Seyyid Kutb-2 51-56.Madde

51 — Seyyid Kutb (Cihan Sulhu ve İslam) kitâbında diyor ki: (Zekât, her sene esâs servetden yüzde iki buçuk mikdârında tahsîl edilir. Bu vergiyi her vergiyi tahsîl etdiği gibi, ancak devlet tahsîl eder. Sarf edilmesi ile vazîfeli olan da, devletdir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen bir mu’âmele değildir. İşte zekât bir vergidir. Bunu devlet tahsîl eder ve belirli yerlere sarf eder. Zekât, elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir.

Eğer bugün, ba’zı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleri ile ayırıp yine kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, islâmın farz kıldığı bir şekl ve nizâm değildir) diyor.

Seyyid Kutb, zekât üzerinde de, İbni Teymiyyenin sözlerini tekrar etmekden kendini kurtaramamış, burada da, Ehl-i sünnet âlimlerinden ayrılmışdır. Mevdûdî ile Hamîdullah da, böyle yazıyorlar. Ehl-i sünnetin dört mezhebi, sözbirliği ile bildiriyor ki, (Zekât) demek, (Bir müslimânın tam mülkü olan Zekât malı)nın ya’nî halâl yoldan mâlik olduğu, elindeki zekât malının belli bir kısmını, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen sekiz sınıf müslimândan yedisine temlîk, teslîm etmesi, vermesi demekdir. Hanefî mezhebinde, bunlardan yalnız birine de verilebilir. Bu yedi kimse, fakîr, miskin, âmil, ya’nî hayvan zekâtını ve uşr denilen toprak mahsûlleri zekâtını toplayan kimse, hac ve gazâda olan kimse, evinden ve malından uzak kalmış olan ve borclu olan kimse ve âzâd olacak köledir. Sekizinci sınıf, (Müellefe-i kulûb) denilen kimseler olup, kalblerine îmân yerleşdirilmesi istenilen veyâ kötülükleri önlenmek istenilen ba’zı kâfirler ve yeni îmân etmiş olan ba’zı za’îf müslimânlar idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunların üçüne de zekât verirdi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr zemânında, Beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbni Âbidînde yazılı âyet-i kerîmeyi ve (Kütüb-i sitte)nin hepsinde bulunduğunu haber verdiği, Mu’âz hadîsini okuyarak, Müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemişdir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, bunu kabûl ederek, nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ’ hâsıl oldu. (Nesh), Resûlullah hayâtda iken olur. (İcmâ’) ise, vefâtından sonra olur. Bu inceliği anlamıyanlar, bunu hazret-i Ömerin nesh etdiğini sanıyorlar. Eshâb-ı kirâma ve fıkh âlimlerine dil uzatıyorlar. (Bedâyı’) ve diğer kitâblarda bildirildiği gibi, islâmiyyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için, onlara mal, para her zemân ödenir. Fekat bu Beyt-ül-mâlın zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor ki, Müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara zekât verilmesi yasak edilmişdir.

Dört dürlü (Zekât malı) vardır: Altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, dört ayaklı kasab hayvanları, toprak mahsûlleri. Toprakda yetişen maddelerin zekâtına (Uşr) denir. (Mecma’ul-enhür)de ve (İbni Âbidîn)de buyuruyor ki, (Zenginlerden her çeşid zekâtı devlet topluyordu. Halîfe Osmân “radıyallahü anh” (Altın ile gümüş ve ticâret eşyâsı) zekâtlarının verilmesini sâhiblerine bırakdı. Zekât toplayan me’mûrların millete zulm etmemeleri ve kul borcu olanın malından zekât almamaları için böyle yapdı. Borcluları da hapse girmekden kurtardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi böyle yaparak, icmâ’ hâsıl oldu. Bu malların zekâtını sâhibi verince, hükûmet istiyemez. İsterse, icmâ’a karşı gelmiş olur). Mal sâhibi, zekâtını kendi veremez demek, hazret-i Osmân zemânındaki Eshâb-ı kirâmın sözbirliğini hiçe saymak olur. (Ehl-i sünnet) âlimleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlamış, kendi görüşlerine, anladıklarına uymayıp, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ına uymuşlardır.

(Ehl-i sünnet) âlimleri bildiriyor ki, (Zenginin, zekâtını fakîrin eline vermesi lâzımdır. Zengin olan bir kimse velîsi olduğu yetimi zekât niyyeti ile doyurursa, zekât vermiş olmaz. Yemeği çocuğa vermeli, çocuk kendi malını yimelidir. Zengin, altını masa üstüne koysa, bir fakîr de gelip, masadan alsa, kabûl olmaz. Fakîr veyâ vekîli alırken, zenginin görmesi lâzımdır. Zekât niyyeti ile fakîri evinde parasız oturtsa, kirâ almasa, kabûl olmaz. Çünki, fakîre mal vermesi lâzımdır.

Dört çeşid zekât malından, zekât hayvanlarının ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını ve şehre dışardan gelen ticâret eşyâsının zekâtını, hükûmet alır. Fekat, hükûmet de aldığını yalnız müslimân fakîrlere dağıtır. Ya’nî hükûmet, fakîrlerin vekîli olarak almakdadır.

Zekât parası ile câmi’, köprü, çeşme, yol, baraj, hac, cihâd gibi hayr işlerinin ve âmme hizmetlerinin hiçbiri yapılmaz. Her çeşid zekâtı, yedi kimseden birine veyâ vekîline teslîm etmek lâzımdır. Devlet topladığı zekâtı başka işlerde kullanamaz. Yedi sınıfdan bir kimseye verir. Zenginin, zekâtını, fakîr olan akrabâya, sâlihlere, ilm öğrenen fakîrlere vermesi dahâ sevâbdır.) Hadîs-i şerîfde, (Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teâlâ kabûl etmez) buyuruldu. Ya’nî sevâbı olmaz. Müşebbihe gibi kâfir olan bid’at sâhiblerine (Mülhid) denir. Mülhidlere zekât verilmez.

Devleti devirip yok etmeğe ihtilâl denir. Meşrû’ devletin emrlerine uymıyan müslimânlara âsî, bâgî denir. (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Bâgîlerin veyâ zâlim hükûmetlerin baskısı altında veyâ Dâr-ül-harbde bulunan müslimân, hayvan zekâtını ve uşru onlara vermeyip, fakîrlere kendisi dağıtmış ise veyâ verdiğinin, onlar tarafından yedi belli kimseden birine verilmiş olduğunu biliyor ise, bu zekâtları ve uşru meşrû’ hükûmet tekrar alamaz. Fekat altın ile gümüşün ve ticâret eşyâsının zekâtını almış iseler, zenginin bunları tekrâr fakîrlere vermesi lâzım olur. Ba’zı kitâblar, bâgîlerin ve zâlimlerin, eğer müslimân iseler, her zekâtı almaları ve başka yerlere de sarf etmeleri câiz olur demişlerdir. Bunları, fakîr saymışlardır). Buradan da, zekâtın fakîrlere verilmesi lâzım olduğu anlaşılmakdadır.

