Ebül'ulâ el Mevdûdî-2 44.Madde
44
— Mevdûdî,
(İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbının birinci baskısında, islâm dînine ve Ehl-i
sünnet âlimlerine iftirâlar yapdı. Pâkistândaki doğru îmânlı müslimânlar,
kendilerini savunmağa başladılar. Onun iftirâlarını, sapık düşüncelerini
vesîkalarla red etdiler. Bu haklı cevâblar karşısında şaşkına dönen Mevdûdî,
kitâbına çeki düzen vermek zorunda kaldı. Yazılarının bir kısmını değişdirerek,
bir kısmını da câhilce te’vîllere kalkışarak yeniden basdırdı. Yeğitliğine leke
sürdürmemek için, (Yanlış anlaşılan yerleri tekrâr gözden geçirip, kalb kırıcı
tenkîdleri önlemeğe çalışdım) önsözünü de kitâbının başına koydu. Fekat, bu
kitâbında da, Ehl-i sünnet âlimlerine müslimânlar tarafından sunulmuş olan
(imâm, Huccetül-islâm, Kutbül-ârifîn, Şeyhul-islâm) gibi saygı kelimelerine dil
uzatmakdan, Ehl-i sünnet âlimlerini bu yüksek derecelere lâyık görmediğini açığa
vurmakdan vaz geçmedi. Fekat kendisi, Ehl-i sünnetden ayrılmış olan, doğru
yoldan sapıtmış olduğu vesîkalarla ortaya çıkarılmış bulunan ibni Teymiyyeyi ve
Abdühu överken ismlerinin başına İmâm, Üstad kelimelerini yazmakdan geri
kalmamışdır. Ehl-i sünnet âlimleri için çok gördüğü saygı kelimelerini, bunlara
bol bol ihsân etmekdedir. Kimlere hangi saygı kelimelerinin kullanılabileceği
İbni Âbidîn, beşinci cild, dörtyüzsekseninci sahîfesinde geniş bildirilmekdedir.
(İslâmda
İhyâ Hareketleri) kitâbının baş tarafında: (İslâm dîni, dinsiz
felsefeden büyük farkı olan, kendine mahsûs bir felsefe ortaya koyar. Kâinât ve
insan hakkındaki bilgileri dinsizlerin bilgisine temâmen zıddır) diyor.
İslâm dîninde felsefe bulunduğunu ve islâm âlimlerinin feylesof olduklarını
anlatıyor. Bu sözleri, Avrupalıların islâmiyyeti dışardan görerek anlamalarına
ve anlatmalarına benzemekdedir. İslâm âlimlerinin feylesof derecesine
düşürülmeleri, islâm âlimlerinin büyüklüklerini anlamamak olduğu, (Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbında ve (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbının 450.ci
sahîfesinde uzun bildirilmişdir. Lütfen oralardan okuyunuz!
İslâm
bilgileri ikiye ayrılır: Din bilgileri, fen bilgileri. Dinde reformcu, din
bilgilerine (skolastik bilgiler) demekdedir. Fen bilgilerine (rasyonel bilgiler)
diyor. İslâmın fen bilgileri müşâhede, tedkîk ve tecribe ile elde edilmekdedir.
Avrupa ve Amerikadaki dinsizlerin kâinât ve insan üzerindeki fen bilgileri de
böyledir. Bunları birbirinden temâmen zıd diyerek ayırmak, islâmda fen bilgisi
olduğunu inkâr etmek demek olur. Bu da, kaş yaparken göz çıkarmağa benzer. Yüce
islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin (Câhillerin dîne yardım etmeğe
kalkışması, dîne fâide değil, zarar verir) sözünü burada yazmak yerinde
olmakdadır.
Otuzüçüncü
sahîfesinde: (Hilâfet müessesesinin za’îflemesine sebeb olan iki şeyden
biri, hazret-i Osmânın, selefleri kadar liderlik ehliyyetine mâlik
bulunmamasıydı) diyor.
Bu sözü
ile, hazret-i Osmâna idârecilikde leke sürmeğe kalkışıyor. Seyyid Kutb adındaki
Mısrlı yazar da (Adâletül-ictimâiyyetü fil-islâm) kitâbında, hazret-i
Osmâna böyle saldırmakdadır. Hazret-i Ömerin tavsiye etdiği ve Eshâb-ı kirâmın
sözbirliği ile seçdiği ve hadîs-i şerîflerle üstünlüğü bildirilen Zinnûreyn
hazretlerine dil uzatmak, bunun pek büyük bir suç olacağını anlıyamamak kadar
câhil olmanın, yâhud islâmiyyeti perde arkasından sinsice yıkmağa kalkışmanın
alâmetidir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi: (İnsanların en üstünleri, benim
asrımda yaşıyanlardır) ve (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir, herhangi
birine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz) ya’nî kazanırsınız, hadîs-i
şerîfleriyle ve (Kâfirlere karşı çok şiddetlidirler) ya’nî herbiri çok
kuvvetlidirler âyet-i kerîmesi ile övülmekle şereflenen birer kahramandırlar.
Hazret-i Osmânı, hilâfet müessesesinin za’îflemesine sebeb göstermek, bu
şerefleri anlıyamıyanların yapacağı bir şeydir. Târîh meydândadır. Hazret-i
Osmân zemânında alınan memleketlerin sayısı, öncekilerden kat kat fazla idi.
İslâm toprakları, Filipinlerden Tunusa kadar genişlemişdi. İdârî, askerî ve
sosyal sâhada yapdığı ilerlemeleri anlatmağa bu kitâbımızın hacmi müsâid
değildir. Hazret-i Osmânın idârî, askerî ve ekonomik sâhalardaki çalışmaları ve
başarıları (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbı beşinci kısmında uzun
bildirilmişdir. Lütfen oradan okuyunuz! Hazret-i Osmânın şehâdetini ona kusûr
gösterenler, İsrâil oğullarının şehîd etdiği Peygamberler için ve (Benim
çekdiğim eziyyet kadar, hiçbir Peygamber sıkıntı çekmedi) hadîs-i şerîfi
için ne düşündüklerini açığa vurmakdadırlar. Hazret-i Ömerin de, bir köle
tarafından şehîd edilmesine dil uzatmamaları, müsâid ortamı bulamadıklarından
ileri geldiği besbellidir. Bu câhillere tekrar bildirelim ki, Eshâb-ı kirâmın
hepsi mükemmel lider, kahraman birer mücâhid idi. Mekkede, i’dâm sehpâsındaki
konuşmasında, düşmanlara meydan okuyan Habîb hazretlerinden, Şâm fâtihi Ebû
Ubeydeye ve İstanbula gelen ordunun mücâhidleri arasında bulunan hazret-i Hâlide
varıncaya kadar, herbirinin her bakımdan üstünlüklerini yazmak birer destân
teşkîl eder.
(Peygamber ölçülerine uygun olan hilâfet, zâlim saltanatlara geçdi. Hükümranlık,
bir kerre dahâ Allaha karşı olanların eline geçmiş oldu. İslâmiyyet iktidardan
uzaklaşdırılmış bulunuyordu. Ateizm, iktidar ve hâkimiyyeti hilâfet nâmı ile
gasbetdi. Hükümdarlara, Allahın dünyâ üzerindeki gölgesi denildi) gibi
sözler, îmânı olanların ağzına ve kalemine yakışacak şeyler değildir. Eshâb-ı
kirâmın büyüklerinden olan hazret-i Muâviyeye karşı böyle çılgınca kelimeler
kullanan ve yeryüzündeki müslimânların son halîfesi Sultân Muhammed Vahîdeddîn
hâna kadar gelen yüzlerce halîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” küfr
damgası basan bu saçma yazılara cevâb vermeğe değmez. Sultânların, zıllullah
olduğunu bildiren hadîs-i şerîfi evirip çevirip te’vîle kalkışması ve Ehl-i
islâmı Allahü teâlâyı cism olup, gölge yapar sanacak kadar ahmak yerine koyması,
kendisini düşdüğü çukurdan kurtaramaz. İslâm halîfelerinin hepsi müslimândı.
Hele Osmânlı halîfeleri, islâmiyyete sâdık bende olmakla iftihâr etmişlerdir.
Osmân Gâzînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, birçok kitâblarda, meselâ (Kısas-ı
Enbiyâ)da yazılı olan vasiyyetnâmesini okuyan, bunu iyi anlar.
(Müteaddid
mezheblerin zuhûruna sebeb olan skolastik düelloyu, mu’tezile akîdesini, ateist
ve septik temâyülleri teşvik eden, yukarıda bildirdiğimiz şartlar oldu)
diyor. Mezheblerin zuhûrunu, fitne ve fesâd şartlarına bağlaması da, şaşılacak
şeydir. Mezheblerin zuhûr edeceğini Resûlullah haber verdi. Bunların, meydâna
çıkmasının, Allahdan rahmet olduklarını beyân buyurarak, dört mezhebi övdü.
Mezhebler dünyâlık şartlarla doğmadı. Dînî, ilmî, ilâhî sebeblerle meydâna
çıkmışdır. İslâmiyyeti dışardan görenler, özüne işleyemiyenler, mukaddes ve
ma’nevî tezâhürleri maddeye ve görünüşe bağlamak çabasındadır.
Mevdûdî
perde arkasından tesavvufa da şiddetle çatmakda, (Yunan, Îrân ve Hind
semâlarından gelen felsefe, edebiyyât ve ilm paylaşıldı. Müslimânlığı kabûl eden
müşrik cem’iyyetlere mensûb halklar, birçok müşrik inancını ve fikrlerini
berâberlerinde getirdiler. Putperestliği islâma sokarken, dünyâya düşkün olan
âlimler de onlarla elele çalışdı. Kabrlere ve Evliyâya ibâdet etmeğe yer vermek
düşüncesiyle, âyetlerin ma’nâları tahrîf edildi. Hadîsler yanlış anlatıldı)
diyor.
