Muhammed bin Abdülvehhâb e vehhabilik 43.Madde
43
— İslâmiyyete
en büyük düşmânın, müşrikler ile yehûdîler olduğu, (Mâide sûresi)nin
seksenikinci âyetinde açıkca bildirilmişdir. İslâmiyyeti içerden yıkmak için,
ilk fitneyi çıkaran yehûdî, Yemenli Abdüllah bin Sebe’dir. Hakîkî müslimân olan
(Ehl-i sünnet)e karşı, (Şî’î) fırkasını kurdu. Şî’îlerin en bozuk
fırkası (Nusayrî)lerdir. Bu kâfirler, Allah Alîye ve çocuklarına hulûl
etmişdir, esrârı yalnız bunlar bilir, diyorlar. İkinci cihân harbinden sonra,
Hâfız Esad isminde bir Nusayrî, sapık, Şâmda kanlı bir ihtilâl ile Sûriye devlet
reîsliğini ele geçirdi. İlk iş olarak, Hama ve Humus şehrlerinde katlî-am
yaparak, binlerce sünnî müslimânı şehîd eyledi. İngiliz hükûmeti, yehûdîler ile
anlaşarak, islâmiyyet ile mücâdele etmek için, Londrada (Müstemlekeler
nezâreti) kuruldu. [İngiliz hükûmetinin papazların emrinde olduğunu,
İngiltereyi papazların idâre etdiğini kitâbımızın başında bildirmişdik.
Hıristiyanların, Îsâ aleyhisselâmda ülûhiyyet sıfatları bulunduğuna inandıkları
ve bunun için kendisine ve heykellerine tapdıkları için, müşrik olduklarını da
yazmışdık.] Burada, yehûdî hîleleri öğretilip, her memlekete gönderilen
câsûslardan Hemfer, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada avladığı Necdli Muhammedi,
senelerce aldatarak, (Vehhâbî) fırkasını kurdular. Bu husûsda,
(İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda geniş bilgi vardır.
Muhammed
bin Abdülvehhâb, ibni Teymiyyenin ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyenin
kitâblarını okuyarak, Hemferden öğrendiği, bölücü bilgilerini artdırdı.
1206 [m.
1792] senesinde vefât eden Muhammed bin Abdülvehhâbın yolunda gidenlere (Necdî)
ve (Vehhâbî) denir. (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir.
Beşinci sahîfeye bakınız! Abdülvehhâb oğlu diyor ki:
(Altıyüz seneden beri dünyâya yayılmış olan müslimânların hepsi müşrik imiş,
kâfir imiş. Doğrudan doğruya Allaha ibâdet etmek farz olduğundan, ibâdet için,
birşey vesîle edilmez. Allahdan başkasına düâ etmek, yardım istemek, şirk olur
ve hiç afv edilmez. Peygamberlerden ve Evliyâdan birini söyliyerek bunlardan
yardım isteyenler ve türbelere, adak ve sadaka ve başka şeyler yaparak hürmet
edenler hep müşrikdir. Biz onların şefâ’atini umarız. Allahü teâlâya yaklaşmak
için, onları vesîle yapıyoruz demeleri, onları şirkden kurtarmaz. Resûlullahın
zemânındaki müşrikler de, sıkışınca yalnız Allaha düâ eder. Allaha
yalvarırlardı. Râhata kavuşdukları zemân, meleklere, Evliyâya ve putlara düâ
ederlerdi. Şimdiki müşrikler de sıkışdıkları zemân filân pîre, falan şeyhe
yalvarıyorlar. Bu müşrikler, eski müşriklerden dahâ kötüdürler. Bir şeyhe
yalvaran müşrikler şöyle dursun, yâ Resûlallah, bana şefâ’at et, imdâdıma yetiş
diyenler de kâfir olur).
Ehl-i
sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, buna cevâblar yazarak,
bunun yanlış yolda olduğunu bildirdiler. Muhammedin kardeşi olan Abdülvehhhab
oğlu Süleymân da, bunu kötüliyen büyük bir kitâb yazdı. (Savâık-ı ilâhiyye)
ismindeki bu kitâb İstanbulda basdırılmışdır. Basra âlimlerinden Kabânî ismi ile
anılan meşhûr molla Alî bin Ahmed Basrî şâfi’înin, (Fasl-ül-hitâb) ve
(Keşf-ül-hicâb) kitâbları, bunun doğru yoldan sapdığını isbât etmekdedir.
