VEHHÂBÎLİK VE EHL-İ SÜNNETİN CEVABI
Müslimân
olduklarını söyledikleri hâlde, Ehl-i sünnetden ayrılanlardan biri de, (Vehhâbî)lerdir.
Bunlara (Necdî) de denir.
Otuzdördüncü Osmânlı pâdişâhı, ikinci sultân Abdülhamîd hân [1258-1336
(1842-1918) İstanbulda sultân Mahmûd türbesinde] “rahmetullahi aleyh”
zemânındaki devlet adamlarından Ahmed Cevdet Pâşa, oniki cild (Târîh-i Osmânî)
kitâbının yedinci cildinde ve bahriyye mîrlivâsı (Tuğamirali) olan Eyyûb Sabri
Pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazdığı beş cildlik (Mir’ât-ül-haremeyn) târîh
kitâbının, üçüncü cildi, doksandokuzuncu sahîfesinden başlıyarak Vehhâbîliği
uzun anlatmakdadırlar. Mir’ât-ül-haremeyn târîhi türkçedir. Süleymâniyye
kütübhânesinde mevcûddur. Aşağıdaki yazının çoğu Pâşanın bu kitâbından
alınmışdır. Pâşa bu bilgileri, Ahmed Zeynî Dahlânın (Fitne-tül-vehhâbîyye)
kitâbından terceme etmişdir. 1308 [m.1890] de vefât etmişdir.
Vehhâbîliği
kuran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. Hicretin binyüzonbir 1111 [m. 1699]
senesinde Necdde, Hüreymile kasabasında dünyâya gelmiş, binikiyüzaltı 1206 [m.
1792] senesinde ölmüşdür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdâd,
Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada, ingiliz
câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslâmiyyeti imhâ)
çalışmalarına âlet olmuşdur. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik)
ismi ile neşr eyledi. (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda,
Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır. Eline geçirdiği Harranlı Ahmed ibni
Teymiyyenin [661-728 [m. 1328] Şâmda] Ehl-i sünnete uymıyan kitâblarını okumuş,
(Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuşdur. İngiliz câsûsu ile birlikde
hâzırladığı (Kitâb-üt-tevhîd) kitâbına Mekke-i mükerreme âlimleri,
binikiyüzyirmibir (1221) senesinde, çok güzel cevâb yazarak, kuvvetli
vesîkalarla red etdiler. (Seyf-ül-Cebbâr) ismindeki bu reddiyye, sonradan
Pâkistânda basılmış ve 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset baskısı
yapılmışdır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin torunu Abdürrahmân, (Kitâb-üt-tevhîd)i
şerh etmiş ve Muhammed Hamîd adında bir vehhâbî, eklemeler yaparak, (Feth-ul-mecîd)
adı ile Mısrda basdırılmışdır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin düşünceleri,
köylülere ve Der’iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûde yayılmışdır.
Vehhâbîlik ismini verdiği fikrlerini kabûl edenlere (Vehhâbî) ve (Necdî)
denir. Kendini kâdî, Sü’ûd oğlu Muhammedi emîr ve hâkim tanıtmışdır.
Kendilerinden sonra, hep çocuklarının bu makâmlara geçmelerini kabûl etdirmişdir.
Muhammedin
babası Abdülvehhâb, sâlih bir müslimân idi. Bu ve Medînedeki âlimler,
Abdülvehhâb oğlunun yanlış bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla
konuşmamalarını nasîhat etmişlerdi. Fekat, binyüzelli 1150 [m. 1737] senesinde
Vehhâbîliği i’lân etdi. Din âlimlerinin ictihâdlarını kötüledi. Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate
kâfir diyecek kadar ileri gitdi. Peygamberlerin ve Evliyânın mezârlarına gidip
de, ona karşı (Yâ Nebiyyallah), (Yâ Abdelkâdir!) gibi söyliyen müşrik olur,
dedi.
Vehhâbîlere
göre, Allahü teâlâdan başka birşeyin bir iş yapdığını söyliyen, müşrik, kâfir
olur imiş. Meselâ (Filân ilâç ağrıyı kesdi) veyâ (Filânca Peygamberin veyâ
Velînin mezârı yanında Allahü teâlâ düâmı kabûl etdi) diyen müşrik olur imiş. Bu
düşüncelerini isbât için, Fâtiha sûresindeki (İyyâke neste’în), ya’nî
(Biz yalnız senden yardım bekleriz) meâlindeki âyet-i kerîmeyi ve tevekkül
etmeği bildiren âyet-i kerîmeleri sened gösterdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu
âyet-i kerîmelere verdiği doğru ma’nâlar ve tevhîd ve tevekkül mes’eleleri (Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbının ikinci kısm, Tevekkül maddesinde uzun yazılıdır. Buradan
okuyanlar, tevhîdin doğru ma’nâsını öğrenir. Kendilerine muvahhid diyen
vehhâbîlerin, muvahhid olmadıklarını görür.
Âyinesi
işdir kişinin, lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!
(El-Üsûl-ül-erbe’a
fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbında ikinci aslın sonunda, fârisî olarak diyor
ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhebsizler (Mecâz) ve (İsti’âne)
ne demek olduğunu anlıyamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yapdığını söylemeğe, bu
söz mecâz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfr diyorlar. Hâlbuki
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, bir işin hakîkî yapıcısının
kendisi olduğunu, mecâzî yapıcısının da kullar olduğunu bildirmekdedir. En’âm
sûresinin elliyedinci âyetinde ve Yûsüf sûresinde, bir âyetde meâlen, (Hükm,
ancak Allahındır), yanî hâkim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisâ
sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda,
seni hâkim yapmadıkça, îmân etmiş olmazlar) buyurulmuşdur. Birinci âyet-i
kerîme, hakîkî hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i
kerîme ise, insana da, mecâz olarak hâkim denileceğini bildiriyor.
Her müslimân,
diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmekdedir. Çünki, Yûnüs
sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Dirilten ve öldüren, yalnız Odur)
ve Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Ölüm zemânında insanı, Allahü
teâlâ öldürüyor) buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinde
ise, meâlen, mecâz olarak, (Öldürmek için vekîl yapılmış olan melek sizi
öldürüyor) buyuruldu. [Mâide sûresinin 30.cu âyetinde (Âdem aleyhisselâmın
oğlu, kardeşini öldürdü) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, Vehhâbîleri rezîl
etmekdedir.]
Hastalara
şifâ veren yalnız Allahü teâlâdır. Çünki, Şü’arâ sûresinin sekseninci âyetinde
meâlen, (Hasta olduğum zemân, bana ancak O şifâ verir) buyuruldu. Âl-i
İmrân sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde ise meâlen, Îsâ aleyhisselâmın, (A’mânın
gözünü açarım ve Baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izni ile, ölüleri
diriltirim) dediğini bildirmekdedir. [Baras, ebreş (Vitiligo) denilen cild
hastalığıdır. Derinin rengi gider. Büyük beyâz lekeler olur. Yâhud, albino
hastalığıdır. Vücûdun temâmı beyâzdır.] İnsana evlâd veren, hakîkatde Allahü
teâlâdır. Cebrâîl aleyhisselâmın ise, mecâz olarak, (Sana, temiz bir oğul
veririm) dediğini, Meryem sûresinin onsekizinci âyeti bildirmekdedir.
İnsanın
hakîkî sâhibi Allahü teâlâdır. Bekara sûresinin ikiyüzelliyedinci âyetinin
meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) bunu açıkca
bildiriyor. Mâide sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Sizin velîniz,
Allahdır ve Onun Resûlüdür) ve Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen,
(Peygamber, mü’minlere, kendilerinden dahâ çok sâhibdir!) buyurarak, kulun
da mecâz olarak velî olduğu bildirilmekdedir. Bunlar gibi hakîkî yardımcı,
Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecâz olarak mu’în demişdir. Mâide sûresinin
üçüncü âyetinde meâlen, (İyilikde ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz!)
buyuruldu. Vehhâbîler, Allahdan başkasının kulu diyene, meselâ Abdünnebî,
Abdürresûl diyen müslimâna müşrik diyorlar. Hâlbuki, Nûr sûresinin otuzikinci
âyetinde meâlen, (Evli olmıyan kadınlarınızı ve kullarınızdan ve
câriyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz!) buyuruldu. İnsanların hakîkî
Rabbi, Allahü teâlâdır. Fekat, mecâz olarak, başkasına da rab denilir. Yûsüf
sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Rabbinin yanında beni söyle!)
buyruldu.
Vehhâbîlerin
en çok takıldıkları şey, (İstigâse) kelimesidir. Allahdan başkasından
yardım istemek, ona sığınmak şirkdir diyorlar. Evet, hakîkî istigâse olunacak,
yalnız Allahü teâlâdır. Bunu bilmiyen hiçbir müslimân yokdur. Fekat, başkasından
da istigâse olunacağını, mecâz olarak söylemek câizdir. Çünki, Kasas sûresinin
onbeşinci âyetinde meâlen, (Onun kavminden olan, düşmanına karşı, ondan
istigâse eyledi) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde de, (Mahşer yerinde, Âdem
aleyhisselâmdan istigâse edeceklerdir) buyuruldu. (Hısn-ül-hasîn)de
yazılı hadîs-i şerîfde, (Yardım isteyen kimse, Ey Allahın kulları bize yardım
ediniz desin!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, yanında olmıyan kimseye
seslenerek, ondan yardım istemeği emr etmekdedir. (El-Üsûl-ül-erbe’a)
kitâbından terceme burada temâm oldu. Bu kitâb, fârisî olup, 1346 [m. 1928] da
Hindistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de, İstanbulda ofset üsûlü ile ikinci
baskısı yapılmışdır. Bu kitâbın yazarı, imâm-ı Rabbânî hazretlerinin
torunlarından Muhammed Hasen Cân sâhibdir “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”. Cân
sâhib, (Tarîk-un-necât) kitâbında da, vehhâbîlere ve diğer mezhebsizlere
kıymetli cevâblar vermekdedir. Bu kitâbı, arabî olup, urdu diline tercemesi ile
birlikde, 1350 senesinde Hindistânda basılmış ve 1396 [m. 1976] da İstanbulda,
ofset baskısı yapılmışdır.[1]
[Her
kelimenin belli bir ma’nâsı vardır. Buna hakîkî ma’nâsı denir. Bir kelime, kendi
hakîkî ma’nâsında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir
ma’nâda kullanılınca, bu kelimeye (Mecâz) denir. Allahü teâlâya mahsûs
olan bir kelime, mecâz olarak, insanlar için kullanılınca, vehhâbîler bunu
hakîkî ma’nâda kullanıldı sanıyorlar. Bunu söyliyene müşrik, kâfir diyorlar.
Böyle kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde de insanlar için
mecâz olarak kullanıldıklarını düşünmüyorlar].
Resûlullahdan “aleyhisselâm” ve Evliyâdan şefâ’at istemek, (İsti’âne) etmek,
ya’nî yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak
demek değildir. Bulut vâsıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilâç içerek
Allahü teâlâdan şifâ beklemek, top, bomba, füze, tayyâre kullanarak Allahü
teâlâdan zafer beklemek, hep Allahü teâlâdan İsti’ânedir. Bunlar sebebdir.
Allahü teâlâ, herşeyi sebeble yaratmakdadır. Bu sebeblere yapışmak, şirk
değildir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” hep sebeblere yapışdılar. Allahü
teâlânın yaratdığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yaratdığı ekmeği yimek için
fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harb vâsıtaları ve
ta’lîm terbiye yapıldığı gibi, Allahü teâlânın düâyı kabûl etmesi için de,
Peygamberin, Evliyânın rûhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik
dalgalarla yaratdığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir
kutuya başvurmak değildir. Çünki, radyo kutusundaki âletlere o özellikleri, o
kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini
gizlemişdir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslimân, sebebleri,
vâsıtaları kullanırken, sebeblere, mahlûklara, te’sîr, hâssa veren Allahü
teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan
bilir. Yukarıda yazılı âyet-i kerîmenin ma’nâsı da, böyle olduğunu
göstermekdedir. Ya’nî, mü’minler her nemâzda Fâtiha sûresini okurken, (Yâ Rabbî,
dünyâdaki arzûlarıma, ihtiyâçlarıma kavuşmak için maddî, fennî sebeblere
yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları
yaparken ve her zemân, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna
inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum!) demekdedir. Hergün böyle söyliyen
mü’minlere müşrik denilemez. Peygamberlerin, Velîlerin rûhlarından yardım
istemek, Allahü teâlânın yaratdığı bu sebeblere yapışmakdır. Bunların müşrik
olmadıklarını, hâlis mü’min olduklarını (Fâtiha) sûresinin bu âyeti
açıkca haber vermekdedir. Vehhâbîler maddî, fennî sebeblere yapışıyor,
nefslerinin isteklerine kavuşmak için, her vesîleye, her çâreye başvuruyorlar.
Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle edinmeğe niçin şirk diyorlar.
Abdülvehhâb
oğlunun sözleri nefse uygun geldiğinden, din bilgisi olmıyanlar kolay inandı.
Ehl-i sünnet âlimlerine, doğru yoldaki müslimânlara kâfir dediler. Emîrler,
kuvvetlenmek için, vehhâbîliği uygun buldular. Arab kabîlelerini, vehhâbî olmağa
zorladılar. İnanmıyanları öldürdüler. Köylüler, ölüm korkusu ile Der’iyye emîri
Muhammed bin Sü’ûdün emrine girdi. Vehhâbî olmıyanların mallarına, canlarına,
ırzlarına, kadınlarına saldırmak için, emîre asker olmak işlerine iyi geldi.
Abdülvehhâb
oğlu Muhammedin kardeşi şeyh Süleymân efendi, Ehl-i sünnet âlimi idi.
Vehhâbîliği red eden (Savâ’ik-ul-ilâhiyye firred-i alel-vehhâbiyye)
kitâbını yazarak, bu sapık fikrlerin yayılmasını önledi. Bu kıymetli kitâb,
[1306] senesinde basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset baskısı
yapılmışdır. Muhammedin yanlış bir çığır açdığını anlıyan hocaları da, onun
bozuk kitâblarına güzel cevâblar yazdılar. Onun doğru yoldan sapdığını
açıkladılar. Vehhâbîlerin âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ
verdiklerini isbât etdiler. Fekat, bunların hepsi, köylülerin ehl-i îmâna karşı
olan kinlerini, düşmanlıklarını artdırdı.
Vehhâbîlik,
câhiller tarafından, ilm ile değil, ingiliz parası ve silâhları ile ve zulm
ederek, kan dökerek yayıldı. Bu yolda ellerini kana bulayan zâlimlerin en taş
yüreklisi, Der’iyye emîri Muhammed bin Sü’ûd idi. Bu adam, Benî Hanîfe
kabîlesinden olup, Müseylemet-ül-kezzâbın peygamberliğine inanan ahmakların
soyundan idi. 1178 [m. 1765] de öldü. Yerine oğlu Abdül’azîz geçdi. Bu da, 1217
de bir şî’î tarafından öldürüldü. Yerine oğlu ikinci Sü’ûd geçdi ve 1231 de
öldü. Yerine oğlu Abdüllah geçdi ve 1240 da, İstanbulda i’dâm edildi. Yerine,
Abdül’azîzin torunlarından Terkî bin Abdüllah geçdi. 1254 de, bunun oğlu Faysal
geçdi. 1282 de oğlu Abdüllah emîr yapıldı. Bunun kardeşi Abdürrahmân ile oğlu
Abdül’azîz Kuveyte yerleşdi. Abdül’azîz 1319 [m. 1901] de Rıyâda gelip, emîr
oldu. İngilizlerin yardımı ile Mekkeye saldırdı. 1351 [m. 1932] de, Sü’ûdî
arabistân devletini i’lân etdi. Sü’ûdî Arabistân emîri Fahdın, Efgânistândaki
Ehl-i sünnet mücâhidleri ile harb etmekde olan Rus kâfirlerine dört milyar dolar
yardım yapdığını 1991 târîhli gazetelerde okuduk.
Vehhâbîler,
Allahın birliğinde hâlis olmak, küfrden kurtulmak yolunda imiş. Bütün
müslimânlar, altıyüz seneden beri şirk içinde imiş. Müslimânları şirkden,
küfrden kurtarmağa çalışıyorlarmış. Kendilerini haklı göstermek için, Ahkâf
sûresinin beşinci ve Yûnüs sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerîmelerini de ileri
sürüyorlar. Hâlbuki, bunlar gibi âyet-i kerîmelerin, müşrikler için gelmiş
olduğunu tefsîrler bildirmekdedir. Bu âyet-i kerîmelerin birincisinde meâlen,
(Allahü teâlâyı bırakıp da kıyâmete kadar hiç işitmeyen şeylere düâ eden
kimseden dahâ sapık kimse yokdur), ikincisinde meâlen, (Mekke
müşriklerine söyle! Bana emr olundu ki, Allahü teâlâdan başka şeylere, fâidesi
ve zararı olmıyan şeylere düâ etme! Eğer Allahü teâlâdan başkasına düâ edersen,
kendine zulm etmiş, zarar etmiş olursun) buyuruldu.
Vehhâbîlerin
(Keşf-üş-şübühât) kitâbı, Zümer sûresinin üçüncü âyetini de ele alıyor.
Bu âyetde, meâlen, (Allahdan başkasını Velî edinenler, biz bunlara tapınıyor
isek, bizi Allaha yaklaşdırmaları için, bize şefâ’at etmeleri için tapınıyoruz
derler) buyurulduğunu yazıyor. Bu âyet-i kerîme, putlara tapan müşriklerin
sözlerini bildirmekdedir. Şefâ’at isteyen mü’minleri, bu müşriklere benzetiyor.
(Müşrikler de putların yaratıcı olmadığını, yaratıcı yalnız Allahü teâlâ
olduğunu söylerdi) diyor. (Rûh-ul-beyân)da, bu âyet-i kerîmenin
tefsîrinde diyor ki, (İnsan, kendisinin ve herşeyin yaratıcısını tanımağa
elverişli olarak, yaratılmışdır. Yaratıcısına ibâdet etmek ve Ona yaklaşmak
arzûsu, her insanda vardır. Fekat böyle elverişli yaratılmış olmanın ve bu
isteğin kıymeti yokdur. Çünki, nefs, şeytân ve kötü arkadaş, insanı aldatarak
[yaratılışındaki bu arzûyu yok eder. Yâ, yaratana ve kıyâmet gününe inanmaz
olur. Komünistler ve masonlar böyledir. Yâhud] müşrik yapar. Müşrik, Allahü
teâlâya yaklaşamaz. Onu tanıyamaz. Şirkden uzaklaşıp, Tevhîde sarılarak hâsıl
olan ma’rifet, tanımak, kıymetlidir. Bunun alâmeti, Peygamberlere ve kitâblarına
inanmak ve bunlara uymakdır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir.
Secde etmek, İblîsin yaratılışında vardı. Fekat, nefsine uyarak, secde etmek
istemedi. Eski Yunan Felsefecileri de, Allahü teâlâya yaklaşmağı, Peygamberlere
uyarak değil, kendi akllarına, nefslerine uyarak istedikleri için kâfir oldular.
Mü’minler Allahü teâlâya yaklaşmak için, islâmiyyete uyuyor. Kalbleri nûr ile
doluyor. Rûhlarına Cemâl sıfatları tecellî ediyor. Müşrikler, Allahü teâlâya
yaklaşmak için, Peygambere, islâmiyyete uymıyorlar. Nefslerine, noksan olan
akllarına, bid’atlere uyuyorlar. Kalbleri kararıyor. Rûhları perdeleniyor.
Putlara, bize şefâ’at etmeleri için tapınıyoruz demelerinin yanlış olduğunu,
Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda haber veriyor). Görülüyor ki, Lokman sûresinin
yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere sorarsan, yeri ve gökleri kim
yaratdı dersen, elbette Allah yaratdı derler) ve Zuhruf sûresinin
seksenyedinci âyetinde meâlen, (Allahdan başkasına tapınanlara, bunları kim
yaratdı diye sorarsan, elbette Allah yaratdı derler) buyuruluyor. Bu âyet-i
kerîmeleri ele alarak [mezhebsizlerin, (Müşrikler de yaratıcının yalnız Allah
olduğunu biliyorlardı. Putlarının kıyâmetde kendilerine şefâ’at etmeleri için
tapınıyorlardı ve putlara tapındıkları için müşrik ve kâfir oldular) diyerek,
müşrikleri müdafe’a etmeleri çok haksızlıkdır.]
Mü’minler,
Peygamberlere ve Evliyâya tapınmıyor ve bunların Allahü teâlâya şerîk, ortak
olmadığını söylüyorlar Peygamberlerin ve Evliyânın, mahlûk, birer kul olduğuna,
ibâdet edilmeğe hakları olmadığına inanıyorlar. Onların, Allahü teâlânın sevdiği
kulları olduğuna, Allahü teâlânın, sevdiklerinin bereketi ile, kullarına
merhamet edeceğine inanıyorlar. Zararı ve fâideyi yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Tapınmağa hakkı olan yalnız Odur. Sevdiklerinin bereketi ile kullarına merhamet
eder diyorlar. Müşrikler, yaratılışlarında mevcûd olan ma’rifetden dolayı,
putlarının yaratıcı olmadığını söylüyor ise de, bu tabî’î ma’rifeti
Peygamberlere uyarak kuvvetlendirmedikleri için, putların tapınmağa hakları
olduğuna inanıyor, bunun için tapınıyorlar. Putların ibâdet olunmağa hakkı
vardır dedikleri için müşrik oluyorlar. Yoksa, bize şefâ’at etmelerini istiyoruz
dedikleri için müşrik olmazlar. [Putlardan şefâ’at beklemek bâtıl, ya’nî bozuk
bir inanışdır. Böyle inanmak câiz değildir. Fekat böyle inanmak şirk de
değildir. Putlara tapınmak şirkdir.] Görülüyor ki, Ehl-i sünneti puta tapan
kâfirlere benzetmek, temâmen yanlışdır. Bu âyet-i kerîmelerin hepsi, putlara
tapınan kâfirler ve müşrikler için gelmişdi. (Keşf-üş-şübühât) vehhâbî
kitâbı, âyet-i kerîmeyi te’vîl ederek, âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vererek ve
bozuk mantık yürüterek, Ehl-i sünnet olan müslimânları müşriklere benzetiyor.
(El-fecr-üs-sâdık
firredd-i alâ münkiri-t-tevessüli-velkerâmâti-vel-havârık) kitâbında,
yukarıda bahs edilen Zuhruf sûresinin 87.ci âyet-i kerîmesi tefsîr edilmiş,
vehhâbîlerin yanlış ma’nâ verdikleri isbât olunmuşdur. Bu kitâbı, Irâk
âlimlerinden Cemil Sıdkî Zehâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmış, 1323 [m.
1905] de Mısrda basılmışdır. 1396 [m. 1976] da, İstanbulda ofset ile ikinci
baskısı yapılmışdır. 1422 [m. 2001]de Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab'
edilmişdir. Cemil Sıdkî, İstanbul Üniversitesinde (İlm-i kelâm) üzerinde
dersler vermiş, 1355 [m. 1936] de vefât etmişdir. 1956 da basılan (Müncid)
lügat kitâbında resmi vardır.
