Muhammed Kutb 62.Madde
62 —
Türkçe bir din mecmû’asında, Muhammed Kutb adında bir Mısrlının yazısı vardır.
(İnhirâf çizgisi) adındaki yazı arabîden terceme edilmiş. Eğer terceme doğru
yapılmış ise, yazarının dinde söz sâhibi olmadığı hemen göze çarpmakdadır.
Bakınız, bir yerinde ne hezeyânlar savuruyor:
(Türklerin savaş meydânlarında kayd etdikleri zaferler, islâma şeref vermişdir.
Ancak, Türklerin elinde, islâmın, ma’nâsından çok şey gayb etdiği de bir
gerçekdir. Türklerin elinde islâm dondurulmuş, (ma’nen) gelişmesi durdurulmuşdur.
Osmânlılar, askerlik dışında kalan bütün meydânlarda islâmı dondurdular ve
zedelediler. Meselâ ilme gereken önemi vermediler. İctihâdı durdurarak fıkh ilmi
dondu.
Nihâyet islâm, Osmânlıların bağlayıcı kaydından kurtulup bağımsızlığını
kazanarak, ileri atılmağa başladı. Özellikle bu atılış Hicâzda Vehhâbîlik,
Sudanda Mehdînin yönetdiği Mehdîlik hareketlerinde görülmekdedir. Bu iki
hareket, islâma asl gücünü ve ilerleme isti’dâdını yeniden kazandıracak
nitelikdeydi. İslâmdaki bu mutlu gelişmeyi gören haçlı emperyalizmi harekete
geçdi) diyor.
Cevâb:
Osmânlı türklerinin islâmiyyete hizmetleri, bir şâheserdir. Bir âbidedir. Târîh
meydânına dikilmiş olan bu dev âbideyi görmemek için kör veyâ bir Türk düşmanı
olmak lâzımdır. Bu Mısrlı yazarın da bildirmek zorunda kaldığı gibi, Osmânlı
türklerini zaferden zafere götüren dinamizm, ahlâk, sabr ve kahramanlık, hangi
kaynakdan geliyordu? İslâm kaynağından değil mi? İslâmiyyete şeref verilemez.
İslâmiyyetden şeref alınır. Mü’minlerin şerefli emîri hazret-i Ömer “radıyallahü
anh”, (Biz, zelîl, aşağı kimselerdik. Allahü teâlâ, bizleri müslimân yapmakla
şereflendirdi) buyuruyor. İslâmiyyetin, her çeşid fazîlet ve şerefler kaynağı
olduğunu bilmiyen câhiller, islâmiyyete şeref verilecek sanırlar.
İstanbuldan
Viyanaya doğru giden islâm ordusu, Belgrad yakınlarında, bir su başında, mola
veriyor. Çeşme, abdest alan, kablarına su koyan askerlerle dolu. Yakındaki bir
kilisenin papası, güzel kızları süslüyor. Ellerine birer kab verip, çeşmeye
gönderiyor. Papas pencereden gizlice seyr ediyor. Kızlar gelince, askerler hemen
kenâra çekiliyor. Kızlar râhatça doldurup kiliseye dönüyorlar. Papas, islâm
askerlerinin bu güzel ahlâkını, fazîletini, edebini ve merhametini görünce, (Bu
ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin!) diyerek haçlı kumandanlarına
haber gönderiyor. Bu Mısrlı yazar, Osmânlı zaferlerini, Attillânın orduları
gibi, barbar istilâsı sanıp yanılmakda mıdır? İngiliz lordu Davenportun kitâbını
okumuş olsaydı (İslâm orduları her gitdiği yere, adâlet, fazîlet ve medeniyyet
götürmüşdür. Boynunu büken mağlûb düşmanı dâimâ afv ile karşılamışdır) bilgisini
öğrenir de, yazılarında biraz edebli davranırdı. Abbâsîlerden sonra, islâm
halîfelerine Mısrda zından hayâtı yaşatan, hilâfet haklarını onlardan gasb
edenler, hutbelerde kendilerine (Sultânül-haremeyn) demekden hayâ etmiyorlardı.
Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 923 [m. 1517] senesinde,
Mısrı feth edip, hilâfeti esâretden kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de
sultânül-haremeyn diyen hatîbi susdurup, (Benim için, o mubârek makâmların
hizmetçisi olmakdan dahâ büyük şeref olamaz. Bana (Hâdimülharemeyn)
deyin!) buyurduğunu târîh kitâbları yazmakdadır. İslâm ahlâkını, Mısrlılar mı
dondurmuş; yoksa Osmânlılar mı dondurmuş, buradan çok iyi anlaşılmakdadır.
Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” , siyâsal bilgiler
mektebini birincilikle bitireni, her sene serâya kâtib alırdı. Böylece, gençleri
çalışmağa teşvîk ederdi. Kâtib seçilen Es’ad beğ “rahmetullahi teâlâ aleyh”
(Hâtırât-i Abdülhamîd hân-ı sânî) kitâbında diyor ki, bir gece yarısı şifre
yazdım. İmzâ için, sultânın yatak odası kapısını çaldım. Açılmadı. Bir dahâ
vurdum. Yine açılmadı. Üçüncüyü vuracağım anda, kapı açıldı. Karşıma çıkan
sultân, havlu ile yüzünü siliyordu. (Evlâd! Seni bekletdim. Kusûruma bakma! Dahâ
birinci çalışda kalkdım. Gece yarısı, mühim bir imzâ için geldiğini anladım.
Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdına abdestsiz imzâ etmedim. Abdest almak
için gecikdim. Oku dinliyeyim) dedi. Okudum. Besmele çekerek imzâladı ve hayrlı
olsun inşâallah, dedi. İşte Osmânlı sultânları islâmiyyete böyle bağlı, böyle
saygılı idi. Eyyûb Sabri pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mir’ât-ül
Haremeyn) kitâbında diyor ki, (Sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, Mustafâ Reşîd Pâşanın mason olduğunu, islâmiyyete uymıyan bir yol
tutduğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakda oturamıyor, hep
yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, (irâde-i şâhâne) alınıyordu. Sırada
bulunan bir kâğıd için (Medîne ehâlîsinin bir dilekçesi okunacak) bilgisi
verildi. (Durun, okumayın! Beni oturtun!) buyurdu. Arkasına yastık koyup,
oturtuldu. (Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mubârek insanların
dilekçesini yatarak dinlemekden hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız!
Fekat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Bir gün sonra vefât
eyledi.) İşte, Osmânlı Türk sultânlarının ahlâkı, hayâsı ve İslâmiyyete
saygıları böyle idi.
Türkün
islâmiyyete olan bu saygısı ve edebi, Mescid-i se’âdetde, pis ayaklarını kabr-i
se’âdete karşı uzatıp, leş gibi yatan vehhâbîlerin saygısızlığı ve edebsizliği
ile hiç bir olur mu?
Osmânlılarda, islâmiyyet ilerlememiş sözünde, sinsi bir islâm düşmanlığının
habîs kokusu duyulmakdadır. Fenârîler, molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler,
İbni Kemâller, Ebüssü’ûdler, allâme Birgivîler, İbni Âbidînler, Abdülganî
Nablüsîler, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Süveydîler ve Abdülhakîm Efendiler ve
Abdûhu rezîl eden allâme Mustafâ Sabri efendi ve dahâ nice fıkh ve kelâm
âlimleri, hattâtlar, mi’mar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, hangi devletde yetişdi? Osmânlılarda değil mi? Osmânlı
âlimlerinin yazdıkları binlerce ilm kitâbları, her vilâyetdeki millî
kütübhâneleri doldurmuşdur. Fihristleri meydândadır. Bütün islâm âlemine altıyüz
sene fetvâ veren, her müşkili çözen, müslimânların dertlerine devâ olan,
hıristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyyeler yazarak, onları rezil eden,
Osmânlı şeyhül-islâmları değil mi idi? Hayâlînin ilm-i kelâm hâşiyeleri, molla
Hüsrevin Düreri, Halebînin Mültekâsı ve İbni Âbidînin Redd-ül-muhtârı ve
Ebüssü’ûdün tefsîri ve Şeyhzâdenin Beydâvî hâşiyesi ve seyyid Abdülhakîm-i
Arvâsînin mektûbları ve va’zları bugün, bütün islâm âlemine ışık tutmakdadır. Bu
yüce âlimleri ve Velîleri Osmânlılar yetişdirmedi mi? Bugün de, dînini doğru
öğrenmek istiyenler, bu kıymetli kitâbları okumalıdır. Tefsîrlerin en kıymetlisi
Şeyhzâde ve Ebüssü’ûd tefsîrleridir. Müslimânlara fâideli olmak istiyen, bu
tefsîrleri türkçeye terceme etmelidir. Reformcu yazarların tefsîrleri böyle
değildir. Çünki onlar, kısa görüşleri, noksan bilgileri ile, hâtırlarına
gelenleri, tefsîr diye araya karışdırmışlar, zencire çürük halkalar
eklemişlerdir. Çürük halkalı zencire güvenip, sarılıp denize inen, elbette
aldanır, boğulur. Bunun için bu uydurma tefsîrlerin tercemelerini okumamalıdır.
İslâmın altıyüz senelik bekçisi, islâm ilmlerinin kaynağı, hep Osmânlılar idi.
Matba’a kurulmalıdır diyen Behcetül fetâvâ gibi yüzlerce fetvâ kitâbları, her
asrın îcâblarına göre yol gösterdi, ileriye çığır açdılar. Son asrın şâheseri
olan (Mecelle) kitâbı ise, dünyâda benzeri bulunmıyan bir hukûk âbidesi
oldu. Dinde reformcularda Osmânlı ahlâkı, Osmânlı ilm ve irfânı olsaydı, bir
avuç yehûdî karşısında yenilmezlerdi. Müslimânların harb plânları mes’ûl
kimseler tarafından Londrada birkaçbin liraya İsrâil câsûslarına satılmaz ve
arab birliği bütün dünyâya rezil olmazdı.
Kutub
denilen Mısrlı yazarların Eshâb-ı kirâma ve sonra, Emevî, Abbâsî ve Osmânlıların
hâlis müslimân idârecilerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” pervâsızca ve
hayâsızca saldırmaları, boşuna değildir. Bunun sebebini yine kendisi
açıklamakdadır. Şecâ’at arz ederken, merd-i kıbtî, sirkatini söylemekdedir. (Vehhâbîlik,
islâmiyyeti esâretden kurtardı) diyerek, baklayı ağzından çıkarmakdadır. Evet,
mezhebsizleri övebilmek için, islâm halîfelerini, islâm âlimlerini
kötülemekdedirler. Mevdûdînin, Seyyid Kutbun ve Muhammed Kutbun ve Abdûhun
plânları, siyâsetleri hep bu temele dayanmakdadır. Hepsi, selef-i sâlihîne
saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık, ibni Teymiyyeyi
ve Cemâleddîn-i Efgânî gibi sapıkları bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar.
Mezhebsizlerin nesini övüyorlar? Dînî ve ilmî kıymetleri sıfır olduğu gibi,
ahlâksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, 1384 [m. 1964] de tahtdan
indirilip, 1388 [m. 1968] de ölen Sü’ûd, Avrupada sefâhet, nâmûs ve ahlâk dışı
hareketleri ile ve keyfine, zevkine milyonlar harc etmesi ile bütün dünyâya
gösterdi. Mısrlı yazar, Kâhiredeki ve Riyâd serâyındaki fuhş, zinâ,
nâmûssuzlukların radyolarda dünyâya yayıldığını görüp, işitip, acabâ biraz yüzü
kızarmıyor mu? Bütün islâm âleminden gelen milyonlarca hâcının herbirinden
yüzlerce lira rüşvet almakdan hayâ etmiyorlar. Din kardeşi, yüzlerce lira
vermezse, buna hac farîzasını yapdırmıyorlar. Hâlbuki Osmânlıların Redd-ül-muhtâr
kitâbında, Kudüsü ziyârete gelen hıristiyanlardan ayakbasdı parası almak
harâmdır diyor. Osmânlılar, kâfirden bile ayakbasdı parası almazdı. Vehhâbîler
ise, müslimândan istiyor. Vermezse, ibâdete mâni’ oluyor. Bekara sûresinin
yüzondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlânın mescidlerinde, onun
ismini zikr etmeği yasak edenden dahâ çok zâlim olamaz!) buyuruldu. Tibyân
tefsîrinde, Atâ hazretleri diyor ki, Hudeybiye günü, Mekke kâfirleri,
müslimânları, Mescid-i harâma sokmayıp, hac etdirmedikleri için, bu âyet-i
kerîme geldi. Kur’ân-ı kerîmde kâfire zâlim de denilmekdedir. Para vermiyen
müslimânları, Mescid-i harâma sokmıyanların ve bunları övenlerin ne oldukları,
bu âyet-i kerîmeden açıkca anlaşılmakdadır. İşte, kötüledikleri Osmânlı
müslimânları! İşte övdükleri vehhâbîler ve dinde reformcular!
(Osmânlılar
ictihâdı durdurdular) demesi de, yalandır. Bu söz islâm düşmanlarının
ağızlarında iğrenç bir sakız hâline gelmişdir. Osmânlılar, ictihâd kapısını
kapamadı. Seyyid Kutblar, Muhammed Kutblar ve Abdûhlar gibi, Ehl-i sünnet
düşmanı câhillerin, islâm dîninin afîf harîmine mülevves kalemlerini sokmalarını
önlediler. Osmânlı türkleri islâmiyyeti böyle câhillerin tesallutundan
korumasalardı, bugün islâmiyyet de, hıristiyanlık hâlini alır, karma-karışık,
bozuk birşey olurdu. Nitekim, Mekkedeki ve Mısrdaki sapıkların elinde
müslimânlığın yaralandığı, oyuncak hâline geldiği acı acı görülmekdedir. Bugün
hakîkî müslimânlık, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bırakdığı
gibi, bütün temizliği ve saflığı ile, türk milletinde kalmış bulunmakdadır.
Mezhebsizlerin önderi olan ibni Teymiyyenin ve mezhebsizlikde çok aşırı
gidenlerin içyüzlerini dahâ geniş öğrenmek isteyenlere, Hindistân âlimlerinden
mevlânâ Muhammed Hamdullah-ı Dacvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazdığı (El-besâir
li-münkirit-tevessül-i bi-ehl-il mekâbir) ve Muhammed Hasen Can Fârûkî
Müceddidî Serhendînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Üsûl-ül-erbe’a fî terdîd-il-vehhâbiyye)
kitâblarını tavsiye ederiz. Birincisi arabî, ikincisi fârisîdir. Önce
Hindistânda, ikinci olarak ,1395 [m. 1975] de, İstanbulda basdırılmışlardır.