Seyyid Kutb-3 57.Madde
57 —
Seyyid Kutbun (İslâmda Sosyal Adâlet) kitâbı, arabcadan türkçeye terceme
edilerek gençliğin önüne sürülmüşdür. Mütercimlerin çok övdükleri Seyyid Kutb,
bu kitâbında, maskesini yüzünden büsbütün sıyırmakda, mezhebsiz, sapık olduğunu
açıkça bildirmekdedir. Kitâbından aşağıda sunulan parçalar, bunun, islâm
âlimlerinin yazılarından birşey anlıyamamış olduğunu göstermekdedir.
Yirmiyedinci sahîfede diyor ki:
(İslâmın bir asrda getirmiş olduğu nizâmın, o asra nisbetle değişen birçok
şartları karşısında, dahâ sonraki asrların hepsinde aslını gayb etmeden kâbil-i
tatbîk olduğuna bizleri kim te’mîn edebilir?)
İslâmiyyetin aslının her asrda değişmesini istiyor. Bizim gibi câhillerin,
islâmiyyeti, dilediğimiz gibi değişdirebileceğimizi sanıyor. Müctehid olmıyan
bizim gibi mukallidlerin islâm ilmlerine el ve dil uzatamıyacağımızı anlıyamıyor.
İslâm bilgileri, din bilgisi ve fen bilgisi olarak ikiye ayrılır. Kur’ân-ı
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilen din bilgilerini, müctehid
olan büyük âlimler de değişdiremez. Zâten bugün, ictihâd derecesinde büyük âlim
yokdur. Din bilgilerinin alışveriş, nikâh ve cezâ kısmlarını örf ve âdetlere
göre değişdirmek câiz ise de, bunun da şartları vardır. İslâmiyyetin bildirdiği
şartların dışında değişdirmek câiz değildir. Seyyid Kutb, islâmiyyeti
değişdirmekle, Allahü teâlânın emrlerinin yerine, fransız ve sosyalist
kanûnlarını getirmek istemekdedir. Nitekim, yukarıdaki maddelerde bu istekleri
yazıldı. Cevâbları da verildi.
Otuzbeşinci
sahîfesinde: (İslâmiyyet bir bütündür. Ayrılan parçaları birleşmeli,
ihtilâflar ortadan kalkmalıdır) diyor. Cevâb:
İslâmiyyetin din bilgileri ikiye ayrılır:
1 — Kalb
ile inanılacak şeyler.
2 — Kalb ve
bedenle yapılacak şeyler.
Kalb ile
inanılacak bilgiler, elbet bir bütündür. Bu da, Resûlullahın bildirdiği ve Eshâb-ı
kirâmın haber verdiği îmân bilgileridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri
Eshâb-ı kirâmdan öğrenip, kitâblarına yazdılar. Bütün müslimânların, bu
kitâblardan okuyup, inanmaları hep bir îmânda birleşmeleri lâzımdır. Müslimânlar
birleşmeli, ayrılık, bölücülük olmamalıdır. Bunun için, bütün müslimânların, tek
doğru yol olan (Ehl-i sünnet) inanışında birleşmeleri, Peygamberimizin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiği sapık fırkalara bölünmemeleri
lâzımdır. Başka dürlü birleşmek olmaz. Seyyid Kutbun da bu îmân bilgilerini
öğrenmesi, kendi kafasından ve hocası olan meşhûr mason Muhammed Abduhun
kafasından çıkan saçma ve sapık düşünceleri din bilgisi olarak yaymaması,
bölücülük yapmaması lâzımdı. Fekat, Seyyid Kutb, yukarıdaki yazısı ile hak olan
dört mezhebe saldırıyor. Mezheblerin ortadan kaldırılarak, uydurma bir
müslimânlık yapılmasını istiyor. Cemâleddîn-i Efgânî, Abduh ve Mevdûdî gibi
mezhebsizler ve Kâdıyânî [Ahmedî], Behâî ve Teblîg-ı Cemâ’at gibi zındıklar da
hep bu yoldadır. Peygamberimiz, Ehl-i sünnetin içinde bulunan dört mezhebin,
ibâdetlerde birbirinden ayrılığının rahmet olduğunu bildiriyor. Müctehidlerin
ictihâd etmelerini emr ediyor. Bu beğler ise, mezheblerin yok edilmelerini,
hıristiyan, yehûdî ve komünist kanûnlarından toplama, yeni bir din yapılmasını
istiyorlar. Müslimânları aldatmak için, bu yeni dîne, şimdilik müslimânlık adını
vermekdedirler.
Allahü
teâlâ, ibâdetler ile ve evlenme, alış-veriş ve kul hakları ile ilgili bilgilerin
hepsini açık ve kesin olarak bildirmedi. Kısa ve kapalı bırakdığı bilgileri
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” açıklamasını diledi.
Peygamberi de, bunların hepsini tam açıklamadı. Kapalı bırakdığı bilgilerin
açıklanmasını ve bunların günlük hâdiselere tatbîk edilmesini müctehid âlimlere
bırakdı. Bu âlimler, bu vazîfeleri yaparlarken, aralarında ayrılıklar oldu.
Böylece mezhebler meydâna geldi. Müslimânlar ibâdetlerini yaparken,
memleketlerinin örf ve âdetlerine, iklim şartlarına ve kendi fizik yapılarına
uygun ve dahâ kolay olan mezhebi seçerek, bu mezhebi taklîd eder. Mezhebler
müslimânlar için rahmetdir, kolaylıkdır.
Yüzellialtıncı sahîfesinde: (Mülkiyyet, ancak şâri’in [ya’nî islâmiyyeti
koyanın] isbâtı ve takdîri ile tesbît edilir. Bu hak, cem’iyyetin nâibi
[mümessili] durumunda olan şâri’in husûsî olarak ferde temlîk etdiği birşeydir)
diyor.
Cevâb:
Mülk, elbet şâri’in izn vermesi ile mülk olur. Fekat, şâri’, ya’nî islâmiyyeti,
emrlerini ve yasaklarını koyan, Allahü teâlâdır. (Mübellig), ya’nî
islâmiyyeti bildiren, Allahın Peygamberidir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
Yalnız mülk değil, her hak, Allahü teâlâ izn verdiği için hak olmuşdur. Herkesin
malı, mülkü, hakları, Allahü teâlâ izn verdiği, emr etdiği için mülk ve hak
olmuşlardır. İşte bunun için, bir insan, rızâsı ile vermedikçe, kimse onun
mülkünü elinden alamaz.
Yüzseksenbeşinci sahîfesinde: (Milyonlarca insanın basit bir meskene ve
elbiseye muhtâç bulunduğu bir memleketde, milyonlarca lira sarf ederek muhteşem
köşkler yapdırmak isrâf ve harâmdır) diyor.
Zekâtını
fakîrlere veren ve alın teri ile halâlinden kazanan kimsenin köşkler yapdırması,
hiç harâm değildir. Halâl ve mubârekdir. Tenbel oturup, çalışmayıp, fakîr
kalmak, yâhud kazandıklarını harâm şeylere verip, basît meskende kalmak, uygun
değildir. Böyle tenbellerin ve malını harâmlara isrâf edenlerin yüzünden,
çalışkanlar niçin suçlu olsun? Zekâtını verenlerin köşklerde oturmaları, şık
giyinmeleri, fennin bulduğu bütün kolaylıklardan fâidelenmeleri halâldir. Bir
âyet-i kerîmede meâlen, (Verdiğim ni’metleri kullanmalarını severim)
buyuruldu. Allahü teâlâ, (Çalışana veririm) buyuruyor. Çalışıp kazanmak
ibâdetdir. Zenginlik günâh değildir. Allahü teâlâ şükr eden zenginleri sever.