Ahmed Kabânî 1235 [m. 1819] da vefât etdi.
(Delâil-i
hayrât) kitâbında, Seyyidinâ, Mevlânâ gibi kelimeler bulunduğu için, bu
kitâbı yakdırdı. Hâlbuki, sultân ikinci Abdülhamîd Hân, hergün Delâil-i hayrât
okurdu. Abdülvehhâb oğlu, elimden gelseydi, Hücre-i se’âdeti yıkardım. Kâ’be
üstündeki altın oluğu atar, yerine tahta oluk kordum derdi. Kendisine
inanmıyanlara kâfir derdi. Ömer bin Fârıd ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin
kâfir olduklarını söylerdi. (Ümmetimin mezheblere ayrılması rahmetdir)
hadîs-i şerîfi ile alay ederdi. Vakflara inanmaz, islâmiyyetde evkâf yokdur
derdi. Kâdîların, hâkimlerin aldıkları ma’âş rüşvetdir derdi. Kabânî Alî efendi,
bunlara birer birer cevâb yazmış, hepsini vesîkalarla çürütmüşdür.
İbni
Teymiyye, nehr, kaplıca, kaynarca, ağaç, dağ ve mağara gibi yerlere şifâ için
gitmek, mezârlara adak yapmak, hep günâhdır, derdi. Kabr ziyâreti ve türbelerde
kurban kesilmesi ve ölülerden yardım istenmesi şirkdir derdi.
Ehl-i
sünnet âlimlerine göre, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kabrini
ziyâret etmek sünnetdir. Vâcib diyenler de oldu. İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr)
hâşiyesinde diyor ki, (İbni Teymiyyeden önce, hiçbir âlim kabr ziyâretini yasak
etmedi. O, yeni bir bid’at çıkardı. Bütün müslimânların gözünden düşdü).
Müslimdeki hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini yasak etmişdim. Şimdiden sonra,
ziyâret ediniz!) buyuruldu. Necmeddîn Ömer bin Haccî (El-cevâb fî reddi
alâ İbni Teymiyye) kitâbında türbeleri ziyâret etmek câiz olduğunu isbât
etmekde ve İbni Teymiyyeyi kuvvetli delîllerle red etmekdedir. Burhaneddîn
İbrâhîm bin Muhammed de, aynı ismde güzel bir kitâb yazmışdır. Bu iki kitâb,
Süleymâniyye kütübhânesi, Beşir Ağa kısmında mevcûddur.
Abdülvehhâb
oğlu, İbni Teymiyyenin yasak dediği şeylere küfrdür dedi. Türbelere adak
yapanlara, türbelerde düâ edenlere, etrâfında dönenlere, örtüsünü öpenlere,
toprak alanlara ve Evliyâdan “rahime-hümullahü teâlâ” yardım istiyenlere kâfir
dedi. Bunları yapanlara kâfir demiyenler de kâfir olur dedi. (Keşf-üş-şübühât)
kitâbında, (Şefâ’at, yâhud Allaha yakınlık niyyeti ile Peygamberlere, Evliyâya
istigâse, ya’nî tevessül edenlerin kanları ve malları halâldır) diyerek
müslimânları öldürmeği, mallarını yağma etmeği emr etmekdedir. Bu kitâbı
türkçeye de çevrilmişdir. Hâlbuki, dinde zarûrî olarak bilinen şeylere, meselâ
Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmıyan
kâfir olur. Yoksa, açık bildirilmiş olan şeylere inanan bir müslimâna, bir şübhe
ile kâfir denilemez. İbni Teymiyye de; bunlara şirk demiş ise de, küçük şirk
demek istemişdi. Abdüllahvehhâb oğlu Muhammed ise, küfr demek olan şirkdir
diyor. Putlara tapınmak şirkdir. Buna açık şirk denir. (Şirk-i hafî)
denilen gizli şirk ise, Allahü teâlâdan başkasından birşey istemekdir. İnsanlar,
bu gizli şirkden kurtulamaz. Peygamberler “aleyhimüsselâm” bile, bu şirkden
kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmışlardır. Bu gizli şirkin çeşidleri
vardır. Nefse, şehvete uymak, gizli şirk olduğu gibi, riyâ da, şirk-i hafîdir.
