(3. cİld 23.mektûb,213.
MEKTÛB,96. MEKTÛB)
Üçüncü cİld yİrmİüçüncü mektûb
65 —
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, 1034 [m. 1624] de Hindistânın Serhend şehrinde vefât etmişdir. [3-23]
mektûbunda buyuruyor ki: (Allahü teâlânın, Peygamberler “salevâtullahi teâlâ ve
teslîmâtühu aleyhim ecma’în” göndermesi, bütün mahlûklara rahmet ve ihsândır.
Allahü teâlâ, kendi varlığını ve sıfatlarını, bizim gibi za’îf akllı ve kısa
görüşlü kullarına, bu büyük Peygamberleri ile haber verdi “aleyhimüssalâtü
vesselâm”. Beğendiği şeyleri, beğenmediklerinden bunlar vâsıtası ile ayırdı
“salevâtullahi teâlâ ve teslîmatühu aleyhim ecma’în”. İnsanlara dünyâda ve
âhıretde fâideli olan şeyleri, zararlılarından, bunların aracılığı ile ayırd
eyledi. Eğer bu şerefli Peygamberler “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim
ecma’în” gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlıyamazdı.
Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramağa ulaşamazdı. Nitekim, kendilerini çok akllı
sanan eski Yunan felesofları, Allahü teâlânın varlığını anlıyamadılar. Yaratanı
inkâr etdiler. Kısa aklları, her şeyi zemân yapıyor sandı. Yeryüzünün pâdişâhı
olan Nemrûdun, İbrâhîm aleyhisselâm ile çekişmesini herkes bilir.ÊKur’ân-ı
kerîmde de bildirilmekdedir. Uğursuz Fir’avn da, benden başka tanrınız yokdur
demişdi. Yine bu ahmak adam, Mûsâ aleyhisselâmı, benden başka tanrıya inanırsan,
seni habs ederim diyerek korkutmak istemişdi. Demek ki, insanların kısa aklları,
bu en büyük ni’meti anlıyamamakdadır. Yüce Peygamberler “salevâtullahi teâlâ ve
teslîmâtühu aleyhim ecma’în” olmadıkça, bu sonsuz se’âdete kavuşulamaz.
Yunan
felsefecileri, yerlerin ve göklerin bir yaratıcısı olduğunu, Peygamberlerden
“salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim ecma’în” işitip de, kendilerinin
sapıtmış olduklarını, kötü yolda bulunduklarını anlayınca, Allahü teâlânın var
olduğunu söylemek zorunda kaldılar. Herşeyin bir yaratanı vardır, dediler.
Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, Peygamber gönderdiği, meleklerin
günâhsız olduğu, öldükden sonra dirilmek olduğu, Cennetde sonsuz ni’metler,
iyilikler ve Cehennemde azâblar bulunduğu ve islâmiyyetin bildirdiği dahâ nice
şeyler, akl ile anlaşılamaz. Bunlar, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” işitilmedikce, insanların kısa aklları ile bulunamaz.
Eski Yunan
felsefecileri, akl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar diyorlar. Akl herşeye
erer, sınırsızdır sanıyorlar. Aklın eremediği şeyleri de, akl ile çözmeğe
kalkışıyorlar. Hâlbuki akl, dünyâ bilgilerinde bile yanılıyor. Âhıret
bilgilerini ise, hiç anlıyamıyor. Akl, duygu organları ile anlaşılan şeyleri
bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” bildirmeleri ile anlaşılır. Akl, his organlarının üstünde olduğu
gibi, Peygamberlik de, akl kuvvetlerinin üstündedir. Akl kuvvetlerinin
varamadığı şeyler, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri
ile öğrenilir. Allahü teâlânın var olduğuna ve bir olmasına yalnız aklın
anlaması ve kabûl etmesi ile inanmak ve başka bir yoldan anlaşılamaz ve
inanılamaz demek Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inanmamak olur ve
güneşe inanmamağa benzer.
İnsanları
var eden ve varlıkda kalabilmeleri için lâzım olan her ni’meti gönderen, Allahü
teâlâdır. İnsan nefes almadan, bir ân yaşayamaz. Bunun için, havayı her ân
ciğerimize kadar gönderiyor. Su da her yerde vardır. Gıdâ maddelerini insanlar
hâzırlıyor. Bebekleri ve hayvan yavrularını her ân, muntazam hava alarak yaşatan
bir sonsuz kuvvet sâhibinin var olduğunu Peygamberler haber veriyor. Bu kuvvet
sâhibi, her insanda sayısız uzvlar yaratmakda ve bunları muntazam
çalışdırmakdadır. Allahü teâlânın sonsuz ilmi ve kudreti ve merhameti güneş gibi
meydândadır. İyilik edene şükr etmek lâzım olduğunu herkes bilir. Allahü
teâlânın ni’metlerine nasıl şükr edileceğini bilmek için de, yine Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” lâzımdır. Onların bildirmediği şükr ve saygı,
Ona lâyık olmaz. Ona nasıl şükr olunacağını, insan bilemez. Ona karşı
saygısızlık olan birşeyi, şükr etmek ve saygı sanabilir. Şükr edeyim derken,
saygısızlık yapabilir. Allahü teâlâya nasıl şükr edileceği, ancak Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri ile anlaşılır. Evliyânın kalblerine
doğan (ilhâm) denilen bilgiler de, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” uymakla hâsıl olmakdadır. İlhâm, akl ile hâsıl olsaydı, yalnız
akllarına uyan eski Yunan felsefecileri yoldan sapmazlardı. Allahü teâlâyı
herkesden iyi anlarlardı. Hâlbuki, Allahü teâlânın ve Onun üstün sıfatlarının
varlığını anlamakda, insanların en câhilleri, bu felsefecilerdir. Bunlardan
birkaçı, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” işiterek ve mü’min olan
tesavvufculardan görerek, riyâzet ve mücâhede yapmış, nefslerine sıkıntı vererek
onu parlatmışlar, böylece birkaç şey bulabilmişler ise de nefsin safâsının,
parlatılmasının ve bu yoldan ele geçenlerin sapıklık olduğunu anlıyamamışlardır.
Kalbi parlatmak, temizlemek lâzımdır. Kalb temizlendikden sonra, nefs
temizlenmeğe başlar. Nûrlar önce temiz kalbe girer. Kalb temizlenmeden nefsi
parlatmak, gece düşmanın yağma yapması için, ona ışık yakmağa benzer. Nefsin
yardım etdiği düşman, İblisdir. Evet, açlıkla, nefsin istediklerini yapmamakla,
ona sıkıntı vermekle ve akl ile aramakla da, doğruya ve se’âdete kavuşabilir.
Fekat, bu ancak Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların Allahü
teâlâdan getirdiklerine inandıkdan sonra mümkin olabilir. Çünki Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her sözü, yanılmıyan meleklerle bildirilmişdir.
Bu bilgilere, şeytân düşmanı karışamaz. Bu büyüklere uymıyanlar ise, şeytânın
aldatmasından kurtulamazlar. Felsefecilerin büyüklerinden olan Eflâtûn, Îsâ
aleyhisselâmın zemânında bulunmak şerefine kavuşmuşdu. Fekat, kaba câhillik
yaparak, kendisinin kimseden birşey öğrenmeğe ihtiyâcı olmadığını sandı. O yüce
Peygamberin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bereketlerinden mahrûm kaldı.
Şaşılacak
şeydir ki, eski Yunan felsefecileri, ya’nî aklı şaşmaz sananlar, Allahü teâlâya
inanmadıkları gibi, kıyâmet gününe de inanmadılar. Madde yok olmaz. Herşey böyle
gelmiş, böyle gider dediler.
[Fen
adamlarının tecribe ve hesâb dışındaki sözleri de, bu sapıklığı körüklüyor.
Fransız kimyâgeri Lavazye, kimyâ reaksiyonlarında maddenin gayb olmadığını
görünce, kendi kısa aklı ile, madde hiç yok olmaz dedi. Bunu işiten ilericiler,
Allahü teâlânın sonsuz kudretinin, fizik ve kimyâ kanûnlarının dışına da
çıkabileceğini düşünemiyerek, bu fen adamının tecribe ve hesâba uymıyan bu
sözüne hemen inandılar. Fekat, atomun parçalanmasında, radyoaktivite olaylarında
ve nükleer reaksiyonlarda, maddenin yok olduğu, enerjiye çevrildiği meydâna
çıkınca, Lavazyeye inananlar şaşkına döndü. Bu sözün yalnız kimyâ reaksiyonları
için doğru olduğunu anlamayıp da, tabi’atde hiçbirşey yok olamaz diyen
ilericilerin aldandıkları anlaşıldı. Ne yazık ki, hakîkat meydâna çıkıncaya
kadar, binlerce fen yobazı, bu yanlış inancın kurbanı oldu. Lavazyenin kendi
aklınca, doğru sanarak söylediği, sözlerini fen bilgisi sanarak, kıyâmeti inkâr
etdiler. Böylece îmânsız gitdiler. Sonsuz felâketlere sürüklendiler. Zararlı
fikrlerini aşılayıp da gitdiler. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine
güvenip, bunların ilmihâl kitâblarına sarılanlar, fen yobazlarına aldanmadı.
Îmânlarını yalnız bunlar kurtarabildi.
Lise,
üniversite dersleri, matematik, madde, fen bilgileri, elbet fâidelidir. Bunlar,
aklı kendi sınırı içinde yanılmakdan korur. Dünyâda insanların râhat
yaşamalarını, işlerini kolay yapmalarını sağlayan yeni şeyler bulunmasına
yararlar. Dünyâ işlerinde, akl ile bulunabilecek şeylerde, bu bilgilerden
istifâde edilir. Bunların yardımı ile televizyon, elektronik beyin, radyo,
sesden hızlı tayyâre, nükleer denizaltıları ve câsûs peykler ve ay yolculuğu ve
internet gibi nice başarılı şeyler bulunabilir. Bunlar, islâmiyyete karşı değil,
islâmiyyet ile berâber olan ve îmânı kuvvetlendiren şeylerdir. Çünki islâmiyyet,
aklın sınırı içinde olan bütün bilgilerde fenne uygundur. Akl, bu bilgilerin
doğrusunu bulabildiği zemân, islâmiyyete uygun olur. Müslimânların bunları da
öğrenmesi, istifâde etmesi lâzımdır.]
Fen
bilgilerinden dünyâ işlerinde fâidelenip de, Allahü teâlâyı ve âhıret
bilgilerini anlamakda bunlardan fâidelenmemek, hattâ bunları öğrenince, kendini
beğenip, aklına, nefsine uyup, âhıret bilgilerini de, akl ile çözmeğe kalkışarak
sapıtmak, dinden çıkmak, insanlar için en büyük felâketdir, yüzkarasıdır. Dünyâ
işlerinde yanılan akla, âhıret işleri için nasıl güvenilebilir. Onun, anlamadan
bildirdiği sözlere nasıl güvenilebilir. Bu hâl harbe hâzırlanan, çok emek ve
masraf yapan kimsenin, harb zemânında, kendi meşrû’ hükûmetine isyân ederek,
karşı gelmesine benzemekdedir. Bu da gösteriyor ki, bütün fen bilgileri, aklın
erdiği şeylerde işe yaramakdadır. Sonsuz se’âdete ve felâkete sebeb olacak
işleri, bu bilgilere dayamak ve âhıret işlerini bu bilgilerle çözmeğe kalkışmak,
doğru olmamakdadır. Bu en mühim işler aklın ve fen bilgilerinin sınırı
dışındadır. Bu en lüzûmlu bilgileri, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” öğrenmeyip, yalnız akl yolu ile çözmeğe uğraşmak, lüzûmsuz, hattâ
boş yere vakt geçirmek olur. Çünki, akl yolu ile bulunan bilgiler, aklın
ermediği işlerde fâideli olamamakdadır. Bu işler ancak Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmeleri ile anlaşılabilmekdedir. İmâm-ı
Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında
buyuruyor ki, eski Yunan felesofları tabîblik ve astronomi bilgilerini eski
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çaldılar. Ahlâk ve
terbiye usûllerini de, eski ümmetlerdeki tesavvufculardan görerek öğrendiler.
Çok
kimseler, din üzerinde kendi aklları ile konuşan felsefecileri, maddecileri ve
âhıret bilgilerini akl ile çözmeğe kalkışan fen yobazlarını âlim sanıyorlar.
Reformcu, ilerici din adamı ve şehîd gibi yaldızlı ve sahte ismler vererek,
bunların yıkıcı sözlerini ve kitâblarını gençlerin önüne sürüyorlar. Hattâ,
bunların bozuk, yalan sözlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” ictihâd buyurarak, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden
elde etdikleri bilgilerin üstüne çıkarıyorlar. Allahü teâlâ bunların
zararlarından müslimânları korusun! Dinde reformcuları, din âlimi sanmak, insanı
sonsuz felâkete düşürmekdedir.
İlm demek,
fen demek, herşeyin doğrusunu anlamak demekdir. İslâmiyyeti bozan, islâm
bilgilerinin değerlerini ölçemiyen sözlere ilm ve fen denilemez. Peygamberleri
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inkâra yol açan şey, ilm olamaz. [Yirminci
asrdaki buluşlar ve okutulan ilmler, fenler, islâmiyyetdeki aklın sınırı içinde
olan bilgileri inkâra yol açmaz, islâmiyyeti kuvvetlendirir. İlmi, fenni, aklın
sınırı dışındaki âhıret bilgilerini anlamakda kullanmak, zararlıdır. Bu inceliği
iyi anlamalıdır.] Câhiller ve menfe’atcılar ve şehvet, zevk budalaları,
islâmiyyete saldırırken, ilmi ve fenni kendilerine maske yapıyorlar. Bozuk
düşüncelerini, din bilgisi olarak gösteriyorlar. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” sözlerini, bu bozuk düşüncelere uymadıkları için
kötülemeğe kalkışıyorlar. Yâhud, aklın sınırı dışındaki din bilgilerini ele
alıp, bunların fen ile çözülemediklerini ileri sürerek, müslimânlık, akla fenne
uymıyan orta çağ inanışlarıdır, gericilikdir diyorlar. Müslimânlar, ilmi, fenni
iyi öğrenip, bu yalancılara, alçak fen yobazlarına aldanmamalıdır). Yirmiüçüncü
mektûb tercemesi temâm oldu.
__________________
(Estagfirullahel’azîm
ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh). Bu (istigfâr düâsı),
(Hak Sözün Vesîkaları) kitâbında [sahîfe 344 de] uzun yazılıdır. İstigfâr, (Estagfirullah
min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah)dır.
İmâm-ı
Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî Hindî hazretlerinin (Mektûbât)
kitâbı üç cilddir. Birinci cildde 313, ikinci cildde 99, üçüncü cildde 124
mektûb vardır. Birinci cildden iki mektûbun tercemesi aşağıdadır:
İKİYÜZONÜÇÜNCÜ
MEKTÛB
Bu
mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd hazretlerine yazılmışdır. Va’z ve nasîhat
vermekde, Ehl-i sünnet âlimlerine uymağı övmekdedir: [Nakîb, reîs demekdir.]
Allahü
teâlâ, sizi, zâtınıza yakışmıyan herşeyden korusun. Yüce ceddiniz “aleyhi ve alâ
âlihissalevâtü vetteslimât” hurmetine düâmı kabûl buyursun! Errahman sûresinde,
altmışıncı âyetinde meâlen (iyiliğin karşılığı, ancak iyilik olur)
buyuruldu. Sizin ihsânlarınıza hangi ihsânla karşılık yapacağımı bilemiyorum.
Ancak, mubârek zemânlarda, din ve dünyâ selâmetiniz için düâ etmeğe çabalıyorum.
Elhamdülillah, elimde olmıyarak, bu vazîfe nasîb olmakdadır. Mükâfât olabilecek
başka bir ihsân da, va’z ve nasîhatdir. Eğer kabûl buyurulursa, bizim için ne
büyük ni’met olur.
Ey, asîl ve
şerefli efendim! Va’zların özü ve nasîhatların kıymetlisi, Allah adamları ile
buluşmak, onlarla birlikde bulunmakdır. Allah adamı olmak ve islâmiyyete
yapışmak da, müslimânların çeşidli fırkaları arasında, kurtuluş fırkası olduğu
müjdelenmiş olan, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin doğru yoluna sarılmağa bağlıdır. Bu
büyüklerin yolunda gitmedikçe, kurtuluş olamaz. Bunların anladıklarına tâbi’
olmadıkça, se’âdete kavuşulamaz. Akl sâhibleri, ilm adamları ve Evliyânın
keşfleri, bu sözümüzün doğru olduğunu bildirmekdedirler. Yanlışlık olamaz. Bu
büyüklerin doğru yolundan hardal dânesi kadar, pekaz ayrılmış olan bir kimse ile
arkadaşlık etmeği, öldürücü zehir bilmelidir. Onunla konuşmağı [ve onun
kitâblarını okumağı], yılan sokması gibi korkunç görmelidir. Allahdan korkmayan
ilm adamları, hangi fırkadan olursa olsun, [zındıkdırlar. Yetmişiki bid’at
fırkasının hepsi, zındıkdır. Zındıkların en kötüsü, şî’îlerle vehhâbîlerdir].
Bunlarla konuşmakdan, arkadaşlık etmekden, evlerine, köylerine gitmekden,
kitâblarını okumakdan da sakınmalıdır. Dinde hâsıl olan bütün fitneler ve azılı
din düşmanlığı, hep böyle zındıkların bırakdıkları kötülükdür. Dünyâlık ele
geçirmek için, dînin yıkılmasına yardım etdiler. Bekara sûresinin onaltıncı
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hidâyeti vererek, dalâleti satın aldılar. Bu
alış-verişlerinde birşey kazanmadılar. Doğru yolu bulamadılar) buyuruldu. Bu
âyet-i kerîme, bunları bildirmekdedir. İblîsin râhat, sevinçli oturduğunu,
kimseyi aldatmakla uğraşmadığını gören bir zât, (Niçin insanları aldatmıyorsun,
boş oturuyorsun?) dedikde, (Bu zemânın kötü din adamları, benim işimi çok güzel
yapıyorlar, insanları aldatmak için bana iş bırakmıyorlar) demişdi. Oradaki
talebeden, mevlânâ Ömer, iyi yaradılışlıdır. Yalnız, kendisine arka olmak,
doğruyu söylemesi için kuvvetlendirmek lâzımdır. Hâfız imâm da, aklını fikrini
dînin yayılmasına vermişdir. Zâten her müslimânın böyle olması lâzımdır. Hadîs-i
şerîfde, (Kendisine deli denilmiyen kimsenin îmânı temâm olmaz) buyuruldu.
Biliyorsunuz ki, bu fakîr, söyliyerek ve yazarak, iyi kimselerle konuşmanın [ve
yalnız bunların din kitâblarını okumanın] ehemmiyyetini anlatmağa uğraşıyorum.
Kötü kimselerle arkadaşlıkdan, bunların kitâblarını okumakdan kaçınılmasını
tekrâr tekrâr bildirmekden usanmıyorum. Çünki, işin temeli bu ikisidir. Söylemek
bizden, kabûl etmek sizden. Dahâ doğrusu, hepsi Allahü teâlâdandır. Allahü
teâlânın hayrlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun! [Zemânımızda,
ingiliz câsûsları, mezhebsizler, zındıklar, din adamı şekline girdiler. Hak sözü
bilen ve söyliyen din adamı bulunmaz oldu. Se’âdete kavuşmak için, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarını bulup okumakdan başka, çâre kalmadı. Hakîkat kitâbevinin
bütün kitâbları Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından toplanmışdır. Bunları,
bütün müslimânlara tavsiye ederiz. Ehl-i sünnet kitâbları demek, dört mezhebden
birinin kitâbları demekdir. İstanbuldaki Hakîkat Kitâbevi, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarını neşr etmekdedir. Bu kitâbları bulup okuyunuz! Allahü
teâlâ te'sîrini ihsân eder, inşâallah!]
DOKSANALTINCI MEKTÛB
Bu mektûb,
Muhammed Şerîfe yazılmış olup, ibâdetleri ve iyi işleri vaktinde yapmayıp, yarın
yaparım, sonra yaparım diyenlerin aldandıklarını ve Muhammed aleyhisselâmın
yoluna, islâmiyyete yapışmak lâzım geldiğini bildirmekdedir:
Ey kıymetli
oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin,
sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve râhatlığın bir arada bulunduğu bir
zemândasın. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşduracak sebeblere yapışmağı, yarar işleri
yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun? İnsan ömrünün en iyi zemânı olan, gençlik
günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, sâhibin, yaratanın emrlerini
yapmağa, Ona ibâdet etmeğe çalışmalı, islâmiyyetin yasak etdiği harâmlardan,
şübhelilerden sakınmalıdır. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmağı elden
kaçırmamalıdır. Nisâb mikdârı ticâret malı olan müslimânların, bir sene sonra
zekât vermeleri emr olunmuşdur. Bunların, zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O
hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakîrlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü
teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört sâat içinde
ibâdete, yalnız beş vakt ayırmış, ticâret eşyâsından ve çayırda otlayan dört
ayaklı hayvanlardan, tâm veyâ yaklaşık olarak ancak, kırkda birini fakîrlere
vermeği emr buyurmuşdur. Birkaç zararlı şeyi harâm edip, çok mikdârda fâideli
şeyi mubâh etmiş, izn vermişdir.
O hâlde,
yirmidört sâatde bir sâat tutmayan bir zemânı, Allahü teâlânın emrini yapmak
için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkda birini müslimânların fakîrlerine
vermemek ve sayılamıyacak kadar çok olan, mubâhları bırakıp da, harâm ve şübheli
olana uzanmak, ne büyük inâd, ne derece insâfsızlık olur.
Gençlik
çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytânlarının
saldırdığı bir zemândır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevâb
verilir. İhtiyârlıkda dünyâ zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak
imkânı ve ümmîdleri kalmadığı zemânda, pişmânlıkdan, âh etmekden başka birşey
olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zemânı da, nasîb olmaz. Bu pişmânlık da, tevbe
demekdir ve yine büyük bir ni’metdir. Çokları bu günlere kavuşamaz.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği sonsuz azâblar,
çeşidli acılar, elbette olacak, herkes cezâsını bulacakdır. İnsan ve cin
şeytânları, bugün, Allahü teâlânın afvını, merhametini ileri sürerek, gençleri
aldatmakda, ibâdetleri yapdırmayıp, günâhlara sürüklemekdedir. İyi bilmeli ki,
bu dünyâ, imtihân yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları
karışdırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A’râf sûresi,
yüzellibeşinci âyetinde meâlen, (Merhametim herşeyi içine almışdır)
buyuruldu. Hâlbuki, kıyâmetde, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim,
Yasîn sûresinde, (Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!) meâlindeki
âyet-i kerîme, bunu haber vermekdedir. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak,
düşmanlara hiç acınmıyacak, onlar muhakkak mel’ûn olacakdır. Nitekim, A’râf
sûresinde, (O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmakdan ve günâh
işlemekden kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberime
“aleyhisselâm” inananlara mahsûsdur) meâlindeki âyet-i kerîme, böyle
olduğunu göstermekdedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlânın rahmeti, (Ebrâr)a,
ya’nî müslimânlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûsdur. Evet,
müslimânların, zerre kadar îmânı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zemân
Cehennemde kaldıkdan sonra bile, merhamete kavuşacakdır. Fekat rahmete
kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şartdır. Hâlbuki, günâhları işlemekle
kalb kararınca ve Allahü teâlânın emrlerine ve harâmlarına ehemmiyyet
verilmeyince, son nefesde îmân nûru, sönmeden nasıl geçebilir? Din büyükleri
buyuruyor ki, (Küçük günâha devâm, büyük günâha sebeb olur. Büyük günâha devâm
da insanı kâfir olmağa sürükler). Böyle olmakdan Allahü teâlâya sığınırız!
Fârisî beyt tercemesi:
Az
söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,
bilirim
üzülürsün; yoksa sözüm çoktur sana.
Allahü
teâlâ hepimizi beğendiği işleri yapmağa kavuşdursun! Sevgili Peygamberi Muhammed
aleyhisselâmın ve Onun kıymetli Âli ve Eshâbı hurmeti için düâmızı kabûl
buyursun! Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayırmasın! Bu yol, dört mezheb
âlimlerinin yoludur. Bu mektûbu size getiren Mevlânâ İshak, bu fakîrin
tanıdıklarından ve muhlislerindendir. Eskiden beri komşuluk hakkı da vardır.
Yardım isterse, esirgemezsiniz inşâallah. Yazısı ve inşâ kâbiliyyeti iyidir.
Vesselâm.