Bu sözleri
de, başdanbaşa yalan ve iftirâdır. Yunan, Îrân ve Hind felsefesi, İslâmın hiçbir
temel kitâbında yer almamışdır. Bil’akis, Ehl-i sünnet âlimleri bunlara birer
birer cevâb vermiş, İslâma uymıyanları red etmişdir. Hele onların sözlerine
islâm edebiyyâtı yanında, edebiyyât kelimesini söylemeğe bile tenezzül eden
olmamışdır. Mevdûdî, bu yazıları ile, eğer yetmişiki bozuk fırkalara yâhud câhil
halk arasındaki bid’atlere çatmak istiyorsa, bunlara islâmiyyet ve din âlimleri
ismi altında saldırması da, düşüncesinin iyi olduğunu göstermez. Çünki, bunların
hiçbiri islâmiyyeti temsîl edemez. Ehl-i sünnet âlimleri, her asrda, onlara (Emr-i
ma’rûf) yapmış, iyi olan taraflarını, yanlış ve kötü olanlardan
ayırmışlardır. Bu yolda, binlerle kitâb yazmışlardır. Mevdûdî gibilerin
yardımlarına ihtiyâç bırakmamışlardır. Mevdûdî, islâmiyyete yardım etmek
istiyorsa, birkaç câhilin, birkaç sapığın bozuk sözlerini ve işlerini ileri
sürerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin ışık saçdığı, islâmiyyetin en parlak asrlarını
bozuk, karanlık göstereceği yerde, o mubârek âlimlerin nasîhatlarını, îkâzlarını
meydâna çıkarmalıdır. Böylece, müceddid kelimesine verdiği ma’nâda samîmî
olduğunu da göstermiş olur. Hem de, islâmiyyete hâlis hizmet etmiş olur. Fekat,
o böyle yapmak istemiyor. Îrânlıların kötü âdetlerinin müslimânlar arasında
yayıldığını, böylece islâmiyyetin bozulduğunu öne sürüyor. Bu konuda da fikrleri
şaşırtmakda, olayları yanlış anlatmakdadır.
Evet,
Îrânın ve Romanın kötülükleri karışdı. Bu, bir târîhî hakîkatdir. Fekat
islâmiyyete değil, islâmiyyetden evvel yaşıyan arablar arasına karışmışdı. Hattâ
onun dediği gibi, putperestlik de Kâ’beye kadar girmişdi. Zâten bunun içindir
ki, Peygamberimiz “aleyhisselâm” meydâna çıkıp da, iyilikleri emr ve kötülükleri
yasak etmek vazîfesine başlayınca, hemen bütün arablar düşman oldu. Hepsi
acınacak bir hâlde idiler. Arab yarımadası, cehâlet ve dalâlet içinde idi. İyi
sözü anlıyamadılar. Se’âdete çağıran yüceÊPeygamberi “salevâtullahi teâlâ ve
teslîmâtihi aleyhim ecma’în” red etmekden çekinmediler. İslâmiyyetden önce,
ateşe tapan Îrânlıların ve puta tapan Romalıların kötülükleri, Arabistân
yarımadasına yayılmışdı. Îrânda (Mejdek) adındaki bir kimse, yeni bir din
uydurarak, mal ve kadın ortaklığını heryere yaymışdı. Mülkiyyet hakkını
yasaklamışdı. Bugünkü komünistliği dahâ o zemân Îrâna yerleşdirmişdi. Îrânın
sosyal hayâtını ve ahlâkını altüst etmişdi. Sonra (Nûşirvân) Şâh, bu kötü
akıntıyı durdurmağa çalışdı.
Romalılara
gelince, bunların ahlâkı dahâ kötü olmuşdu. Bu kötülük, Yunanlılardan gelmişdi.
Kıyrevanlı (Aristip) adındaki bir feylesof, bir ahlâk teorisi kurarak,
hayâtın ve ahlâkın gâyesi, zevk ve safâdır. Herşeyden lezzet almakdır. İnsanın
ihtirâsını, arzûlarını, lezzetlerini yerine getiren herşey iyi şeydir. İnsan
bunların peşinde koşmalıdır diyordu. Bu ise, ahlâkın iflâsı demekdi. Gayr-i
meşrû’ olan lezzetler nasıl iyilik olabilir? Yalnız bunun için çalışanlar,
gâyelerine kavuşabilmek için, hırsızlık, hiyânet, iffetsizlik ve adam öldürmek
gibi kötülükleri hoş görüyorlardı. İşte Yunan medeniyyetinin ahlâk prensibi
böyle idi. Dinsiz olan medeniyyet böyle olur. Bu yolda olanlar çok kimseleri
ye’se ve intihâra sürüklemişdi. Çünki, herkes, elemsiz, kedersiz olamaz.
İstediği lezzete kavuşamaz. Gâyesine kavuşamayınca, hayâtdan kurtulmak ister. Bu
yolda olanlardan (Ajeryas) adındaki bir Yunan feylesofu, zevk ve safâ
gâyesine kavuşamıyanların, intihâr etmesini yiğitlik sayarmış. Söylediği
heyecânlı nutkların te’sîri ile, dinleyicileri arasında hemen intihâr eden
olurmuş. Yirminci asrda da aşağı bir lezzete, şehvânî bir isteğe kavuşamadığı
için, karşısındakini öldürenler ve intihâr edenler çoğalmışdır. İşte bu yüzden,
Yunanlılar ve Romalılar zevk ve safâya dalmışdı. Bunun sonu, sosyal hayâtın
bozulması, ekonominin yıkılması olmuşdu. İki medeniyyet de böylece sönmüşdü.
Romalılar bu kötü huyları Arab yarımadasına da götürürken, islâmiyyet imdâda
yetişdi.
İslâmiyyet
gelince, Arab yarımadasındaki cehâlet bulutları dağıldı. Fazîlet ve irfân
ışıkları parladı. İnsanlar ve kabîleler arasına kardeşlik yerleşdi. Asrlarca
geride kalmış olanlar, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” itâ’at
ederek yükseldiler, kuvvetlendiler. Bir zemânlar saltanatlarına hayretle
bakdıkları şâhlara, krallara meydân okudular. Memleketlerini alarak islâm
medeniyyetini oralara yaydılar. Târîh meydândadır! Kitâblar, vesîkalar, eserler
ortadadır!
Mevdûdî,
(İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbının 37. nci sahîfesinde: (Yunan
felsefesi ve manastır hayâtına âid ahlâk ve umûmî olarak hayâta karşı kötümser
davranışlar, müslimân cem’iyyetlerde tabî’î bir hâle geldi. Böylece, islâmî ilmi
ve edebiyyâtı dalâlete sürükledi ve monarşiyi destekledi. Bütün dînî hayâtı
yalnızca birkaç muayyen âyin ve merâsime inhisâr etdirdi) diyor.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” her asr başında bir müceddid geleceğini ve dîni
kuvvetlendireceğini müjdeledi. Böyle de oldu. İslâmiyyet her asrda, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” önderliği ile, her sâhada
beşeriyyete ışık saldı. Medeniyyete kaynak oldu. Mevdûdî, hayrân olduğu İbni
Teymiyyeyi, bir güneş yapabilmek için, koca islâm medeniyyetini yok etmeğe,
hadîs-i şerîflerle övülen Tâbi’înin ve sonraki asrın nûrlu semâlarını karanlık
göstermeğe çalışmakdadır. İslâm kitâblarını ve Avrupada insaflı kalemler
tarafından yazılmış olan doğru târîhleri okuyanlar, onun bu yıkıcı taktiğini
anlamakda güçlük çekmezler.
Yukarıda
bildirdiğimiz hadîs-i şerîfdeki müceddid kelimesinin ma’nâsını da, Ehl-i sünnet
âlimlerinden ayırmağa uğraşmakdadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin, meselâ İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin, hadîs-i şerîfde haber verilen Mehdî için, üçüncü bin
yılın müceddidi olacakdır demelerine de çatmakdadır. Bu arada, müslimânlara,
tesavvufculara, (eski tip müte’assıb kimseler) diye hakâret etmekdedir. (Ma’neviyyât,
muska ve düâ ile cihâd kazanılacak, beddüâ ile tanklar imhâ edilecek) diye
mukaddes inanışlarla alay etmekdedir. Böyle inanan hakîkî müslimânlara avâm,
câhil damgasını basmakdadır. Hazret-i Mehdînin bu ma’nevî değerlerden uzak,
(hayâtın ana problemlerinde derin nüfûza sâhib, modernlerin en moderni)
olacağını savunmakdadır. Onun getirdiği yeniliklere karşı, âlimlerin ve
tesavvufcuların feryâd edeceğinden korkduğunu bildirmekdedir. Hâlbuki, âhır
zemânda Mehdî hazretlerinin çıkacağı ve Îsâ aleyhisselâmın gökden inerek
ikisinin buluşduğu yıllarda, yer yüzünde islâm âlimleri kalmıyacak, islâm
bilgileri ortadan kalkmış olacakdır. Mevdûdînin hadîs-i şerîflerle övülmüş olan
ilk zemânlara yüklemeğe uğraşdığı cehâlet, sapıklık, âhır zemânda hâsıl
olacakdır. Böyle olacağını, hadîs-i şerîfler bildirmekdedir. Mevdûdî gibilerin
Ehl-i sünnete saldırmaları, Ehl-i sünnet bilgilerini söndürmeğe çalışmaları da
hadîs-i şerîfde bildirilen o kara günlerin yaklaşdığını göstermekdedir. Mehdî
hazretleri çıkıp Ehl-i sünnet bilgilerini tâzeliyeceği zemân, işte o
mezhebsizler, o sapıklar, o dinde reformcular, kendisine karşı koyacaklar,
feryâd edeceklerdir. Mehdî hazretleri de, onları kılıçdan geçirecekdir. İmâm-ı
Rabbânî “kaddesallahü teâlâ rûha-hül’azîz”, birinci cildin ikiyüzellibeşinci
mektûbunda, Mehdînin Medînedeki sapık din adamlarını öldüreceğini yazmakdadır.
Mevdûdî, Mehdînin, (tabî’at üstü hareketler, ya’nî kerâmetler, ilhâm ve rûhânî
başarılar sâhibi olmayıp, diğer inkılâbcı liderler gibi mücâdeleci bir adam)
olacağını sanmakdadır. (Mehdî, yeni bir fikr ekolü vücûde getirecek) ve (Bu
dünyâda, Lenin ve Hitler gibi, günâhkâr liderler görüldüğü gibi, fazîlet sâhibi
bir lider de meydâna gelecekdir) demekdedir.