Gizli şirk, ibâdetin sevâbını giderir. Fekat, (Riyâ yapan kâfir olur; bunu
öldürmek, mallarını almak halâl olur) diyen hiçbir âlim yokdur.
Güneşe,
aya, yıldızlara, putlara, heykellere tapınarak secde etmek küfrdür. Başka
şeylere, tapınmadan saygı secdesi yapmak küfr değildir. Günâhdır. Bir şeye
tapınarak onun için kurban kesmek de küfrdür. Fekat, Allahü teâlâya tapınıp da,
başka şeylere tapınmadan kurban kesmek, küfr olmaz. Harâm olur. (İbâdet)
etmek, ya’nî tapınmak demek, her fâidenin, her zararın ondan geldiğine, herşeyi
onun yapdığına inanarak, ona yalvarmak demekdir. Allahü teâlâya tapınanların
türbelerden toprak almaları, türbe etrâfında dönmeleri mekrûh olur denilmişdir.
Vehhâbînin kitâbı ise, bunların hepsine şirk ve küfr diyor. Gelmiş geçmiş
milyonlarca müslimâna kâfir diyor. Müseyleme-i kezzâb ile gazâ ederken şehîd
olanların mezârlarını, tanınarak Fâtiha okunması için bir arşın kadar yüksek
yapdıklarından dolayı, Eshâb-ı kirâma da “rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecma’în”
dil uzatıyor. Bu yazıları Müseylemeci olduğunu göstermekdedir.
Mezârlar
üzerine türbe, câmi’lere minâre yapmak, kaşık ile yimek bid’atdir dediler.
Kerbelâdaki hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” türbesini yıkıp, içindeki
milyonlar değerinde kıymetli eşyâyı yağma etdiler. Tâif şehrini yakıp, yıkıp,
kadın, çocuk demeyip, Ehl-i sünneti öldürdüler. Mallarını yağma etdiler. Buhârî
ve Müslim gibi en kıymetli kitâblar, birçok hadîs, fıkh ve her fenden binlerce
kitâb, ayaklar altında kaldı. İçlerinde Kur’ân-ı kerîm de vardı. Korkudan
bunları kimse kaldıramıyordu. Yerleri bile kazıp mal aradılar. Şehri yangın
yerine çevirdiler. Mekke-i mükerremedeki türbeleri yıkdılar. Mevlidinnebî olan
evi ve hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömerin ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” mevlidleri olan mubârek yerleri yıkdılar. Müezzinlerin
ezândan sonra salât ve selâm okumalarına şirk dediler. Sigara kutularını ve
çalgıları yakdılar. Vehhâbîlerin Ta’îfdeki müslimânlara yapdıkları zulmler ve
işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının 388.ci sahîfesinde uzun yazılıdır.
(Sizlere
fâide ve zararı olmıyan, Allahdan başkasına düâ etmeyiniz) ve (Allahü teâlâ ile
birlikde başkasına düâ etmeyiniz!) meâllerindeki âyet-i kerîmeleri ve (Düâ,
ibâdetin özüdür) hadîs-i şerîfini göstererek, Allahdan başkasından birşey
istiyen kâfir olur dediler. Hâlbuki, âyet-i kerîmede yasak edilen düâ, ilm
dilinde kullanılan düâ demekdir. Ya’nî tapınarak yapılan düâdır. Bu düâ, ancak
Allahü teâlâya olur. Fekat, bir kimse, yalnız Allahü teâlâya tapınılacağını,
yalnız Ona düâ edileceğini, Allahü teâlâdan başka kimsenin yaratıcı olmadığını,
herşeyi Onun yapdığını bilerek, Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle eder, onların
Allahü teâlânın sevgili kulları olduklarını ve Allahü teâlânın, onların
rûhlarına, insanlara yardım edebilmek kuvvetini verdiğini düşünerek, rûhlardan
yardım beklerse, câiz olur. Onlar, mezârlarında, bilmediğimiz bir hayâtla
diridirler. Rûhlarına, kerâmetler ve tesarruf kuvveti ihsân edilmişdir. Böyle
inanan kimseye müşrik denemez. Böyle olmakla berâber, müslimânlar, Evliyânın
rûhlarından, kalblerinin temizlenmesini, feyz, ma’rifet ister. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubarek kalbinden, onun kalbine kadar,
kalbden kalbe akıp gelmiş olan bilgilerden, kendisine de vermesini ister. Mal,
mevkı’ gibi dünyânın geçici şeylerini istemezler. Bunları düşünmezler bile.
