M. Hamîdullah 63.Madde
63 —
Hindli, islâmdaki sapık müslimânlardan Hamîdullah isminde birisinin de, Ehl-i
sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan düşüncelerini, islâm bilgisi olarak
yaydığını görüyoruz. Fransada islâm bilgileri profesörü etiketini almış olduğu
için, islâm âlimi sanılan bu adamın sapık yazıları, türkçeye çevrilerek
gençliğin önüne sürülmekde, birçok müslimânın doğru yoldan kaymasına sebeb
olmakdadır. (İslâm Peygamberi) adındaki kitâbının türkçe tercemesinin
otuzdördüncü sahîfesindeki şu satırları okuyunca, şaşırdık kaldık:
(Onu gene tüccâr sıfatı ile Hubeşâda (Yemende) ve Abdülkaysların ülkesinde (doğu
Arabistân, Bahreyn, Umman) görüyoruz. Belki de deniz yolu ile, Habeşistâna
gitdiği dahî hâtıra gelebilir. Bütün bu seyâhatlar, onun Bizans, Acem, Yemen ve
Habeşistânın ticârî, idârî gelenek ve kanûnlarını öğrenmesine yol açdı. Olgunluk
yaşında, kırkında bu tecrübeli adam, kavmini islâha teşebbüs etdi.)
Hâlbuki,
islâm târîhleri, sözbirliği ile diyorlar ki, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve
sellem”, üç gün vâlidesi, sonra Ebü Lehebin câriyesi Süveybe birkaç gün emzirdi,
dahâ sonra, iki sene Halîme hâtun emzirdi. Altı yaşında iken, vâlidesi Âmine
hâtun, oğlunu Medîneye dayılarını görmeğe götürdü. Bir ay kalıp, dönüşde
vâlidesi yirmi yaşında yolda, Ebvâ denilen yerde vefât etdi. Mubârek babası
Abdüllahdan mîrâs kalan câriyesi Ümm-i Eymen ile Mekkeye gelip, mubârek dedesi
Abdülmuttalibin yanında kaldı. Sekiz yaşına gelince, dedesi vefât edip, büyük
amcası Ebû Tâlibin yanında kaldı.
Dokuz veyâ
oniki yaşında iken Ebû Tâlib ile, yirmi yaşında iken de, hazret-i Ebû Bekr ile
ve yirmibeş yaşında iken, hazret-i Hadîcenin kervanı ile Şâma gidenler arasında
bulundu. Bu yolculukların üçünde de, Busrâ denilen yere varıldıkda, orada
bulunan kilisenin papasları, Bahîra ve sonra Nestûra, İncîlde okudukları son
Peygamberin alâmetlerini kendisinde görerek, (Şâma gitmeyiniz! Şâmda yehûdîler
bu çocuğu tanır, öldürür) dediler. Bunlar da, ticâretlerini orada yapıp geriye
döndüler. (Busrâ), Şâmın 90 kilometre cenûb-i şarkîsinde, Kudüsün 130 km.
şimâl-i şarkîsindedir. Ondört veyâ onyedi yaşında iken, Yemene giden amcası
Zübeyr, ticâreti bereketli olmak için, Resûlullahı da berâber götürdü. Yirmi
yaşından sonra, Mekke dışında koyun güdüp geçinirdi. Bahreyne gitdiğini bildiren
güvenilir haber olmadığı gibi, Habeşistâna seyâhat buyurduğunu da, nübüvvetine
inanmıyanlardan başka, kimse düşünmüş değildir. Habeş dilinden konuşduğu
görüldü. Bu da, Habeşistâna gitmiş olduğunu düşündürür diyenler, yanılmakdadır.
Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendisine gelen yabancılara,
onların değişik konuşmalarına uygun olarak cevâb verirdi. Böyle konuşması,
Allahü teâlânın kendisine ihsân etdiği, sayısız mu’cizelerden birisi idi.
Yukarıdaki üç veyâ dört seyâhatin hiçbirisine kendiliğinden katılmamışdı. Vücûd-i
şerîfi ile bereketlenmek için götürülmüşdü. Şâma olan son yolculukda, kervan
başkanı olan Meysere, Hadîceye müjdeci olarak Resûlullahı “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” göndereceği zemân, kervanda bulunan Ebû Cehlin, Muhammed
“sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ gencdir. Bir yere yolculuk yapmamışdır. Yolu
şaşırır. Başkasını gönder demesi de, Hamîdullahın yanlış ve sapık düşündüğünü
göstermekdedir. Bizansa, Aceme, Habeşe ve Yemene gidip, oralarda öğrendiklerini
ortaya koyarak, kavmini islâha kalkışdı demek ve Resûlullah efendimiz için (tecribeli
adam) diyerek edebsizce davranmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir.
