Teblîg-i cemaat 58.Madde
58 —
(Teblîg-i cemâ’at) adı ile islâm memleketlerini dolaşıp, müslimânlara
va’z ve nasîhat eden kimseler görülüyor. Bunlar, Hindistândan, Pâkistândan üçer
beşer kişilik kâfileler hâlinde çıkarak dünyânın her yerine gidiyor. İslâmiyyeti
yaymağa çalışıyoruz diyorlar. Eshâb-ı kirâmın yolunda olduklarını söylüyorlar.
Hanefî mezhebinde olduğunu, ibni Teymiyyeyi çok beğendiğini söyliyenleri de var.
Fâideli ve doğru konuşuyorlar ise de, islâm âlimlerinin ismlerini ve sözlerini
ağızlarına almamaları ve Ehl-i sünnet bilgilerinden bir kısmını ört-bas eder
görünmeleri şübhe ve üzüntü uyandırdığından, Hindistânda ve Pâkistândaki ba’zı
din adamları bunların sapık olduklarını yazmakdadırlar.
Kendilerine
(Cemâ’atüt-teblîg) diyorlar. Merkezleri Delhîdedir. [Pâkistânın Karaşi ve
Lahor şehrlerinde de büyük şu’beleri vardır.] Her gitdikleri yerde nemâz kılmak
üzerinde çok duruyorlar. Fâideli ve lüzûmlu din bilgileri söylüyorlar. Bu
çalışmalarına Urdu lisânında (Kest) diyorlar. Bunların teşkilâtını kuran,
Mevlânâ Muhammed İlyâs isminde bir Hindli olduğunu söylüyorlar. Bu adam hicretin
1303 ve mîlâdın 1886 senesinde Kandla şehrinde doğmuşdur. Reşîd Ahmed Kenkühînin
talebesi idi. Onun yanında on sene kaldığı (Mevlânâ İlyâs uranki dînî da’vet)
kitâbının 43 ve 49 ncu sahîfelerinde bildirilmekdedir. Bu kitâbı İlyâsın yakın
talebesinden biri yazmışdır. Reşîd Ahmed 1323 [m. 1905] de ölünce, Halîl Ahmed
Sehârenpûrîden okudu. Halîl Ahmed 1346 [m. 1928] de Medîne-i münevverede öldü.
Urdu lisânında yazdığı kitâbda İblîsin, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve
sellem” dahâ âlim olduğunu bildiriyor. Reşîd Ahmed, (Berâhîn-i kâtı’a)
kitâbında, ellibirinci sahîfesinde, Halîl Ahmedin bu kitâbı için, mubârek bir
kitâbdır diyor ve (Beyt-i ayn-ı islâm) denilen yerde saklıyor. Reşîd
Ahmed, hâcı İmdâd-ullah-ı Medenînin halîfesi idi. Hâcı İmdâdullah, 1317 [m.
1899] da Mekkede öldü. Reşîd Ahmed, önce İsmâ’îl-i Dehlevîden okudu. Bu İsmâ’îl,
Abdülvehhab oğlunun (Kitâb-üt-tevhîd)ini urdu diline terceme ederek, (Takviyet-ül-îmân)
ismini vermişdir. Otuzsekizinci sahîfesinde, (Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” öldü, çürüdü. Toprak oldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
kıyâmetde şefâ’at edeceğine inanan kafir olur, müşrik olur) diyor. İlyâsın bir
hocası da, Eşref Alî Tehânevîdir. Bu da Çeştiyye tarîkatinden hâcı İmdâd-ullahın
halîfelerindendir. Urdu dili ile yazdığı (Behiştî Zîver) adındaki
kitâbında, birinci kısmında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yüksek
derecesini çocuk, deli ve hayvanlar derekesine düşüren çok çirkin şeyler
yazmakdadır. İlyâsın üç hocası da, kitâblarındaki böyle yazıları ile
müslimânları hayrete düşürmüşlerdir. İlyâs, bunları övmekde, büyültmekde ve
aşırı saygı göstermekdedir. Onlar için, zemânın evliyâsı, kutbları demekdedir.
(Melfûzât-ı hazret-i mevlânâ İlyâs rahmetullahi aleyh) ismindeki kitâbın
yüzondördüncü sahîfesi bu medhiyyelerle doludur. Şeyhi Reşîd Ahmed için, eğer
onu görmeseydim kalbim itmînâna kavuşmıyacakdı. Gece uyanınca, onun yatak
odasına gider, onun yüzüne bakar, gelir uyurdum. Onun sevgisi, damarlarımdaki
kan gibi her yerime işlemişdir demekdedir. Bu sözleri (Mevlânâ İlyâs urankî)
kitâbının 44. cü ve 49. cu sâhifelerinde yazılıdır. (Mücâdele sûresi)nin son
âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Kıyâmet gününe îmân edenler, Allaha ve
Resûlüne uymıyanları [ya’nî kâfirleri] sevmezler. Babaları, oğulları,
kardeşleri, akrabâları olsalar da, kâfirleri sevmiyenlerin kalblerini Allahü
teâlâ îmânla doldurur) buyuruldu. Teblîg-i cemâ’atcıların hepsi, İlyâsı ve
hocalarını çok büyültüyorlar, çok övüyorlar. İsmlerini söyleyince ve işitince
“rahmetullahi aleyh” diyorlar. Yukarıda bildirdiğimiz kitâblarını her yere
yayıyorlar.
Ehl-i
sünnet âlimleri, Teblîg-i cemâ’atcıları red etmek, sapık olduklarını ortaya
koymak için çok kitâb yazdılar. Onlar, bu kitâblara hiç cevâb veremedi.
Abdül’Alîm Sıddîkî, İlyâsın ve hocalarının islâmiyyeti içerden yıkmakda
olduklarını yazmakdadır. (El-müstened) ve (El-mütenebbî-ül-Kadyânî)
ve (El-üstâz-ül-Mevdûdî) ve (Ed-devlet-ül-Mekkiyye) ve (Hediyyet-ül
mehdiyyîn) kitâbının sonunda da uzun yazılıdır. Bu beş kitâb arabîdir. 1395
[m. 1975] senesinde İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile tekrâr
basdırılmışdırlar.
İlyâs 1363
[m. 1944] de öldü. Yerine oğlu Muhammed Yûsüf geçdi. Yûsüf, 1335 [m. 1917] de
Delhîde tevellüd ve 1394 de Lahorda vefât etdi. Delhîde defn edildi.
(Hayât-üs-Sahâbe) ismindeki üç cild kitâbı 1395 [m. 1975] de türkçeye
terceme ve neşr edilmişdir. Bu kitâbında Eshâb-ı kirâmı çok övmüş olduğundan,
okuyanların takdîrlerini çekmekdedir. Fekat, (âyinesi işidir kişinin, lâfa
bakılmaz) sözü meşhûrdur. Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerine inanan ve onları seven
kimsenin, onların yolunda bulunması lâzımdır. Onların yolu, Ehl-i sünnet
âlimlerinin gösterdikleri yoldur. Eshâb-ı kirâmı sevmenin alâmeti, (Ehl-i
sünnet)in dört mezhebinden birinin (Fıkh kitâbları)nı öğrenmek ve bu
bilgilerin yayılmasına çalışmak ve bunlara uygun yaşamakdır. Muhammed Yûsüfün
yerine Hindistânda Sehârenpur şehrindeki Mezâhir-i ulûm medresesinde hadîs
muallimi olan şeyh İn’âm-ül-Hasen geçdi. Hindistânda Lucknow şehrinde 1310 [m.