Ehl-i
sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden, çok konuda ayrılan Mevdûdî, Mehdîyi de
herhangi bir lider olarak düşünüyor. Büyük âlim Ahmed ibni Hacer-i Mekkî
“kaddesallahü teâlâ rûhahül’azîz” (Elkavlül-muhtasar fî alâmât-il Mehdî)
kitâbında, Mehdînin ikiyüze yakın alâmetini bildirmekdedir. Bu alâmetleri
hadîs-i şerîflerden çıkarmışdır. Bu kitâbı okuyup anlayabilen bir kimse,
Resûlullahın haber verdiği hakîkî Mehdî ile Mevdûdînin şekllendirmeğe özendiği
hayâlî Mehdî arasındaki farkları kolayca görebilir.
(İslâmda
ilk müceddid Ömer bin Abdül’azîz idi) diyor. Bu da, Mevdûdînin kısa
görüşüdür. Ömer bin Abdül’azîz, ilk yüzyılın müceddidlerinden biri idi. Fekat,
ilk müceddid değildi. İslâm âlimlerinin ve târîhcilerin sözbirliği ile
bildirdiğine göre, ilk müceddid, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Resûlullahın
vefâtından sonra, Arabistân yarımadasında, mürted olanları kahr eden, yeni
müslimân olanlar arasında yayılmağa başlayan fitne ve fesâdı kaldıran odur
“radıyallahü anh”.
Ellidördüncü sahîfede: (Ömer-i sânînin vefâtını müteâkib iktidârın dinsiz
ellere geçmesi, İslâmın yoluna engel olarak çıkdı. Fekat Emevî ve Abbâsîler
islâmın inkişâfını önleyemedi. Hadîs ve fıkh âlimleri rasyonel ilme âşina
bulunmadıkları için, islâmî sistem muâsır fikr temâyüllerinin ışığı altında
tefsîr ve îzâhdan mahrûm kaldılar. Kötü te’sîrlere mürâce’atdan başka ellerinden
birşey gelmedi. İmâm-ı Ebül Hasen-i Eş’arî ve sonra gelenler de muvaffak
olamadılar. Çünki skolastik ilme sâhib olmalarına rağmen rasyonel ilmde
yetişmemişlerdi. Mu’tezileye muhâlefetde o kadar ileri gitdiler ki, dinde yeri
olmayan şeyleri dîne sokdular. Âlimler ve hükümdârlar ve halk kitleleri hep
birlikde Allahü teâlânın kitâbına ve Peygamber efendimizin sünnetlerine karşı
sırt çevirdiler. Devleti yöneten ma’hud bir zümrenin lüks hayat, hırs ve tama’
gâyesi ile açdıkları harbler sebebi ile vahîm bir şeklde geri kalındı. İlm ve
san’at yok oldu. Bu sırada İmâm-ı Gazâlî yetişdi. Bağdâd halîfesinin i’timâdını
kazandı. Fekat o, serâydan uzaklaşıp Yunân felsefesini red etmeğe çalışdı. [Ehl-i
sünnet içindeki] bütün mezhebleri, za’îf tarafları için ve İslâma uymayan
temâyülleri için tenkîd etdi. Çürümekde olan me’ârif sistemini ihyâ etdi.
Dünyevî ilmler ile İslâmî ilmler birbirinden uzaklaşmışdı. Fekat o, hadîs
ilminde eksikdi. Rasyonel ilmle aşırı uğraşmışdı. Tesavvufa da eğilmesi onun
için noksanlıkdı. Bu üç tehlükeden kaçınarak, İslâmın fikr ve ahlâk rûhunu ihyâ
işi İbni Teymiyyeye nasîb oldu.) diyor.
Evet, İslâm
hükümdârları arasında, etraflarını saran dalkavukların, münâfıkların te’sîri ile
zulme, günâha kayanlar olmuşdu. Fekat islâm âlimleri, kitâbları ile, sözleri ile
emr-i ma’rûf yaparak, onları doğru yola çekmeğe çalışdılar. Böylece en kötüleri
dahî dinsiz hükûmetlerin en iyilerinden dahâ âdil, dahâ fâideli olmuşdu. Bu
hakîkati dünyâ târîhleri yazmakdadır. İngiliz lordlarından Davenportun kitâbını
okuyanlar, Mevdûdînin yalnız yanıldığını değil, bir iftirâ, bir düşmânlık
savaşında olduğunu kolayca anlıyabilir. Şunu önemle açıklamak isteriz ki, islâm
halîfelerinin Eshâbdan olmıyanları zulm etmiş, günâh işlemiş olabilirler. Fekat,
hiçbiri, aslâ kâfir değil idi. Hiçbir sûretle islâm düşmanı değil idiler.
Hepsinin ilm hey’etleri, şeyh-ul-islâmları ve müşâvirleri vardı. Hiçbiri islâmın
inkişâfına mâni’ olmayı hâtırına bile getirmemişdir. İslâma hizmet için
çırpınmışlardır. Herbirinin sonraki nesle bırakdıkları câmi’ler, mektebler,
medreseler, yollar, hastahâneler, çeşmeler, hamâmlar, köprüler, çeşidli hayr ve
san’at müesseseleri, sayılamıyacak kadar çokdur. İzleri ve hattâ çoğunun
kendileri meydândadır. Milyonlarla müslimân, bugün de bunlardan
fâidelenmekdedirler. İnsanlık îcâbı olan kusûrlarını ileri sürerek, onları
kötülemeğe kalkışmak, islâm düşmanlarının taktiğidir. İslâm âlimlerinin
sultânlardan uzaklaşması, onların kötü olduğunu göstermez. Âlimler, (Zengine,
zengin olduğu için yaklaşan, tevâdu gösteren kimsenin, dîninin üçde ikisi gider)
hadîs-i şerîfine uyarak, her zenginden, her şöhret sâhibinden çekinmişlerdir.
Fekat, onlara emr-i ma’rûf yapmakdan da geri kalmamışlardır. Bu ikisi arasındaki
inceliği anlıyamıyan Mevdûdî, islâm âlimlerine ve halîfelerine çala kalem
saldırmakdadır. Onların birkaç kusûrunu yazacağına, iyiliklerini, islâma
hizmetlerini yazmak şerefine kavuşsaydı, cildlerle kitâb doldururdu. Hele
Osmânlı halîfelerinin hepsi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” âlim, sâlih ve
âdil zâtlar idi.
Hadîs ve
fıkh âlimlerini rasyonel bilgiden mahrum sanmak, islâm âlimlerinin büyüklüğünü
anlamamak demekdir. İslâm âlimi demek, ulûm-i nakliyyede ictihâd derecesine
varmış ve tecribî ilmlerde, kendi zemânında bulunmuş olanları iyi öğrenmiş ve
kalb ma’rifetinde, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye mertebesine kavuşmuş bir zât
demekdir.
Mevdûdînin
islâm halîfelerine dinsiz diyecek kadar alçakça saldırması karşısında şaşıran
gençlere doğruyu bildirmek için (Mir’ât-i kâinât) târîh kitâbının,
halîfelerden ba’zıları hakkındaki yazılarını, değişdirmeden, aşağıya yazdık.
Demîrînin, meşhûr kitâbında, (İvez) isminde, (Hulefâ-i râşidîn)
ile Emevî ve Abbâsî halîfelerinin hâl tercemeleri uzun yazılıdır. Aşağıda,
ismlerin önündeki sayılar, halîfelik sırasını, parantez içindekiler, hicrî doğum
ve ölüm yıllarını göstermekdedir:
6: Mu’âviye
“radıyallahü anh” yazarak, ona düâ ile başlıyan bu kitâbda diyor ki,
Resûlullahın Kur’ân-ı kerîmi yazan kâtiblerindendi. Hayr düâlarını aldı. Aklı,
zekâsı, afvı, sehâsı, idâre kudreti çok idi. Yumuşak huylu, heybetli ve cesûr
idi. Sanki sultân olmak için yaratılmışdı. Sûdanı, Efganistânı, Hindistânın çok
yerlerini, Kıbrısı ise bizzat kendi giderek aldı. İstanbula asker gönderdi.
Hilâfeti sahîh idi.
Mezhebsizler, hazret-i Mu’âviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” kötülemek için,
hazret-i Alî ile “”radıyallahü teâlâ anh” olan muhârebesini öne sürüyorlar. Her
muhârebede hâsıl olması gerekli bulunan acıklı hâlleri, bire bin katarak,
anlatıyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunlara
kitâba, sünnete ve akla uygun cevâblar verince, şaşırıp kalıyorlar. Oğlu Yezîdin
kötülüklerini anlatmağa başlıyorlar. Halîfeliğin babadan oğula geçmesi gibi kötü
bir çığır açdı. Hilâfeti sultânlığa çevirdi diyorlar. İbni Âbidîn, cemâ’at ile
nemâzı anlatırken, (Bir müslümânın halîfe olması için, âlimlerden ve
idârecilerden ileri gelenlerin seçmesi veyâ önceki halîfenin, bunu kendi yerine
geçirmesi lâzımdır. Güç kullanarak, hükûmeti ele geçiren müslimânın da
halîfeliği sahîh olur. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, öleceği zemân hazret-i Ömeri
halîfe yapdı. Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, bunu
kabûl etdi) diyor. Görülüyor ki, Mu’âviyenin ve ondan sonra gelen bütün
halîfelerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, yerlerine kendilerinin
yetişdirdikleri ve nasîhat verdikleri oğullarını veyâ güvendikleri başkalarını
halîfe yapmaları, islâmiyyete uygun, haklı bir işdir. Onun sonradan zulme
başlaması, babasına bir kusûr olamaz. Hicretden ondokuz yıl önce doğdu. Altmış
(60) senesinde vefât etdi.