(Kısas-ı
Enbiyâ)nın üçyüzdoksanbirinci sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah ümmî idi.
Ya’nî kimseden birşey öğrenmemişdi. Yazı yazmazdı. Okumazdı. Ümmî olan
insanların arasında yetişdi. Mekkede, geçmiş insanların hâllerini bilen bir âlim
yokdu. Başka yerlere giderek kimseden birşey öğrenmemişdi. Kazanç için bir iş
tutmamışdı. Böyle iken, Tevrâtda ve İncîlde ve gökden inmiş olan başka
kitâblarda bulunan bilgileri ve eski insanların hâllerini haber verdi. O
zemânlarda târîh bilgileri, karışmış, bozulmuşdu. Doğrusunu iğrisinden
ayırabilen pek az kimse vardı. Her dinden adamlara cevâblar verip, hepsini
susdurdu. Bu başarıları, kendisinin Allahdan gönderilmiş bir Peygamber olduğunu
göstermekdedir. Zemânındaki edebiyyâtcılara, şâ’irlere meydân okuduğu hâlde,
hiçbiri onun getirdiği Kur’ân-ı kerîm gibi, bir satır bile söyliyemediler.
Hâlbuki Mekkeliler, şi’r okumağa, nutk söylemeğe meraklı olup, bu yolda çok
çalışırlar ve yarışırlardı. Düzgün konuşmakla öğünürlerdi. Kur’ân-ı kerîm, bütün
şâ’irlere gâlib geldi. Kur’ân-ı kerîme karşı koyamadılar. Şaşkınlıklarından,
kılıca sarılıp, döğüşmeği, ölmeği göze aldılar. Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin kardeşi Üneys ünlü şâ’ir idi. Oniki şâ’ire üstün gelmişdi. Kur’ân-ı
kerîmi işitir işitmez, Allah kelâmı olduğunu anlayıp, hemen müslimân oldu).
Ankebût sûresinin kırksekizinci âyetinde meâlen, (Sen bu Kur’ân gelmeden
önce, bir kitâb okumazdın. Yazı yazmazdın. Okur yazar olsaydın, başkalarından
öğrendin diyebilirlerdi) buyuruldu. Allahü teâlânın ve islâm âlimlerinin bu
şâhidlikleri karşısında, îmânı ve aklı olan herkes, Hamîdullahın yukarıdaki
yazısı hakkında kesin hükmünü vermekde güçlük çekmez.
Kırkıncı
sahîfede: (Bilinmiyen bir sebeble, süt kardeşi olan kızın omuzunu öyle
kuvvetle ısırdı ki, izi hayâtı boyunca kaldı. Bir gazâda, alınan esîrler
arasında süt kardeşi Şeymâ da vardı. O hâdiseyi anlatıp ısırılan yeri
gösterince, Resûlullah bunu tanıdı) diyor.
İslâm
düşmanları, Resûlullaha birçok iftirâlar söylediler. Siyâh dediler, gençleri
ondan soğutmak için, kara köpeklere arab dediler. Hamîdullah dahâ da ileri
giderek, o yüce Peygamberi, gençlere yamyam olarak tanıtmağa kalkışmakdadır.
Hâlbuki, Halîme hâtun, Resûlullahı yanından ayırmaz, uzağa gitmeğe bırakmazdı.
Birgün nasılsa gözetmedi. Süt kardeşi Şeymâ ile kuzuların arasına gitdi. Halîme,
Resûlullahı göremeyince, Onu aradı, buldu. Şeymâya, niçin sıcakda dışarı
gitdiniz? dedi. Şeymâ, anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bulut bulunuyor. Ona
hep gölge yapıyor, dedi. Resûlullahdan şikâyet etmek şöyle dursun, Onu övdü.
Onun yanında bulunan büyük küçük herkes, kendisini övmekde ve sevmekde idi.