Allahü
teâlâ, (Zümer) sûresinde, (Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanlar,
bunlara ibâdetimiz, ancak Allahü teâlânın yanında bize şefâ’at etmeleri içindir
derler) meâlindeki âyet-i kerîmede, bu sözlerinin onları Cehennemden
kurtaramıyacağını bildiriyor. Ehl-i sünneti putlara tapınan kâfirlere
benzeterek, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Allahın sevgili kullarını vesîle
yapıyoruz demeleri, onları şirkden kurtarmaz diyorlar. Evet, puta tapınanlar
müşrik olduğu için, müşriklerin bu sözleri, kendilerini şirkin cezâsından
kurtarmaz. Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle yaparak düâ etmek şirk
değildir ki, Ehl-i sünnetin şirkden kurtulmağa ihtiyâcları olsun. Bir kimse, bir
adamı kasden öldürse, mahkemede (Bu adamı öldürmeği düşünmemişdim. Adam
öldürmenin suç olduğunu biliyordum) dese bu sözü dinlenmez. Cezâsı verilir.
Hâlbuki, bu sözü doğrudur. Cezâsı, bu sözleri için değil, adam öldürdüğü için
verilmişdir. Suçsuz birisi de, bu sözleri söylese, bunun bir düşmanı, bunu
mahkemeye verip (Bu sözleri söylemiş olana cezâ vermişdiniz. Buna da cezâ
verin!) dese, buna cezâ verilmez. Çünki, önceki kimseye verilen cezâ, adam
öldürdüğü içindi. Kâfirlerin Cehenneme gitmeleri de, bu sözleri söyledikleri
için değildir. Allahü teâlâdan başka şeylere tapındıkları içindir.
Müşrikleri
bildiren bu âyet-i kerîmeye benzeterek, mü’minlere kâfir denemez. Çünki,
kâfirler, müşrikler, Allahü teâlânın iyilik ve kötülükleri yaratdığını, herşeyi
yalnız Allahü teâlânın yapdığını söyleseler de, Lât ve Uzza denilen heykellere
ve meleklere tapınıyor, onların tapınmağa hakları olduğuna, her istediklerini
Allahü teâlâya yapdıracaklarına inanıyorlar. Bu inançla onlara secde ediyor,
onlar için kurban kesiyor ve adak yapıyorlar. Müslimânlar ise, Resûlullaha ve
Evliyânın rûhlarına kurban kesmez. Allahü teâlâ için keser. Sevâbını Velînin
rûhuna gönderir. (Şefâ’at yâ Resûlallah) demek, yâ Resûlallah, seni çok
seviyorum. Çünki, Allahü teâlâ, seni sevmeği emr ediyor. Seni sevdiğim için,
Allahü teâlâ, beni senin şefâ’atine kavuşdursun demekdir. Bunu kısa söylemek,
Kur’ân-ı kerîmdeki (Köye sor!) âyet-i kerîmesine benzemekdedir. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, tavâf ederken, (Hacer-i esved) taşına
karşı, (Sen birşey yapamazsın! Fekat, Resûlullaha uyarak seni öpüyorum) dedi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitince, Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” (Hacer-i esved, kıyâmet günü, insanlara şefâ’at eder)
buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de, hazret-i Alînin bu sözüne teşekkür etdi.
Bir taşın fâidesi olunca, Peygamberlerin ve Allahü teâlâya sevgili olanların
fâideleri olmaz mı? Allahü teâlâ, sevdiklerinin düâlarını, şefâ’atlerini kabûl
edeceğini bildirdi.
