Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tesavvufu büsbütün inkâr ediyordu. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” gibi islâmın göz bebeklerine kâfir diyordu. Hâlbuki, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olacağını bilmiyecek kadar câhil değildi. Ne yazık ki, islamiyyeti kendi görüşüne, dar kafasına uydurmağa kalkışmış, aklı ermediği hakîkatleri inkâr ederek, dalâlete düşmüşdü. İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve tesavvuf ilminin mütehassıslarından Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi aleyh”, (Tabakât-ül-kübrâ) kitâbında, İbni Teymiyyenin bu acıklı hâlini ortaya koymakda, önsözünde (Velîyi, ancak Velîler tanır. Velî olmayanın ve vilâyetden haberi olmayanın, vilâyete inanmaması, onun inâdcı ve câhil olduğunu gösterir. Şimdi ibni Teymiyyenin tesavvufu inkâr etmesi ve âriflere dil uzatması böyledir. Bunun gibi kimselerin kitâblarını okumamalı, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, onlardan sakınmalıdır. Tesavvuf büyüklerinden Ebül Hasen Şâzilî de, Evliyâyı inkâr edenlerin hâllerini uzun anlatmakdadır) demekdedir. İbni Teymiyyeciler, bunun için Abdülvehhâb-i Şa’rânîye “rahime-hullahü teâlâ” düşman olmuşlar, islâmın bu büyük âlimini yalan ve iftirâ oklarına hedef yapmışlardır.

(İbni Teymiyye), ilk müslimânların, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imâmlarının, kendi görüşlerini de işe karışdırdıklarını söylüyor, Ehl-i sünnete çatıyordu. Hâlbuki, onyedinci maddenin cevâbında bildirildiği gibi, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahi teâlâ”, din bilgilerinde, hiçbir zemân naklden ayrılmamışlardır. Kendi görüşlerine uymamışlardır. Hele imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” kendi görüşünü naklden aşağı tutduğu, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Böyle olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının yirmiyedinci maddesinde vesîkalarla açıklanmışdır. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirâyı atarken, Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşüne göre tefsîr ediyordu. Böylece ilk müslimânlardan kendisi ayrılmışdır. Bu hâli sözünde samîmî olmadığını göstermekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri yanlış anladıklarını, Eshâb-ı kirâmın bile, çok yerde yanıldıklarını bildiriyordu. Allahın dînini, kendisinin düzeltdiğini, Kur’ân-ı kerîmin doğru ma’nâsını yalnız kendisinin anlamış olduğunu söylüyordu. Hadîs-i şerîflerle övülmüş olan birinci ve ikinci asrların büyük müctehidlerini ve bunların mezheblerini dünyâya yayan islâm âlimlerini beğenmiyordu. Bu yüzden, dinde söz sâhibi olanlar birleşerek, bunun tutduğu yolu incelediler. Sapık ve zararlı olduğu anlaşıldı. Babasından mîrâs kalan müderrislik kürsüsü elinden alındı. Fekat o, yine râhat durmadı. Müşebbihe denilen bid’at fırkasının sözlerini ortaya çıkarıyor. Allahü teâlâya madde ve cism diyordu. Yaratanı insan şeklinde sanıyordu. Bu bozuk inancına o kadar saplanmışdı ki, birgün, Şâm câmi’inin minberinde, (Cenâb-ı Hak, gökden yere benim şimdi indiğim gibi iner) diyerek, minberden aşağı indiğini, İbni Battûta haber veriyor. Dört mezhebin âlimleri, İbni Teymiyyenin bu sözünü red eden cevâblar yazarak, müslimânların i’tikâdlarının bozulmasını önlediler. Mısr, Şâm, Kuds kâdılıklarını yapmış olup, 733 [m. 1333] de vefât etmiş olan Şâfi’î fıkh ve hadîs âlimlerinden Muhammed ibni Cemâ’a’nin (Erreddü-alel-müşebbihi fî-kavlîhî teâlâ Errahmânü alel’ Arş-isteva) kitâbı bu kıymetli cevâblarla doludur. (Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbında ve (Milel ve Nihal) kitâbında ve bütün kitâblarda (Mücessime) ve (Müşebbihe) fırkalarının, ya’nî (Allahü teâlâ cism gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi şeylere inananların kâfir oldukları yazılıdır. Yediyüzbeşde, Mısr sultânı Nâsırın yanında toplanmış olan âlimler ve devlet adamları, böyle bozuk sözleri yaydığı için, onu Kâhire kal’ası kuyusuna habs etdiler. Ehl-i sünnet âlimlerinin câiz görmedikleri yanlış fetvâlar verdiği için de, yediyüzyirmi senesinde Şâm kal’asına habs edildi. Peygamberlerin mezârları ile mukaddes makâmların ziyâreti hakkında sözleri de ortalığı karışdırdı. Fitneye sebeb oldu. Bu yüzden, yediyüzyirmialtıda Şâmda tekrâr habs edildi. 728 [m. 1328] de, zindanda iken hastalanarak öldü.