[Mevdûdînin
islâm halîfelerine ve Ehl-i sünnet âlimlerine çalakalem saldırması, hiçbir ilmî
kıymet taşımadığı gibi, târihî ve dînî bilgilere de taban tabana zıddır. Sâf,
temiz gençlerin, bu sözümüze tâm inanmaları için, Mevdûdînin çok övdüğü şâh
Veliyyullâhın (İzâle-tül-hafâ) kitâbının beşyüzyetmişbirinci sahîfesini,
fârisîden türkçeye terceme ediyoruz:
Mu’âviye
bin Ebî Süfyân “radıyallahü anhümâ”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
Eshâbından biridir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Sahâbe arasında güzel
fazîletleri ile tanınmışdır. Onu kötü zan etmekden çok sakınınız! Ona dil
uzatmak tehlükesine düşmeyiniz. Harâm işlemiş olursunuz! Ebû Dâvüdün bildirdiği
hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma dil uzatmayınız! Uhud dağı kadar altun sadaka
verseniz, onların bir avuç arpa sadakalarının sevâbı kadar olamaz!)
buyuruldu. Yine onun bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” hazret-i Haseni göstererek, (Bu, benim oğlum, olgundur. Allahü
teâlânın bunun vâsıtası ile, ümmetimden iki orduyu barışdırmasını umarım)
buyurdu. Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, hazret-i Mu’âviye için, (Yâ
Rabbî! Onu hâdî ve mühdî eyle!) buyuruldu. Ya’nî, onu doğru yolda bulundur
ve başkalarının da doğru yola kavuşmalarına vâsıta yap buyurdu. İbni Sa’d ve
İbni Asâkirin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, hazret-i Mu’âviye için, (Yâ
Rabbî! Ona kitâb öğret ve memleketlere sâhib et ve azâbdan koru!) buyuruldu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, onun halîfe olacağını biliyordu.
Ümmetine çok acıdığı için, başlarına geçecek olanın doğru yolda bulunması ve
doğru yola götürmesi için düâ etmesi îcâb edeceği meydândadır. Hazret-i Hasenin
“radıyallahü teâlâ anh” bildirdiği ve Deylemînin haber verdiği hadîs-i şerîfde,
(Birgün gelir, Mu’âviye devlet reîsi olur) buyuruldu. Hazret-i Mu’âviye
buyuruyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bana, (Ey Mu’âviye!
Devlet başkanı olduğun zemân, iyilik et!) buyurduğu günden beri, halîfe
olacağım zemânı bekliyordum. Eshâb-ı kirâmdan Ümm-i Hirâmın bildirdiği hadîs-i
şerîfde, (Ümmetimden ilk olarak, denizde gazâ edenler, elbette Cennete
girecekdir) buyuruldu. Müslimânlardan ilk deniz gazâsı yapan, hazret-i Osmân
zemânında, hazret-i Mu’âviye idi. Ümm-i Hirâm “radıyallahü teâlâ anhâ” da, bu
müjdeye kavuşmak için, hazret-i Mu’âviyenin askeri arasında bulundu ve karaya
çıkınca [Kıbrısda] şehîd oldu. Resûlullahın bu düâları bereketi ile, hazret-i
Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” âdil ve emîn bir halîfe oldu. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” birkaç kılını sakladı. Vefât ederken,
bereketlenmek için, bunların burnuna konmasını vasıyyet eyledi.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Alî ile hazret-i Mu’âviye
“radıyallahü anhümâ” arasında olan (Sıffîn) muhârebesini de haber verdi.
(Buhârî) ve (Müslim)in bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (İki
büyük asker, birbiri ile harb etmedikce, kıyâmet kopmaz. İkisi de, bir da’vâ
uğruna döğüşür) buyuruldu. Buhârîdeki hadîs-i şerîfde, Ammâr bin Yâseri
göstererek, (Seni, bâgî [âsî] kimseler öldürecekdir) buyuruldu.
Hazret-i Mu’âviyenin askeri tarafından öldürüldü.
(İzâle-tül-hafâ)nın altıyüzbirinci sahîfesinde diyor ki, Emevî halîfelerini
kötüliyen hadîs-i şerîfler olduğu gibi, bunları öven hadîs-i şerîfler de vardır.
Bir hadîs-i şerîfde, (Hilâfet Medînede, saltanat Şâmda olur) buyuruldu.
Bir hadîs-i
şerîfde, (Onikinci halîfeye kadar, islâmiyyet azîz olur. Hepsi,
Kureyşdendirler) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfde övülen oniki halîfenin
yarıdan fazlası, emevî halîfeleridir. İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Doğudan siyâh bayraklılar gelecek, arablarla harb edeceklerdir. Onların
halîfelerine tâbi’ olunuz! Onlar, doğru yolu gösteren halîfedirler)
buyuruldu. Bu ve benzeri hadîs-i şerîfler, Abbâsî halîfelerini övmekdedir.
İkinci
kısmın üçyüzotuzuncu sahîfesinde diyor ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” irşâd vazîfesini, Onun gibi yapan halîfeye (Halîfe-i râşide)
denir. Bunlar tâm ve hakîkî halîfelerdir. Bu vazîfeyi temâm yapmıyan,
islâmiyyete uymıyan halîfeye (Halîfe-i Câbire) denir.
Üçyüzkırkikinci sahîfesinde diyor ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” irşâd vazîfesi, üç kısm idi. Birincisi, Allahü teâlânın emr ve
yasaklarını, güç ve kuvvet kullanarak yapdırmak idi. Buna (Saltanat)
denir. İkinci vazîfesi, Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını öğretmekdi.
Üçüncü vazîfesi, (İhsân) olup, kalbleri temizlemekdi. Hulefâ-i Râşidîn,
bu üç vazîfeyi birlikde yapdı. Sonra gelenler, yalnız saltanat vazîfesini
yapdılar. Öğretmek vazîfesi, mezheb imâmlarına, ihsân vazîfesi de tesavvuf
büyüklerine verildi. Beşyüzaltmışyedinci sahîfede yazılı hadîs-i şerîfde, bu
halîfelere (Melik-i adûd) denildi. Bunlara mecâzen halîfe denilmişdir.
Dahâ sonra (Hulefâ-i câbire) gelir. (İzâle-tül-hafâ)dan terceme
temâm oldu.]
7:
Yezîd bin Mu’âviye, 60 da halîfe olup, 64 de Havvarinde vefât etdi. Orada defn
edildi. Havvârin Şâm ile Tedmür arasındadır (23-64). [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının
133.cü sahîfesine bakınız!]
8:
İkinci Mu’âviye bin Yezîd, çok akllı, çok dindâr, çok âdil idi. Kırk gün sonra
hilâfetden çekildi. (44-64).
9:
Mervan bin Hakem, fıkh âlimi idi. Çok zekî idi. Çok akllı idi. Kur’ân-ı kerîmi
çok güzel okurdu. Günâhlardan sakınırdı. Müttekî idi. Hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anh” pek sevdiği dâmâdı idi. Mührünün üzerinde (Allaha
güvenirim, ondan isterim) yazılı idi. (2-65)
10:
Abdülmelik bin Mervan, hadîs ve fıkh âlimi idi. Zühdü ve ibâdeti çok olmakla
meşhûr idi. Tâbi’înin büyüklerinden imâm-ı Nâfî’ (Medînede, Abdülmelikden dahâ
derin fıkh âlimi, dahâ çok ibâdet eden, hac bilgisine ve edeblerine ondan dahâ
vâkıf ve Kur’ân-ı kerîmi ondan dahâ güzel okuyan kimse görmedim) buyurmuşdur.
Âlimlerin çoğuna göre, Medînenin yedi fıkh âlimlerinden birisi, Abdülmelikdir.
Tâbi’înin büyüklerinden imâm-ı Şa’bî buyuruyor ki, (Her görüşdüğüm âlimden
kendimi yüksek gördüm. Yalnız, Abdülmeliki kendimden yüksek buldum. Âsîlerin
başı olup çok kan döken Muhtarla harb ederek, onu öldürdü. Hilâfeti şer’an sahîh
idi. Kâ’beyi ta’mîr etdi. 1040 [m. 1631] da dördüncü Murâd hânın ta’mîrine kadar
onun binâsı devâm etdi. Bundan önce, rum altınları ve acem gümüşleri
kullanılırdı. İlk islâm parasını basan budur. Sicilya ve Adana fâtihidir. Oğlu
Meslemeyi İstanbulu almağa gönderdi. Mesleme “rahmetullahi teâlâ aleyh”
Ayasofyada nemâz kıldı. Arab Câmi’ini yapdı (26-86).
11:
Velîd bin Abdülmelik, sâlih, çok ibâdet ve hayrât ve hasenât sâhibi idi. Kur’ân-ı
kerîmi her üç günde bir hatmederdi. İyilikleri, ihsânları hesâba sığmazdı.
Halîfe olur olmaz, amcası oğlu Ömer bin Abdül’azîzi Medîne vâlîsi yapdı. Dörtyüz
sandık altın sarf edip, Şâmda Ümeyye câmi’ini yapdırdı. İslâmiyyetde ilk
hastahâne ve aşhâne [imâret] yapan Velîddir. Din adamlarının borçlarını, kendi
öderdi. Kuteybiye ismindeki kumandanı Buhârâyı Türklerden sulh ile aldı.
Endülüs, Ankara, Semerkand ve Hind fâtihidir. Mührünün üzerinde (Yâ Velîd,
öleceksin ve hesâba çekileceksin!) yazılı idi (46-96).
12:
Süleymân bin Abdülmelik, âlim, gayretli, fasîh, beliğ, hayrı sever, âdil idi.
Zulm yapmakdan çok sakınırdı. Birgün biri gelip, çiftliğini elinden aldıklarını
söyleyince, Allahdan çok korkduğu için, tahtından inip, yerden halıyı kaldırıp,
yanağını toprağa koydu. O zâlim me’mûra emr yazılıncaya kadar yanağımı toprakdan
kaldırmam, diye yemîn etdi. Emr hemen yazılıp, çiftçiye verildi. Seyyid
Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” not defterindeki şu yazı da,
islâm halîfelerinin adâletini göstermekdedir: Halîfe Süleymân, Tâbi’înden Ebû
Hâzim hazretlerine sordu ki, ölmek istemiyoruz. Bunun sebebi nedir? Buyurdu ki,
yâ Süleymân! Âhıretinizi harâb, dünyânızı ma’mûr eylediniz. Ma’mûr bir yerden,
harâb yere gitmeği elbet istemezsiniz (60-99).
13:
Ömer bin Abdül’azîz bin Mervan “rahmetullahi teâlâ aleyh” (61-101). [Bu
halîfenin iyi bir müslimân ve âdil olduğunu, Mevdûdî de yazmak zorunda kalmışdır.