Zengin olduğu için, kendini beğenmek, kendini başkalarından üstün görmek
harâmdır. (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki:
(Aşere-i
mübeşşereden ya’nî Cennete gidecekleri müjdelenen on kişiden Zübeyr bin Avvâm
“radıyallahü teâlâ anh” tüccâr idi. Medînede, Basrada, Kûfede ve Mısrda mülkleri
ve geniş erâzîsi vardı. Bin hizmetçisi vardı. Fekat bütün gelirini fakîrlere
dağıtırdı. Cennetle müjdelenenlerden Talha “radıyallahü teâlâ anh” da zengindi.
Şık giyinir, süslü gezerdi. Yüzüğünde kıymetli yâkut taşı vardı. Cennet ile
müjdelenenlerden Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da zengin tüccârdı. Tebük
gazâsında onbin altın ve mal yüklü bin deve verip Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” düâsını aldı.
Zenginlik
kusûr değildir. (Âhır zemânda zengin olmak se’âdetdir) hadîs-i şerîfi
(Râmûz-ül ehâdîs)de yazılıdır. İbrâhîm, Dâvüd ve Süleymân “aleyhimüsselâm”
çok zengindiler. Eshâb-ı kirâmın fakîrlerinden çoğu, zenginler bizim gibi ibâdet
etdikden başka, malları ile hayrlı işler yaparak çok sevâb kazanıyorlar diyerek,
agniyâ-yı şâkirîne imrenirlerdi).
İkiyüzkırkyedinci sahîfesinde: (Hilâfet müessesesi, dört halîfeden sonra,
babadan oğula verâset yolu ile intikâl eden bir nev’ krallığa döndü. Milletin
malı, bu şahsların akrabâsına, dalkavuklarına mubâh, islâmiyyete bağlı istihkâk
sâhiblerine harâm kılınmış idi. Benî Ümeyyenin iktidâra gelişi, zararlı oldu.
Hazret-i Ömer birkaç sene dahâ hilâfetde kalsa idi veyâ hazret-i Alî, üçüncü
halîfe olsa idi, yâhud hazret-i Osmân iktidâra geldiğinde yirmi yaş dahâ genç
bulunsaydı, islâm târîhinin çehresi dahâ başka olurdu. Hazret-i Ömer,
zenginlerin artan mallarını alıp, fakîrlere eşid tevzi’ ederdi) diyor.
Bu
yazılarında, hazret-i Osmânın, idâresiz, beceriksiz olduğunu gösteriyor.
Hazret-i Osmânın din ve dünyâ bilgilerindeki, idâre ve siyâsetdeki yüksekliğini
bildiren hadîs-i şerîfler sayısız denecek kadar çokdur. Bunlardan en meşhûrunu
burada da bildirelim: (Eshâbımın en üstünü Ebû Bekrdir. Sonra Ömerdir. Sonra
Osmândır. Sonra Alîdir) hadîs-i şerîfindeki üstünlük, her bakımdan
üstünlükdür. Hudeybiyede düşman, harb hâzırlığı yaparken, o tehlükeli zemânda,
Peygamberimiz, düşmanlarla, konuşup anlaşmak için, hazret-i Osmânı sefîr olarak
seçdi. Hazret-i Ömer vefât edeceği zemân, kendinden sonra halîfe olmağa lâyık ve
muktedir gördüğü altı kişi arasında hazret-i Osmân da vardı. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, doğru sözü Ömerin dili üstüne
koymuşdur) buyurdu. İşte, hep doğru, isâbetli konuşan bu Ömer “radıyallahü
anh, (Osmân halîfe olmağa lâyıkdır, muktedirdir) diyerek tavsiye ediyor. Seyyid
Kutb ise, hayır, lâyık değildi. İslâmiyyetin gelişmesi onun yüzünden durakladı
diyor. Hazret-i Osmânın, halîfe iken idârî, siyâsî ve askerî başarıları (Hak
Sözün Vesîkaları) kitâbının beşinci kısm, beşinci maddesinde uzun
bildirilmişdir. Lütfen oradan okuyunuz!
Seyyid
Kutbun, islâm halîfelerini kâfirlerin krallarına benzetmesi ve milletin malını
islâmiyyete bağlı olan istihkak sâhiblerine harâm etdiler demesi de, islâm
halîfelerine iftirâdır. Bunun cevâbını kırkdördüncü maddede uzun bildirmişdik.
İnsâflı yazılmış olan târîhlerin ve din âlimlerinin kitâblarının sahîfeleri,
onun, bu iftirâlarını çürüten yazılarla doludur.
Seyyid Kutb,
yine (İslâmda Sosyal Adâlet) kitâbının ikiyüzdoksansekizinci sahîfesinde:
(Hazret-i Ömerin müellefetülkulübe zekât verilmesini yasak eden
tasarrufuna benzeterek, zekât giderlerinden ba’zı farklı tasarruflarda
bulunabiliriz. Fakîrlere nakd veyâ ayn olarak vermiyebilir, onlar için fabrika
ve sanâyi te’sîsleri kurabiliriz. Ba’zı te’sîs ve teşekküllerde, onlar için
hisse senedleri alabiliriz. Onlara, bugünün medenî îcâbları ile bağdaşmıyan ve
hebâ olup giden muvakkat ihsân ma’nâsından uzak dâimî bir rızk ve gelir kaynağı
te’mîn edilmiş olur) diyor.
Eshâb-ı
kirâmın hepsi derin âlim, müctehid idi. Hele dört halîfe, Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında müşâvirleri, vefâtından sonra da
vekîlleri idi. Hadîs-i şerîfde, (Benim ve benden sonra, dört halîfemin yoluna
sarılınız! Onların yolu doğru yoldur) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın
sözbirliğine uymamız lâzımdır. Sözbirliği ile bildirdikleri bilgilerden,
müslimânlar arasına yayılmış olanlarına inanmıyan kâfir olur.
Seyyid Kutb,
kendisini hazret-i Ömer gibi müctehid sanıyor. Zekâtın verileceği yerleri
değişdirmeğe kalkışıyor. Zekâtın kimlere verileceğini ve nasıl verileceğini
dînimiz açıkça bildirmişdir. Bin seneden beri, hiçbir âlim bunu değişdirmeğe
kalkışmamışdır. Dînimiz zekâtla, fakîrlere gelir kaynağı nasıl yapılacağını da
çok güzel bildirmekdedir. İslâmiyyeti iyi anlamış olan bir müslimân, zekât
parası ile islâmiyyete uygun olarak, fabrika ve sanâyi’ müesseseleri nasıl
kurulabileceğini ve cihâd için, hayr cem’iyyetleri için nasıl yardım edileceğini
hemen anlar. Bunların nasıl yapılacağı (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında
yazılıdır. İslâmiyyet, her asrda müslimânların nasıl çalışacağını ve çağın
buluşlarından fâidelenme yollarını göstermişdir. Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin
islâmiyyeti değişdirmeğe kalkışmalarına sebeb ve lüzûm kalmamışdır.
Dört çeşid
zekât malından, toprak mahsûlleri ile hayvan zekâtını ve (Âşir) denilen
zekât me’mûrunun idhâlâtcı tüccârdan topladığı zekâtı, müslimânların devlet
başkanı alır ve yerlerine sarf eder. Şahsların ve kurumların ve müslimân olmıyan
hükûmetlerin bu zekâtları toplamağa ve sarf etmeğe hakları yokdur. Bunlar, zekât
toplama merkezleri, zekât bakanlığı kuramazlar. Bunlara verilen zekâtlar kabûl
olmaz. Müslimân olmıyan hükûmetin idâresinde yaşıyan müslimânın, her çeşid
zekâtı, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen kimselerden birine veyâ vekîl etdikleri bir
kimseye, kendisinin veyâ vekîlinin vermesi lâzımdır. İbâdetleri, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarına göre yapmalıdır.
