Seyyid Kutb-1 48-50.Madde
48 —
Son senelerin reformcularından, Seyyid Kutb da, İbni Teymiyye ve Muhammed Abduha
hayranlığını, hemen her kitâbında i’lân ediyor. (İstikbâl islâmındır)
kitâbında, yalnız (islâmiyyet) kelimesini övmekde, bu kelimeyi nasıl
anladığını, hangi mezhebde olduğunu açıklamamakdadır. Doksandördüncü sahîfesinde:
(İslâm ülkelerini tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan ma’nevî
önder, imâm-ı İbni Teymiyye idi) diyor.
Tatar sözü
ile, Cengiz imperatorluğunu kasd ediyorsa, altıyüz ellialtı (656) senesinde
Hülâgü kâfirinin ordusundaki gürcü, acem ve tatarlar Bağdâdı yakıp yıkarken ve
yüzbinlerce müslimânı kılınçdan geçirirken, ibni Teymiyye dahâ dünyâda yokdu.
Altıyüzaltmışbir (661) hicrî senesinde Harrânda doğmuşdu. (İslâm
Ansiklopedisi) beşinci cildinde (ibni Teymiyye, Moğollara karşı cihâd için
va’z etmeğe me’mûr edildi. Altıyüzdoksandokuzda, va’z etmek için, Şâm civârında
Şakhabda Moğollara karşı kazanılan zaferde bulundu) denilmekdedir. (Mir’ât-i
Kâinât) kitâbının yüzotuzyedinci sahîfesinde (Hülâgünün torunlarından sultân
Mahmûd Gâzân hân, altıyüzdoksandörtde Moğol devleti reîsi oldu. Bu sene, vezîri
emîr Nevruzun nasîhatleri üzerine müslimân oldu. Kur’ân-ı kerîm okudu. O sene
oruç tutdu. O gün, kumandanlarından, vezîrlerinden, askerinden dörtyüzbin kişi
müslimân oldu) diyor. (Kısas-ı Enbiyâ)nın dokuzyüzotuzuncu sahîfesinde,
(Gâzân Mahmûd hân, islâmiyyetin kuvvetlenmesi için elbirliği ederek kardeşçe
çalışmasını, Mısr sultânı Nâsıra yazdı. Türkmâniyye sultânlarının dokuzuncusu
olan Nâsır, bunu dinlemedi. Nâsırın askeri Mardin taraflarını yağma eyledi.
Gâzân hân buna karşılık, altıyüzdoksandokuzda Halebe geldi. Humusda Nâsır
bozguna uğradı. Gâzân hân, Kapçak adındaki kumandanla bir mikdâr askeri Şâmı
almak için bırakıp kendisi memleketine gitdi. Nâsır, Mısrda asker toplayıp Şâma
gönderdi. Kapçak bunu işitince, Şâmı muhâsaradan vaz geçip geri döndüler)
demekdedir. Görülüyor ki, ön safda bulunan ma’nevî önder gibi yaldızlı
kelimelerle övülen ibni Teymiyye, iki islâm askerinin harb etmesini kızışdırmış,
kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslimânın ölmesine sebeb olmuşdur. Seyyid
Kutbun, ibni Teymiyyeyi bir islâm mücâhidi olarak gösterebilmek için kötülediği
Gâzân hân ise, Tebrizde, pek kıymetli bir san’at eseri olan, eşi görülmemiş
büyük bir câmi yapdırmış; oniki büyük medrese, sayısız tekkeler, hanlar, hayr
işleri meydâna getirmişdi. Mekke ve Medîneye çok hediyyeler göndermiş, köyler
vakf etmişdi. Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Şemseddin Sâmi beğ, Gâzân hân için,
(Adâleti, hakkı yerine getirmeği pek severdi. Çok fazîletleri, üstünlükleri
vardı. Seyyidlere, âlimlere saygılı idi) demekdedir. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet
âlimlerinin yapdıkları gibi bu iki islâm sultânına nasîhatlar verip, din kardeşi
olduklarını söyleyip, (Kardeşlerinizin arasını bulunuz!) meâlindeki
âyet-i kerîmeye uysaydı, zâten iyi niyyetli olan Gâzân hân ile, sultân Nâsır
“rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” birleşirler, yardımlaşırlar, büyük bir islâm
imperatorluğu meydâna gelmesine sebeb olabilirdi. Târîhin gidişi, dünyânın yüzü
bile değişebilirdi. Fekat, o bu hayrlı işi yapmadı. İlm adamlarını ve devlet
başkanlarını birbirlerine düşürdü.
İbni
Teymiyyeden önce, tatar kâfirleri islâm memleketlerini yakıp yıkarken ve
milyonlarca müslimânı şehîd ederken müslimânların dinlerini, îmânlarını koruyan,
ibni Teymiyye gibi, bid’at sâhibleri değildi. Burhaneddîn-i şehîd, Fahreddîn
Râzi, Ömer Nesefî, Sadreddîn Konevî, şeyh Sa’dî Şirâzî ve dahâ nice Ehl-i sünnet
âlimlerinin va’zları ve kitâbları ile Ahmed Rıfâî, imâm-ı Gazâlî, Necmeddîn
Kübrâ, Ahmed Nâmıkî Câmî ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi mürşidlerin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” yetişdirdikleri binlerce Evliyâ idi. Bu büyük âlimler,
Velîler, milletleri, memleketleri hem irşâd etdiler, hem de cihâd edip, er
olarak kâfirlerle döğüşdüler. Çoğu şehîd oldu. Târîh meydândadır.
49
— İbni
Teymiyyenin doğru yoldan sapmış olduğunu kırkikinci maddede bildirmişdik. Onun
hayranlarının da, doğru yol ile ne kadar bağlılığı olabileceğini düşünmeğe bile
lüzûm yokdur. Seyyid Kutb, (Cihân Sulhü ve İslâm) kitâbında da ona
bağlılığını göstermekden geri kalmamışdır:
(Devletçilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği
kadar açıklanmamışdır) diyor. Bu bilgilerin, kendi kitâblarından
öğrenilmesini istiyor. Altıyüz senelik Osmânlı devletinin kanûnları,
anayasaları, fetvâları, arşivlerdeki vesîkaları, sayılmıyacak kadar çokdur.
İslâmda devletciliği anlatan binlerce kitâbı incelemek için, ömr harc etmek
lâzımdır. Avrupalı müsteşrikler ve İsrâil profesörleri, şimdi İstanbulda bunları
inceliyor. Hayran kalıyorlar.
(İslâm
ve medeniyyetin problemleri) kitâbında da, islâm islâm diye yanıp yakılıp,
islâm toplumu ve ilâhî yol ateşi ile tutuşduğunu anlatıp, talebe iken işitdiği
garblı felsefecilerin yaldızlı sözlerini ve keskin zekâlı diplomatların geniş
fikrlerini uzun uzun yazarak gençlere, bir kurtarıcı, bir mücâhid gibi
görünüyor. Sapık düşüncelerini çok kurnazca aşılamağa çalışırken:
(İslâm
toplumunu inşâ ederken, bağlı olduğumuz şey, islâm fıkhı değildir. Bu fıkha
yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey, islâm yolu, islâm düstûru, islâm
anlayışıdır) diyor.
Fıkh
kitâbları ve asrlar boyunca yazılmış olan devletçilik kitâbları, islâm yolu
değil imiş de, o kendi görüşü, anlayışı ile islâm düstûru yapıyormuş. İslâm
âlimlerinin, mezheb imâmlarının, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden
çıkararak yazdıkları fıkh kitâbları bırakılacak, felsefeci Kutbun düşünceleri,
bunların yerine konacakmış. Seyyid Kutb yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâma
göre, bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir âiledir. Irk ve din
ayırımı yapmadan bütün beşeriyyete mutlak adâleti emr eder) diyor.
Gazâlînin,
(Kimyâ-i se’âdet) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli
alâmeti, müslimânları sevmek, kâfirleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hak, Îsâ
aleyhisselâma buyurdu ki, (Eğer, yerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların
ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe,
hiç fâidesi olmaz). Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü
teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmezler)
buyuruldu. Allahü teâlâ ve onun Peygamberi; mü’minlerle kâfirleri ayırmamızı emr
ediyor. Yalnız mü’minlerin kardeş olduklarını bildiriyor. Seyyid Kutb ise, bütün
insanların, din ayırımı olmadan, bir âileyi kuran kardeşler olduklarını
yazmakdadır.