Mevdûdî,
Ömer bin Abdül’’azîzin “rahmetullahi teâlâ aleyh” birinci müceddid olduğunu
bildiriyor ve sayılamıyacak kadar iyiliklerinden, hiç olmazsa bir kaçını yazıyor
da, kendinden sonra Ömer bin Abdül’azîzin halîfe olmasını yazıp i’lân eden
halîfe Süleymâna, bu iyiliklerden bir pay ayırmıyor. Halîfelerin oğullarını,
yakınlarını halîfe yaparak, hilâfet müessesesini bozduklarını, böylece islâm
cumhûriyyetini krallar gibi, dikta ile idâre etdiklerini yazıyor. Hepsinin
kusûrlarını, hatâlarını araşdırıp sıralıyor ve kötü, kâfir damgasını basıyor da,
iyiliklerini hiç görmüyor. Hâlbuki onların, oğullarını, yakınlarını halîfe
yapmaları da, islâmiyyete uydukları içindi. Bu da gösteriyor ki, dinde
reformcular, islâm dînine uyanları kötülemekde, islâmiyyeti kendi düşüncelerine,
kendi görüşlerine uydurmak isteyenleri beğenmekde ve övmekdedirler.]
14:
Yezîd bin Abdülmelik, önce nefsine düşkündü. Halîfe olunca, sâlih olup, adâlet
eyledi (71-105).
15:
Hişâm bin Abdülmelik, çok akllı, güzel idâreli, halîm, kerîm idi. Herkes onu
severdi. İyiliği ve adâleti her yere yayılmışdı. Beyt-ül-mâla gelen malın
halâldan alınmış olduğuna kırk kişi şâhid olmayınca, kabûl etmezdi (71-125).
16:
Velîd bin Yezîd, belîğ, fasîh idi. Aklında noksânlık görüldüğünden bir sene
sonra, Kur’ân-ı kerîm okurken öldürüldü (92-126).
17:
Yezîd bin Velîd bin Abdülmelik, akllı, zekî, dîne bağlı idi. İçkiyi yasak etdi
(90-126).
18:
İbrâhîm bin Velîd bin Abdülmelik, yetmiş gün halîfeliği Mervanla harb içinde
geçdi (?-126).
19:
Mervan bin Muhammed bin Mervan, cesûr, akllı, idâreci idi. Çok memleketler aldı.
Hâricîlerle harb edip reîsleri Dahhâkı katl eyledi. Abbâsîlere mağlûb olup
öldürüldü (72-132).
20:
Abdüllah seffâh bin Muhammed bin Alî bin Abdüllah bin Abbâs, âlim, âkıl,
tedbîrli, fasîh ve çok cömerd idi. Çiçek hastalığından öldü. Abbâsîlerin ilk
halîfesidir (104-135).
21:
Mensûr bin Muhammed, ilmi, edebi çokdu. Eğlenceye düşkün değildi. Cesûr, sabrlı
idi. Çok ibâdet yapardı (95-158).
22:
Mehdî bin Mensûr, âlim, cesûr, zekî, çok cömerd idi. Herkes onu severdi.
İ’tikâdı çok temizdi. Zındıkları katl etdi (126-169).
23:
Hâdî bin Mehdî, âlim, âkıl, fasîh ve cömerd idi. Mühründe (Allaha inanır ve
güvenirim) yazılı idi. (147-170).
24:
Hârûnürreşîd bin Mehdî, hergün ve her gece yüz rek’at nemâz kılardı. Bir yıl
hac, bir yıl gazâ ederdi. Her işinde islâmiyyete yapışırdı. Güzel huyları
kendisinde toplamışdı (148-193).
Târîh
kitâbının, vesîkaları ile birlikde olan yazıları, yukarıda kısaca bildirildi.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Gazâlî, imâm-ı Nevevî, ibni Hacer ve imâm-ı
Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî “rahime-hümullahü teâlâ” gibi âlimler de böyleydi.
Mevdûdî, Seyyid Kutb ve Hamîdullah gibilerin böyle olmadıkları meydândadır.
İslâm ilmlerinden ve islâm âlimlerinden haberi olmıyan ve islâmiyyetin içine,
özüne nüfûz edemeyip, müsteşrik kâfirler gibi dışardan gören kimseleri, islâm
âlimi sanmak kadar saflık olamaz. Mevdûdînin skolastik bilgiler dediği medrese
ilmleri, (Ulûm-i nakliyye)dir. Rasyonel bilgiler dediği fen bilgileri de
(Ulûm-i akliyye)dir. Bunların her ikisi de, islâm bilgileridir. Fıkh ve
hadîs âlimleri için, islâm bilgilerinden birisini biliyor, ötekini bilmiyor
diyecek kadar alçalmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir. İslâm âlimleri,
Kur’ân-ı kerîm ile, hadîs-i şerîfler ile övülmüş olan çok yüksek zâtlardır.
Peygamberlerin vârisleridirler. Aralarında iş bölümü yaparak, herbiri ayrı ilm
kolunu yaymak vazîfesini kendi üzerine almışdır. Bu iş bölümü, câhilleri
şaşırtmakda, onları başka ilm kollarında yükselmemiş sanmakdadırlar. Abdülvehhâb-i
Şa’rânî hazretleri, (Mîzân) kitâbının başında buyuruyor ki: (Fıkh
bilgilerinin mütehassısı ve fıkh ilminin kurucusu olan Ebû Hanîfe hazretleri,
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gibi büyük bir Velî idi. Onun gibi kerâmetler
sâhibi idi. Fekat, kalb ma’rifetlerini yaymak, rûhları temizlemek vazîfesini
üzerine almayıp, beden ile yapılacak ibâdetleri ya’nî fıkh bilgilerini yaymak
vazîfesini, üzerine almışdı. Yetişdirdiği müctehidler de böyle idi.) İslâmı
içerden yıkmak isteyen sinsi düşmanların, gençleri aldatmak için, islâm
âlimlerini bu yoldan da lekelemeğe saldırdıkları görülmekdedir. Böyle söyliyen
bir kimsenin, kendi yıkıcı plânlarını gizlemek için, islâmiyyeti ve islâm
âlimlerini yaldızlı ve yuvarlak kelimelerle ballandıra ballandıra övmesine
aldanmamalıdır. Meselâ, imâm-ı Muhammed Gazâlînin fârisî (Kimyâ-i se’âdet)
kitâbını okuyan kimse, onun tıb bilgisindeki derinliğini hemen anlar.
Karaciğerde kanın temizlendiği, safranın ve lenfin ve zararlı maddeler
eriyiklerinin burada kandan ayrıldığı, bu işde dalağın, böbreklerin ve safra
kesesinin rollerini, kandaki madde mikdarları değişmesinden sıhhatin
bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitâblarında olduğu gibi anlatmakdadır. İslâm
âlimleri, skolastik ilmde olduğu gibi, rasyonel ilmde de çok üstün oldukları
için, her asrda, her işlerinde muvaffak olmuşlar, islâm memleketleri,
medeniyyetin beşiği olmuşdur. Onların üstünlüğünü dünyâya yayan binlerce
kitâbları meydândadır. Dünyâ kütübhânelerini doldurmakdadır. Birçokları yabancı
dillere çevrilmişdir. Sinsi düşmanlardan başka herkes, bu hakîkati görmekde ve
bildirmekdedir. Onların eserlerini anlamak için, (Keşfüzzünûn) kitâbına
bakmak kâfîdir. Hadîs-i şerîfde Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki
fırkadaki islâm ismini taşıyan münâfıklar, o zemânlarda da, şimdiki (Dinde
reformcular)ın yapdıkları gibi, dinden olmıyan hurâfeleri islâmiyyete
sokmuşlardı. Fekat, Ehl-i sünnet âlimleri, bunları birer birer inceleyerek
ayıkladılar. Bugün Ehl-i sünnetin temel kitâblarında, hiçbir hurâfe, hiçbir
mevdû’ hadîs yokdur. Şemseddîn Sehâvînin, Şevkânînin, İbni Teymiyyenin, Abduhun,
Aliyyül Kârînin ve İzmirli İsmâ’îl Hakkının, Ehl-i sünnet kitâblarında, meselâ
Beydâvî tefsîrinde ve Gazâlînin İhyâsında mevdû’ hadîsler vardır demeleri doğru
değildir. Bu büyük âlimlere iftirâdır. Bu husûsda, kitâbımızın ellialtıncı
maddesinde geniş bilgi verilmişdir. Lutfen oradan da okuyunuz!
İslâmın beş
temel ibâdetinden biri olan cihâdı lüks hayât için, keyf ve hırs için yapılıyor
demesi de, Mevdûdînin kişiliğini ortaya koymakdadır. Cihâd yapmağı emr eden
âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler tevâtür hâlini almış olduğundan, burada
ayrıca bildirmeğe lüzûm görmüyoruz. (İslâmda Cihâd) kitâbında kendisi de
bunları i’tirâf etmekdedir. Ecdâdımız keyf için, tama’ için cihâd yapmadı. (İ’lâ-i
kelimetillah) için yapdı. Cihâdı devlet yapar. Ordu yapar. Milletin cihâdı,
ordunun emrinde çalışmakla olur.
Mevdûdî,
hak olan mezheblerle, bâtıl olan fırkaları birbirine karışdırmakdadır. Ehl-i
sünnetin gerek i’tikâddaki ve gerekse ameldeki mezheblerinin hiçbirinde mevdû’
ve islâma uymayan birşey yokdur. Yetmişiki bozuk fırkanın mevdû’, sapık ve
islâma uymayan tarafları vardır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri ve ondan önce ve sonra
gelen âlimlerin hepsi bu bozuk fırkaları tenkîd etdiler. Mevdûdînin,
Filipinlerden ve Hindistândan Portekize kadar ve Buhârâdan Merrâkişe kadar üç
kıt’aya ilm ve san’at saçan, üniversiteler kurmuş olan islâm me’ârifine bozuk
damgasını basması da, güneşi balçıkla sıvamağa kalkışmak gibidir. Bu yazıları
yazandan ziyâde, bu yazarı islâm âlimi sananlara dahâ çok şaşılır.