Abdüllah
ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin bildirdiği iki hadîs-i
şerîfde, (Onlar doğru yoldan ayrıldı. Kâfirler için inmiş olan âyet-i
kerîmeleri, mü’minlere yüklediler) ve (Ümmetim için korkduklarımın en korkuncu,
Kur’ân-ı kerîme kendi görüşlerine göre ma’nâ vermeleri, yersiz terceme
etmeleridir) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, mezhebsizlerin ortaya
çıkacaklarını ve kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri mü’minlere
yükleteceklerini, yanlış ma’nâ vereceklerini haber vermekdedir.
Abdülvehhâb
oğlu Muhammedin yanlış fikrler taşıdığını, müslimânlar için ilerde zararlı
olacağını anlıyarak buna nasîhat verenlerden biri, Medînenin büyük âlimlerinden,
şeyh Muhammed bin Süleymân Medenîdir “rahime-hullahü teâlâ”. Şâfi’î fıkh âlimi
olan bu zâtın, çok kitâbı vardır. İbni Hacer-i Mekkînin “rahime-hullahü teâlâ”
(Minhâc)a yapdığı (Tuhfet-ül-muhtâc) ismindeki şerhe olan hâşiyesi
meşhûrdur. 1194 [m. 1780] de Medînede vefât etdi. (El-fetâvâ) adındaki
iki cild kitâbında, (Ey Abdülvehhâb oğlu! Müslimânlara dil uzatma! Allah rızâsı
için sana nasîhat ediyorum. Evet, işleri, Allahdan başkası yapar diyen olursa,
ona doğruyu söyle! Fekat, sebeblere yapışanların ve sebebleri de, sebeblerin
te’sîr kuvvetlerini de, Allahın yaratdığına inananların kâfir olduğu söylenemez.
Sen de bir müslimânsın. Müslimânların hepsi yerine, birine sapık demek dahâ
doğru olur. Sürüden ayrılanın sapıtması dahâ kolaydır. Nisâ sûresinin
yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine doğru yol gösterildikden sonra,
Peygamberlerin yolundan ayrılan, mü’minlerin inanışlarını ve ibâdetlerini terk
eden kimseyi, âhıretde dost olduğu küfr ve irtidâd üzere diriltir ve Cehenneme
atarız) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, sözümün doğru olduğunu göstermekdedir)
diyor. Vehhâbîlerin sayılamıyacak kadar çok bozuk fikrleri varsa da, bunların
temeli, üç şeydir:
1 — (Amel,
ibâdet, îmânın parçasıdır) diyorlar. (Bir farzı, inandığı hâlde, tenbellikle
yapmıyan kimse, meselâ bir nemâzı kılmıyan, hasîsliğinden dolayı zekât vermiyen
kâfir olur. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbîlere taksîm etmelidir) diyorlar.
(Milel ve
nihal) tercemesi altmışüçüncü sahîfede diyor ki: (Ehl-i sünnet âlimleri
sözbirliği ile dediler ki, ibâdetler îmâna dâhil değildir. Farzların farz
olduğuna inanıp, tenbellikle yapmıyan, kâfir olmaz. Yalnız, nemâz kılmıyan için
sözbirliği olmadı. Hanbelî mezhebine göre, tenbellikle nemâz kılmıyan kâfir
olur). [Senâüllah pâni-pütî “rahmetullahi aleyh” (Mâ-lâ-büdde) kitâbının
başında diyor ki, (Müslimân, büyük günâh işlemekle kâfir olmaz. Eğer Cehenneme
sokulursa, az veyâ uzun zemân sonra, Cehennemden çıkarılıp, Cennete sokulur.
Cennetde sonsuz kalır.) Bu kitâb fârisî olup, 1376 [m. 1956] da Delhîde ve 1410
[m. 1990] da İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. (Hukûk-ul
islâm) kitâbının sonundadır.] Hanbelî mezhebinde, yalnız nemâz kılmıyan için
kâfir olur denildi. Diğer ibâdetler için denilmedi. O hâlde, vehhâbîler bu
bakımdan da Hanbelî değildir. Ehl-i sünnet olmıyanların Hanbelî de olmıyacağını
yirmibirinci ve otuzaltıncı sahîfelerde bildirmişdik. Dört mezhebden birinde
olmıyanlar, Ehl-i sünnet değildirler.
2 —
(Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın rûhlarından şefâ’at istiyen,
bunların mezârını ziyâret edip, bunları vesîle ederek düâ eden kâfir olur.
Meyyitde his yokdur) diyorlar.
Kabrdekine
söyliyen kâfir olsaydı, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve büyük
âlimler, Velîler, böyle düâ etmezlerdi. Peygamberimiz, Medînedeki (Bakî’)
kabristânını ve Uhud şehîdlerini ziyâret etmeğe giderdi. Kabrdekilere selâm
verdiği ve onlarla konuşduğu, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâblarının
dörtyüzseksenbeşinci sahîfesinde de yazılıdır.
Peygamberimiz düâ ederken (Allahümme innî es-elüke bi-hakkıssâilîne aleyke),
ya’nî (Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hâtırı için Senden
istiyorum!) derdi ve böyle düâ ediniz buyururdu. Hazret-i Alînin annesi Fâtımayı
“radıyallahü anhümâ” kendi mubârek elleri ile, mezâra koyunca: (İğfir li-ümmî
Fâtımate binti Esed ve vessi’ aleyhâ medhalehâ bi-hakkı nebiyyike vel
enbiyâillezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) demişdi. Bu düâ (Yâ Rabbî!
Annem Fâtıma binti Esedi mağfiret eyle, ya’nî günâhlarını afv eyle! İçinde
bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş,
Peygamberlerin hepsinin hakkı için bu düâmı kabûl et! Sen, merhametlilerin en
merhametlisisin) demekdir. Ensârın büyüklerinden Osmân bin Huneyfin bildirdiği
hadîs-i şerîfde, iyi olması için düâ isteyen bir a’mâya, abdest alıp, iki rek’at
nemâzdan sonra, (Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike
Muhammedin nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî
hâzihî li-takdiye-lî Allahümme şeffi’hü fiyye) düâsını okumasını emr etmişdi.
Bu düâda, dileğin kabûl edilmesi için, Muhammed aleyhisselâmı vesîle etmesi emr
olunmakdadır. Eshâb-ı kirâm, bu düâyı hep okurdu. Bu düâ, (Eşi’at-ül leme’ât)
ikinci cildinde ve (Hısn-ül hasîn)de senedleri ile birlikde yazılıdır.
Şerh ederken (Peygamberini vesîle ederek sana dönüyorum) demekdedirler.
Bu düâlar
gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hâtırı ve
hürmeti ile düâ etmek câizdir.
1361 [m.
1942] senesinde vefât eden (Câmi’ul-ezher) kibâr-ı ulemâsından şeyh Alî
Mahfûz, 1375 [m. 1956] de Mısrda basılan (El-ibdâ’) kitâbında, İbni
Teymiyyeyi ve Abduhu çok övdüğü hâlde, ikiyüzonüçüncü [213] sahîfesinde
(Evliyâyı kirâm “rahimehümullahü teâlâ” öldükden sonra, dünyâ işlerinde tesarruf
ederler demek, meselâ hastaları iyi eder, boğulacakları kurtarır, düşman
karşısında olana yardım eder ve gayb olan şeylere kavuşdurur demek, doğru
değildir. Mertebeleri yüksek olduğu için, Allahü teâlâ, bu işleri onlara
bırakmışdır. Dilediklerini yaparlar demek yanlışdır. Fekat Allahü teâlâ,
Evliyâsı arasından dilediklerine, sağ iken ve öldükden sonra, ikrâm ederek,
onların kerâmeti ile hastayı iyi eder. Boğulmak üzere olanı kurtarır. Düşman
karşısında olana yardım eder. Gayb olan şeyi buldurur. Böyle olmasını akl kabûl
eder. Kur’ân-ı kerîm de bunları haber veriyor) diyor. Câmi’ul-ezher
profesörlerinden Abdüllah Desûkî ve Yûsüf Decvî, İbdâ’ kitâbının sonuna takrîz
yazmışlar, kitâbı övmüşlerdir.
Abdülganî
Nablüsî “rahime-hullahü teâlâ”, (Hadîka) kitâbının yüzseksenikinci
sahîfesinde diyor ki, (Buhârînin Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” haber
verdiği hadîs-i kudsîde, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla bana
yaklaşdığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri de yapınca, onu
çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi tutar.
Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum
buyurdu) denilmekdedir. Burada bildirilen nâfile ibâdetler, farzları
yapanların yapdıkları sünnet ve nâfile ibâdetlerdir. [Böyle olduğunu, (Merâkıl-felâh)
ve bunun (Tahtâvî) hâşiyesi de açık yazmakdadır. 437. ci sahîfeye
bakınız!] Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, farzları yapdıkdan sonra, nâfile
ibâdetleri de yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır ve düâları kabûl olur).
Bunların diri iken de, öldükden sonra da, düâ etdikleri kimseler, murâdlarına
kavuşur. Öldükden sonra da işitirler. Dileyenleri boş çevirmez, düâ ederler.
Bunun için, hadîs-i şerîfde, (İşlerinizde sıkışdığınız zemân, kabrde
olanlardan yardım isteyiniz!) buyuruldu. Bu hadîsin, ma’nâsı açıkdır.
Âlûsînin te’vîl etmesi yersizdir.
(Hadîkat-ün-nediyye)
kitâbının ikiyüzdoksanıncı sahîfesinde diyor ki: (Mü’minler, uykuda iken olduğu
gibi, öldükden sonra da mü’mindir. Peygamberler de, uykuda iken olduğu gibi,
öldükden sonra da Peygamberdirler. Çünki, mü’min olan ve Peygamber olan, rûhdur.
İnsan ölünce, rûhu değişmez. Böyle olduğu imâm-ı Abdüllah Nesefînin (Umdet-ül
akâid) kitâbında yazılıdır. [Bu kitâb, 1259 [m. 1843] senesinde Londrada
basılmışdır.] Bunun gibi, Evliyânın da, uykuda iken olduğu gibi, öldükden sonra
da Evliyâlıkları gitmez. Buna inanmıyan câhildir, inâdcıdır. Evliyânın öldükden
sonra da kerâmet sâhibi olduklarını, ayrı bir kitâbımda isbât etdim). Hanefî
mezhebi âlimlerinden Ahmed bin seyyid Muhammed Mekkî Hamevî ve Şâfi’î mezhebi
âlimlerinden Ahmed bin Ahmed Şücâ’î ve Muhammed Şevberî Mısrî, Evliyânın
kerâmetleri olduğunu, kerâmetlerinin öldükden sonra da devâm etdiğini ve
Evliyânın kabrleri ile tevessül ve istigâsenin câiz olduğunu vesîkalarla isbât
eden risâleler yazmışlardır. Bu üç risâle, Ahmed Zeynî Dahlanın “rahime-hullahü
teâlâ” (Ed-dürer-üs-seniyye fireddi alel-vehhâbiyye) kitâbı ile bir
arada, 1319 [m. 1901] senesinde Mısrda basılmış ve 1396 [m. 1976] senesinde,
İstanbulda ofset baskıları yapılmışdır.
Konyalı
Muhammed Hâdimî efendi “rahime-hullahü teâlâ”, 1176 [m. 1762] senesinde Konyanın
Hâdim kasabasında vefât etmişdir. (Berîka) kitâbının
ikiyüzaltmışdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Evliyânın kerâmet göstermesi,
hakdır, doğrudur. Velî, Allahü teâlâya ve sıfatlarına, mümkin olduğu kadar ârif
olan müslimân demekdir. Tâ’atleri, ibâdetleri çok yapar. Günâhlardan ve nefsine,
şehvetlerine uymakdan çok sakınır. Allahü teâlânın, âdetinin ve fen kanûnlarının
dışında olarak yaratdığı şeylere (Hârik-ul’âde) şeyler denir. Hârik-ul’âde
şeyler, sekizdir: Mu’cize, kerâmet, i’ânet, ihânet, sihr, ibtilâ, isâbet-i ayn
ya’nî nazar değmesi ve irhâs. Kerâmet, müttekî, ârif-i billah olan bir mü’minin
elinde hâsıl olan hârik-ul’âde şey demekdir. Bu kimse Velîdir. Peygamber
değildir. Şâfi’î mezhebi âlimlerinden Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî kerâmetlerin
ba’zısını ve Mu’tezile fırkasında olanlar kerâmetlerin hepsini inkâr etdi.
Mu’cize ile karışır. Peygambere inanmak güç olur dediler. Hâlbuki, bir Velîden,
kerâmet görülünce, kendisinin Peygamber olduğunu söylemez. Kerâmetini göstermek
istemez. Peygamberler ve Velîler öldükden sonra da, bunlar vâsıtası ile Allahü
teâlâya yalvarmak câizdir. Böyle düâ etmeğe, (Tevessül) ve (İstigâse)
etmek denir. Çünki, bunlar ölünce, mu’cizeleri ve kerâmetleri devâm eder. Remlî
de böyle söyledi. İmâm-ül-haremeyn diyor ki, (Kerâmetin, öldükden sonra da devâm
etdiğini yalnız şî’î inkâr eder). Mısrdaki mâlikî mezhebinin büyüklerinden Alî
Echûrî diyor ki, (Velî, dünyâda iken, kınındaki kılınç gibidir. Ölünce, kınından
çıkan kılınç gibi olup, tesarrufu, te’sîri kuvvetlenir). Bu sözü, Ebû Alî Sencî
de, (Nûr-ül-hidâye) kitâbında yazmakdadır. Kerâmetin hak olduğu, Kitâb
ile, Sünnet ile ve icmâ’-ı ümmet ile sâbitdir. Evliyânın, yüzlerce, binlerce
kerâmetleri, kıymetli kitâblarda bildirildi.) (Berîka)dan terceme temâm
oldu.
(Mir’ât-ı
Medîne) kitâbının yüzaltıncı sahîfesinden başlıyarak diyor ki: Hadîs
âlimlerinden İbni Huzeyme ve Dâr-ı Kutnî ve Taberânînin, Abdüllah bin Ömerden
bildirdikleri sahîh hadîsde, (Kabrimi ziyâret edene şefâ’atim vâcib oldu)
buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, imâm-ı Münâvînin (Künûz-üd-dekâık) kitâbında
da vardır. Ayrıca, İbni Hibbânın haber verdiği (Vefâtımdan sonra kabrimi
ziyâret eden, hayâtımda ziyâret etmiş gibidir) hadîs-i şerîfini ve
Taberânînin bildirdiği (Kabrimi ziyâret edene şefâ’at edeceğim) hadîs-i
şerîfini yazmakdadır. İmâm-ı Bezzârın Abdüllah ibni Ömerden haber verdiği
(Kabrimi ziyâret edene şefâ’atim halâl oldu) hadîs-i şerîfi ve Müslim-i
şerîfde, Abdüllah ibni Ömerin bildirdiği, (Beni ziyâret için Medîne-i
münevvereye gelenlere, kıyâmet günü şefâ’at etmekliğim hak oldu) merfû’
hadîs-i şerîfini her müslimân bilmekdedir.
Taberânînin
ve Dâr-ı Kutnînin ve İbnül-Cevzînin haber verdikleri (Hac eden, sonra kabrimi
ziyâret eden, beni sağ iken ziyâret etmiş gibi olur) hadîs-i şerîfi büyük
müjdedir. Dâr-ı Kutnînin bildirdiği (Hac eden kimse, beni ziyâret etmezse,
beni üzmüş olur) hadîs-i şerîfi, hac edip de, özrü olmadığı hâlde, Kabr-i
se’âdeti ziyâret etmiyenleri bildirmekdedir.
Medîne-i
münevvere islâm üniversitesi rektörü Abdül’azîz, (Tahkîk ve îzâh)
ismindeki kitâbında, ziyâret etmeği teşvîk eden yukarıdaki hadîs-i şerîflerin
hiçbirinin senedi, delîli olmadığını yazıyor. Hepsinin mevdû’ olduğunu şeyhul-islâm
İbni Teymiyye bildirdi diyor. Hâlbuki Zerkânînin (Mevâhib) şerhinin
sekizinci cildinde ve Semhûdînin (Vefâ-ül-vefâ)sının dördüncü cildi
sonunda bu hadîs-i şerîflerin kaynakları, uzun yazılı olup, hasen hadîs
oldukları bildirilmiş, İbni Teymiyyenin bu sözü mevdû’dur denilmişdir. Medîne
üniversitesinin, vehhâbî olan rektörü ve hocaları, böylece Ehl-i sünnet
âlimlerinin yazılarına gölge düşürmeğe çalışmakda, kendi inançlarını, kitâbları
ile dünyâya yaymakdadırlar. Dünyâdaki bütün milletleri, ya’nî hem müslimânları,
hem de başkalarını aldatmak, kendilerini hakîkî müslimân tanıtmak için, yeni bir
siyâset kullanıyorlar: (Râbıtat-ül-âlem il-islâm) isminde bir İslâm
merkezi kurdular. Her memleketdeki müslimânlar arasından, câhil, kirâlık din
adamlarını seçerek, burada topladılar. Herbirine yüzlerce altın ma’âş
veriyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından haberi olmıyan, bu câhil din
adamlarını kukla gibi kullanıyorlar. Kendi inançlarını bu merkezlerden bütün
dünyâya yayarak, bunlara (Dünyâ İslâm Birliği)nin fetvâları diyorlar.
1395 [m. 1975] Ramezân-ı şerîf ayında çıkardıkları, böyle uydurma fetvâlarında,
(Kadınlara Cum’a nemâzı kılmak farzdır. Cum’a ve bayram hutbeleri, her
memleketde kendi dilleri ile okunur) dediler. Mekkedeki bu fitne ve fesâd
ocağına üye olan, Mevdûdînin adamlarından Sabri ismindeki bir sapık, bu fetvâyı
hemen Hindistâna getiriyor. Hindistândaki, bol aylıklı, apartmanlı câhiller,
kadınları zorla câmi’lere sürüklediler. Çeşidli dillerle hutbe okumağa
başladılar. Hindistândaki Ehl-i sünnet âlimleri, hakîkî din adamları
“rahimehümullahü teâlâ”, bu hareketi önlemek için, kıymetli kaynaklardan
fetvâlar hâzırlayıp, yaydılar. Vehhâbîler, bu ilmî yazılara cevâb veremeyip, hak
sözün karşısında duramadılar. Hindistânın güneyindeki (Kerala)
bölgesinde, yüzlerce din adamı, aldanmış olduklarını anlıyarak, tevbe etdiler.
Tekrâr, Ehl-i sünnet saflarına katıldılar. Ehl-i sünnet âlimlerinin, sağlam
kaynaklara dayanan bu kıymetli fetvâlarından dört adedi, ofset yolu ile
basdırılarak bütün islâm memleketlerine gönderildi. Her yerdeki hakîkî din
adamları, buna karşı müslimânları uyandırmakda, islâmiyyeti içerden yıkan,
parçalıyan felâket ateşini söndürmeğe çalışmakdadırlar. Elhamdü-lillah ki,
dünyânın her yerinde temiz rûhlu, uyanık gençler, hakkı bâtıldan ayırmakdadırlar.
İbni Âbidîn
“rahime-hüllahü teâlâ”, Cum’a hutbesini ve iftitâh tekbîrini ve nemâz içinde
düâyı anlatırken buyuruyor ki, (Hutbeyi arabîden başka lisan ile okumak, nemâza
dururken, başka dil ile iftitâh tekbîrini söylemek gibidir. Bu da, nemâzdaki
diğer zikrler gibidir. Nemâz içindeki zikrleri ve düâları arabîden başka dil ile
söylemek ise, tahrîmen mekrûhdur. Hazret-i Ömer yasak etmişdir). Nemâzın
vâciblerini anlatırken diyor ki, (Tahrîmen mekrûh işlemek, büyük günâh olur.
Buna devâm edenin adâleti gider). (Tahtâvî)de diyor ki, (Küçük günâha
devâm eden fâsık olur. Fâsık olan veyâ bid’at işliyen imâmların arkasında nemâz
kılmamalı, başka câmi’de kılmalıdır). Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în-i izâm
“rahime-hümullahü teâlâ”, Asyada ve Afrikada, hutbelerin temâmını hep arabî
okudu. Çünki, hutbenin hepsini veyâ bir kısmını başka dil ile okumak, mekrûh ve
bid’at olur. Bid’at ise büyük günâhdır. Hâlbuki, dinliyenler arabî bilmiyorlar,
hutbeleri anlıyamıyorlardı. Din bilgileri de yokdu. Onlara öğretmek lâzım idi.
Fekat, yine hutbenin hepsini arabî okudular. Bunun için, Osmânlı
imperatorluğundaki Şeyh-ul-islâm efendiler ve dünyâda meşhûr olan büyük islâm
âlimleri, altıyüz seneden beri, hutbeleri, türkçe de okutarak, cemâ’atin
anlamasını çok istediler ise de, câiz olmıyacağını bildikleri için, buna izn
veremediler.
İmâm-ı
Beyhekînin Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” haber verdiği hadîs-i şerîfde,
(Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ rûhumu cesedime verir. Onun selâmını
işitirim) buyuruldu. İmâm-ı Beyhekî “rahime-hüllahü teâlâ”, bu hadîs-i
şerîfe dayanarak, Peygamberler “aleyhimüsselâm” kabrlerinde, bizim bilmediğimiz
bir hayât ile diridirler demişdir.
Medînedeki
vehhâbî Abdül’azîz bin Abdüllah da, (El-hac vel-Umre) kitâbının
altmışaltıncı sahîfesinde bu hadîs-i şerîfi yazıp, bu hadîs Onun meyyit olduğunu
gösteriyor diyor. Aynı sahîfede, kabrinde, bilinmiyen bir hayât ile diridir de
diyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Hâlbuki, bu hadîs-i şerîf, mübârek rûhunun
geldiğini, selâmlara cevâb verdiğini bildiriyor. Yine, bu kitâbının yetmişüçüncü
sahîfesinde yazdığı iki hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâret ederken, Esselâmü
aleyküm ehl-el-diyâr-ı minel mü’minîn) denilmesi emr buyurulmakdadır. Bu
hadîs-i şerîfler, bütün müslimânların kabrlerine selâm verileceğini emr ediyor.
İşitene selâm verilir. İşiten ile konuşulur. Hem bu hadîs-i şerîfleri haber
veriyorlar. Hem de, meyyit işitmez diyor. Meyyitin işitdiğine inananlara müşrik
diyorlar. Âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri yanlış te’vîl ediyorlar.
Resûlullahın,
kabrinde, bilinmiyen bir hayât ile diri olduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf
vardır. (Kabrim başında söylenen salevâti işitirim. Uzakdan söylenen salevât
bana bildirilir) ve (Bir kimse, kabrim başında bana salevât okursa,
Allahü teâlâ bir melek gönderip, bu salevâti bana bildirir. Kıyâmet günü ona
şefâ’at ederim) hadîs-i şerîfleri, meşhûr altı kitâbda yazılıdır.
Bir müslimân,
dünyâda iken tanıdığı bir müslimânın kabri yanına gidip selâm verse, kabrdeki
kimse, selâm vereni tanır ve cevâb verir. İbni Ebiddünyânın haber verdiği
hadîs-i şerîfde, müslimân meyyitin, selâm vereni tanıdığı ve sevindiği ve cevâb
verdiği haber verilmekdedir. Tanımadığı mevtâlara selâm verirse selâma sevinerek
cevâb verirler. Sâlihler ve şehîdler “rahime-hümullahü teâlâ” selâm vereni tanır
ve cevâbını verir de, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tanımaz olur mu?
Gökde güneş her tarafa ışık saldığı gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” de, bir anda her yerde söylenen selâmlara, o anda cevâb verir.
Bir hadîs-i
şerîfde, (Vefâtımdan sonra da, diri iken olduğu gibi işitirim) ve Ebû
Ya’lânın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Peygamberler “aleyhimüsselâm”
kabrlerinde diridir. Nemâz kılarlar) buyuruldu. İbrâhîm bin Bişar ve seyyid
Ahmed Rıfâ’î ve dahâ nice Velîler, Resûlullaha verdikleri selâmın cevâbını
işitmişlerdir.
Celâleddîn-i
Süyûtî hazretlerine, (Seyyid Ahmed Rıfâ’înin Resûlullahın mubârek elini öpmüş
olduğu doğru mudur?) dediklerinde, cevâb olarak (Şeref-ül-muhkem) adında
bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimizin, Kabr-i se’âdetlerinde, bilinmiyen bir hayâtla diri olduğunu ve
selâmları işitip cevâb verdiğini, aklî ve naklî delîller ile isbât etmişdir.
Mi’râc gecesi, Resûlullahın, Mûsâ aleyhisselâmı, kabrinde nemâz kılarken
gördüğünü de, bu kitâbında bildirmişdir.
Âişe-i
Sıddîkanın “radıyallahü anhâ” haber verdiği bir hadîs-i şerîfde, (Hayberde
yidiğim zehrli etin acısını duymakdayım. O zehrin te’sîri ile, ebher [avort]
damarım şimdi çalışmıyacak hâle geldi) buyuruldu. Allahü teâlânın,
insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma, peygamberlikle birlikde
şehîdlik derecesini de vermiş olduğunu bu hadîs-i şerîf göstermekdedir. Âl-i
İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda
öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar Rablarının yanında diridirler.
Rızklandırılmakdadırlar) buyuruldu. Allah yolunda zehr yidirilen o büyük
Peygamberin, bu âyet-i kerîmede bildirilen şerefli derecenin en üstünde
bulunduğu şübhesizdir.
İbni
Hibbânın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” mübârek
vücûdları çürümez. Bir mü’min bana salevât okursa, bir melek o salevâti bana
getirip, ümmetinden falan oğlu filân sana salevât ve selâm söyledi der)
buyuruldu.
İbni Mâcenin
bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Cum’a günleri bana çok salevât getirin! Okunan
salevât bana hemen bildirilir) buyuruldu. Bunu işitenlerden Ebüdderdâ
“radıyallahü teâlâ anh” (Öldükden sonra da bildirilir mi?) dedikde, (Evet,
ben öldükden sonra da bildirilir. Çünki, toprağın Peygamberleri çürütmesi harâm
kılındı. Onlar öldükden sonra diridirler, rızklandırılırlar) buyuruldu. [Bu
hadîs-i şerîf, Senâüllah Pâni-pütînin (Tezkiret-ül mevtâ vel-kubûr)
kitâbının sonunda da yazılıdır. Bu kitâb, fârisî olup, 1310 [m. 1892] de Delhîde
ve 1990 da, Hakîkat Kitâbevi tarafından, İstanbulda basdırılmışdır.]
Hazret-i
Ömer “radıyallahü anh” Kudüs-i şerîfi kâfirlerden aldıkdan sonra, doğru, Hucre-i
se’âdete gidip, Kabr-i nebevîyi ziyâret etdi ve selâm verdi. Evliyânın
büyüklerinden olan Ömer bin Abdül’azîz hazretleri, Şâmdan Medîneye me’mûr
gönderip, Kabr-i se’âdete salât ve selâm okuturdu. Abdüllah ibni Ömer
hazretleri, yolculukdan döndüğü zemân, doğruca Hucre-i se’âdete girer, önce
Resûlullahı, sonra Ebû Bekr-i Sıddîkı, en sonra da babasını ziyâret edip selâm
verirdi. İmâm-ı Nâfi’ diyor ki, Abdüllah ibni Ömer hazretlerinin, Kabr-i
se’âdete gelerek (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!) dediğini yüzden fazla gördüm.
Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, birgün mescid-i şerîfe girip, hazret-i Fâtımanın
“radıyallahü anhâ” mübârek makâmını görünce ağladı. Sonra Hucre-i se’âdete
giderek, çok ağladı ve (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah ve esselâmü aleykümâ yâ
iki kardeşlerim!) diyerek, hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömere selâm verdi
“radıyallahü teâlâ anhümâ”.
İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfeye göre, önce hac yapmalı, sonra Medîne-i münevvereye gidip,
Resûlullahı ziyâret etmelidir. Ebülleys-i Semerkandînin fetvâsında da böyle
yazılıdır.
(Şifâ)
kitâbının sâhibi kâdî İyâd ve Şâfi’î âlimlerinden imâm-ı Nevevî ve Hanefî
âlimlerinden İbni Hümâm “rahimehümullahü teâlâ”, Kabr-i se’âdeti ziyâret lâzım
olduğuna icmâ-ı ümmet hâsıl olmuşdur dediler. Ba’zı âlimler ise, vâcibdir dedi.
Zâten, kabr ziyâretinin sünnet olduğunu vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd)
kitâbı da yazıyor.
Nisâ
sûresinin altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlar, nefslerine kötülük
etdikden sonra, eğer sana gelerek, Allahü teâlâdan afv dilerlerse, Allahın
Resûlü de, onlar için afv dilerse, Allahü teâlâyı tevbeleri elbette kabûl edici
ve merhamet edici bulurlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’at edeceğini ve şefâ’atinin kabûl
olacağını bildiriyor. Ayrıca, Kabr-i se’âdeti ziyâret için uzaklardan gelip,
şefâ’at dilemeği emr buyurmakdadır.
(Ancak üç
mescide gitmek için uzun yolculuğa çıkılır) hadîs-i şerîfi, Mekkedeki Mescid-i
harâmı ve Medînedeki Mescid-i Nebîyi ve Kudüsdeki Mescid-i aksâyı ziyâret için
uzun yolculuğa çıkmanın sevâb olduğunu bildirmekdedir. Bunun için, hacca gidip
de, Mescid-i Nebîdeki Kabr-i se’âdeti ziyâret etmiyenler, bu sevâbdan mahrûm
kalırlar.
İmâm-ı Mâlik
(Kabr-i se’âdeti ziyârete gelenlerin, Hucre-i se’âdet yanında çok durmaları
mekrûhdur) buyurdu. İmâm-ı Zeynel’âbidîn, Kabr-i se’âdeti ziyâret ederken, Ravda-i
mütahhera tarafındaki direk yanında durur, dahâ yanaşmazdı. Hazret-i Âişe, vefât
edinceye kadar, Hucre-i se’âdetin kapısının dış yanında, kıbleye karşı ayakda
durarak ziyâret ederlerdi.
Hadîs
âlimlerinden Abdül’azîm-i Münzirî hazretleri (Kabrimi bayram yapmayın!)
hadîs-i şerîfine ma’nâ verirken (Kabrimi bayram gibi yılda bir ziyâret etmekle
bırakmayın! Her zemân ziyâret etmeğe gayret edin!) demekdir, buyurdu.
(Evlerinizi mezârlık yapmayın!) hadîs-i şerîfi de, evlerinizi nemâz
kılmamakla, kabrlere benzetmeyin, demek olduğu için, Münzirînin verdiği ma’nânın
doğru olduğu anlaşılmakdadır. Çünki kabristânda nemâz kılmak câiz değildir.
Hadîs-i şerîfin ma’nâsı (Kabrimi ziyâret için, bayram gibi belli gün ta’yîn
etmeyin!) demek de olabilir denildi. Yehûdîler ve hıristiyanlar,
Peygamberlerinin mezârlarını ziyâret için toplanıp çalgı çalar, şarkı söyler,
bayram yaparlardı. Siz böyle yapmayın, ziyâret için, bayramda harâm şeylerle
eğlenir gibi, ney, dümbelek çalmayın, toplanıp, merâsim yapmayın demekdir.
Ziyâret için, gelip, selâm vermeli, düâ etmeli, fazla durmamalıdır.
İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfe “rahime-hüllahü teâlâ” buyurdu ki: (Kabr-i se’âdeti ziyâret etmek
sünnetlerin en kıymetlisidir). Vâcib diyen âlimler de vardır. Bunun için, Şâfi’î
mezhebinde Kabr-i se’âdeti ziyâret etmek nezr olunur.
(Mir’ât-i
Medîne)nin 1282. ci sahîfesinden başlıyarak diyor ki, (Allahü teâlâ (Seni
yaratmasaydım, hiç birşeyi yaratmazdım) buyurarak, Muhammed aleyhisselâmın
Habîbullah olduğunu, Onu çok sevdiğini bildiriyor. Bu hadîs-i kudsî, İmâm-ı
Rabbânî “rahime-hüllahü teâlâ” (Mektûbât)ının üçüncü cildinin
yüzyirmiikinci mektûbunda da yazılıdır. Aşağı bir insan bile, sevgilisinin
hâtırı için istenileni boş çevirmez. Âşıka, ma’şûkunun hâtırı için iş gördürmek
kolaydır. Bir kimse (Yâ Rabbî! Habîbin Muhammed “aleyhisselâm” hâtırı için
senden istiyorum) dese, bu isteği red olunmaz. Fekat, değeri olmıyan dünyâlık
işler için, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hâtırını, hurmetini
vesîle etmek lâyık değildir).
İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki: Medînede idim. Sâlihlerden şeyh
Eyyûb-i Sahtıyânî, Mescid-i şerîfe girdi. Ben de birlikde girdim. Şeyh
hazretleri, Kabr-i nebevîye karşı dönerek ve kıbleyi arkada bırakarak durdu.
Sonra dışarı çıkdı. İbni Cemâ’a hazretleri (Mensek-i kebîr) adındaki
kitâbında diyor ki: Ziyâret ederken minber yanında iki rek’at nemâz kılıp,
düâdan sonra, Hucre-i se’âdetin kıble tarafına gelmeli, mubârek başını sol
tarafa alıp, (Merkad-ı şerîf) dıvarından iki metre kadar uzak durmalı,
sonra yavaş yavaş kıble dıvarını arkaya alıp, (Muvâcehe-i se’âdet)e karşı
döndükde selâm vermelidir. Bütün mezheblerde de böyledir.
(Hadîka)da,
dil âfetlerinin yirmiüçüncüsünü anlatırken diyor ki, (Düâ ederken,
Peygamberlerin hakkı için veyâ diri yâhud ölü olan bir Velînin hakkı için
diyerek, Allahdan birşey istemek tahrîmen mekrûhdur. Ya’nî Allahü teâlâ hiç
kimsenin istediğini yapmağa mecbûr değildir. Çünki, Allahü teâlâda hiçbir
mahlûkun hakkı yokdur denildi. Evet öyledir. Fekat, Allahü teâlâ sevdiği
kullarına söz vererek, kendinde onlar için hak tanımışdır. Ya’nî dileklerini
kabûl edecekdir. Kullarına, kendinde hak ihsân etdiğini Kur’ân-ı kerîmde
bildirmişdir. Meselâ, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minlere yardım etmek,
üzerimize hak oldu)buyuruldu. (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Ölü
veyâ diri olan bir Velînin veyâ bir Nebînin ismini söyliyerek, bunun hürmeti
için dilekde bulunmak câizdir). (Şir’a) şerhinde, (Peygamberlerini ve
sâlih kullarını vesîle ederek düâ etmelidir. (Hısn-ül-hasîn)de de böyle
yazılıdır) demekdedir. Görülüyor ki, İslâm âlimleri, Allahü teâlânın
sevdiklerine verdiği hak ve hürmet için, Allahü teâlâya düâ etmek câizdir
dediler. Kulların, Allahü teâlâ üzerinde hakları vardır sanıp, bu hakları için
istemek şirk olur diyen hiçbir âlim yokdur. Bunu yalnız, vehhâbîler
söylemekdedir.
(Feth-ul-mecîd)
kitâbında Bezzâziyye fetvâsını övdükleri, bunun fetvâlarını vesîka olarak ileri
sürdükleri hâlde, burada, ona da karşı gelmekdedirler. (Berîka)da, yine
dil âfetlerini açıklarken diyor ki, (Peygamberin, Velînin hakkı için demek, Onun
nübüvveti hakdır, vilâyeti hakdır demek olur. Peygamberimiz de, bu niyyet ile
(Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harblerde Allahü teâlâdan,
Muhâcirlerin fukarâsı hakkı için yardım dilemişdir. İslâm âlimlerinden (Senden
istedikleri zemân verdiğin kimseler hakkı için) ve (Muhammed Gazâlînin hakkı
için) gibi düâlar yapanlar ve kitâblarına yazanlar çok olmuşdur.) (Hısn-ül-hasîn)
kitâbı böyle düâlarla doludur. (Rûh-ul-beyân) tefsîrinde, Mâide sûresinin
onsekizinci âyetinde diyor ki, Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anh” haber verdiği
hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” yanıldığı zemân, yâ Rabbî! Muhammed
aleyhisselâm hakkı için beni afv et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammedi dahâ
yaratmadım. Onu nasıl tanıdın dedi. Yâ Rabbî! Beni yaratıp rûhundan bana ihsân
edince, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün
resûlullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin
ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım dedi. Allahü teâlâ da
buna karşılık, ey Âdem, doğru söyledin. Mahlûklarımın içinde, ençok sevdiğim
Odur. Onun için, seni afv eyledim. Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım dedi)
buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, imâm-ı Beyhekînin (Delâil) kitâbında
yazılıdır. Âlûsînin (Gâliyye) kitâbında da yazılıdır.
(Feth-ul-mecîd)
kitâbının ikiyüzellidokuzuncu [259] sahîfesinde, imâm-ı Zeynel’âbidîn Alî
“rahime-hullahü teâlâ” hazretlerinin, bir kimsenin, Resûlullahın kabri yanına
gelip düâ etdiğini görünce, buna mâni’ olduğunu ve (Bana salât okuyunuz! Her
nerede olursanız verdiğiniz selâm bana ulaşdırılır) hadîsini okuduğunu
yazıyor. Hâdiseyi yanlış anlatarak, (Buradan anlaşılıyor ki, düâ ve salât okumak
için kabr yanına gitmek yasak edilmişdir. Bu, kabri bayram yeri yapmanın bir
kısmıdır. Mescid-i Nebîye nemâz kılmak için giren kimsenin, selâm vermek için
kabrin yanına gitmesi yasakdır. Eshâbın hiçbiri böyle yapmadı. Böyle yapanları
da men’ etdiler. Peygambere, yalnız ümmetinin okudukları salât ve selâm
bildirilir. Başka işleri bildirilmez) diyor. Buna mâni’ olmak için, Sü’ûd
hükûmetinin, Mescid-i Nebî içine, (Hucre-i se’âdet) yanına asker
koyduğunu da, ikiyüzotuzdördüncü [234] sahîfesinde yazıyor.
Yûsüf
Nebhânî, (Şevâhid-ül-hak) kitâbının çeşidli yerlerinde bunlara cevâb
vermekdedir. Sekseninci [80] sahîfesinde: İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh”
Resûlullahın mubârek kabrini ziyâret etmeği yasak etmemişdir. İslâmiyyete uygun
olmıyan, saygısızca yapılan ziyâreti yasak etmişdir. Torunu imâm-ı Ca’fer Sâdık,
Hucre-i se’âdeti ziyâret eder, Ravda tarafındaki direk yanında durup,
Resûlullaha selâm verirdi ve mubârek başı buradadır derdi. (Kabrimi bayram
yapmayınız!) demek, ziyâretinizi bayram gibi belli zemânlara bırakmayın! Her
zemân ziyâret ediniz demekdir. 88. ci ve 106. cı sahîfelerinde: Ebû Abdüllah
Kurtubî (Tezkire)sinde buyuruyor ki, Resûlullaha, ümmetinin amelleri, her
sabâh ve her akşam bildirilir. 89. cu ve 116. cı sahîfelerinde diyor ki: Halîfe
Mensûr, Resûlullahı ziyâret ederken, imâm-ı Mâlike sordu: Yüzümü kabre karşı mı,
kıbleye karşı mı döneyim? İmâm-ı Mâlik buyurdu ki: Yüzünü Resûlullahdan nasıl
ayırabilirsin? O “sallallahü aleyhi ve sellem” senin ve baban Âdemin afv
olmasına vesîledir. 92. ci sahîfede diyor ki: (Kabrleri ziyâret ediniz!)
hadîs-i şerîfi emrdir. Ziyâret yaparken harâm işlenirse, ziyâret yasak edilemez.
Harâmı yapması yasak edilir. 98. ci sahîfede diyor ki: İmâm-ı Nevevî (Ezkâr)
kitâbında, Resûlullahın ve Sâlihlerin kabrlerini çok ziyâret etmek ve her
ziyâretde, kabr başında çok durmak sünnetdir) buyurmakdadır. 100. cü sahîfede
diyor ki: İbni Hümâm, (Feth-ul-kadîr) kitâbında, Dâr-ı Kutnînin ve
Bezzârın bildirdikleri hadîs-i şerîfi yazıyor. Bu hadîs-i şerîfde, (Başka bir
iş görmeyip, yalnız beni ziyâret için gelene, kıyâmet günü şefâ’at etmek
üzerimde hakkı olur) buyuruldu. 118. ci sahîfede buyuruyor ki: (Allahü teâlâ,
Evliyâya kerâmet vermişdir. Evliyânın, öldükden sonra da kerâmetleri çok
görülmüşdür. Öldükden sonra da tesarruf ederler. Bunları Allahü teâlâya vesîle
etmek câizdir. Fekat, islâmiyyete uygun olarak istigâse etmelidir. Câhillerin,
dileğimi verirsen veyâ hastamı iyi edersen, sana şu kadar ...... vereceğim,
demesi câiz değildir. Fekat, buna küfr, şirk denilemez. Çünki çok câhil olan da,
Velînin îcâd edeceğini düşünmez. Velîyi, Allahü teâlânın îcâd etmesine vesîle
etmekdedir. Onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu düşünmekdedir. Dileğimi
yapmasını Allahdan iste! Allahü teâlâ, senin düânı red etmez demekdedir. Çünki,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Aşağı, değersiz sanılan çok
kimseler vardır ki, onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Birşeyi yapmak
dileseler, Allahü teâlâ o şeyi, elbet yaratır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf,
(Feth-ul-mecîd) vehhâbî kitâbının, 381. ci sahîfesinde de yazılıdır.
Müslimânlar, böyle hadîs-i şerîflere güvenerek, Evliyâyı vesîle etmekdedir.
İmâm-ı Ahmed, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Mâlik ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, (sâlihlerin
kabrleri ile teberrük etmek câizdir) dediler. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden
birinde olduğunu, Ehl-i sünnet olduğunu söyliyen bir kimsenin de böyle söylemesi
lâzımdır. Böyle söylemezse, Ehl-i sünnet olmadığı, yalancı olduğu anlaşılır).
(Fetâvâ-yi Hindiyye)de, başkası yerine hacca gitmeği anlatırken diyor ki,
(Yapılan ibâdetin sevâbını başkasına bağışlamak câizdir. Böylece, nemâz, oruc,
sadaka, hac, Kur’ân-ı kerîm okumak ve zikr etmek ve Peygamberlerin, Şehîdlerin,
Evliyânın, Sâlihlerin kabrlerini ziyâret etmek ve mevtâya kefen vermek ve bütün
hayrât ve hasenât sevâbları bağışlanabilir). Evliyâ kabrlerini ziyâret etmenin
sevâb olduğu buradan da anlaşılmakdadır. [Zikrin çeşidleri vardır. Bunlardan
biri (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber
ve lillâhil hamd)dır. Buna (Tekbîr-i teşrîk)de denir. Bunu çok okumalıdır. (İstigfâr
düâsı) da, fâidesi pekçok olan zikrdir.]
Buraya kadar
bildirilenlerin vesîkaları arabî ve ingilizce kitâblarımızda uzun yazılıdır.
Allahü teâlâ müslimânlara birleşmeği emr ediyor. O hâlde, her mü’minin (Ehl-i
sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını öğrenip, bu büyük âlimlerin, kitâblarında
bildirdikleri gibi îmân ederek, bu doğru ve hak yolda birleşmeleri lâzımdır.
Doğru yolun, yalnız (Ehl-i sünnet) yolu olduğunu Peygamberimiz
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Müslimânları aldatmak
istiyen sapıklara ve din kitâbı ticâreti yapan câhil din adamlarının yaldızlı
yazılarına aldanıp (Ehl-i sünnet) birliğinden ayrılmamağa çok dikkat
etmelidir. Müslimânların birliğinden ayrılanların Cehenneme gideceklerini Allahü
teâlâ Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde açık olarak bildirmekdedir. Dört
mezhebden birini taklîd etmiyenin, Ehl-i sünnet birliğinden ayrılmış olacağı,
böyle mezhebsizin de sapık veyâ kâfir olacağı, büyük âlim Ahmed Tahtâvînin (Dürr-ül-muhtâr)
hâşiyesinde ve (El besâir alâ münkirit-tevessül-i bilmekâbir) kitâbında,
vesîkaları ile yazılıdır. Bu kitâb, (Fethul-mecîd) kitâbına karşı reddiye
olup, Pâkistânda yazılmış, ikinci baskısı İstanbulda yapılmışdır.
İbni
Teymiyyenin, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) mezhebinden ayrılmış olduğu,
(Et-tevessül-ü bin Nebî ve cehelet-ül-vehhâbiyyîn) kitâbında, isbât
edilmişdir. İbni Teymiyyenin sapık yazıları ile ingiliz câsûsu Hempherin yalan
ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir.
3 — Mezâr
üzerine türbe yapmak ve türbelerde hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve
ölülerin rûhlarına sadaka adamak, şirk, küfr imiş. Haremeyn ehâlîsi şimdiye
kadar, kubbelere, dıvarlara tapınıyorlar imiş.
Kabr üzerine
türbe yapmak, süs için, gösteriş için olursa harâmdır. Kabrin harâb olmaması
için ise mekrûhdur. Hayvanın, hırsızın açmaması için ise câizdir. Fekat ziyâret
yeri yapmamak lâzımdır. Ya’nî belli zemânlarda ziyâret etmek lâzımdır
dememelidir.
İnsanı,
önceden yapılmış binâ içine defn etmek mekrûh değildir. Eshâb-ı kirâm,
Resûlullahı ve iki halîfesini binâ içine defn etdiler. Hiçbiri buna karşı
gelmedi. Onların sözbirliğinin dalâlet olmadığını hadîs-i şerîf haber
vermekdedir. Büyük islâm âlimi İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi),
beşinci cild, ikiyüzotuzikinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Âlimlerden birkaçı,
sâlihlerin ve Velîlerin kabrleri üzerine örtü sermek, başlık, sarık koymak
mekrûhdur dedi. (Fetâvâ-yı hucce)de, kabrlerin üzerine örtü örtmek
mekrûhdur, diyor. Fekat, bize göre, kabrdekinin kıymetini herkese bildirmek için
örtülürse ve ona hakâret olunmaması, ziyâret edenlerin saygılı, edebli
davranmaları için ise, câizdir. (Edille-i şer’ıyye) ile yasak edilmemiş
olan ameller, işler, niyyete göre değerlendirilir. Evet, kabrler üzerine türbe
yapmak, sanduka, örtü koymak, Eshâb-ı kirâm zemânında yokdu. Fekat, Resûlullahın
ve Şeyhaynın odaya defn edilmelerini inkâr edenleri de hiç olmadı. Bunun için ve
(Kabrler üzerine basmayınız!), (Ölülerinize saygısızlık etmeyiniz!)
emrlerini yerine getirmek için ve yasak edilmiş olmadıkları için, bunların
sonradan yapılmaları bid’at olmaz. Vedâ tavâfından sonra Mescid-i harâmdan hemen
çıkmak, böylece Kâ’be-i mu’azzamaya saygı göstermek lâzım olduğunu bütün fıkh
kitâbları haber veriyor. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâm böyle yapmazdı. Çünki, onlar her
hareketlerinde, Kâ’beye saygı gösterirlerdi. Sonra gelenler, böyle saygı
gösteremedikleri için, âlimlerimiz, mescidden geri geri çıkarak saygı
gösterilmesini bildirdiler. Eshâb-ı kirâm gibi saygılı olmağı böylece
sağladılar. Sâlihlerin, Velîlerin kabrlerine, Eshâb-ı kirâm gibi saygılı
olabilmek için, üzerlerine örtü serilmesi, türbe yapılması da, bunun gibi câiz
oldu. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretleri, (Keşf-ün-nûr) kitâbında,
bunu uzun anlatmakdadır). (Keşf-ün-nûr), Celâlüddîn-i Süyûtînin
“rahimehullahü teâlâ” (Tenvîr-ul-halek fî imkân-ı rü’ye-tin-nebî cihâren vel-melek)
kitâbı ile birlikde arabî olarak 1393 [m. 1973] de (Minhat-ül-vehbiyye)
adı ile İstanbulda neşr edilmişdir. Arabistânda, türbeye (Meşhed) denir.
Medîne-i münevverede, (Bakî’) kabristânında, meşhed dolu idi. Vehhâbîler
hepsini yıkdı. Hiçbir İslâm âlimi, türbe yapmanın ve türbe ziyâret etmenin şirk,
küfr olacağını söylememişdir. Türbe yıkan hiç görülmemişdir.
İbrâhîm
Halebî “rahime-hüllahü teâlâ” (Halebî-i kebîr) sonunda diyor ki, (Bir
kimse tarlasını kabristân yapsa, birisi mevtâ defn için buraya türbe yapsa,
kabristânda boş yer varsa, câiz olur. Başka yer yoksa, türbe yıkılıp, yerine
kabr kazılır. Çünki burası, kabr yapmak için vakf edilmişdir). Türbe şirk
olsaydı, put olsaydı, her zemân yıkılması lâzım olurdu.
Yeryüzünde
bulunan İslâm türbelerinin birincisi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
medfûn olduğu hucre-i mu’attaradır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe “radıyallahü anhâ” vâlidemizin odasında,
hicretin onbirinci senesi, Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden
önce vefât etdi. Çarşamba gecesi, bu odaya defn edildiler. Hazret-i Ebû Bekrle
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” de, bu türbe içinde defn edildiler.
Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, buna mâni’ olmadı. Eshâb-ı kirâmın bu sözbirliğine
karşı geliyorlar. Şübheli delîli yanlış te’vîl ederek, (İcmâ-ı ümmet)i
inkâr etmek, küfr olmaz ise de, bid’at olur.
Âişe
“radıyallahü anhâ” hazretlerinin odası, üç metre yüksekliğinde ve üç metre
genişlik ve dörtbuçuk metre uzunlukda, kerpiçden yapılmışdı. Biri garb, diğeri
şimâl dıvarında, iki kapısı vardı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe
iken, Hücre-i se’âdetin etrâfına kısa bir taş dıvar çekdi. Abdüllah bin Zübeyr
“radıyallahü teâlâ anhümâ” halîfe iken, bu dıvarı yıkıp siyâh taş ile yeniden
yapdı. Dıvarı güzel sıvatdı. Bu dıvarın üstü açık olup, şimâl tarafında bir
kapısı vardı. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh”, hicretin kırkdokuzuncu
senesinde vefât edince, vasıyyeti gereğince, hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh”, kardeşinin cenâzesini (Hücre-i se’âdet) kapısına getirterek
tevessül ve düâ edeceği zemân, buraya defn edeceklerini sanarak, istemiyenler
oldu. Gürültüyü önlemek için, Bakî’ kabristânına defn olundu. İleride böyle
çirkin hâller olmaması için dıvarın ve odanın kapısını dıvarla kapadılar.
Emevî
halîfelerinin altıncısı olan Velîd, Medîne vâlîsi iken, taş dıvarı yükseltdi ve
üzerini küçük bir kubbe ile örtdü. Halîfe olunca, Medîne vâlîsi olan Ömer bin
Abdül’azîze emr vererek, 88 [m. 707] senesinde, Mescid-i şerîfi tevsî’
etdirirken, bu dıvarın etrâfına ikinci bir dıvar yapdırdı. Bu dıvarı beş köşeli
idi ve üstü kapalı idi. Hiç kapısı yokdu. [Dahâ çok bilgi almak için (Kıyâmet
ve Âhıret) kitâbının, Müslimâna Nasîhat kısmının onbeşinci maddesinin sonunu
okuyunuz!]
(Feth-ul-mecîd)
ismindeki vehhâbî kitâbında, yüzotuzüçüncü ve sonraki sahîfelerinde diyor ki,
(Ağaç, taş, kabr ve benzerleri ile teberrük eden müşrik olur. Kabrler üzerine
kubbeler yapılarak putlaşdırıldı. Câhiliyye ehli de sâlih kimselere ve
heykellere tapınırlardı. Bunların hepsi ve dahâ kötüleri şimdi türbelerde,
mezârlarda yapılıyor. Sâlih insanların kabrleri ile teberrük etmek, lât putuna
tapınmak gibidir. Bu müşrikler, Evliyânın düâyı işiteceğini ve cevâb vereceğini
zan ediyorlar. Kabrlere nezr yaparak, sadaka vererek, ölülere yaklaşılır
diyorlar. Bunların hepsi büyük şirkdir. Müşrik, kendine başka ism verse de, yine
müşrikdir. Ölülere saygı ve sevgi göstererek düâ etmeğe, hayvan kesmeğe, adak ve
benzeri işler yapmağa ne ism verirlerse versinler, hepsi, şirkdir. Zemânımız
müşrikleri, bu yapdıklarına ta’zîm ve teberrük ismi vererek câizdir diyorlar. Bu
şübheleri yanlışdır).
Ehl-i sünnet
olan müslimânlara yapılan bu saldırılara ve iftirâlara, islâm âlimlerinin
verdikleri cevâblardan ba’zılarını türkçeye terceme ederek, çeşidli
kitâblarımızda yazdık. Burada, (Üsûl-ül-erbe’a fî terdîd-il vehhâbiyye)
kitâbının birinci aslından, bir mikdâr terceme ediyoruz. Dikkat ile okunursa,
vehhâbîlerin aldandıkları, doğru yoldan ayrıldıkları ve müslimânları felâkete
sürüklemekde oldukları hemen anlaşılır.
Allahü
teâlâdan başkasını ta’zîm etmenin câiz olduğunu, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîfler ve Selef-i sâlihînin sözleri ve işleri ve âlimlerin çoğu
bildirmişlerdir. Hac sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Bir kimse, Allahü
teâlânın Şe’âirini ta’zîm ederse, bu iş, kalblerin takvâsındandır) buyuruldu.
Bunun için, Allahü teâlânın şe’âirini ta’zîm etmek vâcib oldu. Şe’âir, nişanlar,
alâmetler demekdir. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime Rabbüh” buyuruyor ki, (Şe’âir,
Şa’îreler demekdir. Şa’îre, alâmet demekdir. Görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanan
her şey, Allahü teâlânın Şe’âiri olur). Bekara sûresinin yüzellisekizinci
âyetinde meâlen, (Safâ ve Merve, Allahü teâlânın Şe’âirindendir)
buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın Şe’âiri, yalnız
Safâ ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka Şe’âir de vardır. Bunun gibi,
Şe’âir yalnız Arafât, Müzdelife ve Minâ denilen yerler değildir. Şâh Veliyyullah-ı
Dehlevî, (Huccetullah-il-bâliga) kitâbının altmışdokuzuncu sahîfesinde
diyor ki, (Allahü teâlânın Şe’âirinin en büyükleri dörtdür: Kur’ân-ı kerîm,
Kâ’be-i mu’azzama, Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” ve nemâz). Şâh Veliyyullah
“rahimehüllahü teâlâ”, (Eltâf-ül-kuds) kitâbının otuzuncu sahîfesinde
diyor ki, (Allahü teâlânın Şe’âirini sevmek demek, Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberi
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Kâ’beyi sevmek demekdir. Hattâ, Allahü
teâlâyı hâtırlatan herşeyi sevmekdir. Allahü teâlânın evliyâsını sevmek de
böyledir). [Çünki, (Evliyâ görülünce, Allah hâtırlanır) hadîs-i şerîfi
(İbni Ebî Şeybe)de ve (İrşâd-ut-tâlibîn)de ve (Künûz-üd-dekâık)da
yazılıdır. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, Evliyâ da, Allahü teâlânın
Şe’âirindendir. Evliyâyı, ulemâyı ta’zîm için, kabrleri üzerine türbe yapmanın
câiz olduğu (Câmi’ul fetâvâ)da da yazılıdır.] Mekke-i mükerreme şehrinde,
Mescid-i harâmın yanında bulunan Safâ ve Merve ismindeki iki tepecik arasında,
İsmâ’îl aleyhisselâmın annesi hazret-i Hâcer, gidip geldiği için, bu iki
tepecik, Allahü teâlânın Şe’âiri oluyorlar. O mubârek anneyi hâtırlamağa sebeb
oluyorlar da, bütün mahlûkların en üstünü ve Allahü teâlânın sevgilisi olan
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu, büyüdüğü, ibâdet etdiği, hicret etdiği, nemâz
kıldığı, vefât etdiği yerler ve mubârek türbesi ve Âlinin, Eshâbının yerleri
niçin Şe’âirden olmasınlar? Bunları neden yıkıyorlar? [Burada Âl kelimesi,
mubârek zevceleri ve Ehl-i beyti demekdir].
Kur’ân-ı
kerîm dikkat ile ve insâf ile okunursa, birçok âyet-i kerîmenin, Resûlullahı
ta’zîm etdiği, kolayca görülür. Hucurât sûresindeki âyet-i kerîmelerde meâlen,
(Ey îmân edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü
teâlâdan korkunuz! Ey îmân edenler! Peygamberin sesinden dahâ yüksek sesle
konuşmayınız! Ona “sallallahü aleyhi ve sellem” birbirinize seslendiğiniz gibi
seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibâdetlerinin sevâbları yok olur! Resûlullahın
yanında seslerini kısanların kalblerini, Allahü teâlâ, takvâ ile doldurur.
