Bid'at'lar 61.Madde
61 —
Aşağıdaki beş hadîs-i şerîf, imâm-ı Muhammed Birgivînin (Tarîkat-i
Muhammediyye) kitâbından ve bunun Nablüsî şerhi olan (Hadîka)dan
alınmışdır:
1) Buhârî ve Müslimin bildirdikleri hadîs-i
şerîfde, (Bildirdiğim bu dînde bulunmıyan birşey, sevâb umarak meydâna
çıkarılırsa, bu şey red olunur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki,
dinden ve ibâdetden olmıyan birşeyin meydâna çıkarılması bid’at olmaz. Yimekde,
içmekde, giyinmekde, ev yapmakda ve bineklerde olan yenilikler, değişiklikler,
ibâdet olan, ya’nî Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan şeyler
değildir. Böyle şeylerin yapılması, bir ibâdeti bozmadığı veyâ dînin yasak
etdiği bir şeyin yapılmasına sebeb olmadığı zemân, bid’at olmaz.
2) Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Müslimânlar, Peygamberlerinden sonra, Onun
bildirdiği dinde bir bid’at, herhangi bir yenilik yaparsa, bunun benzeri olan
bir sünnet, aralarından kalkar) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki,
dünyâ işlerinde, âdet olan şeylerde, sevâb beklemeden yapılan, yalnız dünyâlık
fâidesi olan veyâ dünyâ zararından koruyan, yâhud zarar ve fâidesi düşünülmiyen
inanış, söz, iş ve ahlâkdan islâmiyyetin yasak etmediği bir değişiklik, yenilik
yapmak bid’at olmaz. Böyle değişiklikler, sünnetin ortadan kalkmasına sebeb
olmaz.
3) Taberânîdeki bir hadîs-i şerîfde, (Bid’at
sâhibi, bid’atinden vazgeçinciye kadar, Allahü teâlâ, tevbesini kabûl etmez)
buyuruldu. Her günâhdan sonra (Tevbe etmek) lâzımdır. Tevbenin doğru
olması için, üç şart vardır: Günâha son vermek, yapdığına pişmân olmak ve bir
dahâ hiç yapmamağa azm etmek, karar vermek. Eğer kul hakkı da varsa, hakkını
ödeyip, halâllaşmak da lâzımdır. (Bid’at sâhibi) demek, bir bid’ati
meydâna çıkaran veyâ çıkmış bir bid’ati yapan demekdir. (Bid’at) demek,
dinde bulunmayan bir inanışı, bir işi, bir sözü veyâ ahlâkı, sonradan ortaya
çıkarmak veyâ dinde sonradan ortaya çıkmış böyle bir bozukluğu yaymak ve bundan
sevâb beklemek demekdir. Bir günâhı yapan kimsenin, başka günâh için yapdığı
tevbesi kabûl olur. Bid’at sâhibi, bu bid’atinden sevâb beklemekde, iyi bir iş
yapdığını sanmakdadır. Bunun için, tevbe etmeği düşünmez.
4) İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Bid’at sâhibi, bid’atinden vazgeçmedikçe, Allahü teâlâ onun hiç bir
ibâdetini kabûl etmez) buyuruldu. Dinden olan bir inanışı, ibâdeti, sözü
veyâ bir huyu değişdiren bir kimsenin, dinde reformcunun, doğru olan ibâdetleri
dahî kabûl olmaz. Ya’nî ibâdetin fâidelerinden mahrûm kalır. Bu bid’atden
vazgeçmesi lâzımdır.
5) İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde,
(Bir bid’at küfre yol açmasa bile bunu ortaya çıkaranın orucu, haccı, ömresi,
cihâdı, tevbesi ve hiçbir iyiliği kabûl olmaz. Bu kimsenin, yağdan kıl çıkar
gibi, müslimânlıkdan çıkması kolay olur) buyuruldu. Şartlarına uygun olan
farzları ve nâfileleri sahîh olur, borçdan kurtulur ise de, kabûl olmaz. Ya’nî
sevâb verilmez. Bid’ati küfrüne yol açarsa, ya’nî küfre sebeb olan bir söz
söyler, birşey kullanır, bir iş yaparsa, îmânı giderek, ibâdetleri sahîh de
olmaz. Bid’at sâhibi, bid’atini iyi ve sevâb bilir. Bunun için dinden kolay
çıkar. Bid’at işliyen, bunu ibâdet sanmakda, sevâb beklemekdedir. Günâh işliyen
ise, günâhını suç bilmekde, Rabbinden utanmakda, azâbından korkmakdadır.
Bid’atler, büyük günâhdır. Fekat her günâh bid’at değildir.
Yukarıdaki
beş hadîs-i şerîfin aslları ve açıklamaları, Hakîkat Kitâbevinin çıkardığı
Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî (Hadîkat-ün-nediyye)
kitâbında yazılıdır.
(Bid’at)
arabça bir kelimedir. Önceden olmayıp sonradan ortaya çıkarılan herşey
demekdir. Bu bakımdan, hem âdetde, hem de ibâdetde yapılan değişiklikler,
reformlar bid’at olur. (Âdet) demek, karşılık olarak kıyâmetde sevâb
beklenilmiyen, yalnız dünyâ fâidesini düşünerek yapılan şey demekdir.
(İbâdet) bunun tersi olup, kıyâmetde karşılığında sevâb beklenen şeydir.
Eshâb-ı kirâm ve tâbi’în zemânlarında bulunmayıp da, sonradan meydâna çıkan
herşey bid’at olunca, âlimler bu bid’atleri, mubâh, müstehab, vâcib ve harâm
diye kısmlara ayırmışlar. Müstehab ve vâcib olanlara (Bid’at-i hasene)
demişlerdir.
Fekat,
(Dinde bid’at) demek, Eshâb-ı kirâm zemânından ve tâbi’în zemânından sonra,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” izni olmadan, dinde yapılan
eklemeler ve noksanlıklar, ya’nî ibâdet olarak yapılan, sevâb olduğu düşünülen
değişiklikler demekdir. (Dinde reform) da, dinde bid’at demekdir.
Âdetlerde yapılan değişiklikler, bu bid’atin dışında kalmakdadır. Hadîs-i
şerîflerde kötü olduğu bildirilen, dindeki bid’atlerdir. Ya’nî dinde
reformlardır. Bunlar ibâdetlere yardımcı değildirler. Hepsi, ibâdetleri
değişdirmekde, bozmakdadırlar.
Bid’at,
ikiye ayrılır: İ’tikâdda ve ibâdet olan işlerde bid’atlerdir. İ’tikâdda olan
reformlar, yâ ictihâd ile yapılır. Ya’nî âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i
şerîflerden çıkarılır. Yâhud, akl ile, düşünce ile beğenilerek yapılır. İctihâd
yapabilmek için derin âlim, ya’nî (müctehid) olmak lâzımdır. Müctehid,
i’tikâd bilgilerinde ictihâd yaparken yanılırsa, afv olmaz. Suçlu olur. Yanlış
anladığı inanılacak şey, dinde açıkça bildirilmiş ve câhillerin bile işitip
bildiği, yayılmış bilgilerden ise, bu müctehid ve buna inananlar kâfir olur.
Kâfir olduğu anlaşılan bir kimse, bu küfründen tevbe etmedikçe, mü’min ve
müslimân olduğunu söylese ve bütün ömrünü ibâdetle geçirse de, küfrden
kurtulamaz. Açık bildirilmiş, fekat herkesin işitmemiş olduğu bilgilerden veyâ
açık bildirilmemiş bilgilerden ise, kâfir olmazlar. (Bid’at sâhibi),
(Dalâlet ehli) ya’nî sapık olurlar. Bu yanlış inanışları, katl ve zinâ gibi
büyük günâhlardan da dahâ büyük günâhdır. Yetmişiki dürlü bid’at fırkası
bulunacağı ve sapık inanışları sebebîle hepsinin Cehenneme gidecekleri, hadîs-i
şerîflerde bildirilmişdir.
Müctehid
olmıyan din adamlarının, kendilerini müctehid sanarak, âyet-i kerîmelere ve
hadîs-i şerîflere ma’nâlar vermeğe kalkışmaları ile veyâ kendi görüşleri ile
söyledikleri i’tikâd bilgisi, açık bildirilmemiş veyâ herkesin işitmediği
bilgilerden olsa bile, yanlış olursa, böyle yanlış inananlar kâfir olur. Meselâ,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mi’râca çıkdığına ve kabr
süâline, ictihâd yolu ile inanmıyan bir müctehid, bid’at sâhibi, ya’nî sapık
olur. Kendi aklı, görüşü ile inanmıyan müctehid olmıyan bir din adamı ise, din
bilgilerine kıymet vermemiş olacağından, kâfir olur.
İ’tikâddaki
ictihâdlarında yanılmamış olan islâm âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” ve bunlar gibi doğru inanan müslimânlara (Ehl-i sünnet) veyâ
(Sünnî) denir.
Yetmişiki
bid’at ehlinin ibâdetleri, sahîh olsa da, kabûl olmaz. İbâdetlerinde, ictihâd
ile yapacakları bid’atleri de ayrıca suç olur.
Ehl-i
sünnet âlimlerinin ibâdetlerde, ictihâd ile buldukları bilgiler bid’at değildir.
Bu bilgileri bulurken yanılmaları suç olmaz. Dört mezhebin imâmları, bu
bilgileri, islâmiyyetin sâhibinin izni ile, islâmiyyetin bildirdiği delîllerden,
senedlerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler, islâmiyyeti değişdirmiş değil,
islâmiyyete yardımcı olmuşlardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık
bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bunlar, olduğu gibi kabûl edilir. Açık
bildirilmemiş bir işi gösteren delîli ararken yanılmak suç olmaz. Fekat bu delîl
ya’nî doğru yol açık olup da, müctehid bu delîli bulmakda yanılarak veyâ bir
delîlden çıkarılmayıp, akla uyarak yapılan ibâdetler, bid’at olur, sapıklık
olur. Böyle reformlar, bir müekked sünnetin ortadan kalkmasına sebeb olursa,
günâhı dahâ çok olur.
Resûlullahın ibâdet olarak yapdığı ve arasıra bırakdığı şeylere (Sünnet-i
hüdâ) veyâ (Müekked sünnet) denir. Bunları arasıra yapmıyanlara azâb
bildirilmedi. Hiç terk etmediği ve terk edenlere azâb yapılacağını
bildirdiklerine (Vâcib) denir. Arasıra yapdığı ibâdetlere (Müekked
olmıyan sünnet) veyâ (Müstehab) denir. Âdet olarak yapdıklarına
(Sünnet-i zevâid) veyâ (Edeb) denir. İyi şeylere sağdan, fenâ şeylere
soldan başlamak ve sağ, sol elleri kullanmak edebdir.
Âdetlerde
değişiklik yapmak, bid’at değildir. Vera’ sâhiblerinin yapmaması iyi olur.
Hadîs-i şerîfde, (Benim sünnetime ve benden sonra, hulefâ-i râşidînin
sünnetlerine sarılınız!) buyuruldu. Sünnet sözü, yalnız olarak söylenildiği
zemân, islâmiyyetin bildirdiği herşey demekdir. Bu dînin sâhibi olan Resûl “aleyhisselâm”,
âdetlerde birşey bildirmedi. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
insanlara dinlerini bildirmek için geldi. Dünyâda muhtâc oldukları şeylerin
yapılmasını öğretmek için gelmedi. Hadîs-i şerîfde, (Dünyâ işlerinizi
yapmasını siz dahâ iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Dünyânıza fâideli olan
şeyleri bulup yapmanız için benim bildirmeme lüzûm yokdur demekdir. Dînî
vazîfelerinizi, ibâdetlerinizi bilemezsiniz. Onları benden öğreniniz demekdir.
Bunun için âdetler, islâmiyyetin dışında kalmakdadır. İslâmiyyetin dışında olan
şeylerde yapılan değişiklikler bid’at olmaz.
Minâre,
mekteb, kitâb gibi sonradan yapılmış olan şeyler bid’at ya’nî dinde reform
değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izn vermiş, hattâ
emr etmişdir. Böyle şeylere (Sünnet-i hasene) denir. İslâmiyyetin yasak
etdiği şeyleri meydâna çıkarmağa (Sünnet-i seyyie) denir. Bid’atler,
ya’nî dinde reformlar, sünnet-i seyyiedir. Sünnet-i hasene ya’nî dîne yardımcı
şeylerin (Sadr-ı evvel)de ya’nî Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” ve tâbi’în-i izâmın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
zemânlarında yapılmaması, onların bu fâideli şeylere ihtiyâçları olmadığı
içindi. Onlar, kâfirlerle cihâd ediyor, islâmiyyeti dünyâya yayıyorlardı.
Onların zemânlarında bid’at sâhibleri çıkmamış veyâ çoğalmamışdı. Kıyâmete kadar
(sünnet-i hasene) meydâna çıkarmak câizdir ve sevâbdır.
İbâdetde
bir bid’ati yapmak, bir sünneti terk etmekden dahâ fenâdır. Bid’at işlemek
harâmdır. Sünneti özrsüz terk etmek mekrûhdur. Bir sünneti özrsüz terk etmeği
sevâb sanırsa, sünneti terk etmesi de bid’at olur. Bir inanışın, bir işin veyâ
bir sözün sünnet veyâ bid’at olduğu bilinemediği zemân, bunu yapmamak lâzım
olur. Çünki, bid’ati terk etmek lâzımdır. Sünneti yapmak lâzım değildir. Lâzım
olmıyan şey yapılmazsa kazâ olunamaz. Bunun için nemâzların kılınmamış
sünnetleri kazâ olunmaz. Allahü teâlânın harâm etdiği şeylerden bir zerresini
yapmamak, insanların ve cinnin bütün ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Bunun için,
güçlük olan yerde vâcib de terk edilir. Fekat harâm işlenemez denildi. Meselâ
başkasının yanında tahâretlenilmez.
Bir asrda
yaşamış olan müctehidlerin sözbirliğine (İcmâ’) denir. İcmâ’ın bir
delîle, senede dayanması lâzımdır. Bu delîl, âyet-i kerîme ve bir kişinin dahî
bildirdiği hadîs-i şerîfdir. Yâhud bunlara dayanan kıyâsdır. Kıyâs, âyetde ve
hadîsde kapalı bildirilen şeyi açığa çıkarmakdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe
“rahmetullahi aleyh” hazretleri kıyâs yolu ile ictihâd buyurmuşdur.
Bir kimse,
hiç kitâb okumadan ârif, Velî olabilir. Âyet-i kerîmeyi tefsîr edebilir. Fekat
bu kimse, rehber olamaz. Ona bağlanılamaz. Rehberin, ilmde ictihâd derecesine
yükselmiş olması ve ma’rifetde vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye mertebesinde
bulunması lâzımdır. Rehberin [ya’nî mürşidin] her hareketi, her duruşu, her
sözü, islâmiyyete uygundur. Ya’nî, her şeyde Resûlullaha uymakdadır. Bunun için,
Allahü teâlâ onu çok sever. Müslimânlar, Allahü teâlâyı çok sevdikleri için,
Allahü teâlânın çok sevdiğini de çok severler. Rehberi sevmek, Allahü teâlâyı ve
Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelmekdedir. Bu
sevgiye (Hubb-i fillah) denir. İbâdetlerin en kıymetlisinin hubb-i fillah
olduğu hadîs-i şerîfle bildirilmişdir. Rehberin emrlerini yapmak, islâmiyyete
uymak demekdir. Çünki, Rehberin her sözü ve her işi islâmiyyeti bildirmekdedir.
Hayâtda, ya’nî dünyâda hakîkî ilm sunucusu Mürşid-i kâmildir. Din düşmanlarının,
müslimânlar için (Allahı bırakıp kulu seviyorlar. İslâmiyyeti bırakıp insana
tapınıyorlar) sözlerinin, câhilce iftirâ olduğu, buradan anlaşılmakdadır.
Eshâb-ı
kirâma uymak vâcibdir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Eshâb-ı kirâmın
bildirdiği birşey üzerinde kıyâs yapmak câiz değildir. Fekat, bizim gibi
mukallidlerin, ya’nî ictihâd derecesine yükselmemiş kimselerin, Eshâb-ı kirâmın
sözlerine uymaları câiz değildir. Eshâb-ı kirâmın sözleri ve hareketleri,
nassları ve kendi ictihâdlarını gösterir. Bunları da, ancak ictihâd derecesine
yükselmiş olan derin âlimler anlıyabilir. Mezheb imâmlarımız, bunları anlamışlar
ve anlıyabileceğimiz kadar bizlere bildirmişlerdir. Görülüyor ki, Eshâb-ı kirâma
uymak isteyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerine uymaları lâzım gelmekdedir.
Buhârîde
yazılı hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kulum bana farzları yapmakla
yaklaşdığı gibi, başka hiçbirşeyle yaklaşamaz. Bana nâfilelerle yaklaşan kulumu
çok severim buyuruyor) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Allahü
teâlânın ençok sevdiği ibâdet, farzlardır. Hadîs-i şerîfde bildirilen nâfileler,
farzlarla birlikde yapılan nâfilelerdir. Farzları yapıp, nâfilelere de devâm
edenleri, Allahü teâlâ çok sever demekdir.
Allahü
teâlâ, Mâide sûresinin 35.ci âyetinde meâlen buyuruyor ki, (Bana yaklaşmak
için, vesîle arayınız!). Meâlen demek, (İslâm âlimlerinin anladıklarına
göre) demekdir. Vehhâbîler diyor ki, (Vesîle, sebeb, ibâdetlerdir. Allahü
teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için farz ve nâfile ibâdetleri yapmak
lâzımdır. Tarîkate girmek, bir şeyhin eteklerine yapışmak, ölülere, dirilere
yalvarmak, insanı Allaha yaklaşdırmaz. Bil’akis uzaklaşdırır). Ehl-i sünnet
âlimleri buyuruyorlar ki, (Evet! Vesîle, sebeb, ibâdetleri yapmakdır. Fekat,
sahîh, doğru, hâlis olan ibâdetler, vesîle olur. İbâdetlerinin sahîh olması
için, doğru îmân, temiz ahlâk sâhibi olmak ve şartlarına uygun yapmak lâzımdır.
Meselâ, nemâzın sahîh olması için, abdest almak, kullanılan suyun temiz olması,
nemâzı vaktinde kılmak ve kıbleye karşı kılmak, nemâzdaki âyetleri, tesbîhleri
ve düâları doğru okumak ve dahâ nice şartları, vesîleleri bilmek ve yapmak
lâzımdır. Her ibâdetin de böyle şartları, vesîleleri vardır. Bunlar, senelerce
çalışarak öğrenilir. Bunlar düşünmekle, rü’yâ ile öğrenilemez. Bunlara inanan,
bilen ve yapan âlimlerden işitirek veyâ kitâblarını okuyarak öğrenilir. Fen
bilgileri de, profesörlerden uzun zemânda öğrenilmekdedir. Böyle îmânlı, kalbi
temiz, doğru din âlimlerine müderris, muâllim ve mürşid denir. Mürşid demek, su
üstünde yürüyen, havâda uçan, gayb olan şeyleri bilen, okuyup, üfleyerek
hastalara şifâ veren kimse demek değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî kalb, rûh
ve beden ile yapılan ibâdetleri bilen ve yapan ve başkalarına da öğreten Ehl-i
sünnet âlimi demekdir. Her müslimânın, Mâide sûresindeki emre uymak için, böyle
bir mürşidi veyâ kitâblarını araması, farz ve nâfile, bütün ibâdetleri Ondan
öğrenmesi lâzımdır.)
İslâmiyyeti
bilmiyen câhil din adamlarının yanlış sözlerine ve Ehl-i sünnet âlimlerinin
kitâblarını okumamış, bozuk düşünceli kimselerin taşkınlıklarına ve şaşkınların,
herkesi şaşırtanların ve doğru yoldan kaymış olan zındıkların ve çürük akllarına
uyanların yaldızlı, parlak yazılarına aldanmamalıdır. İslâm âlimleri,
bilgilerini Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden almışlardır. Bu sapıklar
kendi kısa görüşlerine uyarak yazmakda ve konuşmakdadırlar. Bu reformculara ve
bunları âlim sanıp, sözlerine, kitâblarına aldananlara yazıklar olsun! Bunlar,
din ve îmân hırsızlarıdır. Halâlleri, harâmları değişdiriyorlar. İslâmiyyeti
bozuyorlar. Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” şerhinden terceme temâm oldu.
İbni Âbidîn
“rahmetullahi teâlâ aleyh” nemâzı bozanları anlatırken (yimek, içmek, giyinmek
gibi âdetde olan bid’atlerin mezmum, çirkin olanlarını, kâfirlerden görüp almak
ve kötü olmıyanları da, onlara benzemek için alıp kullanmak tahrîmen mekrûhdur.
Kötü ve zararlı olmıyanları, onlara benzemeğe özenmeden yapmak, kullanmak mekrûh
olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” papasların kullandığı ayakkabıyı
yapdırıp kullanmışdır) buyurdu.
Nemâzlardan
ve düâlardan sonra Fâtiha sûresini okumak bid’at mıdır, değil midir? Bunun
cevâbını Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Berîka) kitâbının
yüzotuzyedinci sahîfesinde uzun yazıyor. Kısaca bildirelim: Bid’at diyenler ve
değildir diyenler oldu. Çoğuna göre, düâ okuması bildirilen yerlerde, Fâtiha
okumak dahâ iyidir. Nemâzlardan sonra düâ edilmesi de, hadîs-i şerîflerde
bildirilmişdir. (Bid’at), islâmiyyetin sâhibinin izni olmadan yapılan
ibâdetlerdir. Fâtiha sûresi düâların en iyisini bildirmek için nâzil oldu. Bunun
nemâzlardan ve düâlardan sonra okunmasına bid’at diyen az değildir. Herkesin
birlikde yüksek sesle okumaları yasakdır. İmâm, fâtiha dediği zemân, herkesin
sessizce okumaları iyi olur. Çünki, düâların sonunda hamd etmek müstehabdır.
Hamd etmenin en iyisi de, Fâtiha okumakdır. Farzla sünnet arasında okumak ve
isteklerine kavuşmak için okumak mekrûhdur.
Kur’ân-ı
kerîmi ve ezânı ho-parlör ile okumak bid’atdir. Çünki, ses çıkarmak için
kullanılan cansız cismlere (Mizmâr), çalgı denir. Gök gürlemesi, top,
tüfek, baykuş, papağan, ses çıkarıyorlar ise de, çalgı değildirler. Ses çıkaran
eğlence âletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, ho-parlör, hep çalgı
âletidir. Çalgı, kendiliğinden ses çıkarmaz. Ses çıkarmaları için, ya’nî
kullanılmaları için, davul tokmağını gergin deriye vurmak, neyi üflemek, kavala
ve ho-parlöre söylemek lâzımdır. Bunlardan çıkan ses, bu çalgıların hâsıl etdiği
sesdir. Üfleyen ve söyleyen insanın sesi değildir. Ho-parlörden işitilen Kur’ân-ı
kerim ve ezân sesleri, hep ho-parlörün hâsıl etdiği seslerdir. İmâm ve müezzin
efendilerin sesleri değildir. Müezzin efendinin sesi ezândır. Ho-parlör denilen
çalgıdan çıkan ses ilm ve fen bakımından ve din ve ahkâm-ı islâmiyye
bakımlarından müezzin efendinin sesi, ya’nî ezân değildir. Ezâna benzediği için,
ezân zan edilmekdedir. Ezân, müezzin efendinin, sâlih müslimân erkeğin sesine
denir. Bu sese benzeyen kadının, çocuğun ve ho-parlörün sesi ezân değildir.
Başka sesdir. Muhtelif çalgıların sesleri başkadır. Ho-parlörün sesi, insan
sesine çok benzediği hâlde, insan sesi değildir. Kitâbdaki, televizyondaki, imâm
resmi gibidir. O imâma çok benziyor ise de, imâmın kendisi değildir.
Televizyondaki hareketlerini görse, sesini duysa da, bunun arkasında nemâz
kılınmaz.
(İnternet)den
işitilen sesler ve resmler de, televizyon gibidir. Bunları dünyâ işlerinde
kullanarak istifâde etmek câizdir. Fekat, ibâdetlerde kullanmak aslâ câiz
değildir.
İnternet
dalgaları vâsıtası ile haberleşme: Bir telden elektrik ceryânı geçince,
telin etrâfında miknâtis dalgaları meydâna geliyor ve fezânın her yerine
yayılıyor. Bu elektro-manyetik dalgaların boyları muhtelîf olup, elektrik
ceryânının şiddetine göre değişmekdedir. Fezâdaki, her yere yayılmış olan
elektro-manyetik dalgaların topluluğuna (İnternet) denir. İnternet
denilen bir yer, bir âlet yokdur. İnternet dalgaları üzerinde çalışan âletler
vardır. Bu âletlerin bulundukları yerlere (İnternet ara-merkezleri)
denir. Bu âletlerden biri, (Bilgisayar âletleri) [komputerler]dir.
Bilgisayar muhtelîf ebâdda bir kutudur. Bilgisayar âletleri, elektrik ceryânı
ile çalışır. Bu ceryân, bilgisayar içine konmuş olan pilden veyâ şehr
ceryânından, dıvârdaki prizden alınır ve âlet içindeki transformatör tarafından
voltajı düşürülür. Bilgisayarın kapağı bir ekrandır. Burada bilgisayara gelen ve
çıkan seslerin yazıları ve resmleri görünür. Bu sesler, (Modem) denilen
bir âletden geçerek elektro-manyetik dalgalara çevrilip, sesler ve yazılar gayb
oluyor. Fezâdaki, ya’nî her yerdeki bilgisayar, kendi uzunluğundaki
elektro-manyetik dalgaları alarak, modemden geçirip, ses ve yazı hâsıl eden hava
dalgaları hâline çeviriyor. Bunların bir sûreti bilgisayarda bulunan bir
hâfızaya [diskete] verilir. Disket, herhangi bilgisayara konunca, içindeki
sesler işitilir ve yazılar ekranda okunur. Bilgisayarı internete bağlanmak için,
bir ara-merkezden adres alınır. İstanbuldaki (İhlâs-net) ara-merkezinin,
Hakîkat Kitâbevine verdiği adres, (www.hakikatkitabevi.com)dur. Herhangi
bir bilgisayar bu adrese bağlanırsa, Kitâbevinin bütün kitâblarından dilediğini
seçerek okur ve dinler. Bilgisayarlar piyasada satılmakdadır. Disket de 10 cm.
kutrunda plâstik levhâ olup, serbest satılmakdadır. Bir disketde binlerce kitâb
vardır.