Mevdûdî,
(İslâmda İhyâ Hareketleri)nin yetmişdokuzuncu sahîfesinde: (Şâh
Veliyyullah Dehlevî i’tikâddaki asrlık şübheleri izâle etdi. Yeni rûh ile
zihnleri aydınlatdı) diyor.
Şah
Veliyyullah Ahmed Sâhib Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” de kendisi gibi,
dinde reformcu olduğunu bildiriyor. Müslimânların îmânları asrlarca şübhelerle
dolu idi demek, hep mezhebsizlik çöplüğünden çıkan pis kokuların esintileridir.
Veliyyullah-ı Dehlevînin, Ehl-i sünnet olduğuna eserleri şâhid olduğu gibi,
Abdüllah-i Dehlevî hazretleri de bildirmekdedir. Mevdûdîyi de, şübheli îmânın,
îmân olmadığını anlamıyacak kadar câhil sanmıyoruz. Fekat asrlar boyunca
müslimânların îmânlarının şübheli îmân olduğunu söylemek, câhillikden dahâ kötü
bir sapıklıkdır. Yeryüzündeki müslimânların yüzde doksanını teşkîl eden Ehl-i
sünnetin îmânları her asrda doğru idi ve inandıkları şeyde de şübheleri yok idi.
Bozuk fırkalar zâten, müslimânlığı temsîl edecek bir sayıda değil idi.
Seksenbirinci sahîfesinde, (Hilâfet fikri ve doktrini ile saltanat arasındaki
fark, Şah Veliyyullah tarafından îzâh edilmiş ve hadîs-i şerîfden, eskilerin pek
bilemediği tablolar onun tarafından çizilmişdir) diyor.
Şâh
Veliyyullahın (Musaffâ) denilen kitâbında, (Çağımızın budala adamları
ictihâdı terk etdiler. Deve gibi, burunlarına takılı halka ile nereye
gitdiklerini bilmiyorlar. Hepsi ayrı ayrı yollar tutmuşlar. Müşterek şu’ûra
sâhib olmamaları acınacak hâllerdendir) dediğini överek bildiriyor.
Şâh
Veliyyullah-ı Dehlevî, hiçbir kitâbında Ehl-i sünnet âlimlerine budala
dememişdir. Dört mezhebden ayrılmış olan sapık fırkalardan şikâyet etmekdedir.
Şâh Veliyyullahın, Ehl-i sünnet âlimlerine olan saygısını anlatmak için, onun
(İzâle-tül-hafâ) kitâbının ikinci cildinin üçyüzyetmişyedinci sahîfesinden
birkaç satırı terceme ediyoruz: Resûlullah buyurdu ki, (Fârisden [ya’nî
Îrândan] büyük âlimler hâsıl olacakdır). Buhârî ve Müslim ve Tirmüzî ve
Ebû Dâvüd ve Nesâî ve İbni Mâce ve Dârimî ve Dâre-Kutnî ve Hâkim ve Beyhekî ve
dahâ nice büyük hadîs âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hep Fârisde
yetişdikleri gibi, Ebüttayyib [Kâdı Tâhir Taberî] ve şeyh Ebû Hâmid [İsferâînî]
ve şeyh Ebû İshak-ı Şîrâzî ve Cüveynî [Abdüllah bin Yûsüf] ve oğlu imâm-ül
Haremeyn Abdülmelik bin Abdüllah Cüveynî ve imâm-ı Muhammed Gazâlî gibi fıkh
âlimleri Fârisde yetişmişlerdir. Hattâ imâm-ı Ebû Hanîfe ve Mâverâ-ün-nehrdeki
ve Horasandaki talebeleri de Fâris âlimleridir ve bu hadîs-i şerîfdeki müjdeye
dâhildirler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Her yüz senede bir
müceddid hâsıl olacakdır) buyurdu. Buyurduğu gibi, her yüz senede bir
müceddid hâsıl olup, dîni kuvvetlendirdiler. Birinci yüzyılda, Ömer bin
Abdül’azîz, meliklerin zulmlerini kaldırıp, adâletin esâslarını kurdu. İkinci
yüzyılda, imâm-ı Şâfi’î îmân bilgilerini açıkladı ve fıkh bilgilerini ayırdı.
Üçüncü yüzyılda Ebül-Hasen-i Eşarî Ehl-i sünnet bilgilerini şekllendirdi ve
bid’at sâhiblerini susdurdu. Dördüncü asrda Hâkim ve Beyhekî ve benzerleri,
hadîs ilminin temellerini kurdular. Ebû Hâmid ve benzerleri de fıkh bilgilerini
yaydılar. Beşinci asrda imâm-ı Gazâlî yeni bir çığır açıp, fıkh, tesavvuf ve
kelâm bilgilerinin birbirlerinden ayrı şeyler olmadıklarını bildirdi. Altıncı
asrda, imâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, kelâm bilgilerini yaydı. İmâm-ı Nevevî de fıkh
bilgilerini yaydı. Böylece zemânımıza gelinceye kadar her asrda bir müceddid
gelerek dîni kuvvetlendirdi. Yukarıdaki hadîs-i şerîfi ve benzerlerini, olacak
şeyleri haber veren mu’cizedir diyerek geçmemelidir. Bildirilen şeylerin
ehemmiyyetini ve kıymetlerini de anlamalıdır.
Şâh
Veliyyullah-ı Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-intibâh) kitâbının
üçüncü kısmında diyor ki:
İslâmın
vâciblerinden biri, (Ahkâm-ı ilâhî)yi öğrenmekdir. Bu da, Kitâbdan,
Sünnetden, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin eserlerinden ve Kitâb ile Sünnetden
istinbât olunan bilgilerden öğrenilir. Ahkâm-ı ilâhiyyeyi bildiren ilme (Fıkh)
ilmi denir. Fıkh âlimlerine (Fukahâ) denir. Fukahânın muhtelif mezhebleri
vardır. Sonra gelen âlimler, bu mezhebleri seçmekde ve bunlarla amel etmekde,
birbirlerinden ayrılmışlardır. Bunların çoğu, meşhûr olan mezheblerden birini
seçmeli, her işde bu mezhebi taklîd etmeli dedi. Kitâbdan, Sünnetden nasîbi
olmıyan ve âlimlerin kitâblarından anlamıyanlar için, böyle taklîd etmek
mubârekdir. Fekat taklîd ederken, Kitâba ve Sünnete uymağı niyyet etmiş olmaları
şartdır. Bir iş için, müctehidin ictihâdının, açık bir âyete veyâ hadîse
uymadığını çok zan ederse, bu işde, Kitâba ve hadîse dahâ uygun olan başka
müctehide uymalıdır. Bu iş için başka mezhebe uymak yasakdır dememelidir. Sonra
gelen âlimler arasında bir kimse, Sünneti ve Eserleri iyi öğrenmiş ve islâm
fukahâsından birinin sözlerini iyi incelemiş ise, bir fakîhin sened edindiği
hadîsi, râvîleri ile biliyor ise ve muhâlif görünen hadîsleri karşılaşdırarak
bunlardan hükm çıkarabilip, mezhebine hizmet edebiliyor ve mezhebinin imâmının
usûlüne uyarak yeni hükmler çıkarabiliyorsa, böyle âlimlere (Müctehid-i fil-mezheb)
denir. Bu yol da mubârekdir. Müslimânların çoğu, kendi memleketlerinde yayılmış
olan bir mezhebi veyâ babalarından, hocalarından işiterek öğrendikleri bir
mezhebi taklîd ediyorlar. Yalnız bir mezhebin kitâblarını okuyabilen ve
delîlleri incelemesini bilmiyen kimseler için bu yol uygundur. Din bilgileri,
(Zâhir bilgiler) ve (Nevâdir bilgileri) ve (Tahrîc bilgileri),
ya’nî âlimlerin çıkardıkları bilgiler olmak üzere üçe ayrılmışdır. (Fıkh), (Tesavvuf)
ve akâid fenlerinde hep bu üç ilm vardır. Bu üç fende, bu üç bilgiyi
birbirlerinden ayırabilen ve her bilgi için hükm koyabilen kimseye (İslâm
âlimi) ve (Müctehid) denir. Kitâbdan, Sünnetden ancak bu âlim anlar.
Begavî, (Tehzîb) kitâbında ve İmâm-ül haremeyn, (Hidâye)de ve
Rafi’î, (Şerh-i Vecîz)de ve İzzeddîn bin Abdüsselâm, (Gâye)de ve
Nevevî, (Şerh-i Mühezzeb)de ve Ebû Amr ibni Salâh, (Edeb-ül-fütyâ)de
ve Bedrüddîn Zerkeşî, (Kitâb-ül-bahr)de diyorlar ki, ilm ikidir.
Birincisini öğrenmek herkese lâzımdır. İkincisini öğrenmek, farz-ı kifâyedir.
Bunu, taklîdden çıkıp, müctehid olan âlim öğrenir. Bir şehrde, böyle bir âlim
bulunursa, başkalarının öğrenmesi lâzım olmaz. Böyle âlim hiç bulunmazsa, hepsi
âsî olur. Böyle bir âlim, bir mezhebe bağlı kalmadan, Kitâbdan, Sünnetden,
İcmâ’dan ve Kıyâsdan hükm çıkarır ise, buna (Müctehid-i Müstekıl) denir.
Uzun zemândan beri, böyle müctehid yokdur.
Müstekıl
olmıyan müctehid dörtdür. Birincisi, delîl aramakda ve hükm çıkarmakda,
mezhebinin imâmını taklîd etmez. İmâmının yolunda olduğu için, onun mezhebinde
olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir. Buna, (Müctehid-i müntesib)
denir. Bu, mutlak müctehiddir. Her zemânda bulunması lâzımdır. İkincisi, mezheb
imâmının usûl ve edillesine bağlı olan (Eshâb-ı tercîh)dir. Buna, (Müctehid-i
mukayyed) denir. Üçüncüsü, mezhebinin delîllerini bilir. Dördüncüsü mezheb
bilgilerini anlar ve nakl eder.
İctihâd
derecesinde olmıyan, ilm ile uğraşmıyan avâmın bir mezhebi taklîd etmesine izn
verilmişdir. İctihâd derecesinde olanın taklîd etmesi ise, mezmûmdur.