İbni Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olduğunu söylerdi. Hâlbuki, hak olan dört mezhebden birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet mezhebine uygun îmân sâhibi olmak lâzımdır. Onun çok sözü, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığını, hattâ bu mezhebi beğenmediğini gösteriyor. Kendisini bir müctehid, bir reformcu olarak tanıtıyordu. Binotuzüç hicrî yılında vefât eden, Hanbelî âlimlerinden Mer’î, İbni Teymiyyenin hâl tercemesini yazmışdır. (Kevâkib) adındaki bu kitâbında onun mezheb imâmlarını taklîd etmeği ve hattâ icmâ’ı tanımıyan yazılarını bildirmekdedir. Kıyâs yapdıklarından dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırdığı hâlde, çok yerde ve hele (Mecmû’at ür-resâil) kitâbında, kendisi de pekçok kıyâs yapmışdır. Evliyânın büyüklüğüne inanmaz, türbelere yapılan ziyâretlere saldırırdı. (Ancak üç mescide ziyâret için gidilir) hadîs-i şerîfini, (Ancak üç mescid ziyâret edilir) şekline çevirmiş, Resûlullahın kabrini ziyâret için bile gitmek günâh olur demişdir. İbni Hacer-i Heytemî hazretleri (Fetâvâ-yı fıkhiyye) kitâbında, buna uzun cevâb vermişdir. Hindistândaki âlimlerden, 1304 [m. 1887] senesinde vefât eden Muhammed Abdülhay Lüknevî ile, Hindistândaki mezhebsizlerden Muhammed Beşir arasında bu konuda geniş münâzaralar olduğu (Nüzhet-ül-havâtır) kitâbının ikiyüzyirmiikinci maddesinde yazılıdır. (Nüzhet-ül-havâtır) kitâbını yazan Allâme Abdülhay Hasenî, 1341 [m. 1923] de vefât etmişdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan (Ebül Hasen-i Eş’arî) hazretlerinin mezhebine ve bu derin âlimin, kaderi ve Allahü teâlanın ismlerini açıklamasına ve azâb yapılacağını bildiren âyetlere verdiği ma’nâlara çatmakda idi. Cehennem azâbının kâfirlere de sonsuz olmıyacağını söylerdi. Hükûmetlere verilen her çeşid vergi, zekât yerine geçer derdi. Dört mezhebin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan sözlerin küfr olacağını kabûl etmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin şanlarını, şöhretlerini çürütmeğe çalışırdı. Sâlihıyyede, el-Cebel câmi’inde hazret-i Ömerin çok hatâ yapdığını söylemişdir. Bir toplantıda, hazret-i Alînin üçyüz def’a yanıldığını söylemişdir. Münâvînin (Künûz) kitâbında ve imâm-ı Ahmedin sahîhinde ve (Mir’ât-i kâinât) kitâbında yazılı olan hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili üzerine koymuşdur) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfde, (Ömer hiç yanılmaz!) buyuruyor. İbni Teymiyye ise, Ömer çok yanılmışdır diyerek, bu hadîs-i şerîfe karşı gelmekdedir. Hâlbuki bu hadîs-i şerîfi bilmiyecek kadar câhil değildi. Hadîs bilgisi çokdu. Fekat, yanılması da, o kadar çok oldu. Evet, hazret-i Ömerden başka Eshâb-ı kirâmın çoğu, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmış olabilir. Fekat, onların yanılmaları, ictihâd hatâsı idi. Bunun için, o büyüklerin ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmalarına da sevâb verilirdi. Çünki, hepsi müctehid idi. İbni Teymiyyenin îmân edilmesi lâzım olan bilgilerde yanılması ise, onu doğru yoldan uzaklaşdırmış, azâbının artmasına sebeb olmuşdur. Kendini din imâmları gibi müctehid sanarak, haddini bilememiş, felâkete sürüklenmişdir. İbni Teymiyye, dahâ aşırı da giderek, tesavvuf büyüklerine, Sadreddîn-i Konevîye, Muhyiddîn-i Arabîye, Ömer bin Fârıda “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’in” insafsızca saldırmışdır. Gazâlînin kitâblarında mevdû’ hadîs doludur derdi. Kelâm âlimlerimize de dil uzatmakdan geri kalmamışdı. Mezheblerin ictihâd ayrılığı olduğunu anlıyamamış, felsefî düşünüşlerin sonucu sanmışdı. Ehl-i sünnet âlimlerinin, islâm memleketlerindeki eskiden kalma kiliselere dokunulmamalıdır, dediklerini suç saymış, bu yüzden de, din büyüklerine lâf atmışdır.

