EHL-İ SÜNNET İTİKÂTI
Aşağıdaki
satırları, Allahü teâlâya hamd ederek yazıyorum. Hamd, bütün ni’metleri Allahü
teâlânın yaratdığına ve gönderdiğine inanmak ve söylemek demekdir. Ni’met,
fâideli şeyler demekdir. Şükr, bütün ni’metleri ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak
kullanmak demekdir. Ni’metler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri, meşhûr olan dört mezhebin âlimleridir.
İmâm-ı
Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında
buyuruyor ki, müslimân olan bir kimseye, ilk önce (Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün resûlullah) kelimesinin ma’nâsını bilmek ve inanmak farzdır. Bu
kelimeye (Kelime-i tevhîd) denir. Her müslimânın, kelime-i tevhîdin
ma’nâsına hiç şübhe etmeden, yalnız inanması yetişir. Bunları, delîl ile isbât
etmesi ve akla uydurması farz değildir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
arablara, delîl ile bilmelerini ve bu delîlleri de söylemelerini, şübhelerini
araşdırıp, bunların çözülmesini emr buyurmadı. Yalnız inanmalarını, şübhe
etmemelerini emr eyledi. Herkesin böyle kısaca îmân etmesi yetişir. Fekat, her
şehrde birkaç din âliminin bulunması farz-ı kifâyedir. Bunların, delîlleri
bilmesi, şübheleri gidermesi, süâlleri çözmeleri vâcibdir. Bunlar, mü’minlerin
çobanı gibidir. Bir tarafdan, onlara i’tikâd, ya’nî îmân bilgisi öğretir.
İ’tikâdlarını korur. Bir tarafdan da din düşmanlarının iftirâlarına cevâb
verirler.
Kelime-i
tevhîdin ma’nâsını, Kur’ân-ı kerîm bildirmekde, Resûlullah da “sallallahü aleyhi
ve sellem” bu bildirilenleri açıklamakdadır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu
açıklamaları öğrendi ve kendilerinden sonra gelenlere bildirdiler. Eshâb-ı
kirâmın bildirdiklerini hiç değişdirmeden, olduğu gibi, kitâblara geçirerek
bizlere ulaşdıran yüksek din âlimlerine (Ehl-i sünnet âlimi) denir.
Herkesin, Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenmesi, bu inançda birleşmeleri,
sevişmeleri lâzımdır. Se’âdetin tohumu, bu i’tikâddır ve bu i’tikâdda
birleşmekdir.
Kelime-i
tevhîdin ma’nâsını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bildiriyor: İnsanlar yok idi.
Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmışdır.
Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yokdur. Bir ikincisi yokdur. O, hep var idi.
Varlığının başlangıcı yokdur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun
hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe
ihtiyâcı yokdur. Ona muhtâç olmıyan hiçbirşey yokdur. Herşeyi var eden, her vârı
her an varlıkda durduran Odur. O, madde değildir. Cism değildir. Bir yerde
değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yokdur. Ölçülmez. Nasıldır diye
sorulmaz. O deyince, akla hayâle gelen herşey, O değildir. O, bunlara benzemez.
Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle
gelen herşeyi, O yaratmakdadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yokdur.
Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O,
Arşın üstündedir. Fekat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve
kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir.
Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de, hep öyledir.
Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. (Sıfât-ı sübûtiyye)si
sekizdir: Hayât, ilm, sem’, basar, kudret, irâde, kelâm, tekvîn. Bu
sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak, kusûrdur. Onda kusûr,
noksanlık yokdur. Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünyâda, Onu kendisinin
bildirdiği kadar bilmek ve âhıretde görmek vardır. Burada nasıl olduğu
anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecekdir. [1.ci cild, 46.cı
mektûbu okuyunuz!]
Küllümâ
hatara bî-bâlike, Allahü gayrü zâlike.
Allahü teâlâ,
kullarına, Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtası
ile kullarına, se’âdete ve felâkete sebeb olan işleri bildirdi. Peygamberlerin
en yükseği, son Peygamberi olan (Muhammed) “aleyhisselâm”dır.
Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak
gönderilmişdir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyânın
her yerinde, herkesin, o yüce Peygambere tâbi’ olması, uyması lâzımdır. İmâm-ı
Gazâlînin yazısı burada temâm oldu. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, islâmın en büyük âlimlerindendir. Yüzlerce kitâb yazmışdır. Kitâblarının
hepsi çok kıymetlidir. Hicretin dörtyüzelli (450) senesinde Tûs, ya’nî Meşhed
şehrinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde orada vefât etdi.
Büyük âlim
ve mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” üç dürlü vazîfesi vardı: Birincisi, ahkâm-ı
Kur’âniyyeyi, ya’nî îmân edilecek bilgileri ve ahkâm-ı fıkhıyyeyi bütün
insanlara (teblîg) etmek, bildirmek idi. Ahkâm-ı fıkhıyye, yapılması emr
veyâ yasak edilen işlerdir. Bu bilgilere (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. İkinci
vazîfesi, Kur’ân-ı azîmüşşânın ahkâm-ı ma’neviyyesini, ya’nî Allahü teâlânın
zâtına ve sıfatlarına âid ma’rifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının
kalblerine akıtmakdır. Bu vazîfeyi, birinci teblîg vazîfesi ile
karışdırmamalıdır. Mezhebsiz olan kimseler, bu ikinci vazîfeye inanmıyorlar.
Hâlbuki, Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûlullahdan “sallallahü
aleyhi ve sellem” iki dürlü ilm öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim.
İkincisini söylersem, beni öldürürsünüz). Ebû Hüreyrenin bu sözü, (Buhârî)
ve (Mişkât)da ve (Hadîka)da ve (Müjdeci Mektûblar)ın 267.
ci mektûbunda yazılıdır. Üçüncü vazîfesi, ahkâm-ı fıkhıyyeyi, va’z ile, nasîhat
ile yapmıyan müslimânlara, kuvvet kullanarak, zor ile yapdırmakdır.
Resûlullahdan sonra “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfeden herbiri
“radıyallahü anhüm”, bu üç vazîfeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasenin
“radıyallahü anh” imâmeti zemânında, fitneler, bid’atler çoğaldı. İslâmiyyet üç
kıt’aya yayıldı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûru, yer yüzünden
uzaklaşdı. Sahâbe-i kirâm “radıyallahü anhüm” azaldı. Bu üç vazîfeyi, bir kişi
yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Üsûl ve fürû’
ahkâmını teblîg vazîfesi, ya’nî îmânı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi [ya’nî ahkâm-ı
islâmiyyeyi] bildirmek vazîfesi, din imâmlarına, ya’nî müctehidlere verildi. Bu
müctehidlerden îmânı bildirenlere (Mütekellimîn), fıkhı [ya’nî ahkâm-ı
islâmiyyeyi] bildirenlere (Fukahâ) denildi. İkinci vazîfe, ya’nî dileyen
müslimânları, Kur’ân-ı azîmüşşânın manevî ahkâmına kavuşdurmak, Ehl-i beytin
oniki imâmına ve tesavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırrî-yi
Sekatî bunlardandır. Cüneyd-i Bağdâdî, hicretin 207. ci senesinde tevellüd, 298
[m. 911] de Bağdâdda vefât etdi. Sırrî-yi Sekatî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 251
de Bağdâdda vefât etdi.
[Ehl-i
sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizin bu ikinci vazîfesini oniki imâmdan
öğrenerek, tesavvuf ilmini meydâna getirdiler. Ba’zıları Evliyâya, kerâmetlere
ve tesavvufa inanmıyorlar. Onların bu inanmamaları, oniki imâmla ilgileri
olmadığını göstermekdedir. Ehl-i beytin yolunda olsalardı, Peygamberimizin bu
ikinci vazîfesini oniki imâmdan öğrenirler, içlerinden tesavvuf âlimleri,
Velîler yetişirdi. Bunlar yetişmediği gibi, bunların bulunduğuna da
inanmıyorlar. Görülüyor ki, oniki imâm Ehl-i sünnetin imâmlarıdır. Ehl-i beyti
seven ve oniki imâmın yolunda olanlar Ehl-i sünnetdir. İslâm âlimi olabilmek
için, Resûlullahın bu iki vazîfesinde, kendisinin vârisi olmak lâzımdır. Ya’nî,
bu ilmlerin ikisinde de mütehassıs olmak lâzımdır. İşte böyle büyük âlimlerden
biri olan Abdülganî Nablüsî, (Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının 233 ve
sonraki sahîfelerinde ve 649. cu sahîfesinde Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî ahkâmını
gösteren hadîs-i şerîfleri bildirmekde, buna inanmamanın, câhillik ve
nasîbsizlik alâmeti olduğunu, yazmakdadır.]
Üçüncü
vazîfe, ya’nî ahkâm-ı dîniyyeyi kuvvet ile, satvet ve saltanat ile yapdırmak
işi, meliklere ve sultânlara, ya’nî hükûmetlere verildi. Birinci sınıfın
kısmlarına (Mezheb), ikincisinin kısmlarına (Tarîkat), üçüncüsüne
de (Kanûn) denildi. Îmânı bildiren mezheblere (İ’tikâdda mezheb)
denir. İ’tikâd mezheblerinin yetmişüçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin
doğru, ötekilerinin bozuk olacağını, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” haber vermişdi. Öyle de oldu. Doğru yolda olduğu müjdelenen fırkaya,
(Ehl-i sünnet velcemâ’at) mezhebi denir. Yanlış oldukları bildirilen
yetmişiki fırkaya (Bid’at fırkaları), ya’nî sapık denir. Bunların hiçbiri
kâfir değildir. Hepsine müslimân denir. Fekat yetmişiki fırkadan herhangi
birinde bulunduğunu söyliyen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmde veyâ hadîs-i şerîflerde
açıkça bildirilmiş ve müslimânlar arasına yayılmış bilgilerden birine inanmazsa,
kâfir olur. Şimdi, (Ehl-i sünnet) mezhebinden çıkarak sapık veyâ kâfir
olmuş, müslimân adını taşıyan kimseler çokdur.) Abdülhakîm Efendi hazretlerinin
yazısı burada temâm oldu. Kendisi hicretin binikiyüzseksenbir (1281) senesinde
Van vilâyetinin Başkal’a kazâsında tevellüd ve 1362 [m. 1943] senesinde Ankarada
vefât etdi. Bağlum kazâsında medfûndur.