(El-İntibâh)dan terceme temâm oldu. El-İntibâhın (İthâf) ismindeki
hâşiyesinde, (Mezheb taklîdini bırakıp, doğruca âyete, hadîse göre iş görmeli
sözünü Şâh Veliyyullah söylememişdir. Bu sözü Şevkânî söylemişdir) diyor. (Şevkânînin
sözü efdal ve ekmeldir) diyerek, mezhebsiz olduğunu ortaya koyuyor.
Şâh
Veliyyullahın yukarıdaki yazıları, Mevdûdînin sapık olduğunu, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kıymetlerini anlamamış olduğunu
açıkça göstermekdedir. Her asrda gelen islâm âlimlerinin, hadîs-i şerîfle
övülmüş olduklarını, hepsinin aynı yolda olup, Resûlullahın yolunu yaymış ve
kuvvetlendirmiş olduklarını bildirmekdedir.
Seksenüçüncü sahîfesinde, büsbütün sapıtıyor. Bakınız ne hezeyânlar savuruyor:
(Hanefî ve Şâfi’î mezheblerindeki fıkh bakımından görüş ayrılığı dolayısıyle,
herbiri kendi görüşünü müdâfe’a için, ötekine garazkâr hükmler veriyor ve
karşısındakine aşırı derecede tehlükeli bir hâl alıyor. Her mezheb teferru’at
ile dolup taşmakda ve hakîkatler, tefsîr bolluğu içinde gayb olmakdadır)
diyor.
Bu
hezeyânlar, mezheb imâmlarına, büyük bir iftirâdır. Hiçbir fıkh kitâbında, dört
mezhebden biri için garez ve hased ile yazılmış tek bir kelime yokdur. Hattâ her
mezheb, zor durumda kalınca, başka mezhebi taklîd etmeği, câiz görmekdedir.
Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri (Hulâsat-üt-tahkîk)
kitâbında, bunu uzun anlatıyor. Bu kadar bozuk, saçma ve bu kadar açık yalan
ancak perde arkasından islâma saldıran bir sapığın yapacağı bir işdir.
Kitâbımızın 97. ci sahîfesinde, bu konuda geniş bilgi vardır. Lütfen oradan
okuyunuz! Zevallı Mevdûdî, islâmın mühim konuları olan kelâm ve fıkh bilgilerine
dalmağa özenmiş, fekat acemi olduğundan boğulup gitmişdir.
Doksanıncı
sahîfede, Şâh Veliyyullahı överek, onun (Tefhîmât) kitâbından şu
satırları aldığını bildiriyor:
(Bu zemânda
ilâhî bilgilerin rûhuna uygun olan gerçek, Hanefî ve Şâfi’î mezheblerini
birleşdirmekdir. Tefsîrleri tekrar gözden geçirmeli ve hadîs-i şerîflere karşı
olan kısmları elemeli, esâssız ve değersiz ne varsa çıkarmalıdır).
Bunları
okuyunca, dînini ve mezhebini bilen ve seven bir müslimânın tepesi atacak gibi
oluyor. Şâh Veliyyullah gibi büyük bir zâtın böyle sapık fikrler yayması
inanılacak şey değildir. Bunu din kardeşlerimize isbât etmek ve Mevdûdînin
yüzkarasını açığa çıkarmak için, Pâkistândan (Et-tefhîmât-ül-ilâhiyye)
kitâbını getirtdik. İki cild olup 1387 [m.1967] de Pâkistânda basılmışdır.
İkinci cildin yüzkırkikinci sahîfesinde diyor ki, (İslâmiyyetin aslı âyet ve
hadîsdir. Başka kaynak yokdur. Dünyâ işlerinde hükm vermek için ictihâd etmek de
câizdir. Bir iş için eskiden hükm verilmiş ise bu değişdirilemez. Din
bilgilerinde kıyâs ve icmâ’ yokdur). Mezhebsizler, (İctihâd kapısı kapanmaz. Her
zemân ictihâd yapılır) diyerek din bilgilerini değişdirmek istiyorlar. Bu
sözlerine Şâh Veliyyullahı sened gösteriyorlar. Hâlbuki, Şâh Veliyyullahın
yukarıdaki yazısı, din bilgilerinde ictihâdı ve kıyâsı hiç kabûl etmediğini
açıkça bildiriyor. Mevdûdî gibi ve Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin sözlerinin ve
senedlerinin çürük olduğunu gösteriyor. İkiyüzdoksanıncı sahîfesinde buyuruyor
ki, (Buhârî ve Müslim ve Sünen-i Ebî Dâvüd ve Tirmüzî gibi hadîs kitâblarını ve
Hanefî ve Şâfi’î fıkh kitâblarını okuyunuz! (Avârif-ül me’ârif) kitâbına ve (Nakşibendiyye
risâlesi)ne sarılınız! Bu büyükler, zikrleri ve (yâd-i dâşt)ı öyle açık
yazmışlardır ki, bir mürşidin öğretmesine lüzûm kalmamışdır. Tesavvuf
büyüklerinin nisbetlerine kavuşmak, çok büyük bir ni’metdir). Üçyüzbirinci
sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm.
Hangi mezhebin ve hangi tarîkatın dahâ iyi olduğunu, dahâ çok sevdiğini sordum.
Bütün mezhebler ve tarîkatlar müsâvîdir. Hiçbirinin diğerinden üstünlüğü yokdur
buyurdu). (Tefhîmât)ın birinci cildinin ikiyüzyetmişyedinci ve
ikiyüzyetmişdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Müslimânlar mezheblere ayrılmışdır.
Âlimler, Resûlullahdan gelmiş bulunan islâmiyyeti bildirmişlerdir. Birçok
bilgilerde birleşmiş, bir kısmında da ufak ayrılıklar olmuşdur. Fekat, sivâd-i
a’zam, ya’nî çoğunluk, doğru yola sarılmış, kendilerine uymıyanları inkâr
etmişlerdir. Muhâlifler, korkudan saklanmış veyâ (Takıyye) ya’nî
ikiyüzlülük yapmışlardır. Bu hâlleri de bid’at sâhibi olduklarını göstermekdedir.
Hak mezheblerin birleşdiği bilgilere sarılmalı, ayrıldıklarını da inkâr
etmemelidir. Peygamber olmıyan belli bir kimsenin mezhebine uymak farzdır diyen
kâfir olur. O kimse yaratılmadan önce de islâmiyyet vardı. Fıkh âlimleri
bildirmişlerdi. Müslimânlar, her zemân doğru mezheblerden birine uymuşlardır.
Çünki, o mezheb imâmının, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen
islâmiyyeti doğru olarak bildirdiğine inanmışlardır. Kalbime öyle geliyor ki,
ençok yayılmış olan Hanefî ve Şâfi’î mezheblerinde bugün mevcûd olan bilgileri
hadîs kitâbları ile karşılaşdırmak uygun olur. Aslı bulunmıyan bilgileri
çıkarınca, iki mezheb birleşmiş gibi olur. Geride kalan bilgilerde ortak olanlar
alınır. Ortak olmıyanlar da ruhsat ve azîmet olarak ayrılmış olur. Zarûret
hâlinde, ruhsat olanına uyulur) diyor. Burada mezhebsizlere de kesin cevâb
vermekde, (Bunlardan olmıyan müslimânlar müşrikdir) sözlerinin küfr olduğunu
açık olarak bildirmekdedir. [Şâh Veliyyullahın (Aslı bulunmıyan bilgiler)
dediği, câhil din adamlarının yazdıkları kitâblara kendiliklerinden ilâve
etdikleri bilgilerdir. Böyle bilgiler Hanefî ve Şâfi’î mezheblerinin temel
kitâblarında ve hadîs-i şerîflerde yokdur. Böyle bilgiler temizlendikden sonra,
iki mezheb arasında ayrılık çok az olduğu görülür. Çünki hadîs-i şerîflerde açık
bildirilmiş olan bilgilerde iki mezheb arasında, hattâ dört mezheb arasında hiç
fark yokdur. Açıkça bildirilmemiş olan bilgilerin çoğunda da fark yokdur. Farklı
olanlar azdır. Farklı olanların kolay olanlarına (Ruhsat) denir. Kolay
olmıyanlarına (Azîmet) denir. Kitâbımızın başında bu konuda geniş bilgi
verilmiş idi. Lütfen oradan da okuyunuz!] Mevdûdînin koz olarak yalnız son
cümlesini aldığı yukarıdaki yazı, hiç de onun görüşünü desteklememekde,
mezhebleri câhillerin, bid’at sâhiblerinin karışdırdıkları iftirâlardan
kurtarmakdadır. Nitekim, ikiyüzseksenüçüncü sahîfesinde, bunu dahâ açıklıyarak
buyuruyor ki, (Allahü teâlânın râzı olduğu şey, önce Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i
şerîfleri araşdırmakdır. Bir kimse, bu ikisini anlıyabilirse, bunlardan bilgi
çıkarabilirse, büyük ni’mete kavuşmuş olur. Bunları anlıyamazsa, geçmiş
âlimlerden bunları doğru olarak, sünnete uygun olarak anlamış ve anladıklarını
açıkca bildirmiş olduğuna inandığı birinin re’yine [ya’nî mezhebine] uymalıdır.
Arabî bilgileri, medrese derslerini bunları anlamak için öğrenmek lâzımdır.
Başka niyyetlerle öğrenmemelidir!). Görülüyor ki, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî de,
müctehid olan âlimlerin başka bir müctehide uymalarını men’ etmekde, bizim gibi
câhillerin ise, hak olan mezheblerden birine uymamız lâzım geldiğini
bildirmekdedir.
Şâh
Veliyyullahın (El-insâf) ve (İkd-ül-Ceyyid) kitâblarında dört
mezhebi öven değerli yazıları (Se’âdet-i Ebediyye)de uzun bildirilmişdir.