Onların günâhlarını afv eder ve çok sevâb verir. Onu dışarıdan bağırarak
çağıranlar, düşünemiyorlar. Dışarı çıkıncaya kadar bekleseler, kendileri için
iyi olur) buyuruldu. Bu beş âyeti insâf ile okuyan, düşünen bir kimse,
Allahü teâlânın, sevgili Peygamberinin ta’zîmini, ne kadar çok yükseltdiğini iyi
anlar. Ona karşı, ümmetinin edebli, saygılı olmasını ehemmiyyetle emr etdiğini
görür. Ona karşı seslerini yükseltenlerin bütün ibâdetlerinin yok olacağını
düşünen kimse, bu önemin derecesini anlıyabilir. (Benî Temîm)
kabîlesinden yetmiş kişi, Medîneye gelip, dışarıdan bağırarak, Resûlullahı
saygısızca çağırmışlardı. Bu âyet-i kerîmeler, bunlara cezâ olarak geldi. Ba’zı
kimseler, kendilerinin Benî Temîm soyundan olduklarını söylüyorlar. Bunun
içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Kaba ve işkence yapıcılar şarkdadır) ve
(Şeytân, buradan fitne çıkarır) buyurarak, mübârek eli ile Necd tarafını
gösterdi. Mezhebsizlerin bir kısmı da (Necdî)dir. Necd ülkesinden
türedikleri için, bu ism ile anılmakdadırlar. Yukarıdaki hadîs-i şerîfin haber
verdiği fitne, binikiyüz sene sonra ortaya çıkdı. Necdden Hicâza gelerek,
müslimânların mallarını yağma etdiler. Erkeklerini öldürdüler. Kadınlarını ve
çocuklarını esîr aldılar. Kâfirlerin yapmadıkları kötülükleri, alçaklıkları
yapdılar.
FÂİDE:
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, tekrâr tekrâr (Ey îmân edenler!) buyuruldu.
Bu da, Kıyâmete kadar gelecek olan bütün müslimânların, Resûlullaha “sallallahü
aleyhi ve sellem” edebli olmalarını emr etmekdir. Yalnız Eshâb-ı kirâm için
“radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” emr edilseydi, (Ey Eshâb) denirdi.
Nitekim, (Ey Resûlün zevceleri) ve (Ey Medîne ehâlîsi)
buyurulmuşdur. Nemâzın, orucun, haccın ve zekâtın ve başka ibâdetlerin, kıyâmete
kadar, bütün müslimânlara farz olduklarını bildirmek için (Ey îmân edenler?)
buyurulmuşdur. Böylece, vehhâbîlerin (Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” diri iken ta’zîm lâzım idi. Öldükden sonra saygı gösterilmez ve Ondan
yardım istenmez) sözleri, âyet-i kerîme ile çürütülmüş oldu.
Yukarıdaki
âyet-i kerîmeler, Allahü teâlâdan başkalarını da ta’zîm lâzım olduğunu
göstermekdedir. Bekara sûresinin yüzdördüncü âyetinde meâlen, (Ey îmân
edenler! Râ’inâ demeyiniz! Bize nazar et deyiniz. Allahü teâlânın hükmlerini
dinleyiniz!) buyuruldu. Mü’minler, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”
(Râ’inâ), ya’nî bizi gözet, koru derlerdi. Râ’inâ, yehûdî lisanında söğmek,
kötülemek olup, yehûdîler, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bu
ma’nâda Râ’inâ derlerdi. Kötü ma’nâsı da olduğu için bu kelimeyi kullanmağı,
Allahü teâlâ, mü’minlere yasak etdi. Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen,
(Sen aralarında olduğun için, Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz) buyuruldu.
Kıyâmete kadar azâb yapılmayacağı va’d edildi. Bu âyet-i kerîme, vehhâbîlerin
(O, aranızdan gitdi. Toprak oldu) sözlerini red etmekdedir.
Bekara
sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Meleklere, Âdeme karşı secde ediniz
dediğimiz zemân, secde etdiler. Yalnız İblîs secde etmedi) buyuruldu. Bu âyet-i
kerîme, Âdem aleyhisselâma ta’zîm olunmasını emr etmekdedir. Şeytân, Allahü
teâlâdan başkasına ta’zîm olunmasını inkâr ederek ve Peygamberlere hakâret
ederek, bu emri dinlemedi. Vehhâbîler de şeytânın yolundadırlar. Yûsüf
aleyhisselâmın anası, babası ve kardeşleri de kendisine secde ederek saygı
gösterdiler. Allahdan başkasına saygı, ta’zîm şirk ve küfr olsaydı, Allahü teâlâ,
sevdiği kullarını anlatırken bununla övmezdi. Ehl-i sünnete göre, Allahdan
başkasına secde harâmdır. İbâdet secdesine benzediği için harâmdır. Ta’zîmi
gösterdiği için değil!
Şeytân,
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, hep Necdli ihtiyâr şeklinde
görünürdü. Kâfirler Mekkede (Dâr-ün-Nedve) denilen yerde toplanıp,
Resûlullahı öldürmeğe karâr ver yirmibeş yaşında idi. Bu gelen emîndir. Bunun
sözüne uyarız dediler. (Bir kilim getirip taşı içine koyunuz ve hepiniz
kenârlarından tutup, taşın konulacağı yere kadar kaldırınız!) buyurdu. Sonra
mubârek elleri ile taşı kilimin içinden alıp, dıvardaki yerine koydu. O anda,
şeytân, Şeyh-i Necdî şeklinde görünüp, bir taş göstererek, bunu da,
destek olarak yanına koy dedi. Maksadı, o çürük taşın ileride ayrılarak,
Hacer-i esvedin yerinden oynaması, bu yüzden, herkesin Resûlullaha uğursuz
demesi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunu anlayıp (E’ûzü
billahi mineş-şeytân-ir-racîm) dedi. Şeytân, o anda gayb oldu, kaçdı.
Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu yazısında, şeytânın Şeyh-i
Necdî olduğunu dünyâya yaydığı için, bu büyük Velîye düşman oldular. Hattâ kâfir
dediler. Mezhebsizlerin üstâdlarının, önderlerinin şeytân olduğu buradan da
anlaşılmakdadır. Vehhâbîler, Resûlullahdan yâdigâr kalan mukaddes yerleri ve
türbeleri bunun için yıkıyorlar. Bu yerler, insanları müşrik yapıyor diyorlar.
Mubârek yerlerde, Allahü teâlâya düâ etmek şirk olsaydı, Allahü teâlâ hacca
gitmemizi emr etmezdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tavâf yaparken,
Hacer-ül-esvedi öpmezdi. Arafâtda, Müzdelifede düâ edilmez, Minâda taş atılmaz
ve Safâ ile Merve arasında koşulmazdı. Bu mubârek yerler, böyle ta’zîm
olunmazdı.
Ensârın
toplandığı yere, reîsleri olan Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh” gelince,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Reîsiniz için ayağa kalkınız?)
buyurdu. Bu emr, Sa’di ta’zîm etmeleri içindi. (Sa’d hasta idi. Onu hayvandan
indirmek içindi) demek yanlışdır. Çünki, hepsine emr olundu. İndirmek için
olsaydı bir iki kişiye emr olunurdu. Yalnız (Sa’d için) denirdi. (Reîsiniz)
demeğe lüzûm olmazdı.
Abdüllah bin
Ömer “radıyallahü anhümâ” hac için Medîneden Mekkeye giderken, yoldaki mubârek
yerlerde, Resûlullahın oturduğu yerlerde durur, nemâz kılar, düâ ederdi.
Buralarla bereketlenirdi. Resûlullahın minberine ellerini koyar, sonra yüzüne
sürerdi. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Hucre-i se’âdeti ve minberini öperek
bereketlenirdi. Hem Hanbelî mezhebinde olduklarını söyliyorlar, hem de, bu
mezhebin imâmının yapdığına şirk diyorlar. (Hanbelîyiz) demelerinin sahte olduğu
anlaşılıyor. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, imâm-ı Şâfi’înin gömleğini ıslatıp, bu
suyu içdi. Bununla bereketlendi. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî
“radıyallahü anh”, Resûlullahın mubârek kabrine yüzünü sürdü. Biri gelip
kaldırmak isteyince, (Beni bırak! Taşa, toprağa gelmedim. Resûlullahın huzûruna
geldim) buyurdu.
Eshâb-ı
kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahın eserleri ile teberrük ederlerdi. Abdest
alırken kullandığı su ile, mubârek teri ile bereketlenirlerdi. Gömleği, asâsı,
kılıncı, na’lınları, kadehi, yüzüğü ile ve kullanmış olduğu herşeyle
bereketlenirlerdi. Mü’minlerin annesi Ümm-i Selemenin “radıyallahü anhâ” yanında
mubârek sakalından bir kıl vardı. Hasta gelince, kılı suda bırakır. Sonra
çıkarıp bu suyu ona içirirdi. Mubârek kadehine su kor, şifâ için içerlerdi.
İmâm-ı Buhârînin kabrinden misk kokusu duyulurdu. Bereketlenmek için toprağından
alıp götürürlerdi. Hiçbir âlim ve müftî buna mâni’ olmazdı. Hadîs ve fıkh
âlimleri, bunlara izn vermişdir. (Üsûl-ül-erbe’a)dan terceme burada temâm
oldu.
[Eshâb-ı
kirâm ve Tâbi’în-i izâm zemânlarında, hattâ bin senesine kadar, Evliyâ, Sulehâ
çokdu. Herkes bunları ziyâret ederek bereketlenir, düâlarını alırlardı. Kabrle
tevessül etmeğe, cansız eşyâ ile bereketlenmeğe lüzûm kalmazdı. O zemânlarda
bunların az yapılması, câiz olmadıklarını göstermez. Câiz olmasalardı, mâni’
olanlar bulunurdu. Hiçbir âlim mâni’ olmadı. Âhır-zemân yaklaşdıkça, küfr
alâmetleri, bid’atler çoğaldı. İslâm düşmanları, fen adamı, din adamı şekline
girip, gençler aldatıldı. Bunlara (Zındık) denildi. Fen adamı şekline
girip aldatanlara (Fen yobazı), din adamı şekline girip aldatanlara
(Din yobazı) denildi. Dinsizlik, irtidâd, nefslerine uyan azgınların,
diktatörlerin işlerine yaradığı için, bu felâketi körüklediler. Âlimler, Velîler
“rahimehümullahü teâlâ” azaldı. Son zemânlarda, hiç görünmez oldular. Evliyânın
kabrlerinden, eşyâsından bereketlenmek zarûrî oldu. Her işde, her ibâdetde
olduğu gibi, bunlara da harâmlar karışdırıldı. Böyle karışık olan meşrû’ işlere
mâni’ olmamak, bunlara karışmış olan bid’atleri temizlemek lâzım olduğunu, islâm
âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Âlimlerin bu sözleri, (Ed-dürer-üs-seniyye
firredd-i alel-vehhâbiyye) kitâbında yazılıdır. Okuyanların hiç şübhesi
kalmaz. Bu kitâb 1319 ve 1347 senelerinde Mısrda basılmış ve 1395 [m. 1975] de,
İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. Vehhâbîlerin Hicâzdaki müslimânlara
yapdıkları zulmler ve işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının sonunda uzun
yazılıdır. Müslimânlar, kabr üzerine taş dikerler. Taşın üzerine meyyitin ismini
yazarlar. Ziyârete gelenler, taşdaki ismin sâhibinin rûhuna Fâtiha ve düâ
okurlar. Evliyânın kabrini ziyâret eden, ayrıca bunun rûhundan, şefâ’at ve düâ
etmesini ister.
Mescid-i
Nebînin dört tevsî’ini gösteren resm,
1-
Bâbüsselâm
2- Bâbı
Cibril
3- Bâbünnisâ
4-
Bâbürrahme
5-
Bâbüttevessül
6- Şebeke-i
seâdet
7- Hücre-i
seâdet
8- Muvâcehei
şerîfe
9- Mihrâb-ı
Nebî
10- Mihrab-ı
Osmânî
11- Kum
döşeli yer