50
— Seyyid Kutb,
yine (Cihân Sulhü) kitâbında, (İslâmiyyet, diğer dinlere nefret
ma’nâsını taşıyan dînî teassubu kabûl etmez) diyor. Kâfirleri sevmemeğe
teassub damgasını vuruyor. Muhammed Ma’sûm hazretleri, yirmidokuzuncu mektûbunda
buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek ve Dâr-ül-harbde
bulunanlarına sert davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur’ân-ı kerîmde açık
olarak emr edilmişdir. Bunda şübheye yer yokdur. [Bekara sûresi 256.cı âyetinde,
kimsenin ikrâh ile, ölüm ile tehdîd edilemiyeceği yazılıdır. Cihâd etmek, bu
âyet-i kerîmeye muhâlif değil midir? Bunun cevâbı (Tâm İlmihâl) yirmi ve
kırkbirinci maddelerinde yazılıdır.] Kur’ân-ı kerîme uymamız farzdır). Zimmîlere
karşı âdil olmak, onlara hiç kötülük yapmamak lâzımdır. Seyyid Kutb, Dâr-ül-harbdeki
kâfirleri de zimmîler gibi sanıyor. Yine bu kitâbında:
(İslâm insanlara zorla kabûl etdirilmesi lâzım gelen bir din değildir. Hiç
kimseye zorla dîni kabûlü emr etmez) diyor. Hâlbuki, cihâd demek, Allahü
teâlânın kullarının müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörleri yok
ederek, onları müslimân yapmak demekdir. Îmân edenler, hakîkî müslimân olur.
Îmân etmeyip teslîm olanlar, zimmî olur. Allahü teâlâ, bütün kullarını zor ile
müslimân yapmak, zor ile Cehennemden kurtarmak için cihâdı emr etdi. Nisâ
sûresinin doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek,
din düşmanları ile Allahın dînini yaymak için cihâd edenler, oturup ibâdet
edenlerden dahâ üstündür) buyuruldu. Cihâd, gazâ, kâfirlere güç kullanarak
(emr-i ma’rûf) yapmakdır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Seyyid Kutb,
yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâmın
hiçbir zemânında harbden gâyesi, zor ile müslimânlığı insanlara kabûl etdirmek
değildir. Böyle bir zorlamaya islâmın ne nazarî prensiblerinde, ne de târihî
inkişâfında rastlamak mümkindir. İslâm, islâmı bilmeyen câhillerin ve islâm
düşmanlarının zan etdiği gibi, aslâ kılınç ile intişar etmiş değildir. Dînin
tabî’atinde olmıyan harb, hiçbir zemânda dîne da’vet vesîlesi olarak
kullanılmamışdır) diyor.
Seyyid
Kutbun, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen ve
milyonlarca kitâbda sözbirliği ile yazılmış olan ve her milletin târîhlerinde
sürülerce misâlleri bulunan islâm cihâdını tersine çevirmesi, beyâza kara demek
gibi, şaşılacak birşeydir. Yukarıdaki yazılar, hiçbir müslimânın, hattâ hiçbir
okumuş insanın inanacağı birşey değildir. Bunları yâ hiç okumamış bir câhil veyâ
bir ahmak, yâhud da islâmiyyetle ilişiği olmıyan, Kâdıyânî (Ahmediyye)
adındaki Hindistânda İngilizlerin ortaya koyduğu uydurma dindeki kimseler
söyler.
Kendisi de
Nisâ sûresinin yetmişüçüncü ve sonraki âyetlerini açıklarken, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri gibi hakîkati yazmak zorunda kalmışdır. Fekat, bir
yandan (Müslimân harbe, Allah yolunda döğüşmek, Allahın kelâmını yüceltmek için,
Allahın nizâmını beşerî hayâta hâkim kılmak için çıkar. Sonra bu yolda öldürülür
ve şehîd olur. Cihâd her zemân lâzımdır. İlâhî da’vet ile birlikde yürüyen bir
unsurdur) derken ve cihâda teşvîk eden hadîs-i şerîfleri yazarken, bir yandan
da, (Tevhîd ve hicretden yüz çevirirlerse, onları yakalayıp bulduğunuz yerde
öldürün!) meâlindeki âyetin tefsîrinde, yine kendi fikrlerini aşılamakda ve
(Kâfirler islâmı kabûle zorlanmaz. Kat’iyyen dinlerine ta’n edilmez. İslâm,
kendisine inanmıyanları saflarına zorla da’vet etmez. Bu din, başkalarını,
kendisini kabûle zorlamaz) diyerek islâmiyyete iftirâ etmekde, bir sahîfe önce
yazdıklarını inkâr etmekdedir. Yüzüncü âyet-i kerîmeyi, (Her kim Allah yolunda
hicret ederse, yer yüzünde bereket ve vüs’at bulur. Yolda ölürse, Allahü teâlâ
ecrini verir) güzel tefsîr ederek, kâfir memleketinde kalan müslimânların, Dâr-ül-islâma
hicret etmelerinin vâcib olduğunu doğru anlatıyor. Görülüyor ki, kâfir
memleketinde bulunanlar islâm memleketine hicret edecekdir. Hükûmete karşı
çıkarak, fitne uyandırmıyacakdır. Seyyid Kutb, bu fitneye, cihâd demekdedir.
Hâlbuki, cihâd, islâm devletinin, ordusu ile ve bütün yeni silâhları ile, modern
harb üsûlleri ile, kâfir hükûmetlerle savaşarak, insanları, küfrden, zulmden
kurtarmak demekdir. Kâfir memleketlerinde bulunan müslimânların cihâdı,
ferdlerin devlet kuvvetlerine karşı durmaları demek değildir. Kanûnlar
çerçevesinde islâm bilgilerini yaymakla, islâmın kıymetini, fâidelerini herkese
bildirmeğe çalışmakla ve islâmın güzel ahlâkını göstermekle olur.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, (Mektûbât)ının ikinci cildi, altmışdokuzuncu
mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, Allahü teâlânın
ismini ve dînini yaymağa ve din düşmanlarını za’îfletmeğe niyyet etmelidir.
Müslimânlara böyle emr edilmişdir. Cihâd da bu demekdir).
Tevbe
sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe
inanmıyan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün harâm etdiklerine harâm demiyen ve hak
olan islâm dînini kabûl etmiyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl etdiklerini veyâ
müslimân olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz) buyuruldu. Hazret-i
Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca bir hutbe okuyup, (Ey Resûlün Eshâbı!
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine yeryüzünün her tarafında
memleketler vereceğini söz verdi. Hani, bu va’d edilen yerleri zabt ederek,
dünyâda ganîmete, âhıretde gâzîlik ve şehîdlik rütbesine kavuşmak isteyen
kahramanlar nerede? Dîni Allahın kullarına ulaşdırmak için can ve baş fedâ
edecek, vatanlarını bırakıp, din düşmanı diktatörler üzerine gidecek gâzîler
nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” cihâda,
gazâya teşvik buyurdu. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm, kâfirlerle, zâlimlerle
cihâd etmeğe söz verdiler. Yerlerini, yurdlarını bırakıp, yeryüzüne yayıldılar.
Ölünciye kadar cihâd etdiler. Bu cihâd her asrda devâm ederek, müslimânlar
kılınc gücü ile üç kıt’a üzerinde ilerledi. Aldıkları yerlerin ehâlîsi yâ
müslimân oldu, yâhud, cizye denilen vergiyi vermeği kabûl ederek, islâmın
adâletine sığınanları, kendi ibâdetlerinde serbest bırakıldı. Fekat, bunlar da
mu’âmelâtda ve ukûbâtda islâmiyyete uymağa mecbûr tutuldu. Böylece, hükmen
müslimân sayıldılar. Râhat ve huzûr içinde yaşadılar.
İslâmiyyet,
dünyâda iki dürlü memleket, vatan tanımakdadır: (Dâr-ül-islâm) denilen
islâm vatanı ve (Dâr-ül-harb) denilen kâfir vatanı. Dâr-ül-islâmda,
müslimânlar ve cizye vermeği kabûl eden kâfirler yaşar. Bu kâfirlere, (Ehl-i
zimmet) veyâ (Zimmî) denir. Bunlar, müslimânların hak ve
hürriyyetlerine tam mâlik olarak, râhat ve huzûr içinde yaşarlar. Kendi
ibâdetlerini serbestce yaparlar. İslâmın adâletine, kanûnlarına uyarlar. (Dâr-ül-harb)
denilen kâfir memleketlerine gelince, islâmiyyet bunların adâletine, emniyyetine,
râhatına, huzûruna hiç karışmaz. İslâmiyyet yalnız bunların îmân ederek
hakîkaten müslimân olmalarını veyâ cizyeyi kabûl ederek hükmen müslimân
sayılmalarını ister. Bu ikisinden birine kavuşmaları için bunlara zulm eden
diktatörlerle cihâd yapılmasını müslimânlara emr eder. Güç kullanarak cihâd
yapmak devlet başkanının veyâ onun ta’yîn edeceği kumandanın emri ile olur.
Herkesin kendi kendine kâfirlere saldırması, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur.
Şaşılacak şeydir ki, kendisi de Mâide sûresinin tefsîrine başlarken, bu iki
memleketi doğru olarak açıklamakda kendi görüşlerini saklamakdadır.
İmâm-ı
Muhammedin (Siyer-i kebîr) kitâbının tercemesi, seksenikinci sahîfesinde
buyuruyor ki, (Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında
müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emr
olundu. Sonra, ikinci emr gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle
islâmiyyeti bildir! (Ehl-i kitâb) denilen yehûdîlerle hıristiyanlara
yumuşak, güzel karşılık ver denildi. Üçüncü emr ile harb etmeğe yalnız izn
verildi. Dördüncü emr ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz,
diyerek, karşı koymak farz oldu. Medînede islâm devleti teşekkül edince, beşinci
olarak, dört aydan başka zemânlarda harb ediniz emri geldi. Altıncı olarak gelen
âyet-i kerîmede devletin, ordunun kâfirlerle her zemân harb etmesi emr olundu.
Böylece, cihâd etmek, farz-ı kifâye oldu. Devlet cihâda hâzırlanmaz, cihâd
etmezse, bütün müslimânlar Cehennem azâbı çeker. Devletin her zemân cihâda
hâzırlanması lâzımdır. Böylece bütün millet azâbdan kurtulur. Sulh hâlinde ve
arada anlaşma varsa, ansızın saldırılmaz. Önce, anlaşmanın bozulduğu haber
verilir. Kâfirler Dâr-ül-islâma saldırınca, bu zâlimlere karşı, kadın, erkek,
bütün müslimânların ordunun emrinde harb etmeleri farz-ı ayn olur).
Seyyid Kutb
(Yoldaki İşâretler) kitâbında, cihâdı bizim bildirdiğimiz gibi, doğru
olarak yazmış ise de, yukarıdaki düşüncelerini, orada da, tekrarlamakdan kendini
alamamışdır. İslâmiyyeti, bir kitâbında başka dürlü, başka kitâbında ise başka
dürlü anlatması münâfıklık alâmetidir. Komünistler de, başka memleketlerde başka
başka propaganda yapıyorlar. Kendilerini gizliyorlar. Yine (Cihân Sulhu)
kitâbında:
(İslâmda
huzûr ve barış, bütün insanlar arasında adâlet ve emniyyeti gerçekleşdirmek
ma’nâsına olan Allahın kelimesini (= irâdesini) gerçekleşdirmekden ibâretdir)
diyor.
İslâmiyyet,
huzûru ve barışı, Dâr-ül-islâmda te’mîn eder. Bunun için de, Dâr-ül-islâmdaki
müslimânların ve zimmîlerin, islâmın emrlerine ve yasaklarına uymaları yetişir.
Çünki, huzûr ve barış, ancak Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla
sağlanır. Bunlara uymıyanlar, yine islâmın gösterdiği cezâlarla doğru yola
getirilir. Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin râhatları, huzûrları ve barış içinde
yaşamaları için, müslimânlar harb etmez. Zâten harb ile kâfirler huzûra ve
barışa kavuşamaz. Kâfirlerin huzûra, barışa kavuşmaları, ancak müslimân olmaları
veyâ cizyeyi kabûl etmeleri ile olabilir. Kur’ân-ı kerîme uyulan yerlerde huzûr,
barış ve adâlet kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ, zâten bunun için
islâmiyyeti kullarına lutf etmiş, ihsân etmiş, göndermişdir. Muhammed
aleyhisselâmın gönderilmesi, bütün insanlara rahmet olmuşdur. İşte müslimânlar,
kâfirleri bu tek yoldan huzûra, barışa kavuşdurmak için cihâd eder. Yeryüzündeki
bütün insanların müslimân olmakla şereflenmeleri için canlarını, mallarını fedâ
ederler. Allahü teâlâ, bütün insanları müslimân olmaları için yaratdığını
bildiriyor. Bütün insanlara, müslimân olmalarını emr ediyor. Kullarını bu
se’âdete kavuşdurmak için cihâd edenlere çok sevâb vereceğini söz veriyor.
Allahın kelimesini yaymak demek, (Kelime-i tevhîd)i yaymak demekdir.
Cihâd demek, Kelime-i tevhîdi, ya’nî îmânı yaymak demekdir. İnsanlar arasında
adâleti, huzûru, barışı ve emniyyeti gerçekleşdirmek için, biricik çıkar yol,
dünyânın her yerine Kelime-i tevhîdi yaymakdır. Dünyâ barışı, ancak böyle
sağlanabilir. (Siyer-i kebîr) tercemesindeki hadîs-i şerîfde,
(İnsanlar ile harb etmeğe emr olundum. Lâilâhe illallah kelimesini söyletinceye
kadar, onlarla döğüşürüm) buyuruldu. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd,
bütün insanları, îmân etmeğe çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabûl
etmelerine mâni’ olan diktatörleri ile devletin harb etmesidir. Ferdlerin cihâdı
ise, mal ile, fikr ile ve her lâzım olanı yapmakla ve düâ etmekle islâm ordusuna
yardım etmekdir. Cihâd etmek farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın,
çocuk bütün milletin devlete yardım etmeleri farz-ı ayn olur. Devlet hazînesinde
para varsa, milletden, para, mal toplamak, tahrîmen mekrûhdur. Devlet malı
yetişmezse, milletden yardım istemesi câiz olur. Zor ile aldığı yardımları,
sonra ödemesi lâzımdır.
Cihâd
yapabilmek için, müslimânların kâfirlerde bulunan harb vâsıtalarının hepsini
yapmaları ve kullanabilmeleri ve sulh zemânında buna hâzırlanmaları farz-ı
kifâyedir. Yirminci asrın sonlarında kâfirler her dürlü neşr ve propaganda yolu
ile soğuk harb yapıyor. İslâmiyyete durmadan saldırıyorlar. Gençleri aldatmağa
uğraşıyorlar. Müslimân devletleri bir yandan atom gücü, füzeler, jetler,
elektronik âletler yapmalı, öte yandan da kâfirlerin soğuk harbine karşı
koymalıdır. Kitâb, mecmû’a, gazete, radyo, televizyon ve filmler ile
islâmiyyetin üstünlüğünü, fâidelerini, hem müslimânlara, müslimân yavrularına
öğretmeli, hem de bütün dünyâya yaymalıdır. Bunu yapabilmek için, islâm
bilgilerinin hem din, hem de fen kollarını iyi öğrenmelidir. Millet de devletin
bu çalışmalarına yardım etmelidir. İslâm medreselerinde eskiden fen bilgileri de
okutuluyordu. İslâma hizmet etmek ve din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını
yüzlerine çarpabilmek istiyenlerin, bugün de, en az lise bilgilerini ve Ehl-i
sünnetin temel bilgilerini iyi kavramaları lâzımdır. Bu ikisinden birinde eksiği
olanların islâmiyyete fâideleri değil, zararları dokunur. Yarım âlim insanın
dînini alır sözü meşhûrdur. Bunları erkekler yapmalıdır. Erkekler çalışınca,
kadınlara yapacak hiçbir ağır iş kalmaz. Devlet her köyde Kur’ân kursları
açmalı, kız, oğlan her çocuğa Kur’ân ve ilm-i hâl öğretmelidir. Bu vazîfeyi
ihtiyârlar ve hanımlar yapmalıdır. Her müslimânın, din bilgilerini öğretdikden
sonra, oğlunu liseye ve üniversiteye göndermesi lâzımdır. Müslimânlar
çocuklarını okutmazsa, devlet işleri, idâre ve kumanda makâmları, propaganda
vâsıtaları, teşrî’ ve icrâ organları kâfirlerin, mürtedlerin elinde kalır. Küfrü
yayarlar. Müslimânlara işkence yaparlar. İslâmiyyete hizmet etmek için,
erkeklerin üniversiteyi bitirmeleri ve dahâ da çalışmaları lâzımdır. İslâm ile
küfr, hergün çarpışıyor. Birisi, elbette ötekini yenecekdir. Bu ölüm kalım
savaşına katılmıyan, bu korkunç savaşdan haberi bile olmıyan ahmaklar, dünyâda
da, âhıretde de cezâ, azâb göreceklerdir. İslâm düşmanları ile savaşan hükûmete
elinden geldiği kadar yardım edenler, cihâd, gazâ sevâbına kavuşacaklardır.
İslâm bilgilerinin yayılmasına mâni’ olan ve gazeteleri, radyoları ve
televizyonları ile islâm dînine saldıran, milletlerini sömürerek, bütün
gelirlerini kendi zevk ve eğlenceleri için insanları köle yapmak için kullanan
azgın, zâlim kâfirlere karşı cihâd yaparak, ma’sûm insanları bunların
pençelerinden kurtarmamız ve se’âdete kavuşdurmamız emr olundu. Bu emr, bu
ibâdet, devlete, cihâd ordusuna yardım etmekle olur. Devletden iznsiz yapılırsa,
cihâd değil, fitne çıkarmak ve anarşi olur. Allahü teâlâ çalışana yardım eder.
Boş oturanı sevmez ve yardım etmez.
Müslimân
ismini taşıyanların yetmişüç fırka olacağı, hadîs-i şerîfde bildirildi. Bu
hadîs-i şerîf, (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında açıklanmakda ve
(Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında bulunduğu bildirilmekdedir.
Îmânları başka başka olan bu fırkalar birbirleri ile birleşemez. Önce,
inançlarının birleşdirilmesi lâzımdır. Müslimânların çeşidli fırkalarını
birleşdirelim diyenler, hak üzerinde birleşmelerini istemelidirler. Çünki,
bunların içinde yalnız (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Geri
kalan yetmişiki fırkanın, bozuk îmânlarından dolayı Cehenneme gidecekleri
hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Müslimânların hak üzerinde birleşebilmeleri
için, hepsinin Ehl-i sünnet i’tikâdında, aynı inançda olmaları lâzımdır. Bunun
için de, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
bildirdiklerini yazan, kitâb, mecmû’a ve gazeteleri okumalı, bunları tanıdıklara
göndermelidir. Bu bilgilerin yayılmasına çok çalışmalıdır. Mektebe giden
çocuğunu her akşam kontrol etmeli, ahlâkını bozan, dînini ve îmânını çalmağa
çalışan soysuz öğretmeni varsa, bunu meârif vekâletine bildirmeli, çocuğu
vicdanlı, şerefli, ilm ve Hak adamı öğretmenleri bulunan okula nakl etmelidir.
Evlâdının sonsuz felâkete sürüklenmesini önlemeli, din düşmanlarının tuzaklarına
düşmemesi için çok uyanık olmalıdır. Çocuklarını, Kur’ân-ı kerîm hocasına
göndermelidir. Onların körpe dimağlarının, temiz rûhlarının, Kur’ân-ı kerîmin
nûru ile aydınlanmasına çalışmalıdır. Çocuklar ancak böylece müslimân
yetişebilir. Bir memleket, çocukların müslimân yetişmesi ile müslimân kalabilir.
Bu yazılanlar fikrle olan cihâddır. Bu cihâd da, savaşla olan cihâd gibi
farzdır.