Bu iki kitâbı arabî olup, 1395 [m. 1975] de, İstanbulda, ofset yolu ile yeniden
birlikde basdırılmışlardır. Türkçe (Ni’met-ül-İslâm) kitâbında (Mezhebler
birleşdirilemez. (Müleffik) olmak bâtıldır) diye meydân okuyor. Hindistânda
yazılmış olan arabî (Fetâvâ-yül-haremeyn) ve fârisî (Seyf-ül-ebrâr)
kitâblarında ve Abdülvehhâb-i Şa’rânî hazretlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
(Mîzân) kitâbının önsözünde (Mezheb) ne demek olduğunu çok güzel
anlatıyor. Mezheblerin birleşdirilemiyeceğini vesîkalarla isbât ediyorlar. Bu üç
kitâb, İstanbulda, ofset yolu ile ayrı ayrı basdırılmışdır. Bin seneden beri söz
birliği ile (olamaz) denilen bir işi yapmağa ön ayak olmak, islâmiyyeti
tersine çevirmek demekdir. Bunu savunanlar, müslimân mıdır, yoksa islâm düşmanı
mıdır? Bunun takdîrini okuyanlara bırakıyoruz.
Şâh
Veliyyullah-ı Dehlevînin (Heme’ât) kitâbı, başdan başa, tesavvufu,
tarîkatleri anlatmakda ve övmekdedir. Fârisî olup, bindokuzyüzkırkdörtde,
Pâkistânda basılmışdır. Çeşidli sahîfelerinde diyor ki: Sâlik, hadîs kitâblarını
ve Sahâbe ve tâbi’înden gelen haberleri inceliyecek kadar âlim değilse, dört
mezhebden birini taklîd etmelidir. Bütün tarîkatler, i’tikâdda, farzları
yapmakda ve harâmlardan sakınmakda birbirlerinin aynıdır. Zikrler ve nâfile
ibâdetleri yapmakda ayrılmışlardır. Zikr ederken, dünyâ düşünceleri gelirse,
teveccühü kuvvetli olan zâtın yanında oturup, ona teveccüh etmelidir. Yâhud,
meşâyıh-ı kirâmın temiz rûhlarına teveccüh etmeli, kabrlerini ziyâret edip, cezb
olunması için yalvarmalıdır. Zikrden nefse sıkıntı gelirse, bunun, çeşidli
sebebleri vardır. Bunlardan biri, bulunduğu tarîkat meşâyıhına, ya’nî
mürşidlerine karşı edebe aykırı davranmakdır. Sâlik, sebebini anlıyamazsa, şeyh
teveccühü ve firâseti ile anlar ve bildirir. Bu fakîr [ya’nî Veliyyullah Dehlevî],
bâtınım ile, rûhlar âlemine teveccüh etdim. Her tarîkatin, buraya ayrı
nisbetleri olduğunu anladım. Türbelerde i’tikâf etmek de, ilerlemeğe yardım
eder. Selef-i sâlihîne dil uzatmak, yol kesen sebeblerdendir. Zikr meclislerine
meleklerin rahmet saçdıkları, zikr edenlerin etrâfını nûr kapladığı çok
görülmekdedir. Bir insanın rûhu, Peygamberlerin veyâ Evliyânın temiz rûhları ile
veyâ meleklerle bağlantılı olursa başkalarına bildirilmiyen şeyler buna
bildirilir. İnsan bir kimsenin Velî olduğunu anlayıp, onu severse, rûhu onun
rûhuna bağlanır. Yâhud mürşidini veyâ sâlih olan ceddini severek onun rûhuna
bağlanır. Ondan feyz alır, fâidelenir. Evliyânın kabrlerini ziyâret etmek,
Kur’ân-ı kerîm okuyup, sadaka verip, sevâbını rûhlarına göndermek, eserlerine,
evlâdına saygı göstermek, onların rûhları ile bağlanmağa yardım eder. Onları
rü’yâda görür. Tehlükeli yerlerde, kendi şekllerinde görünerek yardım eder,
kurtarırlar. Rûhlardan fâidelenmeğe (Üveysî olmak) denir. Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin cezbi çok kuvvetli olduğu için, kabrinde, diri olanlar
gibi tasarruf yapmakdadır. Bu fakîr [ya’nî Veliyyullah-ı Dehlevî], meşâyıhın
rûhlarına teveccüh ederek, çeşidli fâidelere kavuşdum. Meşâyıhın vefâtından
beşyüz sene geçince bedendeki tabî’î kuvvetler, hiç kalmaz. Kabrlerini ziyâret
edenlere te’sîrleri dahâ fazla olur. Rûha teveccüh ederek, ondan istifâde iki
sûretle olur: Birincisi, rûhlarının birbirlerine bağlandığını düşünmekdir. Bu,
birisini aynada görmeğe benzer. İkincisi, kabrini ziyâret edip, onu düşünmekdir.
Bu, gözünü açıp, birini karşısında görmeğe benzer.
Veliyyullah-ı
Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, (İzâle-tül-hafâ) kitâbının
beşyüzyirmiikinci sahîfesinde diyor ki, (Dört mezhebin ruhsatlarını, ya’nî
kolaylıklarını toplamak, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilen
nasslarla ve selef-i sâlihînin icmâ’ı ile ve açık olan kıyâs ile yasak
edilmediği zemân câiz olur.) Görülüyor ki, Şâh Veliyyullah, mezhebleri
birleşdirmeli demiyor. Kolaylıklarını almağı bile, şartlara bağlıyor. İzâle-tül-hafâ
kitâbı fârisî olup, Urdu diline tercemesi ile birlikde, 1386 [m. 1966] da
Pâkistânda basılmışdır.
Mevdûdî,
(İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbında, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmağa
devâm ederek, doksanbirinci sahîfesinde, yine onun (Musaffâ) adlı
kitâbından alarak, (İctihâd her devrde lâzımdır. Muayyen bir mezhebe
uymasa bile, yeni hükmler çıkarmak lüzûmludur. Çünki, her zemânın
husûsiyyetlerine göre ilâhî mükellefiyyetler şartdır. Şimdiye kadar yazılmış
olan mezheb kitâbları hem yetersiz, hem de ayrılıklarla doludur. İslâmın
prensipleri ile bu ayrılıkları izâle etmek tek çıkar yoldur) diyor.
Ağzının
suyunu akıtarak uçurduğu, pek hoşuna giden bu balonları da, Veliyyullah-ı
Dehlevînin şişirmiş olduğunu söylemekdedir. O büyük âlimi kendine yalancı şâhidi
yapmakdadır. Bu iftirâları, kendi iç yüzünü ortaya koymakda, maskesini
kaldırmakdadır. Bakınız, şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, meşhûr (İzâle-tül-hafâ)
kitâbının önsözünde ne buyuruyor:
(Kur’ân-ı
kerîmde bildirilmiş olan ahkâmın çoğu, mücmeldir. Selef-i sâlihînin tefsîrleri
olmadan çözülemez, anlaşılamazlar. Bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i
şerîflerin çoğu, Selef-i sâlihînden çok kimse bildirmedikçe ve müctehidler
bunlardan ahkâm çıkarmadıkça, sened olamazlar. O büyüklerin çalışmaları
olmasaydı, birbirlerine uymuyor sanılan hadîs-i şerîfler bir araya
getirilemezlerdi. Bunun gibi, bütün din bilgileri, meselâ (İlm-i kırâet)
ve (İlm-i tefsîr) ve (İlm-i akâid) ve (İlm-i sülûk) [ya’nî
tesavvuf ilmi], o büyüklerden gelmiş olmadıkça, sened olamazlar. Bütün bu
bilgilerde, Selef-i sâlihîne kaynak olan, ışık tutan, Eshâb-ı kirâmdır. Selef-i
sâlihînin yapışdıkları direk, Hulefâ-i râşidînin etekleridir. Bu aslı, bu direği
kırmağa çalışan kimse, bütün din bilgilerini yıkmış olur).
(İzâle-tül-hafâ)nın yirmibirinci sahîfesinde diyor ki, (Müctehid olmak için,
fıkh bilgilerinin çoğunun, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ’dan
ve kıyâsdan, edille-i tafsîliyyelerini bilmesi lâzımdır. Her hükmün delîlini
bilmelidir. Delîle zann-ı kavî hâsıl etmelidir. Bu zemânda, müctehid olabilmek
için bu beş ilmde mütehassıs olmak şartdır: İlm-i kitâb-ı kırâet ile ilm-i
tefsîr, ilm-i hadîs ki, her hadîsi senedleri ile bilmesi ve sahîhi, za’îfi hemen
tanıması, üçüncüsü, ilm-i ekâvîl-i selefdir. Ya’nî her mes’ele için selef-i
sâlihînin ne dediklerini bilmelidir ki, İcmâ’dan dışarıya çıkmasın. Bir mes’ele
üzerinde iki başka kavl olmuş ise, kendisi bir üçüncü yola sapmasın. Dördüncüsü,
ilm-i arabîyyet, ya’nî, lugât, nahv, mantık, beyân, me’ânî, belâgat ve sâir
arabî ilmlerdir. Beşincisi, ilm-i turuk-ı istinbât ve vücûh-i tatbîk-i beynel-muhtelifeyndir.
Böyle derin bir âlime müctehid denir. Böyle bir âlim, cüz’î mes’elelerden
birinde çok düşünür. Buna benziyen her hükmü, delîlleri ile birlikde inceler.
Muhakkak bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilmek için de, bu beş ilmde
derin mütehassıs olmak lâzımdır. Bunlardan başka, âyet-i kerîmelerin sebeb-i
nüzûlünü bildiren hadîs-i şerîfleri de bilmeli. Selef-i sâlihînin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” tefsîr için söylediklerini bilmeli, hâfızası, anlayışı
çok kuvvetli olmalı. Âyet-i kerîmelerin siyâk, sibâk ve tevcihlerini ve benzeri
şeyleri iyi anlamalıdır.) Mevdûdî ve Seyyid Kutb ve Hamîdullah gibi ictihâd
yapmağa ve tefsîr yazmağa kalkışanlar, bunları okusunlar da, islâm âlimlerinin
büyüklüklerini, yüksekliklerini anlasınlar. Fekat o anlayış da, büyük
meziyyetdir. Bunu anlamıyanların veyâ anlamağı ve anlaşılmasını istemiyenlerin,
islâm âlimi maskesi altında, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışdıkları ortaya
çıkmakdadır. Allahü teâlâ, böyle sinsi islâm düşmanlarına aldanmakdan
müslimânları muhâfaza buyursun! Kıymetli okuyucularımızın, mezhebsizlerin yanlış
ve çok tehlikeli yazılarına aldanmamaları için, (ictihâd) üzerinde aşağıda, ayrı
bir madde hâlinde bilgi vermeği uygun gördük.