Kırküçüncü
madde başından buraya kadar, Ahmed Cevdet pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”
târîhinin yedinci cildinden alındı. Derin âlim, kerâmetler hazînesi, (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî) hazretleri (Risâle-i Hâlidiyye) kitâbında buyuruyor
ki, müslimânlar bir sebebe yapışırken, bunun, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb
olduğunu düşünür. O işi sebeblerin yapacağını düşünmezler. Müşrikler ise, o işi
putların yapacaklarına veyâ Allahü teâlâya yapdıracaklarına inanır. Bu iki
inanış arasını ayıramıyanlar, inkâr girdâbına sürüklenerek helâk olmakdadırlar.
(Şevâhid-ül-hak)da,
Seyyid Ahmed Dahlânın (Hulâsa-tül-kelâm) kitâbından alarak diyor ki,
Resûlullah ile ve başka Peygamberler ile “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü
vesselâm” ve Evliyâ ile tevessül eden ve kabrlerini ziyâret ederken, (Yâ
Resûlallah, senden şefâ’at istiyorum) diyen müşrik olur diyorlar. Kâfirler için
gelmiş olan, (Allahdan başkasına düâ etmeyiniz!) ve (Allahdan
başkasına düâ edenden dahâ sapık kimdir?) ve (Allahdan başka düâ etdikleriniz,
hiçbirşey yapamazlar. Onlardan isterseniz, işitmezler. İşitseler de cevâb
veremezler. Kıyâmet günü, sizin şirkinizi inkâr ederler) meâlindeki âyet-i
kerîmeleri ileri sürerek, mü’minlere müşrik diyorlar. Abdülvehhâb oğlu Muhammed,
(Bu âyetler, kabre karşı söyleyenin, şefâ’at istiyenin müşrik olduğunu
gösteriyorlar. Müşrikler de, putlarının birşey yaratmadıklarını, her şeyi
yaratanın yalnız Allah olduğunu söylüyorlardı. Fekat, putlarımız Allah yanında
bize şefâ’at edeceklerdir derlerdi. Böyle söyledikleri için müşrik oldular.
Mezârdan, türbeden şefâ’at istiyenler de, böyle müşrik olmakdadır) dedi. Bu
sözleri çok yanlışdır. Çünki mü’minler, Peygamberlere, Evliyâya tapınmıyor.
Onları Allahü teâlâya şerîk yapmıyorlar. Bunların mahlûk olduklarına, âciz kul
olduklarına inanıyorlar. İbâdet olunmağa hakları vardır demiyorlar. Bir şey
yaratabilir, fâide ve zarar verir demiyorlar. Onlar, Allahü teâlânın sevdiği
kullar oldukları için, Allahü teâlâ onları seçmiş olduğu ve Onların bereketleri
ile kullarına merhamet etdiği için, Onlarla bereketlenmek istiyorlar. Hâlbuki,
yukarıda yazılı âyet-i kerîmelerin bildirdiği müşrikler, putların ibâdete
hakları vardır diyorlar. Böyle inandıkları için müşrik oluyorlar. Putların fâide
ve zarar yapmadıkları kendilerine söylenince, Allahın yanında bize şefâ’at
etmeleri için tapınıyoruz diyorlar. Mü’minleri putlara tapan kâfirlere
benzetmelerine doğrusu çok şaşılır. Mü’minlerin tevessül etmeleri şirk olsaydı,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâbı ve Selef-i sâlihîn hiç
tevessül etmezlerdi. Hâlbuki, Resûlullah düâ ederken, (Yâ Rabbî! Senden
isteyip de verdiğin kullar hakkı için, bana da ver!) derdi. Böyle
söylemenin, tevessül etmek olduğu meydândadır. Bu düâyı Eshâbına öğretmişdi ve
(Böyle düâ ediniz!) buyurmuşdu. İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Câmi’e gitmek için evden çıkarken bu düâyı okuyunuz!) buyurulmuşdur. Bu
hadîs-i şerîfi Celâleddîn-i Süyûtî (Câmi’ul-kebîr) kitâbında yazmakdadır.
İslâm âlimleri bu düâyı her gün okurlardı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem”, hazret-i Alînin annesi Fâtıma bint-i Esedi kabre korken, (Yâ
Rabbî! Anam Fâtıma bint-i Esedi, Peygamberin ve ondan önceki Peygamberlerin
hakkı için, mağfiret eyle!) dediğini Taberânî ve İbni Hâbbân ve Hakîm
bildirmekdedirler. Ayrıca, İbni Ebî Şeybe ve İbni Abdil-Berr de, dahâ geniş
olarak bildirmişlerdir. Hepsi Süyûtînin (Câmi’ul-kebîr)inde yazılıdır.