Üçyüzbeşinci sahîfesinde, Nisâ sûresinin sekizinci âyetinin meâli olan (Mîrâs
taksîm olunurken, [mîrâscı olmıyan] akrabâ, yetîmler, yoksullar da hâzır
bulunurlarsa, kendilerini [ondan birşey vererek] rızklandırın!)
hükmünü yazıyor. (Bu âyet-i kerîme, akrabâ, yetîmler ve fakîrlerin mîrâsda
hisse alacağını açıkça ifâde etmekdedir. Tabî’î olarak, mîrâsda değişiklikler ve
tahsîsler yapılabilir. Ba’zı hisseler vârislerin ve toplumun hâline göre ta’yîn
edilebilir. Âyet-i kerîmede hâzır bulunursa diyor. Bu, mevcûd olmak
ma’nâsındadır) diyor.
İslâm
âlimleri, bu âyet-i kerîme için, bir emr olmayıp, sevâb ve ihsân olduğunu
bildiriyor dediler. Emrdir diyenler varsa da, bu âlimler de, sonra gelen mîrâs
âyetleri ile, bu âyetin hükmü nesh oldu, kalmadı buyurdular. Tefsîr-i Hüseynîde
diyor ki, (Bu âyet-i kerîme, mîrâs dağılırken orada hâzır bulunanlar içindir. O
meclisde hâzır bulunan yetîmlere, fakîrlere göz hakkı olarak birşey sadaka
verilmesi iyi olur.) Senâüllâh-ı Dehlevî hazretleri, (Tefsîr-i Mazherî)de
buyuruyor ki, (Mîrâs taksîm olunurken hâzır bulunan akrabâya, yetîmlere ve
fakîrlere sadaka olarak birşey verilir. Sa’îd bin Cübeyr ve Dahhâk, bu âyet-i
kerîmenin (Yûsîkümullah) âyeti gelince, nesh edildiğini bildirdiler. Nesh
edilmedi diyen âlimler de vardır. İbni Abbâs buyurdu ki, âkıl ve bâliğ olan
vârisler, mîrâsdan az birşey ayırıp verirler. Vârisler küçük ise, vasî ve
velîleri verir veyâ yetîm malıdır diyerek özr dilerler. Muhammed ibni Sîrin
diyor ki, Ubeydet-ül Selmânî yetîmlere mîrâs taksîm etdi. Sonra bir koyun
kesmelerini emr etdi. Pişirilip, bu âyetde bildirilenlere yidirildi ve bu âyet
olmasaydı, koyunun parasını ben verirdim dedi. Bunlara birşey verilmesi farz
olmayıp, müstehab olması sahîhdir). Görülüyor ki, vârisler diledikleri kadar
verirler. Kendilerinden zorla birşey alınamaz. Seyyid Kutb, âyet-i kerîmedeki
(hâzır bulunmak) kelimesini (herhangi yerde mevcûd olmak) şeklinde
değişdirmekdedir. Şimdiye kadar hiçbir islâm âlimi, böyle değişiklik yapmamışdır.
Kitâbı arabçadan türkçeye terceme eden de Seyyid Kutbun hatâsını anlamış olacak
ki, vârislerden verâset vergisi alıp, vâris olmıyanlara verilmesi mümkindir,
diyerek, âyet-i kerîmeyi büsbütün değişdirmekdedir. Câhillerin dinde söz sâhibi
olduğu yerlerde, şeytâna iş kalmadığını, din âlimleri, çok önceden
bildirmişlerdir.
(Fî-zılâl-il
Kur’ân) adındaki kitâbında, Mâide sûresinin otuzüçüncü âyetini tefsîre
kalkışırken, dört mezhebin ictihâdlarını bildirip, (Biz bu husûsda, imâm-ı
Mâlikin fikrini tercîhe şâyân görüyoruz. Onun fikrine tarafdârız)
demekdedir. Bu yazısı da, onun mezhebsiz olduğunu, kendisini mezheb imâmlarının
üstünde gördüğünü ve (Usûl-i fıkh) ilminden haberi olmadığını
göstermekdedir. Birkaç sahîfe sonra, hırsızın cezâsı verilmesinde, dört mezhebin
ictihâdlarını bildirirken, (fekat, imâm-ı Ebû Yûsüf, İmâm-ı a’zama karşı
çıkar. Her iki görüşden farklı üçüncü bir fikr ortaya atar) diyerek,
mezheb imâmlarına ve ictihâdlara karşı, terbiyesiz kelimeler kullanmakdadır.
İctihâdları, fikr, düşünce zan etmekdedir. İslâm dîni, edeb ve güzel ahlâk
dînidir. İslâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, terbiyede ve güzel
ahlâkda, islâm dîninin mümessili olmuşlardı. Onu dünyâya böyle tanıtmışlardı.
Seyyid Kutb, bu bakımdan da, islâm âlimlerinden ayrılmakdadır.
Mâide
sûresinin doksanüçüncü âyetini tefsîr ederken, (Kur’ân-ı azîmüşşânda vârid
olan bu ifâdenin geliş tarzı üzerinde insanın içini râhatlatacak bir tefsîr
tarzını, müfessirlerin zikr etdikleri arasında bulamadım. Okuduklarım içerisinde
en fazla hoşuma giden her ne kadar hissen beni râhatlatacak durumda değilse de,
ibni Cerîr Taberînin zikr etdiğidir) diyor. Hâlbuki, meselâ
müfessirlerin baştâcı Beydâvînin tefsîri ve bunun Şeyhzâde hâşiyesi, bu âyet-i
kerîmeyi dahâ geniş ve râhatlatıcı olarak açıklamakdadır. Büyük islâm âlimi,
râsih ilmli ve tesavvuf mütehassısı seyyid Abdülhakîm Efendi, bu âyet-i
kerîmeyi, İstanbulda Bâyezîd câmi’inde, hem Beydâvî hâşiyesinden, hem de
Ebüssü’ûd ve Ni’metullah tefsîrlerinden günlerce açıklıyarak, dinleyen kültürlü
gençleri hayrân etmiş, gönüllere ferâhlık vermişdi. Seyyid Kutb da, böyle
zülcenâhayn bir derin islâm âliminin derslerinde ve sohbetlerinde senelerle
bulunmakla şereflenip, ilm ve ma’rifet deryâsından birkaç damlaya kavuşsaydı,
âyet-i kerîmelerin, sarâhatinden, ifâdesinden, işâretlerinden, delâletlerinden,
iktizâsından ve tezammunlarından birşeyler anlıyabilirdi. Tefsîr ve müfessir ne
demek olduğunu, belki sezerdi. O derslerin feyzleri, taş gibi katı, zift gibi
kara olan kalbleri yumuşatıp, tezkiye edip, hakkı bâtıldan ayırabilecek, islâm
âlimlerinin, Selef-i sâlihînin büyüklüğü karşısında titreyebilecek bir hâle
getirir. Evet, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini öyle anlar ki, se’âdet-i
ebediyyeye kavuşmak için, onlara uymakdan başka çâre olmadığına tam inanır.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Mektûbât)
kitâbında, (Peygamberlerin vârisleridir) ve (Mürekkebleri, şehîdlerin
kanından dahâ ağır gelecekdir) hadîs-i şerîfleri ile medh olunan âlimlerin,
(Ehl-i sünnet) âlimleri olduğunu muhtelîf mektûblarında tekrâr tekrâr
bildirmekdedir.
Seyyid
Kutbun, Mâide sûresindeki âyet-i kerîmeyi ileri sürerek, yüzlerce tefsîr âlimini
küçümsemesi, yalnız İbni Cerîri ayırarak onu övmesi, kendisinin mezhebsiz
olduğunu ortaya koymakdadır. (Feth-ul-mecîd) ismindeki meşhûr vehhâbî
kitâbının ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfesinde de, İbni Cerîr bakınız nasıl
övülmekdedir. (Yer yüzünde, Muhammed bin Cerîr bin Yezîd Taberîden dahâ âlim
kimse yokdur. Müctehidlerden idi. Kimseyi taklîd etmezdi. Kendi mezhebinde
yetişdirdiği çok talebesi vardı. Üçyüzon senesinde vefât etdi). Bunların ibni
Cerîri medh etmeleri doğrudur. Fekat, bunu ileri sürerek, başka tefsîrleri ve
müctehidleri küçümsemeleri, mezhebsiz olduklarını göstermekdedir.