Türkçe ilmihâl kitâblarının en kıymetlilerinden olan (Dürri yektâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Dört çeşid zekât mallarından ikisine, ya’nî altın ile gümüşe ve ticâret eşyâsına, (Emvâl-i bâtına) gizli mallar denir. Bir kimsenin gizli mallarını araşdırmak ve zekâtlarını istemek câiz değildir. Böyle malların mikdârını hesâb etmek ve zekâtını vermek işi, bunların sâhiblerine bırakılmışdır. Sâhibi, zekâtını dilediği fakîre vermekde serbestdir. Zekât hayvanlarına ve toprakdan yetişen maddelere (Emvâl-i zâhire) denir. Emvâl-i zâhirenin mikdârını anlamak ve fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine bırakılmamışdır. Bu işleri müslimânların imâmı tarafından gönderilen me’mûr yapar. Bu me’mûra (Âmil) denir.)

Mal demek, insanlara, lâzım olan ve kullanmak için saklanabilen şey demekdir. Birkaç buğday dânesi, bir kaşık toprak, bir içim su, mal değildirler. Çünki, insanların hepsi veyâ birkaçı, bunları saklamaz.

Kâğıd paralar, üzerinde yazılı kıymet ile kullanılmazsa, kendileri kıymetsiz olur. Çünki para olarak kullanılması yasak edilen, çarşıda, pazarda geçmiyen bu kâğıd parçaları bir işe yaramaz ve kullanmak için saklanılmaz. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf ya’nî sarraflık satışını anlatırken, (Fülûs ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. Üzerindeki değeri kaldırılırsa, kıymetsiz mal olur) diyor. Kâğıd liralar da böyledir. Onüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki ma’nâsı vardır: Üzerinde yazılı olan değeri ve kâğıdın kendi değeri. Üzerindeki değer (Deyn) olan, ya’nî insanın kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi değeri ise pek azdır.) Hükûmetden alınacak aylıkların senedleri, çekleri üzerinde yazılı değerlerin, deyn olan malı gösterdiği, İbni Âbidînin ondördüncü sahîfesi başında yazılıdır. Kâğıd liraların üzerindeki değerler de böyledir.

İnsanın tam mülkü olan, ya’nî tesarrufu, istifâdesi câiz ve mümkin olan malın zekâtı verilir. İnsanın tam mülkü değilse, zekâtı verilmez. Zekât malı insanın kendinde bulunuyorsa, (Ayn) denir. Başkasında bulunuyorsa (Deyn) denir. Alışverişde, malın ayn ve deyn olması başkadır. (Mebi’) ya’nî satın alınan mal, akd ya’nî sözleşme yapılınca müşterinin mülkü olur ise de teslîm alınmadan önce, kullanılması câiz değildir. Bunun için teslîm almadan önce tam mülkü değildir. Teslîm almadan, zekât hesâbına katılmaz. Satılan bir malın (Semen)i, ya’nî karşılığı, teslîm alınmadan önce, alışverişde ayn ise, ya’nî satış peşin ise, herkese verilebilir. Semen söz kesilirken deyn ise, ya’nî satış veresiye ise yalnız borcluya, ya’nî satıcıya verilebilir. Bunun için semen, teslîm alınmadan önce de zekât hesâbına katılır.

İster ayn olsun, ister deyn olsun, tam mülk olan (Emvâl-i bâtına), nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra, elde bulunanın kırkda birini ayırıp, zekât olarak vermek farz olur. Bunların zekâtlarının beş şeklde verilebileceği, (Dürr-ül-muhtâr) kitâbında şöyle yazılıdır:

1 — Deyn olan mal, fakîrde ise, hepsi veyâ bir kısmı, bu fakîre bağışlanırsa, bağışlanan malın zekâtı da deyn olarak verilmiş olur. Zengindeki mal, zengine bağışlanırsa, bunun zekâtını, ayrıca fakîre ayn olarak vermek lâzımdır.

2 — Ayn olan malın zekâtını, ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî hâzır olan malın zekâtını vermek için kendinde olan bu malın kırkda birini ayırıp fakîre verir.

3 — Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî başkasında bulunan malının zekâtını, hâzır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır malı yoksa, başkasındaki malından zekât mikdârını isteyip teslîm alıp, sonra bunu fakîre verir.

4 — Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Ya’nî hâzır bulunan malın zekâtı olarak, fakîrdeki alacağını bu fakîre bağışlamak câiz değildir. Fekat, yanındaki malın zekâtı olarak, başka birisindeki alacağını alması için fakîre emr etmesi câiz olur. Çünki fakîr, o kimsedeki malı, altını eline alınca, ayn olur. Ayn olan malın zekâtı, ayn olarak verilmiş olur. Fakîrde deyn olan malın zekâtı, o deyn maldan verilemez. Çünki, geri kalanı fakîrden aldığı zemân, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.

5 — Fakîrden alacağı olan deynin bir kısmını bu fakîre bağışlarsa, bu kısmın zekâtı da verilmiş olur. Geri kalan kısmın zekâtını, ayn olarak ayrıca vermek lâzım olur. Bağışlamış olduğunu, bu zekât yerine sayamaz. Çünki, geri kalanı teslîm alınca, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.

Fıkh bilgilerini dört mezhebe göre ayrı ayrı bildiren (Kitâb-ül-fıkh alel-mezâhib-il erbe’a) kitâbını hâzırlıyan hey’etin reîsi Abdürrahmân Cezîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” [1365 [m. 1946] da Mısrda vefât etdi.] diyor ki, (Kâğıd paraların zekâtını vermek üç mezhebde de lâzımdır. Hanbelî mezhebinde ise, karşılıkları olan altın veyâ gümüş ele geçince zekâtları verilir).

Kâğıd liraların kendi değerlerinin değil, üzerlerinde yazılı değerlerin zekâtı verilmekdedir. Çünki, kendi değerleri pek az olup nisâba erişemez. Üzerlerindeki değerlerin de, deyn olan malı göstermekde olduğu yukarıda bildirilmişdir. Deynin zekâtı, deyn olarak verilemiyeceği için kâğıd liraların zekâtı, kâğıd lira olarak verilemez. Ayn olarak vermek, ya’nî deyn olan malı teslîm alıp da, fakîre vermek lâzımdır. Bundan başka, her dürlü borc, önce zekât malından ödenir. (Zekât malı) ya’nî altın ve gümüş ve ticâret malı varken, başka mal, meselâ evde kullanılan halı, inci gibi zekâtı verilmiyen malı vererek borc ödemek câiz değildir. Kâğıd liraların zekâtı da, fakîre olan borcudur. Bu borcu, zekât malından ödemek lâzımdır. Tüccâr olmayıp yalnız kâğıd parası ile zengin olanın zekât malı altındır. Çünki kâğıd liralar, altın karşılığıdır. Gümüş karşılığı değildir. (Dürr-ül-muhtar)da ve (İbni Âbidîn)de, sekizinci sahîfe başında diyor ki, (Bir kimsede altın, gümüş ve ticâret eşyâsı ve zekât hayvanları gibi çeşidli zekât malları varsa, borcunu önce altın ve gümüşden ödemesi lâzım olur). Tüccâr olmıyan kimsenin satın alacağı mal, ticâret eşyâsı olmaz. Bu kimsenin herhangi birşeyi satın alıp, bunu zekât olarak fakîre vermesi câiz olmaz. Çünki, ticâret eşyâsı olmıyan mal, zekât olarak verilemez. Altın alıp vermesi lâzım olur.