İncindiğini bildiren hiç olmadı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, süt
kardeşini hiç incitmediği gibi, onun haklarına hattâ, sütüne bile saygı
gösterir, onun emdiği memeden hiç emmezdi. Halîme diyor ki, (O emerken kendi
oğlum emmez, Ona saygı gösterirdi. Bu da süt kardeşlerinin Ondan hiç
incinmediklerini, Onu hep sevip saydıklarını bildirmekdedir. O emerken, güzel
yüzüne bakmağa dayanamazdım. Konuşmağa başlayınca, ilk olarak (Kelime-i
tevhîd) söyledi. Herşeyi tutarken (Bismillah) derdi. Çocukların
oyunlarına karışmazdı. (Biz oyun oynamak için yaratılmadık) derdi. Hiç
ağlamaz, kimseyi incitmezdi). Hicretin sekizinci senesinde Huneyn gazvesinden
sonra, alınan esîrler arasında, Şeymâ adındaki bir kadın, yâ Resûlallah! Ben
senin süt kardeşinim dedi. O günlerdeki birkaç şeyi anlatdı. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Şeymânın sözlerini dinledi. Onu tanıyıp, çok
ihsân eyledi. Dahâ çocuk iken, onda görülen mu’cizeleri, hârikul’âde güzel
hâlleri o kadar çokdu ki, bu husûsda çeşidli kitâblar yazılmışdır. Okuyanları
kendisine âşık eden o üstünlükleri yazmak ve bunlara, gizli kalmış olanlarını da
bulup eklemek gibi şerefli hizmeti bırakıp da, çocuklar arasında olabilecek
birşeyi, islâm Peygamberinin hayâtı diyerek, ilm kitâbına yazmak bir islâm
profesörüne yakışır mı? Hele, sonradan uydurulmuş çirkin bir yalanı seçip yazan
adamın, hakîkî bir müslimân olacağı düşünülebilir mi? Böyle davranışlar, ilme
hizmet etmeği mi, yoksa kusûr aramak gayretini mi gösterir? Her müslimânın, îmân
etmiş olduğu ve herşeyden dahâ çok sevmiş olduğu Peygamberine toz kondurmamak
için titremesi lâzımdır. Kırksekizinci sahîfesinde:
(Öğlenin yakıcı sıcağından korunmak için Abdüllah bin Cud’anın kemerinin (ya’nî
dıvarının) gölgesine sığınırdı) diyor.
Siyer
kitâblarında, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek başı
üstünde bulut bulunduğu, Onunla birlikde gitdiği, Ona gölge yapdığı, nübüvvete
kadar böylece güneşden muhâfaza olunduğu yazılıdır. Gölgeye sığınırdı demek, bu
mu’cizeye inanmamak olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, burada
gölgelenmek için değil, gölgelenenleri irşâd etmek için oturmuş olabilir.
Kırksekizinci sahîfesinde:
(İbni
Kelbî, bizzat Muhammed aleyhisselâmın bir put önünde esmer bir koyunu kurban
etdiğini nakl eder) diyor.
Bu yazılar,
yazarın islâmiyyeti kuşbakışı uzakdan gördüğünü, islâmdan haberi olmadığını
göstermekdedir. Dahâ, küçük yaşda iken, putların ismlerini söyletmediğini,
bunlara düşmanlığını açıkladığını her kitâb yazmakdadır. Putlardan nefret
etdiğini, kendisi de altmışyedinci sahîfede bildiriyor. Hiçbir Peygamberin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hiçbir yaşda, herhangi bir dinde yasak olan
birşeyi işlemediğine, her müslimânın inanması lâzımdır. Hamîdullahın,
müslimânları aldatmak için, sened olarak gösterdiği ibni Kelbînin taşkın bir
mezhebsiz olduğu (Tuhfe-i İsnâ aşeriyye) ve (Esmâ-i Müellifîn)
kitâblarında yazılıdır. Evet, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” esmer
koyun kesdi. Fekat, bunu, kurban bayramında, Medînede kesdi. Ellisekizinci
sahîfede:
(Abdülkays
kabîlesinden bir hey’eti kabûl etdi. İslâmdan önce oraya seyâhat etmiş olduğunu
onlara söyledi) diyor.