(Hadîka)nın
dörtyüzaltmışıncı sahîfesinde buyuruyor ki: (İ’tikâdda, taklîd ederek,
işitdiğine îmân etmek câiz ise de, nazar ve istidlâl etmediği için, ya’nî
inceleyip araşdırmadığı için, günâh işlemiş olur. Amelde, ibâdetlerde,
araşdırmadan, bir mezheb imâmına tâbi’ olmak, sözbirliği ile câizdir. Uzun
zemândan beri, müctehid olmak için lâzım olan şartları kendinde toplıyacak kimse
kalmadığı için, her müslimânın dört mezhebden birini öğrenmesi lâzımdır. Bu da
ancak, güvenilen bir kitâbı okumakla veyâ sâlih olan âlimden sorup anlamakla
mümkin olabilir. Mutlak müctehid kalmadı. Bir mezheb içindeki mes’elelerde
ictihâd ederek fetvâ verebilecek, mezheb içi müctehidler, kıyâmete kadar
bulunacakdır. Herhangi bir din kitâbını okuyarak ve din adamı geçinen herkese
sorup anlıyarak, din bilgisi öğrenmek câiz değildir. Din adamı denilenler
arasında câhiller, din bilgisi olarak kendi düşüncelerini yazan zındıklar,
fâsıklar, münâfıklar, islâmiyyeti içerden yıkmak istiyenler ve bunlara âlet
olarak geçinenler her zemân vardır. Hakîkî din adamı olmak için, hem ilm, hem
amel, hem de ihlâs, ya’nî takvâ lâzımdır. Din adamının, insanı se’âdete
kavuşdurabilmesi için, en önce Ehl-i sünnet i’tikâdında olması lâzımdır. Ya’nî,
Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” izinde bulunması ve icmâ-i
ümmete uyması lâzımdır).
Seyyid
Kutba gelince, dikkat edilirse o, bir gazetecinin ve bir politikacının tabî’î
san’atı olan, yaldızlı, heyecanlı yazıları ile, okuyucularını vecde getiren bir
hatîbdir. O, kapalı bir hazîneyi satışa çıkaran dellâl gibi, islâmiyyeti yalnız
övmekde, içini açıp, cevherleri teşhîr etmeyip, islâm âlimlerini ve onların
kitâblarını, sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini, din bilgisi olarak
teşhîr etmekdedir. Bir artist rolü ile, okuyucularını teshîre çalışırken, çok
yerde tezadlara düşdüğünü, kendi kendini yalanladığını anlıyamamışdır. Bir
talebenin getirip gösterdiği şu yazısının okuyucularını küfre kadar
götürmesinden çok korkulur: Mâide sûresinin yüzonbeşinci âyetini tefsîr ederken,
(Semâdan sofra inme kıssası, hıristiyan kitâblarında, Kur’ân-ı kerîmde
vârid olduğu gibi zikr edilmez. Hazret-i Îsânın vefâtından çok sonra kaleme
alınmış olan bu İncîllerde..) demekdedir. Hâlbuki, (Hazret-İ Îsâyı
öldürmediler. Onu asmadılar) âyet-i kerîmesini, dahâ önce kendisi uzun
açıklamışdı. Âyet-i kerîmeler, Îsâ aleyhisselâmın öldürüldüğünü aslâ
bildirmiyor. Mâide sûresi 115.ci âyetinde (Îsâyı öldürmediler ve asmadılar)
buyuruluyor. Diğer âyet-i kerîmede, (Teveffî) edildiğini, ya’nî göğe
çıkarılma işinin tâm olduğunu haber veriyor. Seyyid Kutbun, tefsîr âlimi, din
adamı değil, arabcası kuvvetli ve keskin zekâlı, geniş hayâlli, becerikli bir
yazar olduğunu bütün kitâbları haykırarak haber veriyor. Politikacılar,
emellerine kavuşmak için, sevilen ve sayılan şeyleri ele alarak, öyle
canlandırırlar ki, yazılarında samîmî olup olmadıklarını, ancak o şeyi yakından
tanıyanlar anlıyabilir. Anlıyamıyanlar da, vesîle edilen o şeyin hayrânı
olduklarından, yazarın emellerine âlet olup, peşine takılır, onunla birlikde
felâkete sürüklenirler. Nitekim, Seyyid Kutbun yazılarına mest olan binlerle
Mısrlı gencin dünyâ ve âhıret azâblarına sürüklendiklerini öğrenmiş bulunuyoruz.
Şimdi de, dînini anlamağa susamış olan gençlerin, bu mezhebsiz ve sapık yazılara
ve bunları türkçeye yanlış ve bozuk terceme eden sahte din adamlarına
aldanacaklarını düşünerek, bunlara çok acıyor ve üzülüyoruz.
Câhil ve
âciz kimselerde yayılmış bir hastalık var: Geçmişleri kötülemek, ecdâdı kusûrlu
göstermek. Bu hâstalık, vehhâbînin kitâbında ve Seyyid Kutbda hâd (taşkın) hâle
gelmişdir: (Eshâb-ı kirâmdan sonra, nice yıllar, müslimânlar, Kur’ânla
hayât arasına yıkılmaz sedler çekmişler. Kur’ân, mihrâb nağmeleri, mezâr düâları
olmuş. İşte Seyyid Kutb, islâmın bu büyük derdine parmak basmak için Fî-zılâl-il-Kur’ânı
yazdı) diyorlar. Bunlara sorarız ki, Kur’ân-ı kerîmin bilgilerini,
nûrlarını üç kıt’aya yayan, bugünkü medeniyyetin beşiğini kuran islâm
üniversitelerini kimler açdı? Ecdâdımız, ilmde, cihâdda, fende ve ahlâkda,
hayâtlarını Kur’ân-ı kerîme tâm uydurmuşlardı. Yazdıkları binlerle kitâb ve
kurdukları çeşidli islâm medeniyyetleri, dünyâ târîhlerinde öğülmekdedir.
Ecdâdımızın ölülere Kur’ân okumaları ile alay eden Seyyid Kutbcular şunu iyi
bilsinler ki, kabr ziyâretini, ölülere Kur’ân okumağı, Resûlullah emr etmiş ve
kendileri de yapmışdır. Ecdâdımız, bu emre, bu sünnete uymak için, ölüleri
ziyâret etmiş ve rûhlarına Kur’ân-ı kerîm okumuşlardır. Böylece her işlerinde
Kur’âna ve sünnete sarılmışlardır. (Seyyid Kutbun kitâbı rivâyetler silsilesi
değildir) diyenler, onu övdüklerini sanarak, yüzkarasını ortaya çıkarmakdadırlar.
Çünki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” rivâyet edilmiyen din bilgilerine bid’at
denir. Hadîs-i şerîfde, (Bizden rivâyet edilmiyen, sonradan meydâna çıkarılan
din bilgileri bid’atdir, hepsi sapıklıkdır) buyuruldu. Başka bir hadîs-i
şerîfde, (Bid’at ortaya çıkaranların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz. Onlar,
Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler, Seyyid Kutbcuların
çok aldandıklarını, yalnız Ehl-i sünnetin kurtulacağını açıkça göstermekdedir.
Çünki, Seyyid Kutb, Selef-i sâlihînden gelen rivâyetleri kabûl etmiyor. Ehl-i
sünnet ise Selef-i sâlihînin Resûlullahdan getirdikleri rivâyetlere sarılıyor.
(Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet mezhebini
ve bu âlimlerin bildirdiği i’tikâdı öğrenip, i’tikâdını buna göre düzeltmek her
müslimâna farzdır. Bunu herkes öğrenmelidir. Câhil kalmamalıdır. Zîrâ,
islâmiyyete uymıyan i’tikâdın büyük zararı vardır. Zemânımızda bid’atler her
tarafa yayıldı. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını bilen az kaldı. Bu câhillik
bütün dünyâyı kapladı. İlmi ile amel eden âlimlerin sözlerine güvenilir. Çok
kimseler vardır ki, ilmden mahrûmdur. Fekat, âlim şekline girmiş, şöhret sâhibi
olmuşlardır. Bunların şekllerine ve şöhretlerine aldanmamalıdır. Yarım din
adamı, din yıkar. Yarım dokdor, beden yıkar, sözü meşhûrdur. Zemânımızda, birçok
câhil, şeyh ve mürşid adı ile ve büyük din âlimi adı ile, müslimânları
aldatıyor. Allahü teâlâ, müslimânları bunlara aldanmakdan korusun! Bu
sapıklardan çok sakınmalıdır. Din adamı geçinen herkesin sözüne ve kitâbına
uymamalıdır. Fıkh kitâbından alınmamış, modaya göre verilmiş olan fetvâlara,
kararlara uymamalı, ehlini arayıp bulup, ondan sormalı, doğrusunu öğrenmelidir).
İslâm âlimlerinin bu nasîhatlerini her müslimân, kulağına küpe yapmalı, aklını
başına toplayıp, sapık kitâbların yaldızlı reklâmlarına, şaşırtıcı
propagandalarına aldanmamalıdır.
Seyyid
Kutbun sapık fikrlerine (Dirâyet tefsîri) diyenlere ne kadar şaşılır. Kur’ân-ı
kerîmden Seyyid Kutbun çıkardığı bozuk fikr kırıntılarına değil, Kur’ân-ı
kerîmden Allahın Resûlünün anlayıp bildirdiği ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bu
bilgileri toplıyarak meydâna getirmiş oldukları hakîkî tefsîr kitâblarına
sarılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmin gölgesine sığınmak, böylece se’âdete kavuşmak
istiyenler, şunun bunun yazdığı tefsîrlere değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru
tefsîrlerine inanmalıdırlar. İnsanı se’âdete kavuşduracak, Seyyid Kutbun
vârisleri değil, Resûlullahın vârisleri olan Ehl-i sünnet âlimleridir.
Seyyid
Kutbcular, ona Şâfi’î diyorlar. Hâlbuki, dört mezhebden birinde olmak için, önce
Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinden “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, ayrılan ve hele Ehl-i sünneti beğenmiyen kimsenin, dört
mezhebden birinde olduğunu söylemesi, müslimânları aldatmak olur.
Seyyid
Kutbun tefsîrinin tercemesine bakan bir müslimân, âyet-i kerîmelerin meâllerini
okuyunca cidden zevk alıyor. Rûhu ferâhlıyor. Çünki, bu meâller, Ehl-i sünnet
âlimlerinin tefsîrlerinden alınmışdır. Fekat, Seyyid Kutbun yazılarını, onun
islâmın ana kaynaklarına uymıyan sapık yazılarının tercemelerini okuyunca,
müslimâna sıkıntı basıyor. Kalbi kararıyor. Seviyesinin düşüklüğü hemen
duyuluyor. Îmânı, islâmı, felsefî düşüncelerle açıklamağa özendiği görülüyor.
Bunun içindir ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,
rûhlara hayât veren kitâblarını okuyup, bu yüce âlimlerin, büyüklüğünü sezebilen
insaflı mü’minler, bugün de hakîkî tefsîr kitâblarını okumakda, o ma’rifet
deryâlarından feyz almağa uğraşmakda, Seyyid Kutbun kitâblarını övmek şöyle
dursun, bunları okumakdan gençleri korumağa çalışmakdadırlar.
Sapık
fikrlerini tefsîrinin her yerine serpmiş ise de, okuyucularımızı tatmîn etmek
için birkaçını kısaca bildirmeği fâideli gördük:
1
— Bekara
sûresinin tefsîrine başlarken, (Her sûrenin kendine hâs bir mûsikî te’sîri
ve âhengi vardır) diyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
(Gınâ, ya’nî mûsikî, kalbde münâfıklığı artdırır) buyuruyor. Kur’ân-ı
kerîm hiç böyle te’sîr eder mi? O, mûsikînin hâsıl etdiği zulmetleri temizler.
Kalbi, rûhu nûrlandırır. (Birgivî vasiyyetnâmesi) şerhinde buyuruyor ki,
(Mûsikî ile okunan şeyleri dinlememelidir. Zemânımızdaki tarîkatçılar çok câhil
ve inâdcıdırlar. Tegannî ederek şi’r okuyorlar. Mûsikîden hâsıl olan şehvet
lezzetlerine, ibâdetde lezzet hâsıl oldu diyorlar. Feyz hâsıl oldu diyorlar.
Böyle kitâbsız, mezhebsiz sapıklar, Deccâl askerinin başlangıcıdırlar.
Mü’minlere vasıyyet ederim ki, bunlara aldanmayınız! Dinden çıkarsınız! Ehl-i
sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmayınız! Kur’ân-ı kerîmi, ezânı, zikri ve düâyı
tegannî ile okuyanları dinlemeyiniz! Bunları susdurunuz! (Tâtârhâniyye)
fetvâ kitâbı, bunları tegannî ile okumanın harâm olduğunda sözbirliği
bulunduğunu yazmakdadır. Harâm olduğuna, fıkh âlimleri çok sened, vesîka ortaya
koymuşlardır.)
2
— (Medîneye
hicret bir mecbûriyyet altında yapıldı) diyor. Hâlbuki islâm âlimleri
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hicretin korku, sıkıntı ve mecbûriyyetle
değil, Allahü teâlânın takdîri ve izn vermesi ile yapıldığını bildiriyorlar.
(Mevâhib-i ledünniyye) de diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
Eshâbına Mekkeden Medîneye gitmelerini emr buyurdu. Kendisi Mekkede kalıp Allahü
teâlâdan izn gelmesini bekledi. Birgün Cebrâîl “aleyhisselâm” gelip, Kureyş
kâfirleri seni öldürecek. Bu gece yatağında yatma dedi. Ertesi gün hicret
etmesine izn verilen âyet-i kerîmeyi getirdi). İslâm âlimleri, Resûlullah için,
böyle edebli söyler ve yazarlardı.
3 —
(Kur’ân sûrelerinin ba’zılarının başında bulunan harflerin tefsîrinde
çeşidli görüşler ileri sürülmüşdür. Biz bu görüşlerden birini alıyoruz ki, o da
Kur’ân-ı kerîmin bu harflerden meydâna gelmiş olduğuna işâret sayılmasıdır)
diyor. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (Bu harfler, müteşâbihâtdandır.
Ma’nâlarını Allahü teâlâ gizlemişdir. Ma’nâları çokdur. Bir kısmını yalnız
sevgili Peygamberine ve Onun vârisleri olan ulemâ-i râsihîne bildirmişdir).
Kur’ân-ı kerîmin arabî harflerle indirildiği, başka âyetlerde açıkca
bildirilmekdedir. Bu harflere böyle ma’nâ vererek, hazret-i Ebû Bekrin ve
hazret-i Ömerin ve tefsîr âlimlerinin bildirdiklerini yazmakdan kaçınması,
küçümsenecek birşey değildir. Kur’ân-ı kerîmin esrârından ve tesavvuf
büyüklerine ilhâm olunan me’ârif-i ilâhiyyeden haberi olmadığı buradan da
anlaşılmakdadır.
4
—
(Tefsîr ve tevhîd âlimleri yer ve gökden hangisinin önce yaratıldığını uzun
anlatmışlardır. Fekat bunların bilmesi gerekirdi ki, öncelik ve sonralık, beşerî
ıstılâhdır. Yine unutulmamalıdır ki, bu gibi istilâhlar, ancak hudûdsuz
tasvîrlerin, mahdûd beşer havsalası tarafından kavranabilmesi için
kullanılmışdır. İslâm mütefekkirlerinin Kur’ân-ı kerîmdeki bu ta’bîrler üzerinde
girişdikleri münâkaşa, yunan felsefesi ile yehûdî ve hıristiyanlardaki dîni
tartışmaların berrâk arab aklı ile, parlak islâm zekâsına karışmasının korkunç
felâketinden başka birşey değildir) diyor. Seyyid Kutbun islâm
âlimlerine, Selef-i sâlihîne karşı kullandığı kelimelere bakınız! Tefsîr ve
kelâm âlimlerine karşı yapdığı bu hakâretleri ve edebsizlikleri, hangi
müslimânın kalbini sızlatmaz? (Bunların bilmesi gerekir ki) diyerek, o yüce
âlimlere ders vermeğe kalkışıyor. (Unutulmamalıdır ki) diyerek, Resûlullahın
övdüğü hayrlı asrın en üstünlerine câhil damgasını basıyor. İslâm âlimlerinin
zemân, mekân üzerinde yazdıkları kitâblardaki ince bilgileri işitmemiş olduğu
buradan anlaşılmakdadır. İslâm âlimlerinin kitâblarını okumuş ve anlamış
olsaydı, islâmın gözbebeklerine dil uzatamaz, haddini bilir, edebini takınırdı.
Evet o, (Dikenler), (Köyden bir çocuk) ve (Sihrli şehr) romanlarındaki gibi,
akıcı bir ifâde ve yaldızlı kelimelerle yazdığı tefsîrinde, gençlere bir âlim
te’sîri yapmakda, körpe dimâgları kendine bağlamakda ise de, islâm âlimlerinin
mubârek yazılarını okuyup, gafletden uyanmış olanlar, onun bu câzibeli yazıları
arasına yerleşdirdiği zehrli fikrlerini, sapık tutumunu hemen anlamakdadırlar.
5
— (Bana
göre, bu tecribe, yeryüzünde halîfe olacak şahsı yetişdirmek için yapılmışdır)
sözünde olduğu gibi, tefsîrinin birçok yerinde, (Bana göre) diyerek,
kendisini dev aynasında görmekdedir. Câhil değil, echel olduğu buradan da
anlaşılmakdadır. (Beydâvî) tefsîrini ve hâşiyesini ve (Tefsîr-i kebîr)i
okuyup, Kur’ân-ı kerîmin zâhirî bilgilerini ve (Ni’metullah) tefsîrini
veyâ Bursalı İsmâ’îl Hakkı hazretlerinin (Rûh-ül-beyân) tefsîrini okuyup,
Kur’ân-ı kerîmin esrârından birşey anlamış olsaydı, kendi haddini bilir, belki
edebli olurdu.
6
— Bekara
sûresinin yüzonyedinci (117) âyetini tefsîr ederken, (Yaratanın hiç
benzeri yokdur. İşte burada Vahdet-i vücûd felsefesi temâmen islâmî tesavvurun
dışında kalır ve islâm, gayr-i müslimlerin vahdet-i vücûd anlayışını temâmen red
eder) diyerek, tesavvufdan hiç haberi olmadığını bildiriyor. Tesavvuf
büyüklerinin ilhâm ve keşflerini felsefe sanıyor. Ulemâ-i râsıhîne gayr-i müslim
diyecek kadar küstahlaşıyor. Çünki, islâmiyyetden önce mevcûd olan vahdet-i
vücûd bilgilerini de, hak olan eski semâvî dinlerin tesavvufcuları ortaya
koymuşdu. Yunan felsefecileri ve İskenderiyye mektebi kâfirleri, bu bilgileri
din tesavvufcularından çalarak benimsemişlerdi. Vahdet-i vücûd bilgileri
felsefecilerin buluşu değil, dinde yükselmiş mü’minlerin ma’rifetleri ve
keşfleridir. Vahdet-i vücûd, (Se’âdet-i Ebediyye)nin çeşidli yerlerinde
açıklanmışdır. Lutfen, kitâbın fihristinden yerlerini bularak okuyunuz!
7
— Zümer
sûresinin üçüncü âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan
başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar,
İslâmiyyetin bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyâya
ibâdet ediliyor. İslâmiyyetden evvelki arabların meleklere, heykellere
tapındıkları gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhîdde,
ihlâsda, Allah ile kul arasında vâsıta ve şefâ’at etmek yokdur) diyor.
Bu yazıları ile, vehhâbî olduğunu i’lân ediyor.
8
— Bu
sosyalist yazar, kendisini tefsîr âlimi sanmakda, çeşidli âyet-i kerîmelere
yanlış ma’nâ vermekdedir. Meselâ Nisâ sûresinin yedinci âyet-i kerîmesine,
(Ana-babanın ve yakınlarının bırakdıklarında, erkeklere bir pay vardır. Ana
babanın ve yakınların bırakdıklarında kadınlara da bir pay vardır. Bunlar az
veyâ çok farz kılındığı şeklde bir paydır..) demekdedir. Hâlbuki islâm
âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bu âyet-i kerîmeye, (Ana-baba ve
yakınların bırakdıklarında erkeklere pay vardır. Ana-babanın ve yakınlarının
bırakdıklarında, kadınlara da pay vardır. Bırakılan mallar az olsun çok olsun,
farz kılınan mikdârdaki payları onlara verilir) demişlerdir. Beydâvîde sebebi de
açıklanmışdır. Hele bundan sonraki âyet-i kerîmeye, (Biz burada nesh
husûsunda bir delîl göremiyoruz. Bizim görüşümüze göre bu âyet muhkemdir. Gereği
şeklde amel etmek de farzdır) diyerek, kendi görüşüne göre tefsîr
yapdığını yazmakdan da sıkılmamakdadır. Hâlbuki tefsîr âlimleri, bu âyet-i
celîleye vâcib diyenler oldu ise de nedbdir. Ya’nî müstehabdır demişlerdir.
Bütün islâm memleketlerinde de, böyle yapılagelmişdir.
Bundan
önceki âyet-i kerîmeyi bildirdikden sonra, (Allahü teâlâ, mal ve mülkü
cem’iyyete tevdî etmişdir. Cem’iyyet, bu malları güzel kullanmakla mükellefdir.
Cem’iyyet başlangıçda bütün malların sâhibidir. Vârisler (vasîler) sâdece -cem’iyyetin
izni ile- bu malları kullanma hakkına sâhibdirler) diyerek, islâm dînine
iftirâ etmekde, reform yapmağa kalkışmakdadır. Tefsîr ismi altında, sosyalist
fikrlerini gençlere aşılama çabasındadır.
9
— (Cihân
Sulhu) ve (İslâmî Etüdler) kitâblarında, (Zekât, bir vergidir.
Bu vergiyi ancak devlet tahsîl eder. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen
bir mu’âmele değildir. Elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir.
Malların zekâtını kendi elleri ile ayırıp yine kendi elleri ile dağıtmak,
islâmın farz etdiği bir şekl ve nizâm değildir. Zekâtı verilmiş mal,
birikdirilmiş mal [ya’nî kenz] sayılmaz sözü doğru değildir. Devlet ona el
koyabilir) diyor. Seyyid Kutbun bu sözlerinin doğru olmadığı,
islâmiyyete uymadığı, kendi yanlış düşünceleri olduğu (Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbında uzun ve vesîkalarla isbât edilmişdir. Zekâtı verilmiş malın kenz
olmadığı, hükûmetin bu mala hiçbir sebeble el koyamayacağı, bütün kitâblarda
yazılıdır. (Ahkâm-üs-sultâniyye)de ve birçok kıymetli kitâblarda diyor
ki, (Kur’ân-ı kerîmde zekât ve sadaka aynı ma’nâda kullanılmakdadır. Müslimânın
malında, zekâtdan başka, kimsenin hiçbir hakkı yokdur. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Malda zekâtdan başka hak yokdur) buyurdu. Zekâtını
vermek lâzım olan mallar ikiye ayrılır. Emvâl-i zâhire ve emvâl-i bâtına.