Ticâret eşyâsının zekâtını vermek için, alış fiyâtı, altın veyâ gümüş para üzerinden nisâb mikdârı ise, eşyânın kendisinin veyâ kıymetinin kırkda biri verilir. Şernblâlî, (Dürer) hâşiyesinde diyor ki, (Fülus denilen metal paralar geçer akça iseler veyâ ticâret malı iseler, bunların kıymetlerinden zekât vermek vâcib olur.) (Hidâye) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Kıymet hesâb edilip, ikiyüz dirhem için, beş dirhem gümüş verilir) buyuruldu. Görülüyor ki, fülûs veyâ kâğıd paraların zekâtı olarak kendileri değil, kıymetleri kadar altın verilir. Tüccâr olmıyanlar, kâğıd paralarının zekâtını yalnız altın olarak vermelidir. Zekâtı kâğıd para olarak vermek câiz değildir. Tüccârlar ise, kâğıd paralarının zekâtını, altın olarak da, ticâret yapdıkları maldan da verebilirler. Fekat, başka maldan veremezler. Dahâ çok bilgi almak için, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbına bakınız!

DİKKAT: Bir kimse çıkıp da, (Zekâtı altın olarak vermek, eski zemânda imiş. Şimdi, altın kullanılmıyor. Her yerde kâğıd para kullanılıyor. Şimdi, zekâtı altın olarak vermek lâzım demek, müslimânlara güçlük çıkarmakdır. Allahü teâlâ, güçlük çıkarmayınız! Kolaylık gösteriniz buyuruyor. Kâğıd para kullanmak, umûm-i belvâ olmuşdur. Âlimler, umûm-i belvâ olan şeye izn vermişdir. Bunun için, bugün zekât, kâğıd para ile niçin verilmesinmiş?) derse, bu söz doğru değildir, hem yanlışdır, hem de islâm âlimlerine iftirâdır. Çünki:

Dinde güçlük göstermeyiniz demek, kolayınıza geleni yapınız demek değildir. İslâmiyyetin izn verdiği, câiz olan kolaylığı yapabilirsiniz demekdir. Meselâ, hasta olduğu için veyâ çok soğuk olduğu için ayakları yıkamak güç olunca, mest üzerine mesh edilir. Çünki, islâmiyyet buna izn vermişdir. Fekat kolaylık olsun diye ayakları yıkamadan mest giyilmez. Çünki islâmiyyet bu kolaylığa izn vermemişdir. Hasta olan kimse, başkasının yardımı ile yıkar. Soğuk ise, suyu ısıtıp da yıkar. Mestlerini bundan sonra giyer. İslâmiyyet, bu kolaylığa da izn vermişdir. Din âlimlerinin sözlerine ehemmiyyet vermeyip de, fıkh kitâblarının gösterdiği kolaylıkların dışına çıkmak câiz değildir. İslâmiyyeti, kendi aklına, kendi görüşüne göre çevirmek isteyenlere (Dinde reformcu) veyâ (Zındık) denir. Şimdi Mısrda ve Hicâzda böyle zındıklar çoğaldı. İslâmiyyeti istedikleri tarafa çekip çeviriyorlar. Bu zındıklara, bu sapıklara, asrımızın derin âlimi, müctehid, müceddid ve şehîd gibi parlak ismler takarak ve zehrli kitâblarını terceme ederek satan, böylece milletin dînini, îmânını yıkarak, para kazanan din tüccarları da memleketimizde çoğalmakdadır.

Âlimlerimizin, umûm-i belvâ olan, ya’nî, her yere yayılan ve sakınılması güç olan şeylere izn vermesi de böyledir. Ya’nî, kitâbları karışdırarak, çeşidli ictihâdlar arasında, çok za’îf olsa bile, en kolayını arayıp bulmuşlar ve millete bildirmişlerdir. Umûm-i belvâ olunca, müctehidlerin en za’îf sözleri ile fetvâ vermek câiz olur. Fekat, hiç bir âlim, hiçbir zemânda hiçbir müctehidin câiz demediği bir şeye câiz dememişdir ve diyemez. Dinde reformcular, ya’nî mezhebsizler ise, akllarına gelen herşeyi yazarlar. Bunlara uyanların ibâdetleri de, dinleri de bozulur.

Zekâtı altın olarak vermek, çok kolaydır. Hiç de güç değildir. Sarrafa gitmeğe, altın satın almağa lüzûm da yokdur. Zekâtını fakîrlere kâğıd para olarak dağıtmakda ısrâr eden bir zengin, (Eşbâh) ve (Redd-ül-muhtâr) kitâblarının sâhiblerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, fakîrdeki alacağını, ona zekât olarak bırakmak istiyen bir zengin için bildirdikleri gibi yapar: Dağıtmak istediği nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını zevcesinden veyâ başkasından ödünç alır. Sâlih bir fakîre (Birkaç tanıdığıma ve sana zekât vereceğim. Dînimiz zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor. Altınları kâğıd paraya çevirmekde size kolaylık olmak için senin zekâtını almak ve dilediği kimseye hediyye etmek üzere şunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece benim islâmiyyete uymamı sağlamış olacaksın. Bunun için de, ayrıca sevâb kazanacaksın!) der. Zenginin güvendiği bir kimse vekîl yapılır. Altınları fakîrin yanında olmıyarak, bu vekîle zekât niyyeti ile verir. Fakîrin bu vekîli, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra bu altınları zengine hediyye eder. Zengin de kâğıd paralarını o fakîre ve başka fakîrlere, Kur’ân-ı kerîm kurslarına ve dîne hizmet eden müslimânlara dağıtır. Câiz olmayan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse, zekât vermemek azâbından kurtulursa da sevâblarına kavuşamaz. Altınları ödünç almış olduğu kimseye geri verir. Dahâ çok zekât vermesi îcâb ediyorsa, bu işi tekrâr eder.

Îmânı kuvvetli olana, ibâdetler güç gelmez. Kolay ve tatlı gelir.

52 — Yine (Cihân Sulhu) kitâbında Seyyid Kutb diyor ki: (Ba’zı kimseler, din nâmına şöyle derler: Zekâtı verilmiş olan mal [herhangi bir mal veyâ para], birikdirilmiş mal sayılmazlar. Çünki malın hakkı zekâtdır. Zekâtı verdikden sonra malın tedâvülden çekilmesinde [Ya’nî hiçbir yerde kullanmamakda] bir suç yokdur derler. Bu, doğru değildir. Şahsî mülkiyyetin sâhibi, malı tedâvülden çekip saklayamaz. Beyt-ül-mâlın ihtiyâcını kapatmak için, devlet ona el koyabilir. Fazlasını alıp fakîrlere taksim edebilir) diyor.

Bu sözü de, bir bilgi, bir anlayışın ifâdesi değil, kendi görüşü ve düşüncesidir. İslâmiyyeti, kendi görüşüne, siyâsî düşüncesine uydurmak istemekdedir. Mevdûdînin de övmek zorunda kaldığı imâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât) kitâbının birinci cild, yüzaltmışbeşinci mektûbunda buyuruyor ki:

(Ebedî se’âdete kavuşmak istiyen, Muhammed aleyhisselâma uymalıdır. Ona uymakla şereflenmek için, dünyâyı büsbütün bırakmak lâzım değildir. Farz olan zekât verilince dünyâ terk edilmiş sayılır. Mal zarardan kurtulur. Çünki, zekâtı verilen mal zarardan kurtulur. Dünyâ malını zarardan kurtarmanın ilâcı, bunun zekâtını vermekdir. Malın hepsini vermek dahâ iyi ise de, zekâtını ayırıp vermek de, hepsini vermek gibi olur).

Zekâtı verilmiş olan mal, ne kadar zemân saklanırsa saklansın, sâhibine zarar vermez. Zekâtı verilmiş olan malı tedâvülden çekmek suç olmaz. Devlet bu mala el korsa, zulm etmiş olur. Suç olmaz demek, âhıretde bunun için, süâle çekilmez ve azâb olunmaz demekdir. Fekat, bu mal ile hayrlı işler yapmanın, ticâretde ve san’atda kullanmanın, islâmiyyete ve müslimânlara yardım etmenin sevâblarına kavuşulamaz. Âhıretdeki yüksek derecelere erişilemez. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitâbında diyor ki, (Zekât, malı zarardan korur.) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Zekâtını vermekle mallarınızı zarardan koruyunuz) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Münâvîde de senedi ile yazılıdır. (Altınlarını, gümüşlerini saklayıp Allah yolunda dağıtmıyanlara çok acı azâb vardır) meâlindeki âyet gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Zekât müslimânların mallarını temizlemek için emr olundu. Zekâtı verilen mal kenz olmaz. Ya’nî saklanan mal sayılmaz) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Zekâtı verilmiyen mal için kıyâmetde çok acı azâb vardır) buyuruldu. Seyyid Kutb, bu hadîs-i şerîflere inanmıyormuş gibi davranıyor. Taberânînin bildirdiği ve Münâvîde yazılı hadîs-i şerîfde, (Zekâtı verilen mal kenz değildir) buyuruldu. Resûlullah, zekâtı verilen mal birikdirilmiş mal sayılmaz diyor. Seyyid Kutb da, bu söz doğru değildir diyor. Seyyid Kutbun nasıl bir adam olduğu, bu sözünden de anlaşılmakdadır.

53 — Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsî mülkiyyetden ihtiyâcın gerekdirdiği mikdârı karşılıksız ve iâde etmemek üzere alır. Toplumun umûmî ihtiyâclarına harcar) diyor.

Allahü teâlânın emrlerini, kanûn şekline koymuş olan Cevdet pâşa, (Mecelle)nin doksanbeşinci maddesinde diyor ki, (Başkasının mülkünü kullanmak için emr olunamaz). Meselâ, filânın şu malını, falanca kimseye ver diye birisine emr olunamaz. Doksanaltıncı maddesinde ve (Dürr-ül-muhtâr)da, (Bir kimsenin mülkü onun izni olmaksızın kullanılamaz) denilmekdedir. Mülk, insanın mâlik olduğu şeydir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir mü’minin malı, onun gönlü rızâsı olmadan alınırsa halâl olmaz) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf imâm-ı Münâvînin (Künûzüddekâık) kitâbında ve imâm-ı Ahmedin (Müsned)inde ve Ebû Dâvüdda yazılıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, devlet milletden meşrû’ olmıyan ve meşrû’ mikdârı aşan birşey alamaz. Meşrû’ olmıyan vergileri de millete yüklemez. Alırsa, gasb etmiş, zulm etmiş olur. Gönül rızâsı olmadan, zorla aldığı bu malları sâhiblerine geri vermesi lâzım olur. Devletin millet malına el koyması, gasb etmesi, sosyalist memleketlerde olur. İslâmiyyetde sosyalist devlet olamaz. Hâcı Reşîd pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mecellenin doksansekizinci maddesini açıklarken (İştirâk-i emvâl) ya’nî komünistlik, islâmiyyetde aslâ câiz olmadığını bildirmekdedir. İslâmiyyetde kapitalist bir ekonomi sistemi de yokdur. Milleti kemiren bu iki zulm ocağını, zekât farîzası, kökünden temizlemekdedir. İslâmiyyetde sosyal adâlet vardır. Herkes çalışmasının, alın terinin karşılığına kavuşur. Kimsenin, başkasının malında gözü olmaz. Devlet de, milleti sömürmez. Devlet hazînesi olan (Beyt-ül-mâl)ın parasını da kendi keyflerinde kullanamazlar.

İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri ve millete lâzım olan hizmetleri devlet yapar. Bunların parasını (Beyt-ül-mâl) denilen devlet hazînesinden öder. Milletden zorla alması câiz olmaz. İslâm devletinin büdcesi, Beyt-ül-mâldır. Devletin gelirleri, Beyt-ül-mâlın gelirleridir. Devlet, Beyt-ül-mâlın kaynaklarını kurutmamalı ve isrâf etmemeli, gayr-i meşrû’ yerlere harc etmemelidir. Cihâd için ve hizmetler için, Beyt-ül-mâlın gelirleri yetişmezse, adâlet üzere milletden ödünç istemesi câiz olur. Fekat, sonra bunları ödemesi veyâ vermiş olanların bağışlamaları lâzımdır. Beyt-ül-mâlın kaynaklarını işletmezse ve Beyt-ül-mâlı gayr-i meşrû yerlere harc ederse, zulm etmiş olur. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cildde, bu konuda geniş bilgi vermekdedir. Devlet, Beyt-ül-mâlın gelirlerini sağlar ve kullanırsa, bütün işlerini yapmağa yetişir. Milletden yardım istemek zorunda kalmaz.

Hâcı Reşîd pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mecellenin otuzüçüncü maddesini açıklarken diyor ki, kimsenin mülküne dokunmağa islâmiyyet izn vermemişdir. Zarûret hâlinde olan, ya’nî bunalan kimse bile, başkasının hakkına dokunamaz. Aç kalan kimsenin, başkasının ekmeğini, izni olmaksızın yimesine izn verilmiş ise de, sonra kıymetini ödemesi lâzım olur. Onun aç olması, ölüm tehlükesinde bulunması, bir kimsenin kendi mülkündeki hakkının yok olmasına sebeb olamaz. Zarûret hâlinde bile başkasından alınan malın ödenmesi lâzım olur. Zarûretlerin, yasak olan şeylerin yapılmasına sebeb olmaları, kimsenin hakkının gitmesine sebeb olamaz.

(Müslimânların iyi gördüğü şeyi, Allahü teâlâ da iyi kabûl eder) hadîs-i şerîfindeki müslimân, derin âlim, ya’nî müctehid olan müslimân demek olduğu, (Berîka)da yazılıdır. Bu âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olmıyan şeyler, hiçbir zemân kabûl edilmez.

Ellisekizinci maddenin şerhinde diyor ki, hükûmetin emri ile birinin mülkü, kıymeti ile satın alınıp, yola katılabilir. Fekat, değeri ödenmedikçe, elinden zorla alınamaz. Hükûmet emr edince, zorla satın alınır. Fekat, parası verilmeden alınamaz.

Komünistlik yeni birşey değildir. (Burhân-ı kâtı’) lügat kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” Zerdüştün mîlâddan yedi asr evvel kurduğu ve Sâsânîler devrinde (Mejdek) adındaki birinin neşr etdiği (Mecûsî) ya’nî ateşe tapma dînini anlatırken diyor ki, Mejdek, acem şâhı Kubad zemânında idi. Buna göre:

(Ateşe tapılacakdır. Herşey, herkesin malıdır. Zevceleri değişdirmek halâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşitdir. Herkes birlikdedir. Şahsî tasarruf yokdur. Bütün insanlar müsâvî ve herşeyde ortakdırlar. Biri, birinin zevcelerini isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler, malları fakîrlere vermeli, onların ihtiyâclarını gidermelidir) derdi. Bu din, tenbellerin, serserilerin ve hele kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Kubad şâh da, böyle zevkine düşkün biri idi. Bu da komünizmi kabûl etdi. Oğlu Nûşirvân, hükûmeti ele alınca, Mejdek alçağını, seksenbin adamı ile birlikde kılınçdan geçirerek komünizm belâsını ortadan kaldırdı. Nûşirvân şâhın adâleti hadîs-i şerîfde övülmekdedir. 1917 de Rusyada komünist ihtilâlini hâzırlıyarak binlerle vatandaşın birbirini öldürmesine ve koca bir milletin küçük bir azılı azınlık elinde köle olmasına sebeb olanların, Nûşirvân şâhın yok etdiği ahmakların yolunda oldukları anlaşılmakdadır.

İslâm devletinin vazîfesi, milletin mallarını, canlarını ve ırzlarını korumakdır. Mazlûmların haklarını zâlimlerden almakdır. Milletin mâlına, cânına, nâmûsuna [ya’nî karısına] dokunmağa, devletin hiçbir zemân hakkı yokdur.

54 — Yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Yağma, soygunculuk, gasb, hırsızlık, rüşvet, hîle ve fâiz, ihtikâr ve bunlara vesîle olan yollardan şahsî mülkiyyet meydâna gelmez. Devlet istediği zemân bunu temâmen veyâ kısmen hazîneye alabilir. Târîhi örnekler, bu hakkın temâmen devlete verildiğini göstermekdedir) diyor.

Bu sözü de pek yanlışdır. Evet bu haksız kazançlar halâl olmaz. Devletin bunları geri alması lâzımdır. Hem de, istediği zemân değil, hemen alması lâzımdır. Fekat geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sâhiblerine ulaşdırması lâzımdır. Devletin vazîfesi, âcizin hakkını zâlimden alıp, ona yardımcı olmakdır. Bunları mazlûma ulaşdırmayıp, hazîneye alırsa, devlet de zâlim olur. (İbni Âbidîn) beşinci cildde kadınlara Beyt-ül-mâldan aylık verilmesini anlatırken, (Harâmdan elde edilen, meselâ gasb edilen mallar, sâhiblerine geri verilir. Böyle mallar, Beyt-ül-mâlın olmaz. Bütün müslimânların ortak malı da olmaz) buyurmakdadır. Milletden gayr-ı meşrû’ toplanan, meselâ gasb edilen mallar da devletin olmaz. Sâhiblerine, sâhibleri ölmüş ise vârislerine geri verilir. Sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtılır. Bunu bilenlerin de almaları, kullanmaları harâm olur.

Harâm malı, sâhibini bildiği hâlde, geri vermeyip, bununla bir ibâdet yapan, meselâ câmi’ yapdıran, sadaka veren kimse, bundan sevâb beklerse, kâfir olur. Başkaları da, bunun harâm mal olduğunu bilerek, sevâb kazandığını söylerse, kâfir olurlar. Çünki, bu malı, eğer bozulmuş ise benzerini, benzeri yoksa değerini sâhibine veyâ vârislerine geri vermesi, bunları bulamıyorsa, sevâbın onlara olmasını niyyet ederek, fakîrlere dağıtması farzdır. Başka yerde kullanılması, harâmdır. Başkalarının da, bu malı, harâm olduğunu bilerek, almaları ve kullanmaları harâm olur.

Harâm olarak gelen malı, harâmdan veyâ halâldan gelmiş olan başka mal ile karışdırıp, bu karışımdan sadaka vererek sevâb beklerse, kâfir olmaz. Çünki, karışınca, kendi habîs mülkü olur. Sâhibine borçlu olur. Mislini veyâ kıymetini ödemeden önce, kendi kullanması harâm ise de, başkasının bundan alması ve kullanması harâm olmaz.

55 — Seyyid Kutb, (Cihân Sulhu) kitâbında: (Müslimânlar ihtilâlci olur. Zulm, haksızlık yapan hükûmete karşı ihtilâl yapar) diyor.

Bu sözü de, islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymamakdadır. Müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fitne ve fesâd çıkarmaz. Zâlim olan hükûmete de isyân etmek günâhdır. Kanûnlara, emrlere karşı gelmek, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Seyyid Kutb ve Mevdûdî ve bunlara aldananlar, Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetine yanlış ma’nâ verdikleri için, bu felâkete düşmüşlerdir. Bu âyetde meâlen, (Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyuruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara zulm edip, yaralayınca, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edilince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimlerle cihâd yapmasına izn verildi. Bu âyet-i kerîme, müslimânların, zâlim hükûmete isyân etmeleri için değil, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan zâlim diktatör orduları ile cihâd yapması için, islâm devletine izn vermekdedir. (Siyer-i kebîr) tercemesi, kırkbirinci sahîfedeki hadîs-i şerîfde, (Emîre isyân eden kimseye Cennet harâmdır) buyuruldu. Yetmişbirinci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Âdil ve zâlim, her emîrin emri altında cihâd ediniz!) buyuruldu. Kitâblarda yazılı olan cihâd, başka memleketlerdeki kâfirlerle harb etmek demekdir.

İbni Adînin (Kâmil) kitâbında ve Beyhekînin (Şüa-bül-îmân) kitâbında bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Bozuk bir işi düzeltemediğiniz zemân, sabr ediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir) buyurulduğunu yazmakdadır. Bu hadîs-i şerîf, kanûnlara karşı gelmeği, ihtilâl yapmağı değil, meşrû’ yollardan nasîhat verip sabr etmeği emr buyurmakdadır. (Künûzüddekâık) kitâbında ve Tirmüzîde ve Taberânîde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Cihâdın en kıymetlisi, zâlim sultân yanında, doğru yolu gösteren bir söz söylemekdir) buyuruldu. Âlimlerin gücü yetdiği kadar hükûmet me’mûrlarına, emr-i ma’rûf yapması lâzımdır. Fekat emr-i ma’rûf yaparken, fitne çıkmamasına çok dikkat etmelidir. Görülüyor ki, müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fekat, zulme, haksızlığa da teslîm olmaz. Meşrû’ yollardan hakkını arar. Hükûmetin meşrû’ emrlerine uymak, her müslimâna vâcibdir. Hiç kimsenin harâm olan emrleri yapılmaz. Fekat, buna isyân edilmez. Fitne çıkarılmaz. Zâlimlere karşı gelmemeli, onlarla münâkaşa etmemelidir. Meselâ, nemâz kılmamak, en büyük günâhlardandır. Âmir, kumandan, kâfir ve zâlim olup, emri altında olana nemâz kılma derse, baş üstüne kılmam demeli, senin yanında kılmam demeği düşünmelidir. Çünki fitne çıkarmak, ya’nî müslimânların ezilmelerine sebeb olmak harâmdır. O zâlimin yanından ayrılınca, nemâzı hemen kılmalıdır.

Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhak-ı Dehlevî, 1052 [m. 1642] de vefât etmişdir. Çok kıymetli hadîs kitâbı olan (Mişkât-ül-mesâbîh)i fârisî olarak şerh etmişdir. (Eşi’at-ül-leme’ât) ismindeki bu şerhde, (Kitâb-ül fiten) kısmında diyor ki: Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ilerde hâsıl olacak fitnelerden sordum. Çünki, bunların şerrine yakalanmakdan korkuyordum). Zararlı şeyden sakınmak, fâideli şeye kavuşmakdan dahâ mühimdir. Buradaki fitne, insanlar arasında karışıklık, döğüş demekdir. Harâm işlemenin yayılması da fitne ise de, bunu sormağa lüzûm yokdur. Çünki, harâmlar bellidir. (Yâ Resûlallah, biz, müslimân olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdün ile, islâm ni’metini, iyilikleri bizlere ihsân etdi. Bu se’âdet günlerinden sonra, yine kötü zemân gelecek mi dedim. (Evet gelecek!) buyurdu. Bu şerden sonra, hayrlı günler yine gelir mi dedim. Yine (Evet gelir. Fekat, o zemân bulanık olur) buyurdu). Ya’nî, bu zemânda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalbler, ilk zemânlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ’tikâdların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asrdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid’atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid’atler karışır. (Bulanıklık ne demekdir dedim. (Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmıyan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler) buyurdu). Hayr da yaparlar, şer de yaparlar. Bid’at işlerler. (Bu hayrlı zemândan sonra, yine şer olur mu dedim. (Evet. Cehennemin kapılarına çağıranlar olacakdır. Onları dinliyenleri Cehenneme atacaklardır) buyurdu. Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. (Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar) buyurdu). Ya’nî, arabî konuşurlar. Âyet ve hadîs okuyarak, va’z ve nasîhat ederler. Fekat, kalblerinde hayr ve iyilik yokdur. (Onların zemânlarına yetişirsek, ne yapmamızı emr edersin dedim. (Müslimânların cemâ’atine ve hükûmetine tâbi’ ol) buyurdu. Müslimân cemâ’ati ve müslimân hükûmeti yoksa, ne yapalım dedim. (Bir kenâra çekil. Aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa!) buyurdu). Bir hadîs-i şerîfde, (Benden sonra öyle hükûmetler olur ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalbleri şeytân yuvasıdır. Bunlara da itâ’at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Sizi döğse de, mallarınızı alsa da karşı gelmeyiniz!) Ya’nî, zâlim olan, malınıza, canınıza saldıran hükûmete de isyân etmeyiniz. Fitne çıkarmayınız. Sabr edip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehr içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız! (İyi dinleyin ve bana itâ’at edin) buyurdu. Bu son emr, hükûmete karşı gelmemek, fitne çıkarmamak için, çok dikkatli olunuz demekdir. (Eşi’at-ül-leme’ât)dan terceme temâm oldu. Bu hadîs-i şerîflerden ve islâm âlimlerinin açıklamalarından anlaşılıyor ki, din adamları, devlete şekl vermek, kanûn yapmak işlerine karışmaz. Siyâset ile uğraşmaz. Politikacılara âlet olmaz. Şu veyâ bu devlet şeklinin savunuculuğunu yapmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yasağa titizlikle uymuşlar, din adamlarının siyâsete karışmasının, yakıcı ateşi tutmak gibi olduğunu bildirmişlerdir.

Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyân etmek ahmaklıkdır. Kendini tehlükeye atmak olur. Bu ise, harâmdır. Kâfir memleketlerinde müsâfir olan müslimânın da, kâfirlerin mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunması ve hükûmetlerine isyân etmesi câiz değildir. Kâfirlerin gönüllerini hoş ederek, onlardan fâidelenebilir. Dâr-ül-islâmda yaşayan zimmî kâfirlerin ve müsâfir gelen harbî kâfirlerin, ya’nî turistlerin ve tüccarların haklarını gözetmek, müslimânların haklarını gözetmekden dahâ mühimdir. Bunlara saldırmak, hattâ bunları gîbet etmek, çekişdirmek bile müslimânlara saldırmakdan dahâ kötüdür. Müslimânlar, boş yere hiç vakt geçirmez. Din bilgilerine ve fen bilgilerine çok çalışarak kuvvetlenir. Böylece, gâlib ve hâkim olurlar. Bir müslimânın cihâd yapması demek, ihtilâl, isyân yapması değil, din bilgilerini yayması demekdir.

İbni Âbidîn buyuruyor ki, (Sultân veyâ başka zâlimler, ikrâh ederek, zorlıyarak, ölümle, habs ile, işkence ile korkutarak emr edince, belli günâhları işlemek mubâh, hattâ farz olur. Emrini yapmamak günâh olur). (Berîka)da, doksanbirinci [91. ci] sahîfede diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Emîrlerinize itâ’at ediniz!) buyuruldu. Emîr, en aşağınız olsa dahî, islâmiyyete uygun olan emrlerine uymak vâcibdir. Hiç kimsenin günâh olan emrine itâ’at edilmez. Fekat, isyân etmek fesâda sebeb olursa, bu emrine de itâ’at olunur. Çünki, büyük zarar işlememek için, küçük zararı irtikâb etmenin câiz olacağı (Eşbâh)da yazılıdır. Sultânın emr etdiği mubâh birşeyi yapmak vâcib olur). Abdülganî Nablüsî, (Hadîka)da, 143. cü sahîfede diyor ki, (Sultânın, kendi aklı ile, arzûsu ile verdiği emrlerine itâ’at etmek vâcib olmaz. Fekat sultân zâlim ise, eziyyet ve işkence ediyorsa, onun Allahü teâlânın hükmlerine uymıyan emr ve yasaklarına da uymak lâzım olur. Hele, itâ’at etmiyenleri öldürüyorsa, kendini tehlükeye atmak, kimseye câiz olmaz. (Hediyyet-ü ibn-il-imâd) kitâbına yazdığım şerhde ve (El-metâlib-ül-vefiyye) kitâbında bu konuda geniş bilgi vardır.)

İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, müslimânlar, bir memleketde emîn ve râhat ibâdet eder ve huzûr içinde yaşarlarsa, hükûmete karşı isyân etmeleri câiz olmaz. Hükûmet zulm yaparsa, zulme karşı gelmeleri fitneye sebeb olursa, yine câiz olmaz. Böyle sultâna yardım etmek, zulme yardım etmek olur. Karşı gelenlere de yardım edilmez. Çünki, câiz olmıyan şeye yardım edilmez. [Müslimânların ibâdet yapmalarına, çocuklarına din bilgisi öğretmelerine mâni’ olmak ve harâm işlemelerine, îmânlarının bozulmasına sebeb olmak, en büyük zulmdür.] Hükûmet zulm yapmıyor ise iktidârı ele geçirmek için isyân edenlere (Bâgî) denir. Müslimânların bu hükûmete yardım etmeleri lâzım olur. Çünki hadîs-i şerîfde, (Fitneyi uyandırana la’net olsun!) buyuruldu. İsyân edenler, hükûmete ve müslimânlara kâfir der ve mallarına, canlarına saldırırlarsa, bunlara (Hâricî) denir. Bu inanışları, şer’î delîli te’vîl sebebi ile ise, bunlar kâfir olmaz. Şimdi ba’zı kimseler de, kendileri gibi inanmıyan müslimânlara kâfir diyor, saldırıyorlar. Bu işleri delîlleri te’vîl ile olduğu için, kendilerine kâfir denilemez ise de, te’vîlden haberi olmıyanları kâfir oluyorlar. Sultân âdil olsun, zâlim olsun islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir. Devlet reîsi, mürted veyâ mecnûn yâhud islâmiyyeti tatbîkden âciz olursa, azl ya’nî hal’ olunur. Azli fitneye sebeb olursa, zararı az olana tehammül edilir. Bir müslimân, kahr ve zor ile halîfenin yerine iktidârı eline alırsa buna itâ’at olunur. Kâfir hükûmetin ta’yîn etdiği müslimân vâlî, ahkâm-ı islâmiyyeyi tatbîk ederse, buna itâ’at olunur. Tatbîk edemezse veyâ vâlî de kâfir ise, müslimânlar, içlerinden birini müftî, emîr ta’yîn ederler. Bu müftî, ahkâm-ı islâmiyyeyi icrâ eder. Buna da imkân olmazsa, esâret hayâtı olur. Fitneye sebeb olmamak lâzım olur. İbni Âbidînden terceme temâm oldu. Buradan anlaşılıyor ki, sultân Abdül’azîz hânın “rahmetullahi teâlâ aleyh” hal’i için şeyh-ul-islâm Hasen Hayrullah efendinin ve ikinci Abdülhamîd hânın “rahmetullahi teâlâ aleyh” hal’i için fetvâ emîni hâcı Nûri efendi imtinâ’ edince, yerine bir yobazın, silâh tehdîdi ile ve ölüm korkusu ile imzâladıkları fetvâlar meşrû’ değildi. Bu iki fetvânın sahîh olmadıkları, uydurma sebeblere dayandıkları (Türkiye târîhi)nde yazılıdır. Bunun için, bu iki sultân, ölünciye kadar meşrû’ halîfe idi. Yine bunun için, meşhûr 93 harbinde ve Balkan ve Birinci cihân harblerinde Osmânlılar mağlûb oldu. Çünki, bu üç harbi, islâm hükûmeti değil, islâmdan nasîbi olmayan komüteciler çıkarmış ve idâre etmişlerdi.

56 — Bir hürriyyet kahramanı şekline sokulmuş olan Seyyid Kutbun, (İslâmî etüdler) kitâbının tercemesinde, otuzikinci sahîfede: (Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak, haykırmayanlar, yâ büyük bir günâh işliyorlar, yâ münâfık oldukları için böyle davranıyorlar. Yâ da bunlar hakîkî islâmı bilmeyen kara câhillerdir) diyor. Böylece, müslimânlar arasında fitne ve ihtilâl çıkarmağı körüklüyor. Hâlbuki, hadîs-i şerîfde, (Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana, Allah la’net etsin!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir münker gördüğünüzde, bunu değişdiremezseniz, sabr edin! Allahü teâlâ onu değişdirir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, emr-i ma’rûfu yumuşak olarak yapmalıdır buyuruyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Zâlimin zulmünü değişdiremiyen, oradan hicret etmelidir) buyuruldu.

Seyyid Kutb, otuzüçüncü sahîfede: (İslâmiyyet, bir mücâdele, sonsuz bir savaşdır. Düâlar mırıldanmak, tesbîh dânelerini şıkırdatmak, aman Allahım sen koru sözlerine dayanarak, gökden hayr yağacağına güvenmek, islâmiyyet değildir) diyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri üçüncü cildin kırkyedinci mektûbunda Seyyid Kutbun da yazısına çok güzel cevâb vermekdedir. Bu mektûb, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısmında vardır. Okununca, Seyyid Kutbun nasıl bir yolda olduğu hemen anlaşılır. Allahü teâlâ düâ ve tevekkül etmeği emr ediyor. Düâ edenleri, tevekkül edenleri severim diyor. Seyyid Kutb ise, düâ edenlerle, tevekkül edenlerle alay ediyor. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler tesbîh söylemeği emr ediyor. Tesbîh okuyanları övüyor. O ise, bunu red ediyor. Savaşa hâzırlanmak, sebeblere yapışmak, en modern korunma vâsıtalarını yapmak, elbet lâzımdır. Dînimiz bunu emr etmekdedir. Fekat bu, müslimânlarda ve kâfirlerde ortak olan bir işdir. Müslimânlarda ayrıca tevekkül ve düâ silâhı da vardır.

İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının yüzkırkdokuzuncu sahîfesinde buyuruyor ki, islâm âlimlerinin çoğuna göre, düâyı inkâr eden kâfir olur. Kur’ân-ı kerîme inanmamış olur. Düâ ile istenilen şey, yâ kabûl olup verilir. Yâhud âhiretde verilir. Yâhud, günâhın afv edilmesine sebeb olur. Allahü teâlâ, kulunun düâ etmesini, yalvarmasını sever. Düânın kabûl olması için şartlar vardır. Bunlardan biri, halâl yimek, halâl giymekdir. Biri de, kalb ile, ya’nî gönülden istemekdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, çok düâ edenleri sever. Düâ edip, ümmîdini kesmeyen, va’d olunan üç şeyden birine elbette kavuşur). Tesbîh kullanmanın sünnet olduğu, aynı kitâbın yüzelliikinci sahîfesinde yazılıdır. Hadîs-i şerîflerle bildirilen ibâdetlerin islâmiyyet olmadığını söylemesi, Seyyid Kutbun nasıl bir reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.

Otuzüçüncü sahîfede: (İslâm, kimsenin dîne zorla girmesi için bir harbin yapılmasını aslâ göz önünde bulundurmaz) diyor.

Kırkbirinci sahîfede: (İslâm peygamberinden ve onun yolunda gidenlerden istenilen şey, insanları bu dîne sokmak için yumuşak da’vetlerde cehd ve gayret göstermekdir) diyor.

Bu yazıların yanlış ve iftirâ olduğunu ellinci maddede uzun bildirmişdik. Müslimânlar herkese yumuşak davranır. Birbirlerine yumuşak olarak (emr-i ma’rûf) yaparlar. Dâr-ül-harbdeki kâfirler ile de iyi geçinmemiz emr olundu. Müslimânların düşmanlara karşı en kuvvetli silâhı, güler yüzlü ve tatlı dilli olmakdır.

Kırküçüncü sahîfede yine: (İlk fethlerin hepsi, islâmı, bütün beşerin tek dîni hâline zor kullanarak değil de, serbest da’vet yoluyla getirmekdi) diyor.

Bunun yanlış olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler yukarıda bildirilmişdir.

Kırkbeşinci sahîfede: (İslâmiyyet herkese, yeryüzünde adâletin tehakkukunu emr eder) diyor.

(Müslimânların arasını bulun!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bütün insanlar arasına yaymağa çalışmakdadır. İslâmiyyet, yeryüzündeki kâfir memleketlerinde adâletin tehakkukunu emr etmez. Buralara îmânın, islâm adâletinin ulaşdırılmasını, yerleşdirilmesini emr etmekdedir.

Ellidokuzuncu sahîfede: (Arab ülkelerinde ictimâî tesânüdü tehakkuk etdirmek için dînî inançları, ahlâkî eğitimin esâsı olarak alırsak, bu ülkelerde revacda olan -yalnız islâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz) diyor.

Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Doğru olarak yalnız islâm dîni vardır) buyuruldu. Bu Mısrlı yazar ise, bütün bozuk, kötü dinleri, islâm dîni derecesine çıkarmakdadır. İslâm dîni varken, bozuk dinlere, düşüncelere, lüzûm olmadığını anlıyamamışdır.

Altmışdokuzuncu sahîfede: (Mal cem’iyyetin mülkiyyetinde olduğundan, ferd, malını ihtiyâcı olanlara fâizsiz ödünç vermekle mükellefdir) diyor. Mal, yalnız sosyalist ve komünist memleketlerde cem’iyyetin mülküdür. İslâmiyyetde mal, ferdin mülküdür. Bunu elliüçüncü maddede uzun bildirmişdik. İslâmiyyetde ferdin malına başkaları karışamaz. Cem’iyyet, ya’nî devlet, kimsenin malına el koyamaz. Karışırsa zulm etmiş, gasb etmiş olur. Kimse, kimseye ödünç vermeğe zorlanamaz.

Yetmişinci sahîfede: (Zekât, ferdlerin vicdânlarına bırakılmayan bir ödemedir. Devlet onu alır. Zekât, elden ele verilen ferdî bir bağış değildir) diyor.

Bu düşüncesinin de çok yanlış ve saçma olduğunu ellibirinci maddede bildirdik.

Yetmişbeşinci sahîfede: (İslâm, cem’iyyet nizâmını kurmuş, dünyâ nizâmlarını silâh zoru ile değil, fikr gücü ile yenmişdir) diyor. Bu düşüncelerin de islâmiyyete uygun olmadığını ellinci maddede vesîkalarla isbât etdik. (Cihân Sulhu) kitâbında, (Devletcilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) dediğini kırkdokuzuncu maddede bildirmişdik. Burada ise, (islâm cem’iyyet nizâmını kurmuş...) diyor. Sözleri birbirini bozmakdadır. Her ilm kolunda da, böyle yeteri kadar bilgisi olmıyanların, derme çatma yazdıkları sıksık görülmekdedir.

Yetmişyedinci sahîfede: (Bugün onları, Peygamberin zemânında yapmış olduğu şeklde, kısa ve mufassal bilgilerle islâma da’vet etmemiz aslâ kifâyet etmez. O devrelerde, bugünkü gibi, islâm nazariyyesi karşısında duran teferruatlı ictimâî nazariyyeler yokdu) diyor. İslâmiyyeti nazariyye, insan düşüncesi sanmakdadır. Bu yazıları, islâmiyyetden hiç haberi olmadığını gösteriyor. İslâmiyyet, nazariyye değildir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın ve Onun yüce Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” emrleri ve teblîgleridir. Bu emrler, bu beyânlar karşısında, insanların kısa akllarından, düşüncelerinden doğan nazariyyeler, hiçbir zemân dayanamaz. Çürür, erir, söner. Dâimâ mağlûb olur. Seyyid Kutb denilen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okuyup, biraz anlamış olsaydı, haddini bilir, edebini takınırdı. Kendi bozuk düşüncelerini, islâmın rûhuna uymıyan saçma sözlerini islâmiyyet olarak gençliğe sunmakdan belki çekinirdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları kıymetli kitâblarındaki bilgilere uymıyan böyle saçma yazıları, islâmiyyet olarak yazmak ve yaymak, islâmiyyeti bozmağa, içerden yıkmağa kalkışmak demekdir.

Yetmişdokuzuncu sahîfede: (Bütün inançları eşidlikle ve aynı hürriyyete da’vet ederiz. İnanç hürriyyetini korumak, müslimân devletin vazîfesidir. Bütün vatandaşlar gelir kaynaklarından müsâvî hakka sâhibdirler. Ferdî mülkiyyet sınırlıdır. Fazla malları alma hakkı cem’iyyetindir) diyor. Bu düşünceleri de islâmiyyetle taban tabana zıddır. Yukarıda islâmiyyeti yaymalıdır, diyordu. Burada ise, her dîne hürriyyet verilmesini istiyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Bir tarafdan da, islâmiyyeti, sosyalizme ve komünizme çevirmeğe çalışmakdadır. Bunların cevâbı birkaç sahîfe önce uzun bildirildi.

Seksenyedinci sahîfede: (Devlet, lüzûmu hâlinde cem’iyyetini korumak için ihtiyâcı kadar parayı varlıklı ferdlerden kaydsız şartsız alabilir) diyor. Bu yanlış düşüncesinin cevâbını da elliüçüncü maddede uzun bildirdik.

Doksanikinci sahîfede: (Bu işler için zekât kâfî gelmez ise, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakîrlere iâde eder) diyor.

Seyyid Kutb, bu sosyalist düşüncelerini islâmiyyete yüklemeyip de, kendi malı olarak ortaya koysaydı çeşidli akıntılara kapılarak, şaşkına dönmüş olan gençler arasında, belki kendisine bir yer bulabilirdi. Fekat, bir din adamı kılığına girerek, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırması ve kendi sosyalist düşüncelerini, islâmiyyet olarak tanıtmağa kalkışması, kendisini dünyâda da, âhiretde de rezîl etmekde, Allahü teâlânın intikâmına hedef olmakdadır. Elliüçüncü maddeyi okuyunuz!

İkiyüzüçüncü sahîfede, maskesini temâmen kaldırıyor. İğrenç fikrlerini açığa çıkararak:

(İslâm, yeryüzündeki bütün insanları, dînî inançların değişikliğine bakmaksızın hürriyyete kavuşdurmak için koşan bir kuvvetdir. Bu kuvvet, sapık kuvvetlerle karşılaşınca, mücâdele ederek, onları imhâ etmesi vazîfesidir) diyor. Müslimânları Dâr-ül-harbdeki kâfirlerle bir tutmakda, Allahü teâlânın necs, pis dediği küfrün yayılması, hürriyyete kavuşması için savaşmağı, vazîfe bilmekdedir. Fîsebîlillâh olan cihâdı böyle anlamakdadır. (Her çömlek, içinde olan şeyi sızdırır). Gülistândan gelen, gül kokar. Çöplükde yetişen Ebû Cehl karpuzu, elbet fenâ koku saçar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Çöplükde biten gülleri koklamayınız!) buyurdu. Dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmak istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumalıdır. Bu âlimler, ferdlere, âilelere ve cem’iyyetlere lâzım olan her bilgiyi kitâblarına yazmışlardır. Akllı olan, bu bilgileri arar, bulur. Câhil ve sapık olanlar, bulamaz, yok sanırlar. Ehl-i sünnetden ayrılanların Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Allahü teâlâ, gençleri, sahte din adamlarının zararlarından, kitâblarından korusun! Âmîn.