1891] de kurulmuş olan (Nedvet-ül-ulemâ)nın emîri [reîsi] olan Ebül-Hasen
Alî Nedvî, 1395 [m. 1975] de Lucknowda basılmış (Ed-da’vet-ül islâmiyye)
kitâbında, imâm-ı Rabbânî Ahmed Serhendîyi ve hizmetlerini övdükden sonra, 1246
da öldürülmüş olan İsmâ’îl-i Dehlevîyi ve 1320 de ölen Nezir Hüseyn Dehlevîyi ve
hâcı İmdâd-ullahın halîfelerinden Muhammed Kâsım Nanawtavî tarafından 1288 [m.
1871] de kurulmuş olan Diyobend medresesini ve 1362 de ölen Eşref Alî Tehânevîyi
ve teblig-i cemâ’ati ve kurucusu Muhammed İlyâsı çok medh ve senâ etmekdedir.
Muhammed Kâsım Nanawtavî 1317 [m. 1899] da öldü. İsmâ’îl-i Dehlevînin (Takviyet-ül-îmân)
kitâbının 1396 [m. 1976] senesinde Pâkistânda basılmış olan (Takvîm-ül-beyân)
adındaki fârisî tercemesini okuduk. İsmâ’îlin câhil olduğu kadar ahmak da
olduğunu öğrendik. Hakkı bâtıla karışdırarak kötülemeğe uğraşan bir mezhebsiz
olduğunu iyi anladık. Allahü teâlâ, müslimânları böyle sapık yazıları okumakdan,
bunlara aldanarak, sonsuz felâkete sürüklenmekden muhâfaza buyursun! Âmîn.
Hindistânın
cenûbunda bulunan Kerala eyâletinin Malappuram şehrinde, Samasta denilen (Cem’ıyyet-ül-ülemâ)nın
neşr etdiği aylık (El-muallim) mecmû’asının 1399 [m. 1979] Şevval ayı,
dokuzuncu ve dahâ sonraki birkaç sayılarında, Ehl-i sünnet âlimlerinden Mevlevî
Ebû Ahmed, (Cemâ’at üt-teblîga)daki şübhenin keşfi başlığı altında diyor
ki: Hindistânın şimâl kısmlarında, çeşidli fırkalar ortaya çıkmış, dîni tecdîd
edeceklerini, her yere yayacaklarını söylüyorlar. Çok kimse, bunların yaldızlı
sözlerine bakarak, kendilerinin ve kurucularının i’tikâdlarını incelemeksizin
onlara tâbi’ oluyorlar. İçyüzleri ortaya çıkınca, tekrâr ayrılanları, onların
yalanlarını, hiylelerini anlatanları çok oluyor. Târîhe bakılırsa, böyle sapık
kimseler çok görülür. Bunlar nefslerine, bozuk düşüncelerine kapılmış
zevallılardır. İslâmiyyetin delîllerine istedikleri gibi yanlış ma’nâlar
veriyorlar. İbni Teymiyyenin ve Abdülvehhâb oğlu Muhammed Necdînin çürük
ilkelerine kayıyorlar. Din bilgilerinden haberi olmıyanlar, bunları doğru yolda
sanıyor. Dîne hizmet etdiklerine inanıyorlar. Bu sapık fırkalardan biri mevlânâ
İlyâsın ortaya atdığı yoldur. Kendilerine (Cemâ’at-üt-teblîgiyye) diyorlar.
Dünyâyı dolaşıyorlar. İbâdetleri ile, câzibeli sözleri ile ve giyinişleri ile
dînine bağlı, sâlih kimseler olarak görünüyorlar. İnanışlarını, tutdukları yolu
hiç bildirmiyorlar. Tohumlarını Kerala topraklarına da saçmağa başladılar. (Samasta
Kerala) âlimleri, bunların kitâblarını, inanışlarını, ortaya çıkışlarını,
kurucularının hayâtını, yolunu ortaya koyarak, kendileri ile cihâda başladılar.
Bunları inceliyenler, hiylelerini, bid’at ehli olduklarını anlıyorlar. Bunların
Ehl-i sünnet ve cemâ’atin hak yolundan sapmış, bid’at ve dalâlet yolunda
olduklarına fetvâ verdiler. Hindistânın şimâlindeki ve cenûbundaki ve Seylan
adasındaki Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bu
fetvâları icmâ’ hâlini aldı. Biz de, Allahü teâlânın tevfîki ile ve selef-i
sâlihînin izlerine sarılarak, bozuk inanışlarını ve sapık yollarını aşağıda
bildireceğiz.
(Cemâ’at-üt-teblîgıyye)
sapık yolunun kurucusu, İsmâ’îl oğlu Muhammed İlyâsdır. 1303 [m. 1886] senesinde
doğmuş, 1363 [m. 1944] de ölmüşdür. Önceleri (Mezâhir-ül-ulûm) medresesinde ders
verdi. Bu işde muvaffak olamayınca, şeyhlik yapmağa başladı. Câhil halka muska
ve düâlar yaparak geçimini sağladı. Bu arada (Teblîg) tarîkatini kurdu.
Medâris şehrindeki (Külliyyet-i kaid-i millet) medresesi amîdi [reîsi]
Cemâl Muhammed sâhib, Cenderke gazetesinin 24 Temmuz 1976 nüshasında, bu tarîkat
hakkında uzun bilgi vermekdedir.
Delhîde
bulunan (Cemâ’at-üt-teblîgiyye) reîsi ve arkadaşı Muhammed İdris Ensârî,
Delhîde Cemâl matba’asında basılmış olan (Teblîg-i Düstûrül’amel)
risâlesinde, bu tarîkatin kuruluş sebebini şöyle bildiriyorlar: (İyi düşünülür
ve târîh incelenirse, dört temel üsûl ile insanlar huzûra ve se’âdete
kavuşdurulamamışdır. Bu da, Âl-i İmrân sûresinin 139. cu âyeti olan (Siz
onlardan şerefli, yükseksiniz. Çünki îmânınız var)dan anlaşılmakdadır.
Birincisi, islâm dîninin maksadı, bâtıl nizâmını, ya’nî sapık inanışları ve
huyları değişdirmekdir. İkincisi, bunları değişdirmek, ancak Peygamberlerin
“aleyhimüssalâtü vesselâm” seçdikleri yol ile olur. Üçüncüsü, müslimânların,
gerek birer birer, gerekse toplu olarak bugüne kadar yapdıkları çalışmalar, bu
maksad için değildi ve Peygamberlerin yolunda olmadılar. Dördüncüsü, bunun için
sâlih olan bir cemâ’at, ya’nî (Cemâ’at-i islâmiyye) kurmak ve bunun, islâmın
gösterdiği yolda çalışması lâzımdır. İşte bu işi, Allahın sâlih kullarından
Muhammed İlyâs yapdı. İslâm yolunda çalışmak istiyenleri toplayarak, (Cemâ’at-üt-teblîgiyye)
denilen yeni bir topluluk meydâna getirdi) diyorlar.