Emvâl-i zâhire, saklanamıyan mallardır. Ekin, meyve ve çayırda otlıyan dört
ayaklı kasâb hayvânları böyledir. Emvâl-i bâtına, saklanabilen mallardır. Altın
ile gümüş ve ticâret eşyâsı böyledir. Hükûmet, emvâl-i bâtınanın zekâtını
istiyemez. Bunların zekâtını vermek, sâhibinin hakkıdır. Sâhibleri, kendi
istekleri ile, hükûmete verirlerse, o zemân hükûmet alıp, islâmiyyetin emr
etdiği yerlere vermekde, sâhiblerine yardımcı olur. Hükûmetin vazîfesi, yalnız
emvâl-i zâhirenin zekâtlarını istemek ve yerlerine dağıtmakdır. Hükûmetin bu
hakka mâlik olabilmesi için de, hür, müslimân, âdil olması ve zekât üzerindeki
din bilgilerine sâhib olması şartdır. Hükûmet zekâtı toplamakda zâlim olup,
yerlerine dağıtmakda âdil ise, buna zekât verilmesi de, vermeyip, mal sâhibinin
kendisinin dağıtması da câiz olur. Zekâtı toplamakda âdil olup, dağıtmakda zâlim
ise, bu hükûmete zekât vermemek vâcib olur. Vermek câiz değildir. İstekle veyâ
zorla alırsa, zekât verilmiş olmaz. Mal sâhiblerinin ayırıp, hakkı olanlara
kendilerinin tekrâr dağıtmaları lâzım olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” toplanan zekâtları, uygun gördüğü yerlere dağıtırdı. Sonra, Allahü teâlâ,
zekât verilecek yerleri birer birer bildirip başka yerlere sarf edilmemesini emr
eyledi. Kâfire zekât verilmiyeceği sözbirliği ile bildirildi). (Ahkâm)dan
terceme temâm oldu.
(Dürr-ül-muhtâr),
kefâlet bahsinin sonunda buyuruyor ki, (Tarsûsî dedi ki, sultânın, [ya’nî
hükûmetin], kimsenin malına el koyması câiz değildir. Yalnız, Beyt-ül-mâl
âmilleri, ya’nî zekât toplıyan me’mûrlar, vâlîler ve Beyt-ül-mâl kâtibleri
müslimânların mallarını kendi zimmetlerine geçirirlerse, millete hıyânet
ederlerse, hükûmet bunların haksız edindikleri mallarına el koyabilir. Evkaf
kâtibleri, me’mûrları da böyledir. Bunlar da aşırı harcamalar yapar, çalgılı,
oyunlu sefâhet hayâtı yaşarlarsa, apartmanlar yaparlarsa, hükûmet bunların
mallarına el koyar ve vazîfeden azl eder. Haksız ele geçirdikleri mallarını
vakfa i’âde eder. Hangi vakfdan aldıkları belli olmazsa, Beyt-ül-mâla verir.
Halîfe Ömer “radıyallahü anh” Ebû Hüreyreyi “radıyallahü anh” zekât toplamak
için, Bahreyne vâlî göndermişdi. Sonra, onu bu işden azl etdi. Mallarına el
koydu. Onikibin lirasını aldı. Bir zemân sonra, ona yine bu vazîfeyi vermek
istedi ise de, kabûl etmedi. Böyle olduğunu, Hâkim ve başkaları haber
vermekdedirler). İbni Âbidîn bu satırları açıklarken buyuruyor ki, (Hükûmetin
Beyt-ül-mâl me’mûrlarının mallarına el koyması demek, onların kendi zimmetlerine
geçirdikleri zekât mallarını, ellerinden geri alarak, Beyt-ül-mâla vermesi,
ya’nî yerine koymasıdır. Yoksa, hükûmet bu malları başka yerlere harc edemez.
Ebû Hüreyre buyuruyor ki, Ömer “radıyallahü anhümâ”’ zekât toplamak için, beni
Bahreyne gönderdi. Sonra, vazîfemden azl etdi ve onikibin liramı aldı. Bir zemân
sonra, yine bu vazîfeyi vermek istedi. Kabûl etmedim. Ebû Hâtem, bunu işitince,
Yûsüf “aleyhisselâm” senden çok üstün, yüce bir Peygamber olduğu hâlde, bu
vazîfeyi yapmağı dilemişdi. Sen niçin kabûl etmedin? dedi. Cevâbında, O, Yûsüf
“aleyhisselâm” idi. Peygamber idi. Peygamber oğlu idi. Peygamber torunu idi.
Peygamber torununun oğlu idi. Ben ise, Ümeyye oğluyum. Bilmediğim şeyi
söylemekden, bilmediğim işi yapmakdan, böylece Rabbime ve Onun kullarına karşı
rezîl olmakdan ve malıma el konmasından korkarım buyurdu. Ebû Hüreyre
hazretlerinin mezhebine göre, zekât me’mûrlarının hediyye kabûl etmesi câiz idi.
Hazret-i Ömerin mezhebinde ise, câiz olmadığı anlaşılmakdadır. Hazret-i Ömer,
kendi mezhebine göre hareket ederek, hediyye olarak topladığı malları, elinden
aldı.) Görülüyor ki, hazret-i Ömer, zenginlerin mallarına el koymadı. Bil’akis,
zenginlerin mallarına el uzatan me’mûrların haksız kazançlarını geri alıp,
sâhiblerine vermişdir. İslâmiyyetde, hiçkimse, hiçkimsenin malına, mülküne
elkoyamaz. İslâmiyyet bu bakımdan da, komünistlikden, sosyalistlikden
ayrılmakdadır.
10
— Seyyid Kutb,
tefsîrinin çeşidli yerlerinde, (Zekâtdan başka malda da fakîrlerin hakları
vardır) hadîsini yazıyor ve zekâtı hükûmetin zorla alacağını, ayrıca sadaka
vermiyenlerin fazla mallarına hükûmetin el koyabileceğini bildiriyor. İşi
komünistliğe kadar götürüyor. Bu fikrlerine sened yapabilmek için âyet-i
kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ veriyor. Kaş yaparken göz
çıkarıyor. Yukarıdaki hadîs-i şerîf, sadakanın, zekât gibi farz olduğunu değil,
nâfile ibâdetler arasında çok sevâb olduğunu göstermekdedir. Çünki, zekât
hakkını fakîrlere vermeyenlere Cehennemde azâb yapılacağı bildirildi. Sadaka
hakkını vermiyenlere ise, hiç azâb bildirilmedi. Sevâbının çok olduğu
bildirildi. Bunun gibi, (Müslimânın müslimân üzerinde beş hakkı vardır)
hadîs-i şerîfinde bildirilen, (Selâm vermek, hasta ziyâret etmek ve da’vet
olunan yemeğe gitmek) haklarının da farz olmadıklarını islâm âlimleri
sözbirliği ile bildirmişlerdir. Hâlbuki, (Zevâcir)den aldığımız aşağıdaki
hadîs-i şerîfler, zekâtın böyle olmadığını açıkça gösteriyor: (Mallarınızı
zekât vermekle koruyunuz. Hastalarınızı sadaka vererek tedâvî ediniz! Düâ ile
belâdan korununuz!) ve (Zekâtı verilen mal, yer altına gömülse de, kenz
ya’nî Allahü teâlânın kötülediği defîne sayılmaz. Zekâtı verilmiyen mal açıkda
bırakılsa da, kenz olur) ve (Mü’minin kalbinde buhl ya’nî cimrilik ile
îmân bir arada hiç bulunamaz!). İbni Hacer-i Mekkî hazretleri bu hadîs-i
şerîfleri açıklarken, hadîs-i şerîflerde kötülenen buhl, ya’nî hasîslik zekât
vermemek demekdir diyor.