Bahreyndeki
Abdülkays kabîlesinden gelen elçileri, (Buhârî) ve (Mevâhib-i
ledünniyye) gibi birçok kitâblar uzun yazmakdadır. Bunların hiçbirinde,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abdülkays kabîlesinin
memleketine gitdiği bildirilmiyor. Bir yandan Resûlullahın uzak yerlere ve
ticâret merkezlerine gidip, çok şeyler öğrendiğini ileri sürmek, öte yandan da,
İslâmın temel inançlarını, târîh bilgileri gibi çok nakl etmek, sinsi ve alçak
plânların uygulanmakda olduğunu düşündürmekdedir. Ellidördüncü sahîfesinde:
(Burnunun üstüne kadar uzayan kaşları kavsli idi. Bacakları ince idi)
diyor.
Bu saygısız
yazıları ile, Resûlullahı sanki bir umacıya benzetmek istemekdedir. Hâlbuki,
(Kısas-ı Enbiyâ)da, (Allahü teâlâ, bütün güzellikleri sevgili Peygamberinde
toplamışdı. Mubârek kolları ve baldırları iri ve kalın idi. Hilâl kaşlı, çekme
burunlu ve uzun kirpikli idi) diyor. (Mevâhib-i ledünniyye)de, (Mubârek
kaşları ince idi. Mubârek elleri ve ayakları iri idi) diyor. Mubârek uzvlarının
tenâsübünü, her sahâbî anlatmış, güzelliği ve sevimliliği dillere destân
olmuşdur. Onu dahâ ilk görüşde, cemâline âşık olup, başka hiçbirşey aramadan,
îmâna gelenlerin sayılarının az olmadığı kitâblarda yazılıdır. Onu görüp
güzelliğine âşık olanlar, dilleri döndüğü kadar anlatmağa çalışmışlar, o
güzelliği bildirmeğe insan gücü yetişmez demişlerdir. (Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbının birinci kısmında, o âşıkların haber verdiklerinden birkaçı yazılmışdır.
Okuyanlar, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberini, düşünülemiyecek bir düzende ve
bakmağa doyulamıyacak bir güzellikde yaratmış olduğunu hemen anlar. Görmeden,
Ona gönül verirler. Habîbullaha âşık olanlar, her nefesde, ciğerlerine giren
havanın serinliğinde, Onun sevgisinin tadını duyarlar. Aya her bakışlarında Onun
mubârek gözlerinden gelmiş olan ışınların akslerini aramakla zevklenirler. Onun
güzelliği deryâsından bir damlaya kavuşanların her zerresi:
Güzel yanağını bilen, güle hiç bakmaz.
Senin sevginde eriyen, derman aramaz!
demişlerdir. Onu görmeden âşık olanlardan, Mevlânâ (Hâlid-i Bağdâdî)
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, fârisî divânında, Onun güzelliğini ve insan
aklının eremiyeceği yüksekliğini, ince rûhundan çıkan kelimelerle ve
edebiyyâtdaki büyük mehâreti ile, pek veciz, çok güzel yazmışdır. Okuyup
anlıyabilenleri hayrân bırakmakdadır. Türkçeye tercemesinde, o ince san’atı ve
derin ma’nâları anlatmak mümkin değil ise de, pek az da olsa, birşey
duyurabilmek için, Kabr-i se’âdeti ziyâret ederken söylemiş olduğu beytlerden
birkaçının tercemesini yazarak kitâbımızı kıymetlendirelim:
Ey
güzeller güzeli, beni sevdânla yakdın!
görmüyor birşey gözüm, her an hulyânla aklım!
Sen (Kabe
kavseyn) şâhı, ben ise azgın köle,
Sana konuk olmağı, nasıl söyler bu şaşkın?
Acıyıp bir
bakınca, ölü kalbler diriltdin,
sonsuz merhametine sığınıp, kapın çaldım!
İyilik
kaynağısın, dermanlar deryâsısın!
Bir damla lutf et bana, derde devâsız kaldım!
Herkes
gelir Mekkeye, Kâ’be, Safâ, Merveye,
ben ise senin için, dağlar tepeler aşdım!
Dün gece,
bir rü’yâda göklere değdi başım,
kapındaki uşaklar, enseme basdı sandım!
Ey Câmî
hazretleri, sevgilimin bülbülü!
şi’rlerin arasından, şu beyti seçdim aldım:
(Dili
aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,
bir damlacık umarak, ihsân deryâna vardım.)
Başka bir
şi’irinde şöyle terennüm etmekdedir:
Ey
günâhlılar sığınağı, sana sığınmağa geldim!
çok kabâhatler işledim, sana yalvarmağa geldim!
Karanlık
yerlere sapdım, bataklıklara saplandım,
doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim!
Çıkacak
bir canım kaldı, ey bütün canların cânı!
uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim!
Derdlilerin tabîbisin, ben ise gönül hastası,
kalb yarama devâ için, kapını çalmağa geldim!
Cömerdlerin kapısına, birşey götürmek hatâdır.
basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim!
Günâhlarım
çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,
bu yükden ve siyâhlıkdan temâm kurtulmağa geldim!
Temizler
elbet hepsini, ihsân deryândan bir damla,
gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim!
Kapına yüz
sürebilsem, ey canımdan azîz cânan!
su ile olmıyan işler, hâsıl olur o toprakdan!
Seksenikinci sahîfesinde, ayın ikiye ayrılmasını, târîhcilerin haber verdiğini
yazıyor. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bildirildiğini yazmıyor. Hele
kendisinin inanıp inanmadığını hiç açıklamıyor.
(Önce
zevcesi, sonra amcası vefât etdi. Mü’minlerin büyük kısmı Habeşistânda idi.
Artık Allahdan başka dayanağı kalmamışdı) diyor.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm ve her mü’min, her zemân ve
her işlerinde, yalnız Allahü teâlâya güvenir. Ancak, O emr etdiği için sebeblere
yapışır. Sebeblere dayanmazlar. Onların yapıcı değil, yardımcı olduklarına
inanırlar. Doksanikinci ve üçüncü sahîfelerde:
(Mi’râc
bir hâldir. İnsanın vücûdünü unutup, rûhunun hâkim olduğu bir vaz’ıyyetde
yapılmışdır. İsrâ sûresinde, Hazret-i Peygamber, bir gece yeryüzünün mukaddes
merkezlerinden gökdeki ibâdet merkezine (Mescid-i Aksâya) götürüldü. Uzakdaki
mescidin, Kudüsde olduğu düşünülemez. Zîrâ o zemân, Kudüsde mescid yokdu diyor
ve Rum sûresinde, Filistinin en yakın bir yer olduğu bildiriliyor. Uzak mescid,
yakın bir yerde bulunamaz. Allahü teâlâ, Ona eski Peygamberlerin târîhini
hâtırlatarak, Onu tesellî ediyor) diyor.
Cevâb: İsrâ
sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Kulumu gece Mescid-i harâmdan Mescid-i
Aksâya götürdüm) buyuruldu. Kul, insana denir. Rûha veyâ insanın bir hâline
kul denmez. Buhârîdeki uzun hadîs-i şerîfde ve Ehl-i sünnet âlimlerinin
tefsîrlerinde ve bütün kitâblarda, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
Kudüsde, Mescid-i Aksâya gitdim, gördüm buyurduğu bildirilmekdedir. O zemân,
Mescid-i Aksâ Kudüsde vardı. Çok önce, Süleymân aleyhisselâm yapdırmışdı. Sonra,
Îrânlıların ve Yunanlıların eline geçmişdi. Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıkdan
sonra Romalıların eline geçdi. Birkaç kerre yıkıldı, yapıldı. Son olarak,
Hazreti Ömer ta’mir etdirdi. Filistin, Arabistâna komşu bir yerdir. Başka
memleketlerden dahâ yakın olduğu için, (en yakın yer) buyuruldu. Mescid-i Aksâ o
zemân yeryüzünde bulunan mescidler arasında, Mekkeye en uzak olanı idi. Bunun
için, (en uzak mescid) buyuruldu. En yakın yerde en uzak mescid niçin
bulunamazmış? Müslimânlar, hicretden onaltı ay sonraya kadar, Mescid-i Aksâya
karşı nemâz kıldı. O zemân, Kudüsde mescid yok olsaydı, oraya karşı nemâz kılmak
emr olunur mu idi? Resûlullah da, Kudüsde Mescid-i Aksâda nemâz kıldım der mi
idi? Hamîdullahın aklı, düşüncesi ve fen anlayışı, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” mubârek bedeni ile Kudüse ve göklere götürüldüğünü
kavrıyamadığı için, buna inanamıyor. Mi’râcın bir hâl olduğunu anlatmak istiyor.
Bunun için de Kur’ân-ı kerîmi yanlış tefsîr ediyor. Düşüncesini kaçamak yollarla
isbâta kalkışıyor. Mi’râc bir hâl olsaydı, işitenlerden kimse karşı koymazdı.
Kâfirler de, buna karşı bir şey demezlerdi. (Beden ile gitdim) buyurduğu
için inanmıyanlar çok oldu. Resûlullahın Mekkeden Kudüse götürüldüğüne
inanmıyanın kâfir olduğu sözbirliği ile bildirilmekdedir. Göklere götürüldüğüne
inanmıyan ise, bid’at ehli, sapık olur.
Hindli
Hamîdullahın küfre kadar giden bu bozuk yazısına Hind âlimlerinin kitâblarından
da cevâb vermek yerinde olacakdır. Büyük hadîs âlimi Abdülhak Dehlevî
hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında buyuruyor ki, (Allahü
teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de,
Onu Mi’râca çıkarmasıdır. Bu mu’cizeyi Ondan başka hiçbir Peygambere vermemişdir.
Resûlullahın Mekkeden Mescid-i Aksâya götürüldüğü, Kur’ân-ı kerîmde açıkca
bildiriliyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâdan göğe çıkarıldığını
meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid’at ehli ve fâsık olur.
Mi’râcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve tâbi’înin ve
hadîs âlimlerinin ve fıkh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber
vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler de açıklamakdadır. Mi’râc çok def’a
olmuşdu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile
idi. Âişe “radıyallahü anhâ”, rü’yâda rûh ile olan mi’râclardan birini haber
vermekdedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi’râcın yok olduğunu
göstermez. Bununla berâber, islâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki,
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rü’yâları vahydir. Bunlarda şübhe etmeğe yol
yokdur. Gözleri kapalı iken, mubârek kalbleri uyanıkdır. Önceden rûh ile olan
mi’râclar, cesed ile olacak mi’râca hâzırlamak için idi. Kâfirler, mi’râca
inanmadıkları ve imtihân ederek Mescid-i Aksâdan bilgi istedikleri için, İsrâ
sûresinde, Mescid-i Aksâya kadar götürüldüğü açıkca bildirildi. Bu sûrede,
(Âyetlerimi göstermek için götürdüm) buyurulması, göklere çıkarıldığını
gösteriyor. Bu sûrenin altmışıncı âyetinde meâlen, (Sana gösterdiğimiz
rü’yâyı insanlara fitne yapdık) buyuruldu. Burada bildirilen rü’yâ, Mi’râcı
haber vermekdedir. Evet, (Mekkeye gidip Eshâbı ile tavâf yapacağını gördüğü
rü’yâdır. Bu rü’yâyı Eshâbına haber verdiği sene Mekkeye girmeyip, Hudeybiyeden
geri döndükleri için, münâfıklar fitne çıkarmışlardı) da denildi. Hâlbuki
rü’yâyı o sene görmemişdi ki, fitneye sebeb olabilsin. Tefsîr âlimlerinin çoğu,
buradaki rü’yâ kelimesinin uyanık iken gece görmek için kullanıldığını
bildirmişlerdir. Meşhûr şâ’ir Mütenebbî divânından buna misâl göstermişlerdir.
Bâtınî ya’nî İsmâ’ilî fırkasında olanlar, Mi’râc cesed ile yolculuk değil,
hâlleri ve makâmları geçerek rûhun yükselmesidir dediler ki, bu sözleri küfr ve
ilhâddır. Ya’nî zındıklık, islâm düşmanlığıdır). Hamîdullahın yazısı, onun
İsmâ’ilî fırkasından olduğunu gösteriyor. İsmâ’ilîlerin merkezi olan Haydar-âbâd
şehrinden olması da, bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir. Mi’râc hadîsini Eshâb-ı
kirâmdan çoğu haber vermişdir. Buhârîde ve Müslimde uzun yazılıdır. Îmânı
olanların Mi’râc mu’cizesine de inanmaları lâzımdır.
Hamîdullahın bütün kitâblarında, islâmiyyeti târîhlere ve kendi anlayışına göre,
ayrı ayrı iki açıdan açıklamağa özendiği görülmekdedir. Târîh kitâblarından
alarak bildirdiklerinin çoğu, olayları doğru olarak nakl etmekdedir. Fekat, bu
bilgiler arasına sokuşdurmuş olduğu, kendi sapık görüşleri ve bozuk inanışları,
bunları okuyanların ve inananların îmânlarını sarsmakda, Resûlullaha “sallallahü
aleyhi ve sellem” olan saygı ve sevgilerini ve Ehl-i sünnet âlimlerine
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olan güvenlerini yok etmekdedir.