Şu laflara
bakınız! Ümmet-i Muhammediyyenin bindörtyüz seneden beri, gerek birer birer,
gerekse toplu olarak yapdıkları çalışmalar, Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü
vesselâm” yolu değilmiş ve insanlar arasına yayılmış olan bâtıl inanışları
değişdirmek için değilmiş. Bunun için, yeni bir cemâ’at kurmak lâzım olmuş. Bunu
Cemâ’at-i teblîgiyyenin emîri bildiriyor! Ümmet-i Muhammediyyeyi parçalamak, Ehl-i
sünnetin dışında yeni sapık bir çığır açmak istiyenler, hep böyle söyliyerek
ortaya çıkdılar. Ümmet-i islâmiyyenin hepsi, doğru yoldan ayrıldı, hidâyet
yolundan sapdılar diyerek, yeni bir tarîkat kurdular. Uydurdukları, bozuk, kötü
ilkeleri, böylece ortaya koydular.
Yine bunun
gibi son zemânlarda Ebül-a’lâ Mevdûdî ismindeki kimse Pâkistânda, (Cemâ’at-i
islâmî) denilen bir teşkîlât kurdu. Bunu kurmasının sebebini urdu dilinde
çıkardığı (Min Müslimân ur mevcûdühû siyâsî) risâlesinin onbeşinci sahîfesinde,
şöyle anlatıyor: (Çok araşdırmış, incelemiş. Bugünkü islâm halkasını boynundan
çıkarmağa karar vermiş. Eğer böyle yapmasaymış, o da ilhâd ve dehriyye denilen
dinsizlerin yolunda kalırmış. Ecdâdından, dedelerinden gelen din, ilhâd ve
dehrîlik imiş. Bunun için, kelime-i tevhîdin ma’nâsına tam uygun olarak yeni bir
din ortaya koymuş. Bulunduğu zemânın ilk hakîkî müslimânı kendisi imiş. Müslimân
olsun, olmasın, herkesi bu yeni dîne çağırıyormuş).
Muhammed
İlyâs da böyle söylüyor. Bu ümmet-i Muhammediyyenin, asrlardan beri yapdıkları
herşey Peygamberlerin yoluna uygun değilmiş. Muhammed Manzûr-i Nu’mânî, İlyâsın
(Ümmet-i Muhammediyyenin şimdi yapdıkları ibâdetler, hep rüsûm ve âdetlerdir.
Din öğretenler, din idârecileri, rüsûm ve âdetlere bağlı kalmışlardır) dediğini
(Melfûzât) risâlesinin onikinci sahîfesinde bildirmekdedir. (Teblîg-i
cemâ’at) önderlerinden Muhammed Hasen hân, (Miftâh-ut-teblîg) önsözünde
diyor ki, (Zemânımızda din işleri başı boş kaldığı için, çok kimse şirk, küfr ve
ilhâd akıntısına kapılmışdır. Allahü teâlâ insanların bu hâline acıyıp, mu’cize
olarak, müslimânları gafletden uyandırmak ve onlara din rûhunu aşılamak için
Şeyh Muhammed İlyâsı gönderdi. Bu mücâhid, Delhî şehrinin cenûbundaki Mivat
kasabasında, zemânın şartları izn verdiği kadar, insanları uyandırmağa çalışdı)
diyor. Bütün ümmet küfrde, dalâletde olunca, İlyâs doğru yolu acabâ nereden
buldu denirse, buna cevâb vermeleri kolay olmıyacakdır sanırız.
Yukarıda
bildirilenlerden anlaşılıyor ki, (Teblîg-i cemâ’at) fırkası, diğer eşkiyâ
arkadaşlarının söyledikleri gibi, (Bu ümmet-i Muhammediyye dalâlete düşdü. Doğru
yoldan ayrıldı) diyorlar. Bu sözleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” bildirdiğine taban tabana zıddır. Çünki Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i
şerîfde, (Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf
müctehidlerin ya’nî islâm âlimlerinin sözbirliği yapdıkları bilgilerin hep doğru
olacağını kesin olarak bildirmekdedir. Yalnız âlimler değil, aklı başında olan
herkes, böyle olduğunu hemen anlar.
Şimdi, bu
(Cemâ’at-üt-teblîgiyye) fırkasının nasıl teessüs etdiğini bildirelim:
Hindistânın meşhûr din ve târîh adamlarından Ebül-Hasen Alî Nedvî, Cemâ’at-üt-teblîgiyyenin
kurucusu İlyâsın sözlerini şöyle bildiriyor: 1345 [m. 1926] senesinde, Medîne-i
münevverede iken, bu işe başladım. (Bu hareketi, senin elinde gerçekleşdireceğiz)
diye rü’yâda müjdelendim. Bunlar, (Muhammed İlyâsın dîne da’veti)
kitâbının yetmişyedinci sahîfesinde urdu dili ile yazılıdır. Bir sahîfe sonra
da, Medîneden Hindistâna döndükden sonra, insanları dîne da’vet etmeğe başladı.
Bu iki satır yazıdan anlaşılıyor ki, bu da’vet Allahü teâlânın emri ile başlamış
ve Allah tarafından kendisine rü’yâda müjdelenmiş. Bu yolun iç yüzü, (İlyâsın
melfûzâtı) kitâbında geniş açıklanmakdadır. Bu kitâbda, talebesinden,
Muhammed Manzûr Nu’mânî, arkadaşlarına, hocasının şu müjdesini vermekdedir: (Rü’yâ,
Peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir. Riyâzetler çekmekle, mücâhedeler
yapmakla hâsıl olmıyan terakkîler, ba’zı seçilmişlere rü’yâda hâsıl olmakdadır.