Dahâ yukarıda bildirdiğimiz, Osmân bin Hanîfin haber verdiği hadîs-i şerîf,
Tirmüzîde, Nesâîde ve Beyhekîde ve Taberânîde ve Buhârî târîhinde yazılıdır.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir a’mâya öğretdiği bu düâda
açıkca tevessül olunmakdadır. Bunlar ise, Resûlullahın bu düâsını yasak etmekde,
bunu okuyan kâfir olur demekdedirler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
hayâtda iken, Eshâb-ı kirâm bu düâyı hep okurlardı.
Abbâsî
devletinin ikinci halîfesi olan Ca’fer Mansûr, Mescid-i nebevîde ziyâret
yaparken imâm-ı Mâlike sordu: (Düâ ederken, kıbleye mi döneyim? Yoksa
Resûlullahın kabrine mi döneyim?) dedi. Çünki, düâ ederken, Kıble ile (Hucre-i
se’âdet) arasında durulmakdadır. İmâm-ı Mâlik: (Resûlullahdan yüzünü nasıl
ayırabilirsin? O, senin için ve baban Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” için vesîledir! Yüzünü Ona çevir ve Onunla istişfâ’ eyle!) dedi. İbni
Hacer-i Mekkî hazretleri, (Cevher-ül-munzam)da, bu haberin çok sağlam
olduğunu, dil uzatılamıyacağını bildirmekdedir. İmâm-ı Mâlikin, Resûlullahın
kabrine dönerek düâ etmek mekrûhdur dediğini söyliyenler, bu yüce İmâma iftirâ
etmekdedirler.
(Yalnız
Peygamberlerle tevessül olunur. Peygamberlerden başkası ile tevessül olunmaz)
demek de doğru değildir. Çünki, hazret-i Ömer, yağmur düâsı yaparken, hazret-i
Abbâs ile tevessül eyledi. Orada bulunan Eshâb-ı kirâmın hiçbiri buna karşı
birşey söylemediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz,
(Allahü teâlâ doğruyu Ömerin diline ve kalbine yerleşdirmişdir) buyurduğu
için, hazret-i Ömerin hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, kuvvetli sened, sağlam
vesîkadır. Hazret-i Ömerin, yağmur düâsında: Resûlullah ile tevessül etmeyip de,
hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, Peygamberlerden başkaları ile de tevessül
etmenin câiz olduğunu herkese anlatmak için idi. Çünki, Peygamberler ile
tevessül edilmenin câiz olduğunu herkes biliyordu. Başkaları ile tevessülün câiz
olmasında şübhe edenler vardı. Hazret-i Ömer, bunun da câiz olduğunu anlatdı.
Hazret-i Ömer, Resûlullah ile “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tevessül
etseydi, başkaları ile yağmur düâsı yapmanın câiz olmadığı anlaşılırdı. Buna
bakarak, ölü ile tevessül olunmaz demek doğru olmaz. Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâmın çoğu Onunla tevessül
etmişlerdir.
Bir yandan,
(Allahdan başka hiçbirşey te’sîr etmez. Te’sîr eder diyen kâfir olur) diyorlar.
Öte yandan da, (Diri ile tevessül olunur, ölü ile olunmaz. Diri te’sîr eder, ölü
te’sîr etmez) demekdedirler. Sözleri birbirini tutmamakdadır. Mü’minler ölüyü
de, diriyi de vesîle, sebeb bilirler. Herşeyi yaratan, te’sîr eden yalnız Allahü
teâlâdır derler.
Tevessül
etmek şirk olur derken, câhil halkın ba’zı sözlerini ileri sürüyorlar. Velîye,
(şu işimi yap) diyenler oluyor. Velî olmıyan bayağı kimseleri Velî sanıp
onlardan kerâmet bekliyorlar. Herne kadar, böyle yanlış söyliyen ve sanan
câhiller de, Allahdan başka hiçbir kimsenin fâide ve zarar yapamıyacaklarına
inanmakdadırlar. Bereketlenmek için tevessül etmekdedirler. Fekat, bunların
yanlış ve şübheli sözlerini önlemek istediklerini söyliyorlar. Onlara deriz ki,
böyle yanlış, şübheli şeyler söyliyenlerin hiçbiri, Allahdan başkasının fâide ve
zarar vereceğini hâtırlarına bile getirmezler. Hepsi, bereketlenmek için
tevessül etmekdedirler. Evliyâ yapdı deyince, Onlar te’sîr ediyor demezler.