Mevdûdî de, ibni Teymiyye gibi imâm-ı Gazâlîyi kusûrlu göstermekdedir. Büyük âlim (İbni Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a’lâm bi-kavâtı’ıl-islâm) kitâbında küfre sebeb olan şeyleri anlatırken, İbnüssübkî ve başka âlimlerin kitâblarından alarak buyuruyor ki, (İmâm-ı Gazâlînin yazılarında kusûr bulan kimse, yâ hased edip onu çekemiyendir, yâhud da, zındıkdır). Hanefî mezhebi âlimlerinden İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitâbının sonunda diyor ki, (İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zemânının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Fıkh ilminde çok kıymetli kitâbları vardır. Şâfi’î mezhebinin ba’zı hükmleri, Onun kitâbları üzerine kurulmuşdur).

İslâm âlimlerinden ba’zısı, ibni Teymiyyenin müslimânlıkdan çıkdığını, mürted olduğunu bildirmekdedirler. İbni Battûta, İbni Hacer-i Mekkî, Takıyyeddîn-i Subkî ve oğlu Abdülvehhâb, İzzeddîn bin Cemâ’a ve ebû Hayyân Zâhirî Endülüsî gibi, sözleri sened olan derin âlimler, onu bid’at ehli, sapık saymışlardır. Evet onun sapık olduğunu bildirenler de, ilminin, zekâsının, zühdünün çokluğunu inkâr etmiyorlar. Fekat, (Mişkât)da yazılı hadîs-i şerîfde, (Kötülerin en kötüsü kötü din adamlarıdır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî elliüçüncü mektûbunda buyuruyor ki:

(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür. İnsanların se’âdeti ve felâketi, âlimlere bağlıdır. Büyüklerden biri şeytânı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytân demiş ki: Bu zemânın sapık âlimleri, bizim işimizi yapıyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar).