11
— (Biz,
onlara aşağılık maymunlar olunuz dedik) meâlindeki âyet-i kerîmede,
cumartesi günü balık tutmuş olan yehûdîlerin maymun yapıldıkları açıkça
bildirildiği hâlde, bu âyeti de değişdirmeğe kalkışmış, (Maymun derekesine
düşdüler. Vücûdları ile maymun olmaları îcâb etmez) demiş, kendisini
imâm-ı Mücâhid gibi bir müctehid bilmişdir. Büyük âlim Abdül’azîz Dehlevî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tefsîr-i Azîzî)de bunların şekl ve
sûretlerinin maymun şekline döndüklerini ve üç gün yaşayıp öldüklerini uzun
yazmakda ve seyyid Kutb gibi söyliyenlere cevâb vermekdedir.
12
— Yine bu
tefsîrinde, (Kur’ânda esîrleri köle yapmak mevzû’unda hiçbir hükm vârid
olmamışdır. İslâm, köleliğin menba’ını kurutmuşdur) diyor. Bu görüşünün
bozuk olduğunu kendi de anlıyarak, lâfı değişdiriyor ve (İslâm, meşrû’
harb esîrlerinden ma’da, kölelik kaynaklarını kurutdu. Çünki, örflere muhâlif
olan bir hükmü o gün cem’iyyetlere zorla kabûl etdirecek kudretde değildi)
diyor. Bu saçma mantığı ile, hatâsını örtmeğe çalışıyor. Hicretin yedinci
senesinde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber gazâsında
aldığı esîrleri, Eshâbına köle ve câriye olarak dağıtdığını ve bu işin islâm
devletlerinde asrlarca tatbîk edildiğini inkâr edemiyor. Fekat, islâmiyyetin
kâfir cem’ıyyetlerine ahkâm getirdiğini sanarak, çok feci’ bir fikr de
yürütüyor. (İslâm, hükmünü kabûl etdirecek kudretde değildi)
diyor. Bu kudretsizliğin Allahü teâlâya varacağını, küfre sebeb olacağını
düşünemiyor. Hâlbuki, islâm, kâfirlere hiçbir hükm ya’nî emr ve yasak
getirmemişdir. İslâm ahkâmı, müslimânlara ve müslimân olan cem’iyyetlere
mahsûsdur. İslâm, kâfirlerden tek birşey istemekdedir. O da îmân etmeleridir.
Zimmî kâfirlerin mu’âmelât ile mükellef olmaları, hükmen müslimân sayıldıkları
içindir.
13
— Seyyid Kutb,
kitâblı kâfir kadınları ile evlenmekde de kendi görüşlerini ileri sürmekde,
müctehidlerle boy ölçüşmeğe kalkışmakdadır. Tefsîr yapmakda ve din kitâbları
yazmakda tek sermâyesi, memleketi îcâbı arabî bilmesidir. Tek hüneri, iyi bir
tercümân olabilen bu yazarın en büyük hatâsı, din bilgilerinde mukallid olduğunu
anlıyamamış olmasıdır. Hâlbuki, nassları açıklamakda ve nass bulunmıyan
bilgilerde, yalnız müctehidlerin görüşlerine değer verilir. Müctehid
olmıyanların, ya’nî bizim gibi mukallidlerin görüşleri din bilgisi olamaz.
Müctehidlerin görüşlerine uymıyan görüşler ileri süren din câhillerine (Dinde
reformcu) veyâ (Zındık) denir. Bunlar, din adamı görünerek, perde
arkasından dîni yıkmak istiyen kimselerdir. Hakîkî din adamı demek, uzun seneler
dirsek çürütüp, müctehidlerin açıklamalarını, görüşlerini öğrenerek, bunları
zemânındaki insanların anlayışlarına göre, aktaran, bildiren hâlis müslimân
demekdir.
Seyyid Kutb,
memleketi îcâbı arabcayı iyi bildiği için, kırk seneden beri incelediği ve
hayrân olarak savunduğu sosyalist bilgilerini Kur’ân-ı kerîm ile karşılaşdırmağa
kalkışdı. İslâm âlimlerinin kitâblarını okumadığı için ve Mısr mason locası
başkanı Mehmed Abduhun te’sîri altında kalarak, ömrünün son yıllarında,
mezhebsizliği ve vehhâbîliği tervîc eden kitâblar yazmağa başladı. [m. 1948] de
çıkardığı (İslâmda Sosyâl Adâlet) kitâbı, bu yıkıcı, sapık fikrleri ile
doludur. Kur’ân-ı kerîme sarılmalı diyerek, gençleri, kendi sapık fikrleri
arkasında sürükledi. Keşki, kendi zemânında bulunan Abdülkâdir Udeh gibi
ve Ahmed-i Advî Ezherî gibi, islâmiyyeti iyi incelemiş ve anlamış
mücâhidlerin yazılarını okumuş olsaydı, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini
öğrenir, bunların biricik kurtuluş yoluna sarılmak se’âdetine kavuşabilirdi.
Fekat, ona dîni bütün islâm âlimi diyenler de, (İlmî ve felsefî araşdırmaları,
kendisine sarsılmaz bir îmân bahş etdi) sözünü gizliyememişler, onun îmânının,
islâm bilgilerine değil, felsefî düşünceler üzerine kurulmuş, sapık bir yol
olduğunu bildirmişlerdir.
Din adamı
geçinen ba’zı kimseler, Seyyid Kutbun reformcu, sapık fikrlerine aldanmakla
kalmıyor. Onun islâmiyyete uymıyan fikrlerini gençler arasına yaymağa
uğraşıyorlar. Bu çalışmalardan kazanc sağlamağı düşünen ba’zı kimseler de, onun
tefsîrini ve kitâblarının ba’zı yerlerini yanlış terceme edip, yüksek fiyâtla
satıyorlar. Kazançlarına engel olduğu için, hakîkati ortaya koyan, gençleri
uyandıran kitâblarımıza saldırıyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından
terceme etdiğimiz kitâblarımıza, ilm ile, vesîka ile karşı çıkamadıklarından,
yalan ve iftirâdan başka çâre bulamıyorlar. Böyle yalan söyliyenlere, (bu
sözünüz, kitâblarımızın neresinde yazılıdır?) deyince, bir yer gösteremiyorlar.
İftirâları, yalanları ortaya çıkıyor. Seyyid Kutbun (Fî-zilâl-il Kur’ân)
tefsîrinin bozuk ve zararlı olduğunu göstermek için, islâm âlimlerinin
büyüklerinden Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretlerinin fetvâsını okumak yetişir.
Fetvâ şudur:
(İslâm
âlimlerinin tefsîrlerinden almayıp da, kendi anladığını ve kendi görüşlerini
tefsîr olarak yazan ehliyyetsiz kimselerin tefsîrlerini milletin önüne sürenlere
mahkemeler mâni’ olmalıdır. Böyle tefsîrler bâtıldır, bozukdur. Bu tefsîrleri
milletin önüne süren din adamları sapıkdır. Başkalarını da doğru yoldan
sapdırmağa çalışmakdadırlar). (Fetâvâ-yı hadîsiyye)deki bu fetvâyı okuyan
bir müslimân, câhil, sapık din adamlarının sözlerine aldanmamalı, onların
kötüledikleri Ehl-i sünnet kitâblarına sarılmalı, yaldızlı sözlerle, plânlı
üsûllerle övdükleri sapıkların bozuk, zehrli kitâblarını almamalı, okumamalıdır.