Şübheli sözleri önlemek istiyorsanız, bütün mü’minlere niçin müşrik damgası
basıyorsunuz? Her nasıl olursa olsun, tevessül eden kâfir olur diyorsunuz.
Yukarıdaki sözünüzü doğru söyliyorsanız, yalnız şübheli gördüğünüz sözleri
yasaklamalısınız! Tevessül ederken edebli olmağı sağlamalısınız! Hem de, sizin
şirk şübhesi olduğunu ileri sürdüğünüz sözler, mecâzî [iki ma’nâlı]
kelimelerdir. Bu yemek beni doyurdu. Bu ilâç ağrıyı durdurdu demek gibidir. Ehl-i
sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle sözlere akla ve
islâmiyyete uyan ma’nâlar vermişlerdir. İnsanı doyuran yemek, ekmek değil,
Allahü teâlâdır. Yemek, Allahü teâlânın yaratdığı bir sebebdir demişlerdir.
Mü’min, müslim, böyle birşeyin te’sîr etdiğini anlatan söz söyleyince, bunu
işiten, mecâz ma’nâsı vermelidir. Söyleyenin Mü’min ve Müslim olması, bu ma’nâ
ile söylediğine alâmetdir. (Me’ânî) ilminin âlimleri, böyle olduğunu,
sözbirliği ile bildirmekdedirler.
İbni
Teymiyye ve talebesi, tevessül etmeğe harâm dedi. Vehhâbîler, tevessül etmek
şirkdir dediler. Hâlbuki, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve
Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bütün müslimânlar tevessül
etmişlerdir. Bütün ümmetin harâm ve küfr işleyecekleri olacak şey değildir.
Hadîs-i şerîfde, (Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez!) buyuruldu. Âl-i
İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde, (Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz!)
buyurdu. Böyle bir ümmetin dalâlet, sapıklık üzerinde birleşecekleri
düşünülebilir mi?
Hanefî
âlimlerinden ibni Hümâm, (Düâ ederken, Kabr-i şerîfe dönmek, kıbleye dönmekden
efdaldir) buyurdu. İmâm-ı a’zam ebû Hanîfenin (Kıbleye dönmek efdaldir) dediğini
söylemek, bu yüce İmâma iftirâdır. Çünki, İmâm-ı a’zam (Müsned)
kitâbında, Abdüllah ibni Ömerin (Kabr-i şerîfe dönmek ve kıbleyi arkaya almak
sünnetdir) buyurduğunu yazmakdadır. İmâm-ı a’zam, (Kabr-i şerîfe dönmek
müstehabdır) dediğini bütün hanefî âlimleri bildirmekdedir. Resûlullah, mubârek
kabrinde diridir. Ziyâret edenleri tanır. Hayâtda iken yanına gelen, mubârek
yüzüne karşı dururdu. Kıble bunun arkasında kalırdı. Kabr-i şerîfini ziyâret
ederken de, elbet böyle olacakdır. Bir kimse, Mescid-i harâmda, kıbleye karşı
duran hocasının, babasının yanına gelip birşey söylese, elbet buna karşı söyler,
Kâ’be, arkasında kalır. Resûlullahın mubârek yüzüne karşı durmak, babaya, hocaya
karşı durmakdan elbet dahâ lâzımdır. Dört mezhebin âlimleri, ziyâret ederken
Kabr-i şerîfe dönmek lâzım olduğunu sözbirliği ile bildirdiler. İmâm-ı Sübkî,
(Şifâ-üs-sikâm) kitâbında, dört mezheb âlimlerinin bu yazılarını ayrı ayrı
bildiriyor. (Şifâ-üs-sikâm) kitâbı, 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda
ofset yolu ile, yeniden basılmışdır. (Âlûsî tefsîri)nin, İmâm-ı a’zamın
tevessül etmeğe karşı olduğunu yazması doğru değildir. Hanefî âlimlerinden
hiçbiri, İmâm-ı a’zamın böyle dediğini haber vermemişdir. Hepsi, tevessülün
müstehab olduğunu bildirmişlerdir. Âlûsînin yazısına aldanmamalıdır.
(Mevâhib-ül-ledünniyye)
şerhinde, Zerkânî diyor ki, (Yâ Rabbî! Sana senin Peygamberin ile istişfâ’
ediyorum. İnsanlara rahmet olan ey Peygamber! Rabbin huzûrunda bana şefâ’at et!
deyince, Cenâb-ı Hak, yapılan düâyı kabûl buyurur). Zerkânînin (Mevâhib-ül-ledünniyye)
şerhi sekiz cild olup, 1393 [m. 1973] de Lübnanda üçüncü baskısı yapılmışdır.
Yukarıda
bildirilen vesîkalar, ortaya çıkan bid’ati kökünden çürütmekdedir. İmâm-ı
Beyhekî bildiriyor ki, bir köylü, Resûlullahın huzûruna gelip, yağmur yağması
için düâ etmesini istedi ve (Senden başka sığınağımız yokdur. İnsanların
koşacakları yer, ancak Peygamberleridir) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” buna karşı birşey söylemedi. Hattâ, Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hemen kalkıp minbere çıkdı. Yağmur yağması
için düâ etdi. Düâ bitmeden yağmur yağmağa başladı. (Buhârî)de diyor ki:
Resûlullahın yanına bir köylü gelip kahtlıkdan şikâyet eyledi. Resûlullah, düâ
etmeğe başladı. Hemen yağmur yağdı. Resûl “aleyhisselâm”, bunun üzerine (Ebû
Tâlib sağ olsaydı çok sevinirdi) buyurdu.
Büyük âlim
ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Hayrât-ül-hisân) kitâbında diyor ki,
(İmâm-ı Muhammed Şâfi’î, Bağdâdda bulunduğu günlerde, imâm-ı Ebû Hanîfenin
kabrine gelir, selâm verir, dileğinin hâsıl olması için, İmâmı vesîle yaparak
düâ ederdi). İmâm-ı Ahmed de, İmâm-ı Şâfi’î ile tevessül ederdi. Hattâ, oğlu
Abdüllah buna şaşınca, (Ey oğlum, imâm-ı Şâfi’î, insanlar içinde güneş gibidir.
Bedenlerin âfiyeti gibidir) buyurmuşdu. Batı memleketlerinde düâ ederken imâm-ı
Mâlik ile tevessül ederlerdi. İmâm-ı Şâfi’î bunu işitince, inkâr etmedi. İmâm-ı
Ebül-Hasen-i Şâzilî buyuruyor ki, (Allahü teâlâdan birşey istiyen, düâ ederken
imâm-ı Gazâlî ile tevessül eylesin!). İmâm-ı Şâfi’înin her zemân, (Ehl-i beyt-i
nebevî) ile tevessül eylediği, ibni Hacer-i Mekkînin (Savâ’ık-ı muhrıka)
kitâbında yazılıdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Allahü
teâlâ tâ’atleri, ibâdetleri, se’âdete ve yüksek derecelere kavuşmak için vesîle
kıldığı gibi, seçdiklerini, sevdiklerini ve sevmemizi ve saymamızı emr etdiği
Nebîleri, Velîleri ve Sâlihleri de düâların kabûl edilmesi için sebeb yapmışdır.
Bunun içindir ki, Eshâb-ı kirâm ve önce ve sonra gelen âlimler “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” düâ ederlerken istigâse, ya’nî tevessül eylemişlerdir.
Hiçbiri bunu inkâr etmemişdir. Dinde reformcular, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i
şerîflere yanlış ma’nâ vererek ve birçok sahîh haberleri inkâr ederek,
müslimânların îmânlarını bozuyorlar. Ehl-i kıbleyi doğru yoldan ayırmağa
uğraşıyorlar. Allahü teâlâ, her kime hayr ve se’âdet nasîb etdi ise, yukarıda
yazılı vesîkaları öğrenerek bid’at ehline aldanmak felâketinden kurtulur. (Şevâhid-ül-hak)dan
terceme temâm oldu. Yukarıda adı geçen (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbının
ikinci kısmı 1395 [m. 1975] senesinde, İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır.