İb-i Teymiyye-Ebül'ulâ el Mevdûdî-1 42.Madde
42
—Hindistândaki
dinde reformculardan, ingiliz câsûsu Ebül’ulâ el Mevdûdî iskoç masonu idi. (İslâmda
ihyâ hareketleri) kitâbında, imâm-ı Gazâlîyi reformcu olarak tanıtıyor. Bu
yüce imâm için, (Yunan mefkûresini, müslimânların kafalarındaki te’sîrini
giderecek şeklde baltaladı. İslâmiyyeti filozoflara ve skolastizme karşı, kendi
kafalarına göre savunmağa kalkışanların hatâlarını düzeltdi. Îmân esâslarının
rasyonel te’sîrini ortaya koydu. İctihâd rûhunu yeni başdan açdı. Tedrisât
programlarını düzene sokdu. İslâmın moral prensiplerini ortaya koydu. Hükûmeti
ve me’mûrları dîne uymağa çağırdı. Fekat, hadîs ilminde eksik idi. Rasyonel ilm
üzerinde fazla durdu ve tesavvufa lüzûmundan fazla temâyül etdi) diyerek, Ehl-i
sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan bu koca imâmı kusûrlu olarak
gösteriyor. Bu kusûrlarına tehlükeli davranış adını veriyor. Sonra, (İbni
Teymiyye, bu tehlükeleri giderdi, islâmın fikr ve ahlâk rûhunu canlandırdı ve
yenilik îcâdlarını başardı. İbni Teymiyyeden az önce, kimse, iftirâ korkusundan
halkı islâmiyyete da’vet etmeğe cesâret edemedi. Dar kafalı ulemâ ile zâlim
hükümdârlar elele vermişlerdi. Bunlara karşı islâhat bayrağını çekmek, ancak ona
nasîb oldu. Tefsîrde derin, hadîsde imâmlık derecesinde idi. İslâmiyyeti
Gazâlînin bırakdığı yerden alıp ileriye götürdü. İslâm i’tikâdını savundu. İslâm
rûhuna Gazâlîden dahâ uygun delîller buldu. Gazâlînin muhâkemesi, rasyonel
fikrlerin zararlı te’sîrleri altında kalmışdı. İbni Teymiyye, dahâ te’sîrli
olup, Kur’ân ve sünnet rûhuna dahâ yakın olan akl-ı selîm yolunu seçdi. Böylece
şâhâne bir başarı kazandı. İlm adamları, Kur’ânın tefsîrini bilmediler.
Skolastik yetişenler de, Kur’ân ve hadîslerle râbıtayı kuramadılar. İslâmiyyetin
hakîki îzâhını başarmak ancak İbni Teymiyyeye nasîb oldu. İlhâmını doğrudan
doğruya Kitâbdan, sünnetden ve Eshâbın yaşayışından alarak ictihâdlar yapdı.
Talebesi İbni Kayyım da, ma’nâsı çözülmemiş hikmetler üzerinde çalışarak, islâmî
kanûnlar koydu. İslâmî sisteme sızmış olan kötü te’sîrleri temizleyerek, onu saf
ve tâze hâle koydu. Asrlar boyunca islâmın cüz’ü olarak kabûl edilen ve dînî
müeyyidelere mesned olan ve ulemâ tarafından göz yumulmuş olan kötü âdetlere
hücûm etdi. Bu dürüst hareketi, bütün dünyâyı aleyhine çevirdi. Sonra gelenler,
ona iftirâ etmekde, birbirleri ile yarışdılar) diyor.
Cevâb: Dinde reformcular üçe ayrılır:
Dinde
reformcu denilenlerin birinci kısmı, (Ehl-i sünnet) mezhebinin derin
âlimleridir. Bunlar, câhil halk tarafından ve islâm düşmanları tarafından
müslimânlar arasına sokulmuş olan hurâfeleri, yanlış inançları ve yanlış işleri
düzeltdiler. Ehl-i sünnet müctehidlerinin Eshâb-ı kirâmdan işiterek bildirmiş
oldukları doğru bilgileri meydâna çıkartdılar. Kendilerinden birşey
söylemediler. Bunlara (Müceddid) denir. Bunların geleceğini ve
islâmiyyete hizmet edeceklerini, hadîs-i şerîfler haber vermekde ve övmekdedir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Benden sonra, her yüz senede,
bir âlim çıkar. Dînimi kuvvetlendirir) buyurdu. (Ümmetimin âlimleri,
İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir) hadîs-i şerîfi ile bu müceddidler
övüldü. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Şâfi’î ve bunlar gibi mezheb imâmı olan
mutlak müctehidler ve imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî ve her asrdaki dört
mezhebden birinde olan âlimler ve ileride gelecek olan hazret-i Mehdî bu
müceddidlerdendir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Dîni siyâsete ve dünyâ
kazançlarına âlet eden ba’zı münâfıklar, kendilerini din adamı, mürşid
tanıtıyor. Hadîs-i şerîfde bildirilen son asrın müceddidi kendilerinin
olduklarını yazıyorlar. Câhiller de bunların müceddid olduklarını söylüyorlar.
Hâlbuki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her asrın müceddidinin
alâmetlerini de açıkladı. Hepsinin Eshâb-ı kirâmın yolunda olduklarını bildirdi.
Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlar da, (Ehl-i sünnet) âlimleridir
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hadîs-i şerîfde bildirilen müceddidler,
Ehl-i sünnet mezhebinin büyük âlimleridir. Bu müceddidler, kendi görüşleri,
düşünceleri ile söylemezler. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi
bilgilerine ve anlayışlarına göre ma’nâlar vermezler. Tefsîr ve hadîs
âlimlerinin verdikleri ma’nâların yayılmasına, kuvvetlenmesine çalışırlar.
Mevdûdî, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” övmüş olduğu bu derin
âlimlere, nasıl oluyor da câhil diyor?
İslâmiyyetin temel kitâblarında, hiçbir mevdû’ hadîs ve düşmanların, câhillerin
dîne sokdukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yokdur. Müceddidlerin
vazîfeleri, islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, din
kitâblarını değişdirmek, bunlardaki din bilgilerini kıymetden düşürmek veyâ yeni
bilgiler eklemek değildir. Onların vazîfesi, bu kitâblardaki din bilgilerinden
unutulmuş olanlarını meydâna çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmekdir. İslâmın
bu yüksek âlimlerine (Reformcu) denmez. (Müceddid) denir.
Dinde
reformcuların ikinci kısmı da, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanırlar,
saygı gösterirler. Fekat, islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilen ma’nâları,
bilgileri kabûl etmezler. Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kısa
görüşlerine göre ma’nâlar çıkarırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bilgilerinden
birçok yerde ayrılırlar. Bunlara (Bid’at) veyâ (Dalâlet)
fırkaları, ya’nî (Sapık) denir.
Bunların
meydâna geleceğini de, Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
haber vermekdedir. (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan
yetmişikisi Cehenneme gidecek, biri, inanış sebebi ile Cehenneme girmiyecekdir)
hadîs-i şerîfi birçok kıymetli kitâblarda yazılıdır. Dört (Sünen)
kitâbında bulunduğu ve Tirmüzînin kitâbında dahâ uzun olduğu (Milel ve Nihal)
tercemesi birinci sahîfesinde bildirilmekdedir. (Buhârî) ve (Müslim)
kitâblarında da bulunduğu (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında
yazılıdır. En kıymetli kelâm kitâblarından olan ve medreselerin yüksek
sınıflarında okutulan (Şerh-i mevâkıf) kitâbının altıyüzdokuzuncu
sahîfesinde ve imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının ikinci cild, altmışyedinci
mektûbunda da yazılıdır. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 54.cü sahîfesine
bakınız!] Bu hadîs-i şerîfi, bid’at fırkalarında bulunan sapıklar ve kâfirler
kabûl etmemekdedirler.
Dinde
reformcuların üçüncü kısmı, islâm düşmanı olan sinsi kafirlerdir. Bunlar
müslimân görünerek, dîni islâh ediyoruz, ana kaynaklarını meydâna çıkarıyoruz,
ilk hâline getiriyoruz gibi yaldızlı sözler söyleyerek islâm dînini yıkmağa,
Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru ma’nâlarını değişdirmeğe, bozmağa
çalışıyorlar. İslâmiyyeti, içerden yıkmak istiyorlar. Müslimân göründükleri için
ve dîni islâh ediyoruz, hurâfelerden temizliyoruz, dedikleri için, câhil halk,
bu kâfirleri hakîkî müceddid sanıyor. Bunlara aldanıyor. Böylece, çok başarı
sağlıyorlar. Müslimânları aldatmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçını
medh ediyorlar. Onlara hayrân olduklarını yazıyorlar. Fekat, onların
kitâblarında yazılı olan bilgilerin birçoğunu beğenmiyorlar. Bunlara hurâfe
diyorlar. Bu büyük âlimlerin kıymetli kitâblarında yazılı olan hadîs-i
şerîflerden, işlerine gelmiyenlere, çıkarlarına engel olanlara, mevdû’ hadîsdir,
uydurma hadîsdir diyorlar. Kendi uydurdukları bozuk, zararlı şeyleri, doğru diye
ortaya koyuyorlar. Böylece, bu büyük âlimlere leke sürmeğe çalışıyorlar.
Bunlardan bir kısmı da, Ehl-i sünnet âlimlerinden bir ikisini dillerine dolayıp
kötülüyorlar, hattâ kâfir diyorlar.
Biz
müslimânlar, (Dinde reformcu) kelimesinden mezhebsizleri ve sinsi islâm
düşmanlarını, ya’nî ikinci ve üçüncü kısmda olanları anlıyoruz. Yukarıdaki
hadîs-i şerîfde inanışı doğru olup, bu yüzden Cehenneme girmiyecekleri
bildirilen fırkaya (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) mezhebi denir. Bu hadîs-i
şerîf gösteriyor ki, bir insan, yâ müslimândır, yâhud kâfirdir. Müslimân da, yâ
Ehl-i sünnet mezhebindedir, yâhud, bid’at ehlidir. Ya’nî, sapıkdır. Bundan
anlaşılıyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmayan kimse, ya’nî mezhebsiz olan
kimse, yâ sapıkdır, yâhud kâfirdir.
Bugün islâm
memleketlerini sarmış olan, yıkıcı dinde reformculara aldanmamak için,
müslimânların çok bilgili olmaları lâzımdır. Meselâ; Sultân Abdülmecîd ve sultân
Abdül’azîz hân “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” zemânlarında, beş def’a sadra’zam
olan ve (1287 [mîlâdî 1871]) de vefât edip, Süleymâniyye câmi’i bağçesinde
gömülen Âli pâşa mason idi. Dinde reformcu olan, Cemâleddîn-i Efgânîyi İstanbula
getirip dinde reformlar yapmak için, onunla elele vererek çalışmağa koyuldu.
Fekat, islâm âlimleri, uyanık davranarak, meydânı bunlara bırakmadılar.
Cemâleddîni rezîl etdiler. Âli pâşa da, onu destekliyemedi.
Cemâleddîn-i
Efgânî, binikiyüzellidörtde Efganistânda doğdu. Binikiyüzaltmışbirde Kâbile
geldi. On sene kaldı. Felsefe kitâbları okudu. Bir aralık, Ruslara Efganistân
hakkında câsûsluk yapıp, jurnallar verdi. Ruslardan çok para aldı.
Binikiyüzseksenbeşde Mısra geldi. Mason oldu. Âli pâşa, bunu İstanbula getirdi.
Vazîfe verdi. O zemân, İstanbul dârülfünûn, ya’nî üniversite rektörü bulunan ve
sadra’zam Reşîd pâşa tarafından Pârisde yetişdirilmiş olan ve kâfir olduğuna
fetvâ verilen, mason Hasen Tahsin tarafından buna o sene konferanslar
verdirildi. Fekat, ulu orta konuşunca, o zemânın şeyh-ul-islâmı olan büyük âlim
Hasen Fehmi efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından kâfir olduğuna fetvâ
verildi. Hasen Fehmi efendi, zemânın derin âlimlerinden idi. Osmânlı devletinin
yüzonuncu şeyh-ul-islâmı idi. Rü’ûs imtihânında birinciliği kazanmışdı. Müderris
ya’nî üniversite din bilgileri profesörü oldu. Çok talebe yetişdirdi. Çeşidli
vazîfelerde yükseldikden sonra, şeyh-ul-islâm oldu. Sultan Azîz Mısra gitdiği
zemân, hatîb efendinin okuduğu hutbeyi bu hâzırlamışdı. Câmi-ul-Ezherin meşhûr
âlimi (Şeyh Saka) hazretleri ile çok sohbet eyledi. Mısr âlimleri, ilmdeki
kudretini takdîr etdiler. İşte bu âlim, ağır basarak, Cemâleddîn rezîl oldu. Âli
pâşa, bunu İstanbuldan çıkarmağa mecbûr kaldı. (Edib İshak) adındaki bir
Mısrlının (Eddürer) adındaki kitâbında, Cemâleddînin Mısrda mason locası başkanı
olduğu yazılıdır. Mısrlılara ihtilâl fikrleri aşıladı. Şöhretini artdırmak için,
(A’râbî Pâşa) vak’asını hâzırlıyanlarla birlikde İngilizlere karşı göründü. Mısr
müftîsi (Muhammed Abduh) ile dost oldu. Reformist düşüncelerini ona aşıladı.
Muhammed Abduh bir yazısında, (Cemâleddîni görmeden önce, gözüm kör, kulağım
sağır, dilim dilsiz imiş) diyor. Londrada ve Pârisde, dinde reform diye çok
zararlı yazılar yazdı. Binsekizyüzseksenaltıda Îrâna geldi. Orada da râhat
durmadı. Zincirlere bağlanarak, beşyüz süvâri ile Osmânlı hudûduna bırakıldı.
Bağdâda, Londraya gitdi. Îrân aleyhinde yazılar yazdı. Oradan İstanbula geldi.
Burada da, Behâîlerle işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etdi. Îrânda fesâd
çıkarmağa uğraşdı. Bir sene sonra, çenesinde kanser çıkarak, binüçyüzondört
(1314) hicrî ve binsekizyüzdoksanyedi (1897) mîlâdî yılında öldü. Maçka kışlası
yanında, şeyhler mezârlığına gömüldü. Bir Amerikalı, bu masona mezâr yapdırdı.
İkinci cihân harbinden sonra kemikleri Efganistâna götürüldü. Masonlar, bunun
islâm düşmanlığını, ihtilâlci ve fesadcı hareketlerini başka dürlü yazıyorlar.
Bunu büyük gösterebilmek için, şeyh-ul-islâm efendiye ve islâm âlimlerine câhil,
gerici demekden sıkılmıyorlar. [Bunların islâmiyyete verdikleri zararlar,
Prof.Dr. Muhammed Hüseynin arabî olarak yazdığı ve İnsan yayınlarının terceme
etdirerek 1986 senesinde, “Modernizmin İslâm Dünyâsına girişi” ismi ile
İstanbulda neşr etdiği kitâbda uzun yazılıdır.]
1362 [m.
1943] senesinde vefât etmiş olan, büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi
hazretleri buyurdu ki, (Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, (İbni
Teymiyye) oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve islâm düşmanları
tarafından küfre kadar götürüldü). İbni Teymiyye, 661 [m. 1263] de Harrânda
tevellüd ve 728 [m. 1328] de Şâmda kal’ada habs iken hastalanarak öldü. Ehl-i
sünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tesavvufu büsbütün inkâr ediyordu. Muhyiddîn-i
Arabî, Sadreddîn-i Konevî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” gibi islâmın göz
bebeklerine kâfir diyordu. Hâlbuki, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir
olacağını bilmiyecek kadar câhil değildi. Ne yazık ki, islamiyyeti kendi
görüşüne, dar kafasına uydurmağa kalkışmış, aklı ermediği hakîkatleri inkâr
ederek, dalâlete düşmüşdü. İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve tesavvuf ilminin
mütehassıslarından Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi aleyh”, (Tabakât-ül-kübrâ)
kitâbında, İbni Teymiyyenin bu acıklı hâlini ortaya koymakda, önsözünde (Velîyi,
ancak Velîler tanır. Velî olmayanın ve vilâyetden haberi olmayanın, vilâyete
inanmaması, onun inâdcı ve câhil olduğunu gösterir. Şimdi ibni Teymiyyenin
tesavvufu inkâr etmesi ve âriflere dil uzatması böyledir. Bunun gibi kimselerin
kitâblarını okumamalı, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, onlardan sakınmalıdır.
Tesavvuf büyüklerinden Ebül Hasen Şâzilî de, Evliyâyı inkâr edenlerin hâllerini
uzun anlatmakdadır) demekdedir. İbni Teymiyyeciler, bunun için Abdülvehhâb-i
Şa’rânîye “rahime-hullahü teâlâ” düşman olmuşlar, islâmın bu büyük âlimini yalan
ve iftirâ oklarına hedef yapmışlardır.
(İbni
Teymiyye), ilk müslimânların, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere
uyduklarını, sonradan gelen mezheb imâmlarının, kendi görüşlerini de işe
karışdırdıklarını söylüyor, Ehl-i sünnete çatıyordu. Hâlbuki, onyedinci maddenin
cevâbında bildirildiği gibi, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahi teâlâ”, din
bilgilerinde, hiçbir zemân naklden ayrılmamışlardır. Kendi görüşlerine
uymamışlardır. Hele imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” kendi
görüşünü naklden aşağı tutduğu, islâm âlimlerinin sözbirliği ile
bildirilmekdedir. Böyle olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının
yirmiyedinci maddesinde vesîkalarla açıklanmışdır. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet
âlimlerine bu iftirâyı atarken, Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşüne göre tefsîr
ediyordu. Böylece ilk müslimânlardan kendisi ayrılmışdır. Bu hâli sözünde samîmî
olmadığını göstermekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i
şerîfleri yanlış anladıklarını, Eshâb-ı kirâmın bile, çok yerde yanıldıklarını
bildiriyordu. Allahın dînini, kendisinin düzeltdiğini, Kur’ân-ı kerîmin doğru
ma’nâsını yalnız kendisinin anlamış olduğunu söylüyordu. Hadîs-i şerîflerle
övülmüş olan birinci ve ikinci asrların büyük müctehidlerini ve bunların
mezheblerini dünyâya yayan islâm âlimlerini beğenmiyordu. Bu yüzden, dinde söz
sâhibi olanlar birleşerek, bunun tutduğu yolu incelediler. Sapık ve zararlı
olduğu anlaşıldı. Babasından mîrâs kalan müderrislik kürsüsü elinden alındı.
Fekat o, yine râhat durmadı. Müşebbihe denilen bid’at fırkasının sözlerini
ortaya çıkarıyor. Allahü teâlâya madde ve cism diyordu. Yaratanı insan şeklinde
sanıyordu. Bu bozuk inancına o kadar saplanmışdı ki, birgün, Şâm câmi’inin
minberinde, (Cenâb-ı Hak, gökden yere benim şimdi indiğim gibi iner) diyerek,
minberden aşağı indiğini, İbni Battûta haber veriyor. Dört mezhebin âlimleri,
İbni Teymiyyenin bu sözünü red eden cevâblar yazarak, müslimânların
i’tikâdlarının bozulmasını önlediler. Mısr, Şâm, Kuds kâdılıklarını yapmış olup,
733 [m. 1333] de vefât etmiş olan Şâfi’î fıkh ve hadîs âlimlerinden Muhammed
ibni Cemâ’a’nin (Erreddü-alel-müşebbihi fî-kavlîhî teâlâ Errahmânü alel’ Arş-isteva)
kitâbı bu kıymetli cevâblarla doludur. (Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbında ve
(Milel ve Nihal) kitâbında ve bütün kitâblarda (Mücessime) ve (Müşebbihe)
fırkalarının, ya’nî (Allahü teâlâ cism gibidir. Arş üzerinde oturur, iner,
yürür) gibi şeylere inananların kâfir oldukları yazılıdır. Yediyüzbeşde, Mısr
sultânı Nâsırın yanında toplanmış olan âlimler ve devlet adamları, böyle bozuk
sözleri yaydığı için, onu Kâhire kal’ası kuyusuna habs etdiler. Ehl-i sünnet
âlimlerinin câiz görmedikleri yanlış fetvâlar verdiği için de, yediyüzyirmi
senesinde Şâm kal’asına habs edildi. Peygamberlerin mezârları ile mukaddes
makâmların ziyâreti hakkında sözleri de ortalığı karışdırdı. Fitneye sebeb oldu.
Bu yüzden, yediyüzyirmialtıda Şâmda tekrâr habs edildi. 728 [m. 1328] de,
zindanda iken hastalanarak öldü.
İbni
Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olduğunu söylerdi. Hâlbuki, hak olan dört mezhebden
birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet mezhebine uygun îmân sâhibi olmak lâzımdır.
Onun çok sözü, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığını, hattâ bu mezhebi
beğenmediğini gösteriyor. Kendisini bir müctehid, bir reformcu olarak
tanıtıyordu. Binotuzüç hicrî yılında vefât eden, Hanbelî âlimlerinden Mer’î,
İbni Teymiyyenin hâl tercemesini yazmışdır. (Kevâkib) adındaki bu
kitâbında onun mezheb imâmlarını taklîd etmeği ve hattâ icmâ’ı tanımıyan
yazılarını bildirmekdedir. Kıyâs yapdıklarından dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerine
saldırdığı hâlde, çok yerde ve hele (Mecmû’at ür-resâil) kitâbında,
kendisi de pekçok kıyâs yapmışdır. Evliyânın büyüklüğüne inanmaz, türbelere
yapılan ziyâretlere saldırırdı. (Ancak üç mescide ziyâret için gidilir)
hadîs-i şerîfini, (Ancak üç mescid ziyâret edilir) şekline çevirmiş,
Resûlullahın kabrini ziyâret için bile gitmek günâh olur demişdir. İbni Hacer-i
Heytemî hazretleri (Fetâvâ-yı fıkhiyye) kitâbında, buna uzun cevâb
vermişdir. Hindistândaki âlimlerden, 1304 [m. 1887] senesinde vefât eden
Muhammed Abdülhay Lüknevî ile, Hindistândaki mezhebsizlerden Muhammed Beşir
arasında bu konuda geniş münâzaralar olduğu (Nüzhet-ül-havâtır) kitâbının
ikiyüzyirmiikinci maddesinde yazılıdır. (Nüzhet-ül-havâtır) kitâbını yazan
Allâme Abdülhay Hasenî, 1341 [m. 1923] de vefât etmişdir. Ehl-i sünnet
âlimlerinin en büyüklerinden olan (Ebül Hasen-i Eş’arî) hazretlerinin
mezhebine ve bu derin âlimin, kaderi ve Allahü teâlanın ismlerini açıklamasına
ve azâb yapılacağını bildiren âyetlere verdiği ma’nâlara çatmakda idi. Cehennem
azâbının kâfirlere de sonsuz olmıyacağını söylerdi. Hükûmetlere verilen her
çeşid vergi, zekât yerine geçer derdi. Dört mezhebin sözbirliği ile
bildirdiklerine uymıyan sözlerin küfr olacağını kabûl etmezdi. Ehl-i sünnet
âlimlerinin şanlarını, şöhretlerini çürütmeğe çalışırdı. Sâlihıyyede, el-Cebel
câmi’inde hazret-i Ömerin çok hatâ yapdığını söylemişdir. Bir toplantıda,
hazret-i Alînin üçyüz def’a yanıldığını söylemişdir. Münâvînin (Künûz)
kitâbında ve imâm-ı Ahmedin sahîhinde ve (Mir’ât-i kâinât) kitâbında
yazılı olan hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili üzerine
koymuşdur) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i
şerîfde, (Ömer hiç yanılmaz!) buyuruyor. İbni Teymiyye ise, Ömer çok
yanılmışdır diyerek, bu hadîs-i şerîfe karşı gelmekdedir. Hâlbuki bu hadîs-i
şerîfi bilmiyecek kadar câhil değildi. Hadîs bilgisi çokdu. Fekat, yanılması da,
o kadar çok oldu. Evet, hazret-i Ömerden başka Eshâb-ı kirâmın çoğu, ictihâd ile
anlaşılacak işlerde yanılmış olabilir. Fekat, onların yanılmaları, ictihâd
hatâsı idi. Bunun için, o büyüklerin ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, ictihâd ile
anlaşılacak işlerde yanılmalarına da sevâb verilirdi. Çünki, hepsi müctehid idi.
İbni Teymiyyenin îmân edilmesi lâzım olan bilgilerde yanılması ise, onu doğru
yoldan uzaklaşdırmış, azâbının artmasına sebeb olmuşdur. Kendini din imâmları
gibi müctehid sanarak, haddini bilememiş, felâkete sürüklenmişdir. İbni Teymiyye,
dahâ aşırı da giderek, tesavvuf büyüklerine, Sadreddîn-i Konevîye, Muhyiddîn-i
Arabîye, Ömer bin Fârıda “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’in” insafsızca
saldırmışdır. Gazâlînin kitâblarında mevdû’ hadîs doludur derdi. Kelâm
âlimlerimize de dil uzatmakdan geri kalmamışdı. Mezheblerin ictihâd ayrılığı
olduğunu anlıyamamış, felsefî düşünüşlerin sonucu sanmışdı. Ehl-i sünnet
âlimlerinin, islâm memleketlerindeki eskiden kalma kiliselere dokunulmamalıdır,
dediklerini suç saymış, bu yüzden de, din büyüklerine lâf atmışdır.
Mevdûdî de,
ibni Teymiyye gibi imâm-ı Gazâlîyi kusûrlu göstermekdedir. Büyük âlim (İbni
Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a’lâm bi-kavâtı’ıl-islâm) kitâbında
küfre sebeb olan şeyleri anlatırken, İbnüssübkî ve başka âlimlerin kitâblarından
alarak buyuruyor ki, (İmâm-ı Gazâlînin yazılarında kusûr bulan kimse, yâ hased
edip onu çekemiyendir, yâhud da, zındıkdır). Hanefî mezhebi âlimlerinden İbni
Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitâbının sonunda diyor ki, (İmâm-ı Gazâlî
âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O,
zemânının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Fıkh ilminde çok kıymetli
kitâbları vardır. Şâfi’î mezhebinin ba’zı hükmleri, Onun kitâbları üzerine
kurulmuşdur).
İslâm
âlimlerinden ba’zısı, ibni Teymiyyenin müslimânlıkdan çıkdığını, mürted olduğunu
bildirmekdedirler. İbni Battûta, İbni Hacer-i Mekkî, Takıyyeddîn-i Subkî ve oğlu
Abdülvehhâb, İzzeddîn bin Cemâ’a ve ebû Hayyân Zâhirî Endülüsî gibi, sözleri
sened olan derin âlimler, onu bid’at ehli, sapık saymışlardır. Evet onun sapık
olduğunu bildirenler de, ilminin, zekâsının, zühdünün çokluğunu inkâr
etmiyorlar. Fekat, (Mişkât)da yazılı hadîs-i şerîfde, (Kötülerin en
kötüsü kötü din adamlarıdır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî
elliüçüncü mektûbunda buyuruyor ki:
(Âlimlerin
iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.
İnsanların se’âdeti ve felâketi, âlimlere bağlıdır. Büyüklerden biri şeytânı boş
oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytân demiş ki: Bu zemânın sapık âlimleri,
bizim işimizi yapıyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar).
İmâm-ı
Sübkî de, ibni Teymiyyenin ilmini, zekâsını çok övüyordu. Burhâneddîn bin Müflih
(Tabakât)da diyor ki, İmâm-ı Sübkî, Zehebîye yazdığı mektûbda, ibni
Teymiyyeyi çok övmüşdü. Fekat, imâm-ı Sübkî de (Erreddü-li-ibni Teymiyye)
kitâbında ve oğlu Abdülvehhâb da (Tabakât)da, onun Ehl-i sünnetden
ayrıldığını, dalâlete düşdüğünü yazmakdadırlar. Fikrlerini aşıladığı birkaç
kimse ve hele talebesinden ibni Kayyım ile Zehebî, onu aşırı övmekdedir. Meşhûr
kitâblara açıklamalar yaparak din adamı sayılan ve Kur’ân-ı kerîm ve değerli
kitâbları yazmakla geçinen Aliyyülkârî ve Mahmûd Âlûsî ve kendini müctehid sanan
Abduh gibi kimseler de, onun yoluna saparak Ehl-i sünnetden ayrılmışlardır.
Son asrın
derin âlimlerinden Yûsüf Nebhânî (Şevâhidül-hak) kitâbında ve Osmânlı
âlimlerinin büyüklerinden şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri efendi, (El-ilm ve akl)
kitâbında ve Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûk, iki cild kitâbında, ibni
Teymiyyenin sapıtdığını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Ebû Hâmidin kitâbı,
İstanbulda kısaltılarak, (Et-Tevessül-ü bin-Nebi ve bis sâlihîn) ismi
verilip, 1395[m. 1975] senesinde ofset yolu ile basdırılmışdır.
İbni
Teymiyyeyi doğru sananlar, onun muhâkeme ve habs edilmesini haksız göstermek
için de, (Tesavvufcular aleyhindeki yazıları, onları darıltdı. Talâk hakkındaki
fetvâları, fıkh âlimlerini düşman etdi. Sıfat-i ilâhiyye hakkındaki fetvâları
da, kelâm âlimlerini gücendirdi. Bu yüzden kelâm, fıkh ve tesavvuf âlimleri buna
karşı birleşerek cezâlandırıldı) diye kısaca yazıyorlar. Din âlimlerinin, bir
iki kelime için, bir müslimâna düşman olacaklarına, ona zulm edeceklerine,
tuzağa düşürmek için çalışdıklarına herkesi inandırdıklarını sanıyorlar. Onu
mazlûm, âlimleri ise, zâlim olarak tanıtıyorlar. Hâlbuki, ibni Teymiyye, Ehl-i
sünnete karşı, isyân bayrağı çekdi. İslâm âlemine fitne, fesâd ateşi saldı.
Meselâ nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, (700) senesinde Kâhireye gelince, ibni
Teymiyye buna (Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen
yanlış var ki, sen onları anlayamazsın) demişdir. Ebû Hayyân da, ilm adamına
yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmağı uygun görmüşdür. (El-Bahr)
adındaki tefsîrinde ve (Nehr) ismindeki muhtasarında, onu ayblamışdır.
İbni Hacer-i
Askalânî (Dürer-ül-kâmine) kitâbında, Zehebîden “rahmetullahi teâlâ
aleyhimâ” alarak diyor ki, (İbni Teymiyye, ilm üzerinde konuşurken hiddetlenir,
karşısındakini mağlûb etmeğe çalışır, herkesi gücendirirdi). İmâm-ı Süyûtî, (Kam’ul-mu’ârıd)
kitâbında buyuruyor ki, (İbni Teymiyye, kibrli idi. Kendini beğenirdi.
Herkesden üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti
idi). Şâm âlimlerinden Muhammed Alî Beğ, (Hıttatüş-Şâm) kitâbında diyor
ki, (İbni Teymiyyenin hedefi, Luther adındaki papasın hedefine benzer. Fekat,
hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi muvaffak olamadı).
Pâkistânın
büyük âlimlerinden Siyalküt şehrinin imâm ve hatibi, Mevlânâ Muhammed
Ziyâullahın (Vehhâbîliğin Hakîkati) kitâbı urdu dilinde olup, 1969 da
basılmışdır. Doksanüçüncü sahîfesinde diyor ki, Hindistânın büyük âlimi,
dünyânın tanıdığı yüzlerce kıymetli kitâbın yazarı mevlevî Abdülhay Lüknevî,
(hicri 1304 senesinde vefât etdi.) (Gays-ül-gamâm) kitâbında, (Sonra
gelen Şevkanînin de, önce gelen ibni Teymiyyet-el-Harrânî gibi, ilmi çok, aklı
az idi. Tıbkı onun gibi idi. Hattâ ondan dahâ aşağı idi) demekdedir.
Goldziher,
İbni Teymiyyenin hak mezhebleri bid’at saydığını, islâmın ilk safvetini
değişdirdiler diyerek, bunlarla döğüşdüğünü, Eş’arî mezhebi ile ve tesavvufla
mücâdele etdiğini, Peygamberlerin kabrini ve Evliyânın kabrlerini ziyâret etmeğe
ma’siyyet dediğini yazmakdadır.
Muhammed
Abduhun yetişdirdiklerinden olup, onun yolunda giden Câmi’ul-ezherin eski
rektörü Mustafâ Abdürrâzık pâşa diyor ki, (İbni Teymiyye fetvâ verirken, bir
mezhebe uymaz, bulduğu delîl ile hareket ederdi. Tesavvuf büyüklerinin
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” keşfini inkâr ederdi).
İbni
Teymiyye, Sadreddîn-i Konevî için diyor ki, (Muhyîddîn-i Arabînin arkadaşı olan
Sadreddîn, akliyyât ile kelâm ilmlerinde, üstâdından dahâ ileride olmakla
berâber, ondan dahâ kâfir, dahâ az bilgili, dahâ az îmânlıdır. Bunların
mezhebleri kâfirlik olduğu için, dahâ hünerli olanları, dahâ çok kâfir
oluyorlar). İslâm âlimlerinin bir kısmı kendisine kâfir dedi. Çoğu ise sapık
olduğunu bildirdiler. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” devri
âlimlerinden Muhammed Şeyh-i Mekkî, Süleymâniyye kütübhânesi, Reşîd efendi
kısmında bulunan fârisî (El-cânib-ül-garbî) kitâbında, Muhyiddîn-i Arabî
hazretlerine yapılan saldırıları cevâblandırırken diyor ki, (İbni Teymiyye,
kâfirlerin yıllarca yandıkdan sonra Cehennemden çıkacaklarını bildirmekde ve
(Bir zemân olur; Cehennemin kapıları açılır. Dibinde otlar biter) hadîsini
yazmakdadır. Başka hadîsler de söylemişdir. Hâlbuki kâfirlerin Cehennemde sonsuz
kalacakları, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmekdedir. Tevâtür ve sözbirliği
hâsıl olmuşdur. Âlimler, ibni Teymiyyenin tevâtüre ve icmâ’a karşı geldiğini
bildiriyor).
(Muhtasar-ı Kurtubî) doksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Cehennemdekilerin
hepsi çıkacak. Cehennemin hepsi boş kalacak diyenler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i
şerîflere karşı gelmiş oluyorlar. Cehennem azâbının kâfirlere ebedî olduğunu Ehl-i
sünnet âlimleri ve âdil imâmlar sözbirliği ile bildirdiler. (Nisâ) sûresinin
169.cu âyetinde, (Kâfirler Cehennemde ebedî kalacaklardır) buyuruldu. (Mü’minlerin
yolundan ayrılanları Cehenneme atarız) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunlara
cevâbdır. Mü’minlerden günâhı çok olanların bulundukları Cehennemin birinci
tabakası boşalacakdır. Kâfirlerin bulundukları başka tabakaları hiç
boşalmıyacakdır. Mü’minler şefâ’ate kavuşarak azâbdan kurtulacak, yalnız
bunların yerleri boşalıp, Cehennemin yalnız birinci tabakasının dibinde otlar
bitecekdir. İmâm-ı Kurtubî yukardaki hadîsin (Mevkûf) olduğunu yazıyor.
Resûlullahdan işitildiği bildirilmemişdir, diyor. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri
de, Cehennemin kapıları hiç açılmaz. Kâfirler Cehennemde ebedî kalırlar, diyor.
Cehennemden çıkılacak diyenler, mü’minlerin çıkacaklarını bildirmişlerdir.) İbni
Teymiyye, mü’minlerin Cehennemden çıkacaklarını bildiren hadîs-i şerîfleri
kâfirlere teşmîl ederek, âyet-i kerîmeleri ve tevâtür ile icmâ’ı inkâr etmiş
oluyor. Ehl-i sünnet âlimlerine kâfir demek, insanın küfrüne sebeb olur. Selef-i
sâlihînin başka başka te’vîl yapmadıkları âyetleri ve tevâtür hâsıl olmuş
hadîsleri inkâr etmenin küfr olduğu (Redd-ül-muhtâr)da (Kâdîlık)
bahsinde de yazılıdır. Tancalı (İbni Battûta) adı ile meşhûr olan mâlikî
âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah, (Tuhfetünnüzzâr) târîhini İbni Cezî
adındaki kâtibine yazdırmış, bu kitâb çeşidli dillere terceme edilmişdir.
Türkçeye ikinci tercemeyi Muhammed Şerîf beğ yapmış ve 1335 [m. 1917] yılında
İstanbulda basılmışdır. Bunun 9. cu sahîfesi sonunda (İbni Teymiyyenin ilmi
çokdu. Fekat, aklında bozukluk vardı) diyorlar. İslâmiyyete uymıyan çeşidli
sözlerini bildiriyorlar. Meselâ (Şâmda idim. Cum’a nemâzında idim. İbni Teymiyye
hutbe okudukdan sonra, benim şimdi indiğim gibi, cenâb-ı Allah dünyâ göküne iner
diyerek merdivenlerden indi. Mâlikî âlimi (İbni Zehrâ) bu sözün kötülüğünü
cemâ’ate uzun anlatdı. Cemâ’atin çoğu câhil olup, İbni Teymiyyeyi hak yolda
sanıyor. Onun yaldızlı sözlerini çok seviyorlardı. Bu mâlikî âliminin sözü ile
İbni Teymiyyenin üzerine yürüdüler. Elleri ile, na’lınları ile döğdüler. Yere
yıkıldı. Sarığı düşdü. İpek takkesi meydâna çıkdı. Bunu behâne ederek, hanbelî
kâdısına götürdüler. Kâdî tarafından habs ve ta’zîr olundu. Mâlikî ve şâfi’î
âlimleri, bu ta’zîrin haksız olduğunu söylediler. İş, melik Nâsıra intikâl etdi.
Kurulan âlimler heyeti, İbni Teymiyyenin fitne çıkardığına karar verdi. Sultânın
emri ile, Şâmda habs edildi) diyor. İbni Battûtanın bu yazısı, Yûsüf-i
Nebhânînin (Cevâhir-ül-bihâr) kitâbında, Abdülganî Nablüsî isminde de
yazılıdır. Zemânının âlimlerince ve bütün müslimânlarca sapıklığı anlaşılmış ve
cezâsı verilmiş olan bir kimseyi mezheb imâmlarımızın üstüne çıkaranlara ve
bunlara inananlara, Allahü teâlâ dirâyet ve hidâyet ihsân eylesin. Müslimân
yavrularını sapıklara aldanmakdan korusun! Âmîn.
İbni Hacer
“rahime-hullahü teâlâ” hazretleri, (Cevher-ül-munzam) kitâbında buyuruyor
ki, İbni Teymiyyenin hurâfelerinden, saçmalarından biri, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” ile istigâse, tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir
islâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”
bildiriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile her zemân
tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıkdan sonra, dünyâda da,
âhiretde de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül
olunacağını gösteren şeylerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velîlerin
Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyyenin iftirâ olan sözü ise hiçbir
asla ve esâsa dayanmamakdadır. Hadîs âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrînin bildirdiği
hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” hatâ edince, yâ Rabbî! Muhammed
aleyhisselâm hakkı için beni afv ve mağfiret et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed
aleyhisselâmı dahâ yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın buyurdu. O da, yâ
Rabbî! Beni yaratıp rûh verdiğin zemân, başımı kaldırdım. Arşın kenârlarında, lâ
ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok
sevdiğinin ismini, kendi isminin yanına koymuş olduğundan anladım dedi. Allahü
teâlâ da, yâ Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun
hakkı için benden afv dileyince, seni hemen afv etdim. Muhammed aleyhisselâm
olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu) buyurulmuşdur. Burada Muhammed
aleyhisselâmın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet
vermesi demekdir. Yâhud, Onun başka kullar üzerinde olan hakkı demekdir. Yâhud
da, Allahü teâlânın Ona ihsân ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak
demekdir. Bunun gibi, bir hadîs-i şerîfde, kulların Allahü teâlâ üzerindeki
hakkı nedir? diye soruldukda, (Burada hak demek, lâzım, vâcib olan şey
demek değildir.) buyurulmuşdur. Çünki, Allahü teâlânın hiçbirşeyi yapması
lâzım, vâcib değildir. Dilerse yapar. Dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan
Resûlullah hakkı için bir dilekde bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki,
buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resûlünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe
verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, ya’nî hurmeti,
kıymeti için, Allahü teâlâdan istenilmekdedir. Allahü teâlânın, Resûlüne olan
ikrâmlarından, ihsânlarından biri de şudur ki, ya’nî Onun hakkı için, Onun
yüksek derecesi için yapılan düâları kabûl buyurur. Buna inanmıyanın bu
ni’metden mahrûm kalması, kendisi için en büyük zarardır. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” ile, hayâtda olduğu zemân da tevessül edilmişdir. Nesâî ve
Tirmüzî bildiriyorlar ki, Resûlullahın yanına bir a’mâ geldi. Gözlerinin
açılması için düâ etmesini diledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona
(İstersen düâ edeyim, istersen sabr et. Sabr etmek, senin için dahâ iyi olur)
buyurdu. Düâ etmeni istiyorum. Beni güdecek kimsem yokdur. Çok sıkılıyorum
deyince, (İyi bir abdest al! Sonra bu düâyı oku!) buyurdu. Düânın
tercemesi şudur: (Yâ Rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili
Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum! Yâ Muhammed “aleyhisselâm”!
Dileğimin hâsıl olması için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allahım! Onu
bana şefâ’atci eyle!) Bunu imâm-ı Beyhekî de haber veriyor. Ayrıca (kalkdı,
gözleri görerek gitdi) de diyor. Bu düâyı okumağı ona Resûlullah öğretdi.
Kendisi düâ buyurmadı. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse etmesini, dilediğinin böyle hâsıl
olmasını arzû buyurdu. Resûlullah hayâtda iken de, vefâtından sonra da kendisi
ile istigâse olunurdu. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın vefâtından sonra bu düâyı
çok okumuş, bununla murâdlarına kavuşmuşlardır. Halîfe Osmân “radıyallahü anh”
birinin bir dileğini kabûl buyurmuyordu. Bu kimse, Eshâbdan Osmân bin Hanîf
hazretlerine gelip, yardım etmesini istedikde, ona bu düâyı okumasını öğretdi.
Okuyup da, halîfenin yanına gidince, dileğinin kabûl olunduğunu Taberânî ve
Beyhekî haber vermekdedirler. Taberânînin haber verdiği bir hadîs-i şerîfde,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ ederken, (Peygamberinin ve Ondan
önce gelen Peygamberlerin hakkı için) buyururdu. Resûlullah ile veyâ başka
Peygamberler veyâ Velîler ile (Teveccüh) etmek, (Tevessül) etmek,
(İstigâse) etmek ve (Teşeffu’) etmek, hep aynı şey demekdir. Ameller
ile, ibâdetler ile tevessül etmenin câiz olduğunu islâmiyyet bildirmişdir. Eski
zemânda, bir mağaraya girip kapalı kalmış olanların, Allah için yapmış oldukları
hâlis işlerini söyliyerek yalvardıkları zemân, mağara ağzını tıkamış olan taşın
açılarak kurtulduklarını hadîs-i şerîf haber veriyor. İşleri vesîle ederek
yapılan düâ kabûl olunca, işlerin en iyilerini yapanları vesîle ederek yapılan
düâlar elbette kabûl olur. Ömer-übnül-Hattâb “radıyallahü anh”, hazret-i Abbâsı
vesîle ederek yağmur düâsı yapdı. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey
demedi. Resûlullahı ve Onun mubârek kabrini vesîle etmeyip, hazret-i Abbâsı
vesîle etmesi, kendini çok aşağı bildiği ve Resûlullahın akrabâsını kendinden
üstün gördüğü için idi. Hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, aslında Resûlullah
ile tevessül etmekdir. Tevessül, teveccüh ve istigâse sözleri, kendisi ile
teveccüh, istigâse edilen kimsenin her zemân, teveccüh ve istigâse edenlerden
dahâ üstün tutulduğunu gösteriyor denilemez. Resûlullah, bir düâsının kabûl
olması için, Mekke muhâcirlerini vesîle yapmışdır. İstigâse, birisinden birşey
istemek için, bunun çok sevdiği bir kimseden yardım istemekdir. Ya’nî bu kimse
vâsıtası ile istemekdir. Bu kimse vâsıtası ile istenince, o şeye kavuşmak kolay
olur. Düânın kabûl olması için, Resûlullah ile veyâ kabrdeki bir Velî ile
istigâse olunur. Böylece düâ kabûl olunur. Düâyı kabûl eden, yalnız Allahü
teâlâdır. Buna sebeb, vesîle olan, Peygamberdir. Allahü teâlâ, hakîkî gavsdır.
Resûlullah, mecâzî gavs olmakdadır. Buhârînin haber verdiği hadîs-i şerîfde,
(Kıyâmet günü, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed aleyhimüsselâm
ile istigâse ederler) buyuruldu. Bundan başka, Resûlullah ile tevessül,
istigâse etmek demek, Onun düâ etmesini istemek demekdir. Çünki O, kabrinde
diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahîh haberde bildirildi ki: (Emîr-ül-mü’minîn
Ömer “radıyallahü anh” zemânında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi,
Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için düâ
eyle! Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, buna rü’yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu.
Rü’yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle! Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile
hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmakdır. Ömer
“radıyallahü anh” sert idi. Dînin emrlerini yerine getirmekde şiddet gösterirdi.
Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlatdı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir
habere göre rü’yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü’yâyı
değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek
istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayâtda iken olduğu gibi vefâtından
sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için düâ buyurması istenilir. Onun düâ ve
şefâ’at etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayâta gelmeden önce ve hayâtda
iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan düâ ve tevessüller de kabûl
olmakdadırlar. Kıyâmet günü de ümmeti için Rabbinden, şefâ’atde bulunacak ve
şefâ’ati kabûl olunacakdır. Böyle olduğunu, islâm âlimleri (İcmâ’) ile
ya’nî sözbirliği ile bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ”
bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma, yâ
Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zemânına yetişecek
olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emr et! Muhammed aleyhisselâm
olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı,
Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yaratdım. Hareket etdi.
Üzerine, Lâ ilâhe illallah yazınca durdu, buyurdu.) Bu hadîs-i şerîfi, Hâkim
sahîh senedlerle haber vermişdir. Böyle yüksek derece ve ölçülemiyecek kadar çok
kıymetli olan ve mevlâsının ni’metlerine kavuşmuş bir Peygamberi vesîle ederek
Onun şefâ’atini dileyerek yapılan düâ kabûl olmaz mı? (Cevher-ül-munzam)ın
yazısı (Şevâhid-ül-hak)dan alınarak buraya kadar terceme edildi. Nûh,
İbrâhîm ve diğer Peygamberlerin de Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek
yapdıkları düâlar, tefsîr kitâblarında yazılıdır.
(Şevâhid-ül-hak)
İmâm-ı Sübkîden alarak diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
ile tevessül etmek iki dürlü olur: Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi
için Allahü teâlâdan istemekdir. Böyle düâ ederken, (tevessül), (istigâse)
ve (teşeffu’) sözlerinden herbiri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi
bildirmekdedir. Bu kelimeleri söyliyerek düâ eden, Resûlullahı vesîle ederek,
Allahü teâlâdan istemekdedir. Onu vâsıta kılarak Allahü teâlâdan istigâse
etmekdedir. Dünyâ işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesîle ederek
birşey istenilince, hemen vermekdedir. Tevessülün ikincisi, dileğe kavuşmak
için, Resûlullahın Allahü teâlâya düâ etmesini, Ondan istemekdir. Çünki O,
kabrinde diridir. İstenileni anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyâmet günü de
şefâ’at etmesi istenilecek ve şefâ’at edecekdir ve şefâ’ati kabûl olunacakdır.
(Şevâhid-ül-hak)da,
Şihâbüddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinden alarak buyuruyor
ki, (Peygamberler ve Velîler öldükden sonra da, kendileri ile tevessül, istigâse
olunur. Peygamberler ölünce mu’cizeleri bitmez. Velîler ölünce de, kerâmetleri
kesilmez. Peygamberlerin mezârda diri olduklarını, nemâz kıldıklarını, hâc
yapdıklarını, hadîs-i şerîfler açıkca bildirmekdedir. Şehîdlerin de diri
oldukları, kâfirlerle harb ederken, yardım etdikleri bilinmekdedir).