İmâm-ı Sübkî de, ibni Teymiyyenin ilmini, zekâsını çok övüyordu. Burhâneddîn bin Müflih (Tabakât)da diyor ki, İmâm-ı Sübkî, Zehebîye yazdığı mektûbda, ibni Teymiyyeyi çok övmüşdü. Fekat, imâm-ı Sübkî de (Erreddü-li-ibni Teymiyye) kitâbında ve oğlu Abdülvehhâb da (Tabakât)da, onun Ehl-i sünnetden ayrıldığını, dalâlete düşdüğünü yazmakdadırlar. Fikrlerini aşıladığı birkaç kimse ve hele talebesinden ibni Kayyım ile Zehebî, onu aşırı övmekdedir. Meşhûr kitâblara açıklamalar yaparak din adamı sayılan ve Kur’ân-ı kerîm ve değerli kitâbları yazmakla geçinen Aliyyülkârî ve Mahmûd Âlûsî ve kendini müctehid sanan Abduh gibi kimseler de, onun yoluna saparak Ehl-i sünnetden ayrılmışlardır.

Son asrın derin âlimlerinden Yûsüf Nebhânî (Şevâhidül-hak) kitâbında ve Osmânlı âlimlerinin büyüklerinden şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri efendi, (El-ilm ve akl) kitâbında ve Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûk, iki cild kitâbında, ibni Teymiyyenin sapıtdığını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Ebû Hâmidin kitâbı, İstanbulda kısaltılarak, (Et-Tevessül-ü bin-Nebi ve bis sâlihîn) ismi verilip, 1395[m. 1975] senesinde ofset yolu ile basdırılmışdır.

İbni Teymiyyeyi doğru sananlar, onun muhâkeme ve habs edilmesini haksız göstermek için de, (Tesavvufcular aleyhindeki yazıları, onları darıltdı. Talâk hakkındaki fetvâları, fıkh âlimlerini düşman etdi. Sıfat-i ilâhiyye hakkındaki fetvâları da, kelâm âlimlerini gücendirdi. Bu yüzden kelâm, fıkh ve tesavvuf âlimleri buna karşı birleşerek cezâlandırıldı) diye kısaca yazıyorlar. Din âlimlerinin, bir iki kelime için, bir müslimâna düşman olacaklarına, ona zulm edeceklerine, tuzağa düşürmek için çalışdıklarına herkesi inandırdıklarını sanıyorlar. Onu mazlûm, âlimleri ise, zâlim olarak tanıtıyorlar. Hâlbuki, ibni Teymiyye, Ehl-i sünnete karşı, isyân bayrağı çekdi. İslâm âlemine fitne, fesâd ateşi saldı. Meselâ nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, (700) senesinde Kâhireye gelince, ibni Teymiyye buna (Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın) demişdir. Ebû Hayyân da, ilm adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmağı uygun görmüşdür. (El-Bahr) adındaki tefsîrinde ve (Nehr) ismindeki muhtasarında, onu ayblamışdır.

İbni Hacer-i Askalânî (Dürer-ül-kâmine) kitâbında, Zehebîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” alarak diyor ki, (İbni Teymiyye, ilm üzerinde konuşurken hiddetlenir, karşısındakini mağlûb etmeğe çalışır, herkesi gücendirirdi). İmâm-ı Süyûtî, (Kam’ul-mu’ârıd) kitâbında buyuruyor ki, (İbni Teymiyye, kibrli idi. Kendini beğenirdi. Herkesden üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi). Şâm âlimlerinden Muhammed Alî Beğ, (Hıttatüş-Şâm) kitâbında diyor ki, (İbni Teymiyyenin hedefi, Luther adındaki papasın hedefine benzer. Fekat, hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi muvaffak olamadı).

Pâkistânın büyük âlimlerinden Siyalküt şehrinin imâm ve hatibi, Mevlânâ Muhammed Ziyâullahın (Vehhâbîliğin Hakîkati) kitâbı urdu dilinde olup, 1969 da basılmışdır. Doksanüçüncü sahîfesinde diyor ki, Hindistânın büyük âlimi, dünyânın tanıdığı yüzlerce kıymetli kitâbın yazarı mevlevî Abdülhay Lüknevî, (hicri 1304 senesinde vefât etdi.) (Gays-ül-gamâm) kitâbında, (Sonra gelen Şevkanînin de, önce gelen ibni Teymiyyet-el-Harrânî gibi, ilmi çok, aklı az idi. Tıbkı onun gibi idi. Hattâ ondan dahâ aşağı idi) demekdedir.

Goldziher, İbni Teymiyyenin hak mezhebleri bid’at saydığını, islâmın ilk safvetini değişdirdiler diyerek, bunlarla döğüşdüğünü, Eş’arî mezhebi ile ve tesavvufla mücâdele etdiğini, Peygamberlerin kabrini ve Evliyânın kabrlerini ziyâret etmeğe ma’siyyet dediğini yazmakdadır.

Muhammed Abduhun yetişdirdiklerinden olup, onun yolunda giden Câmi’ul-ezherin eski rektörü Mustafâ Abdürrâzık pâşa diyor ki, (İbni Teymiyye fetvâ verirken, bir mezhebe uymaz, bulduğu delîl ile hareket ederdi. Tesavvuf büyüklerinin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” keşfini inkâr ederdi).

İbni Teymiyye, Sadreddîn-i Konevî için diyor ki, (Muhyîddîn-i Arabînin arkadaşı olan Sadreddîn, akliyyât ile kelâm ilmlerinde, üstâdından dahâ ileride olmakla berâber, ondan dahâ kâfir, dahâ az bilgili, dahâ az îmânlıdır. Bunların mezhebleri kâfirlik olduğu için, dahâ hünerli olanları, dahâ çok kâfir oluyorlar). İslâm âlimlerinin bir kısmı kendisine kâfir dedi. Çoğu ise sapık olduğunu bildirdiler. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” devri âlimlerinden Muhammed Şeyh-i Mekkî, Süleymâniyye kütübhânesi, Reşîd efendi kısmında bulunan fârisî (El-cânib-ül-garbî) kitâbında, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine yapılan saldırıları cevâblandırırken diyor ki, (İbni Teymiyye, kâfirlerin yıllarca yandıkdan sonra Cehennemden çıkacaklarını bildirmekde ve (Bir zemân olur; Cehennemin kapıları açılır. Dibinde otlar biter) hadîsini yazmakdadır. Başka hadîsler de söylemişdir. Hâlbuki kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacakları, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmekdedir. Tevâtür ve sözbirliği hâsıl olmuşdur. Âlimler, ibni Teymiyyenin tevâtüre ve icmâ’a karşı geldiğini bildiriyor).

(Muhtasar-ı Kurtubî) doksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Cehennemdekilerin hepsi çıkacak. Cehennemin hepsi boş kalacak diyenler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere karşı gelmiş oluyorlar. Cehennem azâbının kâfirlere ebedî olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri ve âdil imâmlar sözbirliği ile bildirdiler. (Nisâ) sûresinin 169.cu âyetinde, (Kâfirler Cehennemde ebedî kalacaklardır) buyuruldu. (Mü’minlerin yolundan ayrılanları Cehenneme atarız) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunlara cevâbdır. Mü’minlerden günâhı çok olanların bulundukları Cehennemin birinci tabakası boşalacakdır. Kâfirlerin bulundukları başka tabakaları hiç boşalmıyacakdır. Mü’minler şefâ’ate kavuşarak azâbdan kurtulacak, yalnız bunların yerleri boşalıp, Cehennemin yalnız birinci tabakasının dibinde otlar bitecekdir. İmâm-ı Kurtubî yukardaki hadîsin (Mevkûf) olduğunu yazıyor. Resûlullahdan işitildiği bildirilmemişdir, diyor. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de, Cehennemin kapıları hiç açılmaz. Kâfirler Cehennemde ebedî kalırlar, diyor. Cehennemden çıkılacak diyenler, mü’minlerin çıkacaklarını bildirmişlerdir.) İbni Teymiyye, mü’minlerin Cehennemden çıkacaklarını bildiren hadîs-i şerîfleri kâfirlere teşmîl ederek, âyet-i kerîmeleri ve tevâtür ile icmâ’ı inkâr etmiş oluyor. Ehl-i sünnet âlimlerine kâfir demek, insanın küfrüne sebeb olur. Selef-i sâlihînin başka başka te’vîl yapmadıkları âyetleri ve tevâtür hâsıl olmuş hadîsleri inkâr etmenin küfr olduğu (Redd-ül-muhtâr)da (Kâdîlık) bahsinde de yazılıdır. Tancalı (İbni Battûta) adı ile meşhûr olan mâlikî âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah, (Tuhfetünnüzzâr) târîhini İbni Cezî adındaki kâtibine yazdırmış, bu kitâb çeşidli dillere terceme edilmişdir. Türkçeye ikinci tercemeyi Muhammed Şerîf beğ yapmış ve 1335 [m. 1917] yılında İstanbulda basılmışdır. Bunun 9. cu sahîfesi sonunda (İbni Teymiyyenin ilmi çokdu. Fekat, aklında bozukluk vardı) diyorlar. İslâmiyyete uymıyan çeşidli sözlerini bildiriyorlar. Meselâ (Şâmda idim. Cum’a nemâzında idim. İbni Teymiyye hutbe okudukdan sonra, benim şimdi indiğim gibi, cenâb-ı Allah dünyâ göküne iner diyerek merdivenlerden indi. Mâlikî âlimi (İbni Zehrâ) bu sözün kötülüğünü cemâ’ate uzun anlatdı. Cemâ’atin çoğu câhil olup, İbni Teymiyyeyi hak yolda sanıyor. Onun yaldızlı sözlerini çok seviyorlardı. Bu mâlikî âliminin sözü ile İbni Teymiyyenin üzerine yürüdüler. Elleri ile, na’lınları ile döğdüler. Yere yıkıldı. Sarığı düşdü. İpek takkesi meydâna çıkdı. Bunu behâne ederek, hanbelî kâdısına götürdüler. Kâdî tarafından habs ve ta’zîr olundu. Mâlikî ve şâfi’î âlimleri, bu ta’zîrin haksız olduğunu söylediler. İş, melik Nâsıra intikâl etdi. Kurulan âlimler heyeti, İbni Teymiyyenin fitne çıkardığına karar verdi. Sultânın emri ile, Şâmda habs edildi) diyor. İbni Battûtanın bu yazısı, Yûsüf-i Nebhânînin (Cevâhir-ül-bihâr) kitâbında, Abdülganî Nablüsî isminde de yazılıdır. Zemânının âlimlerince ve bütün müslimânlarca sapıklığı anlaşılmış ve cezâsı verilmiş olan bir kimseyi mezheb imâmlarımızın üstüne çıkaranlara ve bunlara inananlara, Allahü teâlâ dirâyet ve hidâyet ihsân eylesin. Müslimân yavrularını sapıklara aldanmakdan korusun! Âmîn.

İbni Hacer “rahime-hullahü teâlâ” hazretleri, (Cevher-ül-munzam) kitâbında buyuruyor ki, İbni Teymiyyenin hurâfelerinden, saçmalarından biri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse, tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir islâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bildiriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile her zemân tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıkdan sonra, dünyâda da, âhiretde de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren şeylerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velîlerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyyenin iftirâ olan sözü ise hiçbir asla ve esâsa dayanmamakdadır. Hadîs âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” hatâ edince, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni afv ve mağfiret et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed aleyhisselâmı dahâ yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın buyurdu. O da, yâ Rabbî! Beni yaratıp rûh verdiğin zemân, başımı kaldırdım. Arşın kenârlarında, lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok sevdiğinin ismini, kendi isminin yanına koymuş olduğundan anladım dedi. Allahü teâlâ da, yâ Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun hakkı için benden afv dileyince, seni hemen afv etdim. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu) buyurulmuşdur. Burada Muhammed aleyhisselâmın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi demekdir. Yâhud, Onun başka kullar üzerinde olan hakkı demekdir. Yâhud da, Allahü teâlânın Ona ihsân ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demekdir. Bunun gibi, bir hadîs-i şerîfde, kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir? diye soruldukda, (Burada hak demek, lâzım, vâcib olan şey demek değildir.) buyurulmuşdur. Çünki, Allahü teâlânın hiçbirşeyi yapması lâzım, vâcib değildir. Dilerse yapar. Dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan Resûlullah hakkı için bir dilekde bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki, buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resûlünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, ya’nî hurmeti, kıymeti için, Allahü teâlâdan istenilmekdedir. Allahü teâlânın, Resûlüne olan ikrâmlarından, ihsânlarından biri de şudur ki, ya’nî Onun hakkı için, Onun yüksek derecesi için yapılan düâları kabûl buyurur. Buna inanmıyanın bu ni’metden mahrûm kalması, kendisi için en büyük zarardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile, hayâtda olduğu zemân da tevessül edilmişdir. Nesâî ve Tirmüzî bildiriyorlar ki, Resûlullahın yanına bir a’mâ geldi. Gözlerinin açılması için düâ etmesini diledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona (İstersen düâ edeyim, istersen sabr et. Sabr etmek, senin için dahâ iyi olur) buyurdu. Düâ etmeni istiyorum. Beni güdecek kimsem yokdur. Çok sıkılıyorum deyince, (İyi bir abdest al! Sonra bu düâyı oku!) buyurdu. Düânın tercemesi şudur: (Yâ Rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum! Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Dileğimin hâsıl olması için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allahım! Onu bana şefâ’atci eyle!) Bunu imâm-ı Beyhekî de haber veriyor. Ayrıca (kalkdı, gözleri görerek gitdi) de diyor. Bu düâyı okumağı ona Resûlullah öğretdi. Kendisi düâ buyurmadı. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse etmesini, dilediğinin böyle hâsıl olmasını arzû buyurdu. Resûlullah hayâtda iken de, vefâtından sonra da kendisi ile istigâse olunurdu. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın vefâtından sonra bu düâyı çok okumuş, bununla murâdlarına kavuşmuşlardır. Halîfe Osmân “radıyallahü anh” birinin bir dileğini kabûl buyurmuyordu. Bu kimse, Eshâbdan Osmân bin Hanîf hazretlerine gelip, yardım etmesini istedikde, ona bu düâyı okumasını öğretdi. Okuyup da, halîfenin yanına gidince, dileğinin kabûl olunduğunu Taberânî ve Beyhekî haber vermekdedirler. Taberânînin haber verdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ ederken, (Peygamberinin ve Ondan önce gelen Peygamberlerin hakkı için) buyururdu. Resûlullah ile veyâ başka Peygamberler veyâ Velîler ile (Teveccüh) etmek, (Tevessül) etmek, (İstigâse) etmek ve (Teşeffu’) etmek, hep aynı şey demekdir. Ameller ile, ibâdetler ile tevessül etmenin câiz olduğunu islâmiyyet bildirmişdir. Eski zemânda, bir mağaraya girip kapalı kalmış olanların, Allah için yapmış oldukları hâlis işlerini söyliyerek yalvardıkları zemân, mağara ağzını tıkamış olan taşın açılarak kurtulduklarını hadîs-i şerîf haber veriyor. İşleri vesîle ederek yapılan düâ kabûl olunca, işlerin en iyilerini yapanları vesîle ederek yapılan düâlar elbette kabûl olur. Ömer-übnül-Hattâb “radıyallahü anh”, hazret-i Abbâsı vesîle ederek yağmur düâsı yapdı. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey demedi. Resûlullahı ve Onun mubârek kabrini vesîle etmeyip, hazret-i Abbâsı vesîle etmesi, kendini çok aşağı bildiği ve Resûlullahın akrabâsını kendinden üstün gördüğü için idi. Hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, aslında Resûlullah ile tevessül etmekdir. Tevessül, teveccüh ve istigâse sözleri, kendisi ile teveccüh, istigâse edilen kimsenin her zemân, teveccüh ve istigâse edenlerden dahâ üstün tutulduğunu gösteriyor denilemez. Resûlullah, bir düâsının kabûl olması için, Mekke muhâcirlerini vesîle yapmışdır. İstigâse, birisinden birşey istemek için, bunun çok sevdiği bir kimseden yardım istemekdir. Ya’nî bu kimse vâsıtası ile istemekdir. Bu kimse vâsıtası ile istenince, o şeye kavuşmak kolay olur. Düânın kabûl olması için, Resûlullah ile veyâ kabrdeki bir Velî ile istigâse olunur. Böylece düâ kabûl olunur. Düâyı kabûl eden, yalnız Allahü teâlâdır. Buna sebeb, vesîle olan, Peygamberdir. Allahü teâlâ, hakîkî gavsdır. Resûlullah, mecâzî gavs olmakdadır. Buhârînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed aleyhimüsselâm ile istigâse ederler) buyuruldu. Bundan başka, Resûlullah ile tevessül, istigâse etmek demek, Onun düâ etmesini istemek demekdir. Çünki O, kabrinde diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahîh haberde bildirildi ki: (Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” zemânında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi, Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için düâ eyle! Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, buna rü’yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rü’yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle! Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmakdır. Ömer “radıyallahü anh” sert idi. Dînin emrlerini yerine getirmekde şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlatdı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir habere göre rü’yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü’yâyı değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayâtda iken olduğu gibi vefâtından sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için düâ buyurması istenilir. Onun düâ ve şefâ’at etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayâta gelmeden önce ve hayâtda iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan düâ ve tevessüller de kabûl olmakdadırlar. Kıyâmet günü de ümmeti için Rabbinden, şefâ’atde bulunacak ve şefâ’ati kabûl olunacakdır. Böyle olduğunu, islâm âlimleri (İcmâ’) ile ya’nî sözbirliği ile bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma, yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zemânına yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emr et! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yaratdım. Hareket etdi. Üzerine, Lâ ilâhe illallah yazınca durdu, buyurdu.) Bu hadîs-i şerîfi, Hâkim sahîh senedlerle haber vermişdir. Böyle yüksek derece ve ölçülemiyecek kadar çok kıymetli olan ve mevlâsının ni’metlerine kavuşmuş bir Peygamberi vesîle ederek Onun şefâ’atini dileyerek yapılan düâ kabûl olmaz mı? (Cevher-ül-munzam)ın yazısı (Şevâhid-ül-hak)dan alınarak buraya kadar terceme edildi. Nûh, İbrâhîm ve diğer Peygamberlerin de Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek yapdıkları düâlar, tefsîr kitâblarında yazılıdır.

(Şevâhid-ül-hak) İmâm-ı Sübkîden alarak diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile tevessül etmek iki dürlü olur: Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi için Allahü teâlâdan istemekdir. Böyle düâ ederken, (tevessül), (istigâse) ve (teşeffu’) sözlerinden herbiri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi bildirmekdedir. Bu kelimeleri söyliyerek düâ eden, Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan istemekdedir. Onu vâsıta kılarak Allahü teâlâdan istigâse etmekdedir. Dünyâ işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesîle ederek birşey istenilince, hemen vermekdedir. Tevessülün ikincisi, dileğe kavuşmak için, Resûlullahın Allahü teâlâya düâ etmesini, Ondan istemekdir. Çünki O, kabrinde diridir. İstenileni anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyâmet günü de şefâ’at etmesi istenilecek ve şefâ’at edecekdir ve şefâ’ati kabûl olunacakdır.

(Şevâhid-ül-hak)da, Şihâbüddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinden alarak buyuruyor ki, (Peygamberler ve Velîler öldükden sonra da, kendileri ile tevessül, istigâse olunur. Peygamberler ölünce mu’cizeleri bitmez. Velîler ölünce de, kerâmetleri kesilmez. Peygamberlerin mezârda diri olduklarını, nemâz kıldıklarını, hâc yapdıklarını, hadîs-i şerîfler açıkca bildirmekdedir. Şehîdlerin de diri oldukları, kâfirlerle harb ederken, yardım etdikleri bilinmekdedir).