Bunlara rü’yâda hâsıl olan bilgiler, Peygamberliğin parçalarıdır. Bunlarla
terakkî hâsıl olmaz mı? İlm ma’rifeti artdırır. Ma’rifet de, insanı Allaha
yaklaşdırır. Bunun için, Allahü teâlâ, (Yâ Rabbî ilmimi artdır) demeği
emr etdi. Rü’yâda insana sahîh ilmler verilir. Bundan dolayı, bu emîrinizin çok
uyuması için düâ ediniz! A’sâbım bozularak, uykum azaldığı zemânlar, uykumu
artdırmak için tabîbe mürâceat ediyor, verdiği ilâcları kullanıyorum. Bu teblîg
ile da’vet etmek yolu bana rü’yâda gösterildi. (Siz ümmetlerin en iyisi
oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emr eder,
kötülükden nehy edersiniz) meâlindeki âyetin tefsîri bana rü’yâda
bildirildi. Ben, Peygamberler gibi, insanları da’vet için yaratıldım. Âyetdeki
(yaratıldınız) sözü, bu da’vetin yalnız bir yerde yapılması ile, bir şehrde
kalmakla temâm olmıyacağını, bulunduğu yerden çıkarak, şehrleri, evleri dolaşmak
lâzım olduğunu gösteriyor). Bunlar, kitâbın ellinci sahîfesinde yazılıdır. Şu
sözlere bakınız! Kur’ân-ı kerîm rü’yâda tefsîr ediliyor. Rü’yâda kendisine sahîh
ilmler verildiğini, bunların mücâhede ve riyâzet ile elde edilemiyeceğini iddiâ
etmekdedir. Âyet-i kerîmedeki (Uhricet) kelimesinden, hiçbir müfessirin
bildirmediği yeni bir ma’nâ çıkarmakdadır. Talebesinden, kendisinin çok uyuması
için çalışmalarını istemekde ve yazısından anlaşılacak dahâ nice şeyler
bildirmekdedir. Bunlar, Kur’ânı kendi re’yi, görüşü ile tefsîr etmek değil
midir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ânı kendi re’yi ile
tefsîr edenin yeri Cehennem ateşi olsun!) hadîs-i şerîfi ile, müslimânları
böyle tefsîr etmekden men’ etmekde, korkutmakdadır. Bu hadîs-i şerîfi Tirmüzî
bildiriyor. Sağını solundan ayıramıyan, farzı sünneti tanıyamıyan kimselerin
teblîg için seyâhate çıkmaları, hep bu rü’yâdaki tefsîrden ileri gelmekdedir.
İslâmiyyet, şarkdan garba kadar her yere yayıldıkdan sonra, bunların emr-i
ma’rûfu temâmlamak için, ev ev dolaşmaları da, hep rü’yâda emr olunmuşdur.
Allâme ibni Cerîr Taberî ve Selef-i sâlihînden birçok müfessirler, bu âyet-i
kerîmeyi tefsîr etmişler ve allâme imâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”
bunları (Dürr-ül-mensûr) kitâbında bildirmişdir. Bu kitâbın ikinci cüz
altmışdördüncü sahîfesinde buyuruyor ki, Abd ibni Hamîd ve İbni Cerîr ve İbn-ül-Münzir,
imâm-ı Mücâhidden alarak, (Siz hayrlı ümmetsiniz. İnsanların iyiliği için
yaratıldınız) meâlinde olan âyetdeki insan, arabdan başkalarıdır. Hayrlı
ümmet de arabdır. Görülüyor ki, tefsîr âlimlerinin hiçbiri bu âyete İlyâs gibi
ma’nâ vermemişdir. Demek ki, onun teblîg hareketi, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i
şerîflere ve Selef-i sâlihînin yoluna uygun değildir. Uykuda, rü’yâda yapılan
bir tefsîre dayanmakdadır. Bu ise, dinde ibtidâ’dir. Bid’at çıkarmakdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bu dînimizde dinde bulunmıyan
birşey meydâna çıkınca red ediniz!) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf (Buhârî)
ve (Müslim)de yazılıdır.
[Nablüsî de
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Hadîka)nın 128. ci sahîfesinde geniş
açıklamakdadır. Yüzaltmışsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Uyurken görülen
rü’yâlar, rûhânî ilhâmlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren sebeblerden
değildirler). Yüzyetmişinci sahîfesinde diyor ki, (Allahü teâlânın, hiç kitâb
okumamış birinin kalbini açması, ma’rifetlerle, hakîkatlerle doldurması câizdir.
Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf işitince, bunların tefsîrlerini yaparak âlimleri
hayretde bırakır. Fekat, bu zât iktidâya sâlih olmaz. Velîdir. Fekat imâm ve
mürşid değildir. İslâm âlimi olmak için, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
ahkâmına vâkıf olmak lâzımdır). Yüzseksenyedinci sahîfesinde diyor ki, (Dînin
unutulması, ya’nî islâmiyyetin âdet hâline gelmesi, ya’nî islâmiyyete değil,
akla ve kendi görüşüne uyulması, dört şeyden ileri gelmekdedir: Birincisi,
öğrendiklerini yapmamak. İkincisi, bilmeden yapmak. Ya’nî, Allahü teâlânın
emrlerini öğrenmeyip, kendi aklına, görüşüne uymak ve herkesin de böyle olması
için çalışmak. Bunların doğru ve fâideli olduklarına inanıp, bunları
beğenmiyenlere düşman olmak. Üçüncüsü, yapacağı şeylerin ahkâmını önceden
öğrenmemek. Dördüncüsü, insanların din bilgilerini öğrenmelerine mâni’ olmak.
Öğrenmek ve gençlere öğretmek istiyenlere, gerici, çağ dışı diye iftirâ etmek.
Tesavvuf
büyükleri, Velîler, mürşidler “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, hep islâmiyyete
uymuşlardır. Yüksek derecelere böyle kavuşmuşlardır. İslâmiyyete uymak,
islâmiyyetin dört delîline uymak demekdir. Bu dört delîl, Kur’ân-ı kerîm ve
Sünnet ve İcmâ’ı ümmet ve Kıyâs-ı fükahâdır. Bu dört kaynakdan başka şeylere
tâbi’ olanlar Cehennem azâbına gideceklerdir. Bunlar, se’âdet-i ebediyye yolunu
kesiciler, bâtılı hak şeklinde gösteren yalancılardır.) (Hadîka)
kitâbının birinci cildi hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.]
İbni Hacer-i
Askalânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” başkasının rü’yâsı, islâmiyyetin hükmlerini bildirmez. İslâmiyyetin
hükmleri, vahy ile ve ictihâd ile anlaşılır) dedi. O hâlde, rü’yâ ile âyet-i
kerîme nasıl tefsîr olunabilir? İnsanlara, rü’yâ ile nasıl hükm edilebilir?
Rü’yâya uyarak, bunlar dünyânın heryerine nasıl gönderilebilir? Böyle yapmakla,
ahkâm-ı islâmiyye değişdirilmiş olmuyor mu?
Allahü
teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, insanlara beyân edilmesi, anlatılması için gönderdiğini
bildiriyor. Cemâ’at-üt-teblîgiyyenin reîsi ise, kendisine Kur’ânın rü’yâda
tefsîr edildiğini söyliyor. Buna göre ve bu görüşde olan Ebül’alâ Mevdûdînin
(Tenbîhât)ında iddiâ etdiğine göre, Kur’ân-ı kerîmin, bilinen tefsîr
kitâbları ile açıklanması, lüzûmsuz olmakda, rü’yâda gösterilenleri anlıyacak
kadar, arabî lügat kitâbları kifâyet etmekdedir. Dinde reformcu olan bu iki
kişi, her bid’at sâhibi gibi, hem Kur’ân-ı kerîme kendi görüşlerine göre ma’nâ
veriyorlar, hem de, Kitâb ve sünnet yolunda olduklarını söyliyorlar. Bu ise açık
bir yalancılıkdır.
(Düstûr-ül-amel)
dedikleri, beyânlarında diyor ki, (Teblîg-i cemâ’atcıların maksadları, akîdeleri
üçdür:
1 —
İ’lâ-i kelimetüllah,
2 —
İslâmiyyeti yaymak,
3 —
Bu akîdede olanları birleşdirmek. Mezhebde, ahlâkda ve eğitimde islâhât yapmak.)
Bunların akîdelerini, inançlarını iyi anlamak için, kitâblarını incelemek
lâzımdır. İnançlarının birkaçını bildirelim:
Teblîgcilerin emîrleri olan Muhammed İlyâsın (Gâyemiz, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Eshâbına bildirdiklerini öğretmekdir. Her memleketi
dolaşarak, nemâzı anlatmak ve nasîhat vermemiz, bu hareketimizin başlangıcıdır,
[Melfûzât s. 31]) sözünden anlaşılıyor ki, bunlar Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” bildirdiklerini, kendi anladıklarına, mesleklerine göre
anlatmakdadırlar. Arkadaşlarından Zahîr Hasena diyor ki, (Bizim yolumuzu, yalnız
nemâz kılmağı öğretmek zan ediyorlar. Allaha yemîn ederim ki, hareketimiz nemâzı
bildirmek değildir. Yeni bir kavm yetişdiriyoruz) [Dînî da’vet s. 205]. Bu sözü,
maksadını açıkca ortaya koymakdadır. İlyâsa tâbi’ olanların, biz herkesin nemâz
kılması için çalışıyoruz demelerinin doğru olmadığı açıkca anlaşılmakdadır.
Böyle davranmaları, herkesi aralarına alabilmek için bir başlangıç, bir tuzak
olmakdadır. Nitekim, (Mekâtîb)in 66. cı sahîfesinde, (Bu fakîre göre,
Teblîgimiz, islâmiyyete, tarîkate ve hakîkate şâmildir). Bu söz, İlyâsın, bir
rü’yâsı üzerine kurulmuş olan bu cemâ’atin, yeni bir islâmiyyeti ve tarîkati
câmi’ olduğunu gösteriyor. Çünki, din demek bu üç esâs demekdir. İslâm ismi
altında maskelenen yeni bir din, rü’yâ üzerine kurulmuş bir din getirmekdedirler.
Yukarıdaki sözlerinin, bid’at ve dalâlet olduğu meydândadır.
İlyâsın
tâbi’lerinden Muhammed İdrîs Ensârî diyor ki, (Bu cemâ’atin akîdesi, Lâ ilâhe
illallah Muhammedün Resûlullahdır) [Düstûr s. 4]. Bu akîde, müslimânlığın temel
akîdesidir. Fekat, bunu müslimân olmadıkları sözbirliği ile bildirilmiş olan
Kâdıyânîler [ya’nî Ahmedîler] ve Behâîler de söylemekdedir. Bunlar da, böyle
söyliyerek, yeni bir bid’at fırkası meydâna getirdiler. (Bir işi, bir ibâdeti
yapmak, birşeyi yasak etmek için, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
bildirmiş olması lâzımdır. Başka delîl lâzım değildir) dediler. [Düstûr s. 5].
Böylece [Edille-i şer’ıyyeden olan] İcmâ’ ve Kıyâsı inkâr etdiler. Bununla
berâber, kendisinin mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Çünki söylemiş olsaydı,
geçmişini ve bilgisinin derecesini bilenler arasında, buna inanacak kimse
olmazdı.
Bir
kimsenin bu cemâ’ate dâhil olmasını (Düstûr-ül-amel) şöyle bildirmekdedir:
(Kelime-i şehâdet)i söyliyen ve ma’nâsına inanan herkes, bu cemâ’atin
a’zâsından olur. Bu cemâ’ate girecek olanın bağlı olduğu fırka, kavm ve
bulunduğu memleket ne olursa olsun bir te’sîri yokdur. [S. 5]. Bu yazı
gösteriyor ki, müslimân olduğunu söyliyen herkes, ister Kâdıyânî olsun, ister
başka bid’at fırkalarının birinde bulunsun, ya’nî hâricî, kaderiyye, mu’tezile,
mevdûdiyye ve vehhâbiyye gibi sapıklardan olduğuna bakılmadan, bu fırkaya ortak
olabilmekdedir. Ortak olanlar yalnız hadîs-i şerîf ile amel ederler. Selef-i
sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yapdıklarına ve icmâ’a ve kıyâsa
kıymet vermezler. Dört mezhebden birine tâbi’ olmazlar. Bununla berâber,
islâmiyyete ve tesavvufa ve hakîkate tâbi’ olduklarını söylerler. Bu ise, açık
bir dalâlet, şaşkınca bir sapıklıkdır. Teblîg-i cemâ’at denilen bu yol,
Cemâ’atül-islâmiyye denilen Ebül’alâ Mevdûdînin sapık fırkasına benzemekdedir.
Kendi
emîrlerinin seçilmesinde de diyor ki, (İslâm nizâmında Emîrlik çok mühimdir.
Cemâ’at-üt-teblîg içinden seçilen Emîr, islâmiyyetin bildirdiği ulül-emr
demekdir. Bunun ma’rûf olan emrlerine her ferdin itâ’at etmesi, Allahın ve
Resûlünün emrlerine itâ’at etmek gibi farzdır.) [S. 6] (Emîrin, islâmiyyete
uygun olan emrlerine, i’tirâz etmeden itâ’at etmek vâcibdir. Emrlerinin
senedlerini, delîllerini araşdırmak câiz değildir. Emrlerini yapmamak, yâhud
rızâsına uygun olmıyanı yapmak büyük günâhdır. Allahü teâlânın müâhazesine,
azâbına sebeb olur). [S. 7] Görülüyor ki, Emîrlerini Peygamber derecesine
yükseltmekdedirler. Sekizinci sahîfesinde diyor ki, (Emîrin, mühim bir emr
vereceği zemân, cemâ’atin ileri gelenleri ile müşâvere etmesi, sonra Şûrâ
meclisi a’zâları ile müşâvere etmesi, ya’nî bunlara danışması vâcibdir. Reyleri
dağılırsa, bunlardan, dilediğini tercîh ederek, bunu emr eder). Görülüyor ki,
bunlar yalnız hadîs-i şerîflere ve emîrlerine itâ’at etmekdedirler. Sanki,
Kur’ân-ı kerîmde, yalnız emîrlerine itâ’at olunması emr edilmiş, ona itâ’at farz
olmuşdur. Ona uymıyandan Allahü teâlâ intikâm alacakdır. Şûrâ üyelerinin ve
idârecilerinin söylediklerine uymasa dahî, emîre itâ’at lâzım olmakdadır. Bu
şûrâ üyeleri ve idârecileri ve emîrleri, kendilerinden olmakda, ya’nî hangi
fırkadan olduğu ve ne kadar ilm sâhibi olduğu ve başka hiçbir şart
araşdırılmadan, yalnız Kelime-i şehâdet söylemekle biraraya toplanmış bulunan
kimselerdendir. Hâlbuki, Selef-i sâlihîn [ya’nî Ehl-i sünnet âlimleri] Ülül-emr
olacak zâtın nasıl olacağını bildirdiler. Allâme Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Ülül-emr, hak yolda olan âmirler ve âdil olan
hâkimlerdir. Hulefâ-i râşidîn denilen dört halîfe ve bunların izinde olanlar
böyledir.) İmâm-ı Kerhî, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ve
dahâ sonra olan âmirlerdir. Hâkimler, askerî âmirler böyledir) dedi. Ba’zılarına
göre ise, Ülül-emr, islâm âlimleri demekdir. Teblîg-i cemâ’atçıların kendi
aralarında seçdikleri emîrlerin böyle olmadıkları meydândadır. Bu emîrlerine
itâ’at etmenin vâcib olduğunu, itâ’at etmiyenin büyük günâh işlemiş olacağını
söylemeleri de, hiçbir temele dayanmamakdadır.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetinin başına gelecekleri bildirirken, (Benî
İsrâil yetmişiki millete ayrıldı. Ümmetim de, yetmişüç fırkaya ayrılacakdır.
Bunlardan yalnız bir fırka kurtulacak, diğerlerinin hepsi Cehenneme gidecekdir)
buyurdu. Eshâb-ı kirâm, bunu işitince, (O hangisidir, yâ Resûlallah)
dediler. (Benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyurdu. Bu hadîs-i
şerîfi, Tirmüzî yazıyor ve Abdüllah bin Ömerin haber verdiğini bildiriyor.
İmâm-ı Ahmedin ve Ebû Dâvüdün yazdıklarına ve hazret-i Mu’âviyeden haber
aldıklarına göre de, (Bunlardan yetmişikisi Cehennemde, geri kalan biri
Cennetdedir. Bu da, bir cemâ’atdir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf (Mişkât)
kitâbının (İ’tisâm) bâbında da yazılıdır. Ey müslimânlar! Bu hadîs-i
şerîfde bildirilen tek kurtuluş fırkasını ve bunların Cennete girmeğe sebeb olan
i’tikâdlarını arayıp bulmalıyız ve bunların i’tikâdına uymıyan sapık fırkalardan
sakınmalıyız! Bu sûretle Cehennemin ateşinden, alevlerinden kurtulmağa
çalışmalıyız! Gavs-ul-a’zam Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, ikinci hadîsde
bildirilen (Cemâ’at)i ve birinci hadîs-i şerîfi şöyle açıklamakdadır: (Mü’minin
Sünnete ve Cemâ’ate tâbi’ olması lâzımdır: Sünnet Resûlullahın gösterdiği
yoldur. Cemâ’at da, (Hulefâ-i râşidîn) denilen dört halîfe zemânlarındaki
Eshâb-ı kirâmın sözbirliği yapdığı şeylerdir. Müslimânın, bid’at sâhiblerinin
çoğalmalarına mâni’ olması, onlara yaklaşmaması, selâm vermemesi lâzımdır.
Mezheb imâmı Ahmed bin Hanbel, bid’at sâhibine selâm veren, onu sevmiş demekdir
buyurdu. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Selâm vermeği yaygın hâle getiriniz!
Böylece sevişiniz) buyuruldu). Bunlar (Gunyet-üt-tâlibin) kitâbının
90. cı sahîfesinde yazılıdır. Muhakkiklerin sonuncusu olan büyük âlim Ahmed ibni
Hacer-ül-Heytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Savâık-ul-muhrika)
kitâbının 149. cu sahîfesinde, bunları geniş bildirmekde, bu arada, (Ehl-i
sünnet i’tikâdından ayrılanlara (Mübtedi’) denir. Bunlar, birinci asrda
ortaya çıkmağa başladılar) demekdedir.
İbni Hacer-i
Heytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Feth-ul-cevâd) kitâbında diyor ki, (Mübtedi’,
Ehl-i sünnetin sözbirliği ile bildirmiş olduğu i’tikâda uymıyan kimsedir. Bu
sözbirliğini Ebül’Hasen Eş’arî ve Ebû Mansûr Ma’türîdî “rahmetullahi teâlâ
aleyhimâ” ile bunların yolunda olan âlimler bildirdiler). (Fetâvâyı hadîsiyye)
kitâbının 205. ci sahîfesinde diyor ki, (Bid’at sâhibi demek, inanışları Ehl-i
sünnet inanışından ayrı olan kimse demekdir. Ehl-i sünnet inanışı, Ebül’Hasen
Eş’arî ve Ebû Mansûr Ma’türîdînin ve bunlara tâbi’ olanların inanışıdır.
İslâmiyyetin beğenmediği birşeyi meydâna çıkaran herkes bid’at sâhibi olur).
Şâfi’î âlimlerinden Ahmed Şihâbüddîn Kalyûbî Mısrî (Kenz-ür-râgıbîn)
hâşiyesinin dördüncü cildinde diyor ki, (Ebül-Hasen Eş’ârînin ve Ebû Mansûr
Ma’türîdînin bildirdiklerinden ayrılan kimse (Sünnî) değildir. Bu iki imâm
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbının yolundadırlar).
Yukarda
yazılanlardan anlaşılıyor ki, bu ümmet yetmişüç millete ayrılacak, bunlardan
yalnız birisi Cehennemden kurtulacakdır. Her mü’minin bu bir fırkayı arayıp
bulması ve bunlara tâbi’ olması vâcibdir. Bunlar, Ebül-Hasen Eş’arî ve Ebû
Mansûr Mâ’türîdînin yolunda olanlardır. Zemânımızda ortaya çıkıp yeni bir islâm
fırkası kuranın, yalnız (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) demekle
kalıp, Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdında olmaması nasıl doğru olabilir? (Cemâ’at-üt-teblîgiyye)
isminde yeni türeyen bu fırkanın sözleri ve yazıları gösteriyor ki, bu fırkaya
girmek için yalnız (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) demek
şartdır. Bunu söyliyen kimse, hangi sapık fırkadan olursa olsun ve Resûlullahdan
başka kimseye hattâ Eshâb-ı kirâma ve müctehid imâmlara itâ’at etmese de, bu
fırkaya girmekdedir. Kâdıyânî, Nîcerî, Vehhâbî, (Cemâ’at-i islâmiyye)ci
ya’nî Mevdûdîci ve müslimân olmıyan başka yollardaki kimselerin, bu cemâ’atden
olduklarını görüyoruz. Bu hâlleri ümmet içinde fesâd çıkarmak, bölücülük yapmak
değil de, ne olabilir?
Acabâ
içlerine aldıkları böyle sapık kimseleri, sonra islâh etmiyorlar mı?
Kitâblarından anlaşılan ve yapdıklarından görülen, bunun tersidir. Mezhebler
üzerinde konuşmağı men’ ediyorlar. Herkesi kendi akîdesinde serbest
bırakıyorlar. (Düstûr-ül-amel)’in 16. cı sahîfesinde, (Bölücü ve lüzûmsuz
mes’ele üzerinde durulmaz. Tevhîdin aslı ve islâmın esâsı incelenir) diyor. (Miftâh-ut-teblîg)
kitâblarının 218. ci sahîfesinde de, aynı şeyler yazılıdır. Kurucuları olan
Muhammed İlyâs, (Melfûzât)ının 116. cı sahîfesinde, (Yolumuzun aslı,
îmânı kuvvetlendirmekdir. Akâid bilgilerini genişletmek doğru değildir. Yoksa,
kalblerde fitne, zihnlerde şübheler hâsıl olur) diyor. (Mekâtîb)inin 142.
ci sahîfesinde, (Ara sıra, bid’at kelimesini kullanıyorsunuz. Böyle sözleri
söylemeyiniz! Böyle sözler, insanlar arasında fitne çıkmasına sebeb olur)
demekdedir.
Yukarıda
bildirilenlerden anlaşılıyor ki, bunlarda Ehl-i sünnet i’tikâdı yokdur. Yetmişüç
fırkadan herbiri aralarına serbestçe karışabilir. Hattâ müslimân olmıyanlar da,
dâhil olur. İ’tikâd bilgileri üzerinde durmazlar. Hattâ bunların öğrenilmesini
men’ etmekdedirler. Yalnız Peygamberlerin yolunda olduklarını söylerler. Hadîs-i
şerîfde bildirilmiş olan, i’tikâdı doğru tek fırkayı araşdırmazlar. Bunu taleb
etmenin fitneye sebeb olacağını söylerler. Bid’at ve benzeri kelimeleri
kullanmazlar. Böyle sözler, fitne çıkarır derler. Bütün bu sapık davranışları
ile birlikde, kendilerinin Ehl-i sünnet velcemâ’at mezhebinde olduklarını
söylerler. Hâlbuki, bu hak mezhebdekilere göre, bunların dalâletde olduklarında
hiç şübhe yokdur.
İslâm
âlimleri, müslimânların bid’at sâhibleri ile görüşmelerini, onlara
yaklaşmalarını, konuşmalarını yasak etdiler. Abdülkâdir Geylânî “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz”, bid’at ehlinin mezheblerinin bozuk olduklarına inanmak,
onlara uymamak lâzım geldiğini, onları sevmemenin çok sevâb olduğunu bildirdi.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bid’at sâhibine düşman gözü ile
bakan kimsenin kalbini Allahü teâlâ emân ve îmân ile doldurur. Bid’at sâhibini
kötü bileni Allahü teâlâ, Kıyâmet gününün korkularından korur. Bid’at sâhibine
hakâret edene, Allahü teâlâ, Cennetde yüz derece ihsân eder. Bid’at sâhibini
güler yüzle karşılıyan veyâ ona iyilik eden, Allahü teâlânın Muhammed
aleyhisselâma göndermiş olduğu islâmiyyeti beğenmemiş olur) buyurdu.
Mugîrenin Abdüllah ibni Abbâsdan haber verdiği hadîs-i şerîfde de, (Bid’at
sâhibi, bid’atinden vazgeçmedikçe, Allahü teâlâ, onun hiçbir ibâdetini kabûl
etmez!) buyuruldu. Fudayl bin İyâd “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”
buyurdu ki, (Bid’at sâhibini seven kimsenin ibâdetlerini Allahü teâlâ yok eder
ve kalbinden îmân nûrunu çıkarır.) Bid’at sâhibini sevmiyenin ibâdetleri az olsa
bile günâhlarının afv olunması umulur. (Yolda, bir bid’at sâhibi ile
karşılaşmamak için yolunu değişdir!) Bu hadîs-i şerîfler ve nasîhatler, (Gunye)
kitâbının doksanıncı sahîfesinde yazılıdır. Kendilerinin müslimân olduklarını
söyliyen ve Ehl-i sünnet olarak tanıtan (Cemâ’at-üt-teblîgiyye)ciler, her
fırkadan olan sapıkları aralarına alıyorlar. Ehl-i sünnet olsun, ehl-i bid’at
olsun, her müslimân bunların fırkasına girebiliyor. Böyle oldukları hâlde, hak
yolda bulunduklarını iddi’â ediyorlar. Bu gidişleri, iki zıd şeyi [meselâ ateşle
barutu] birlikde bulundurmak gibi olmakdadır. Bu ise muhâldir, olacak şey
değildir.
Cemâ’at-üt-teblîgıyyenin
kurucusu olan Muhammed İlyâs rü’yâda gördüklerini yeni bir din olarak ortaya
koyarken mezhebsizlerden kendisine bulaşan mikropları da aşılamakdadır. (Mekâtîb)in
doksanıncı sahîfesinde diyor ki, (Hatm-i Kur’ân ve zikr cem’iyyetlerinde
bulunmak, elbet iyidir. Din büyükleri bunu bildirmişlerdir. Fekat bu işde bid’at
sâhiblerine benzemek tehlükesi olduğu için, böyle yerlerde bulunmamak ihtiyâtlı
olur. Peygamberimize (Sana salât ve selâm olsun) derken, Onun hâzır olduğunu ve
gördüğünü düşünmek veyâ bid’at sâhibleri (?) gibi söylemek tehlükesi de
böyledir. Evet, aşırı muhabbet ile şu’ûru gayb ederek söylemek câiz ise de,
şeytân karışıp îmânını bozabilir. Bu ise, dahâ büyük tehlükedir).
Şu söze
bakınız! Resûlullahın hâzır olduğunu ve gördüğünü düşünerek, O yüce Peygambere
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” salât ve selâm söylemek, aşırı muhabbet
sebebi ile, istemiyerek olsa bile, câiz değil imiş. Îmânın bozulmasına sebeb
olacağı için, bundan sakınmak lâzım imiş. Bu sözler, vehhâbîlik inancıdır.
Hattâ, aşırı muhabbet ile söylemeği yasak etmesi, vehhâbîliği de aşan bir
sapıklıkdır. Müslimân olan, bunu yasak etmez. Bu adam, acabâ nemâz kılarken,
bütün müslimânların (Esselâmü aleyke Eyyühen-Nebiyyü!) demelerini nasıl
karşılamakdadır? Bakınız! Huccet-ül-islâm İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”
(İhyâül’ulum) kitâbında ne buyuruyor! (Önce, kalbine Resûlullahın mubârek
şeklini getir. Sonra, Esselâmüaleyke eyyühen-Nebiyyü oku ve bu sözünü
işiteceğine ve sana cevâb vereceğine inan) (Birinci cild, s. 129). Osmânlı
âlimlerinden Muhammed Hakkı efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1301 [m. 1884] de
Mekkede vefât etmişdir. (Hazînet-ül-esrâr) kitâbının 166. cı sahîfesinin
birinci makâmında, (Müslimân, kendisinin Resûlullahın karşısında olduğunu
düşünmeli, Onu kendisi ile Allahü teâlâ arasında şefâ’atçı, vesîle ve imdâda
yetişici bilerek, ta’zîm, saygı ve edeb ile salât ve selâm söylemelidir. Bu
makâmda, en uygunu, esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü demekdir...) diyor.
Ârif-ü
billah Seyyid Muhammed Osmân Mirgânî Mekkî Hanefî, 1268 [m. 1852] de Mekkede
vefât etmişdir. (Akreb-üt-turuk-ı ilelhak) kitâbının ondördüncü
sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahın karşısında olduğunu, seni gördüğünü ve
sesini işitdiğini düşün! Uzakda isen de, Allahü teâlâ sesini işitdirir ve seni
gösterir. Burada, yakın ile uzak arasında fark yokdur). Bütün bu yazılar,
Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendilerinin karşısında düşünenleri
gördüğünü, seslerini işitdiğini göstermekdedir. Cemâ’at-üt-teblîgıyyeyi kurmuş
olanın buna inanmadığı anlaşılmakdadır. O, aşırı muhabbet ile olsa bile, bunu
yasaklamakda, kendisini düşünenleri görmez ve seslerini işitmez demekdedir. Bu
sözü ise, vehhâbîlik inançlarının temeli olan (Ölü işitmez) demekdir. Bu konuda
sözün en doğrusu, derin âlimlerin sonuncusu olan Ahmed ibni Hacer-i Heytemînin
(Fetâvelkübrâ) kitâbının, ikinci cild, dokuzuncu sahîfesinde yazılı olan
fetvâsı olup şöyledir:
Süâl — İnsanın rûhu çıkacağı zemân,
Resûlullahı görür mü? Görünce, Ona, bu zât için ne dersin denirmiş. (Bu zât)
kelimesi, yanında bulunan kimse için kullanılır. Aynı zemânda pekçok kimse
ölmekdedir. Bunların herbirine (Bu zât) denildiğine göre, Resûlullahın, bir anda
çeşidli yerlerde görüldüğü anlaşılmakdadır. Bu nasıl oluyor?
Cevâb — (Evet Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” ölmek üzere olan herkese görünmekde ve (Bu zât için ne dersin?)
denilmekdedir. Böyle olması, Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü
göstermekdedir. (Bu) kelimesi, yanında bulunan kimseyi göstermekde kullanılır.
Bu söz, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çeşidli yerlerde, çeşidli
şekllerde bir anda görülebileceğine inanmayana cevâbdır. Hâlbuki, akl yolu ile
de buna inanılır. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zât-i şerîfi
bir ayna gibi olmakda, herkes bu aynada kendi güzelliğinin, çirkinliğinin
sûretini görmekdedir. Aynanın güzelliğinde hiç değişiklik olmaz. Kabr hayâtı ve
âhıret hayâtı, dünyâ hayâtına benzemez. Dünyâda, her insanın tek bir şekli
vardır. Evliyânın, dünyâda da, çeşidli şekller aldığı çok görülmüşdür. Kadîb-ül-ban
Hasen Mûsulînin ve başkalarının böyle göründükleri meşhûrdur). 570 de Mûsulda
vefât etmişdir.
Yirmidokuzuncu sahîfedeki iki fetvâsından birincisinde diyor ki, (Ölüler,
kendilerini ziyâret edenleri tanırlar. İbni Ebiddünyânın haber verdiği hadîs-i
şerîfde, (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyâret edip oturunca, meyyit onu
tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. Diğer hadîs-i şerîfde, (Bir
kimse, tanıdığı bir mü’min kardeşinin kabri yanından geçip, selâm verince, onu
tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. İkinci fetvâsında diyor ki, (Ölü,
dirilerin seslerini işitir. İmâm-ı Ahmedin bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Meyyit, kendini yıkayanı, taşıyanı ve kabre koyanı tanır) buyuruldu). 1362
[m. 1943] senesinde, Ankarada vefât etmiş olan derin âlim, büyük Velî, Seyyid
Abdülhakîm Efendi hazretleri, İbni Hacer-i Mekkî için, (İslâm âlimlerinin en
büyüklerindendir. Her sözü sağlam ve huccetdir) buyurdu.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâzır olmasında, görmesinde nasıl
şübhe edilebilir? Peygamberlerin, hattâ Velîlerin temiz rûhları, bedenlerinden
ayrılınca, mertebeleri artar. Melekler gibi tam tasarruf sâhibi olurlar. Böyle
olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdi. Bunu yalnız, Muhammed
bin Abdülvehhâb inkâr ediyor. Allahü teâlâ onu dalâletde bırakdı. Cemâ’at-üt-teblîgıyyenin
başı İlyâs da, onun sapık akıntısına kapıldı. Buna inananların gözlerini
aydınlatmak ve mülhidlerin yüzlerini kızartmak için, âlimlerin sözlerinden bir
misâl dahâ verelim:
Hindistândaki âlimlerin büyüklerinden şâh Veliyyullah-i Dehlevî, (Huccet-üllahil-bâliga)
kitâbında C. 1, Sh. 35 de diyor ki, (İnsan ölünce, rûhunun madde âlemi ile
ilgisi kalmaz. Kendi aslına döner. Melekler gibi olur. Onlar gibi, insanlara
ilhâm eder, yardım yapar. Allahü teâlânın dîninin yayılmasına, kuvvetlenmesine
yardımcı olur. Bu yolda çalışanlara imdâd eder. Takım takım yardıma geldikleri
görülür). Bu söz, mubârek rûhların melekler gibi iş yapdıklarını gösteriyor.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâzır olduğuna ve işitdiğine
inanmıyanı iknâ’ etmek için, bu söz yetişmez mi? Bütün varlıkların aslı ve
Allahü teâlâya yaklaşdıran biricik sebebin O olduğunu islâm âlimleri sözbirliği
ile bildirdiler.
Allâme
Abdürrauf Münâvî, (Er-ravd-un-nadîr) kitâbında diyor ki, (Temiz rûhlar,
bedenlerinden ayrılıp, makâmlarına yükselince, hiçbirşey kendilerine perde
olmaz. Herşeyi görür veyâ meleklerden öğrenirler. Bu, öyle bir sırdır ki, çok az
kimseye bildirilmişdir. Mubârek rûhlar böyle olunca, hepsinin en üstününün nasıl
olacağını düşünmeli ve iyi anlamalıdır!)
Ahmed Zeynî
Dahlân hazretleri, (Takrîb-ül-üsûl)de diyor ki, (Âriflerden çoğu bildirdi
ki, Velî ölünce, rûhunun müridlerine olan bağlılığı devâm eder. Bunun bereketi
ile, nûrlar, feyzler hâsıl olur. Böyle olduğunu, Kutbül-irşâd Abdüllah-ul-Haddâd
hazretleri uzun açıklamış, bu arada şöyle demişdir: Velî öldükden sonra, kendine
yakın olanlarla ilgilenir. Diri iken olan ilgisinden dahâ çok ilgilenir. Çünki,
diri iken, kulluk vazîfelerini yapmakla da meşgûldür. Ba’zan bu meşgûliyyetleri
ağır basar. Hele bu zemânda, çoğunlukla böyle olmakdadır. Seçilmişler ölünce,
şeklleri, bedenleri gayb oluyor. Fekat, hakîkatleri mevcûd kalır. Kabrlerinde
diridirler. Velî, kabrinde diri olduğu için ilmi, aklî ve rûhânî kuvvetleri hiç
değişmez. Hattâ öldükden sonra, hepsi dahâ artar). Sahîfe 58. Bütün Velîler için
böyle olunca, Peygamberler için ve hele hepsinin en üstünü olanı için nasıl
olduğunu anlamalıdır. Bu açık hakîkati, ancak mezhebsizlik zehri ile bozulmuş
olan ve dinden çıkmış mülhidlerin tuzaklarına düşmüş olan inkâr eder. Allahü
teâlâ, bu büyük belâdan bütün müslimânları korusun! Âmîn. (El-muallim)
mecmû’asından terceme temâm oldu. Bunların arabî aslları, (El-üstâz Mevdûdî)
kitâbı ile birlikde, İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır.