İSLÂM'A   DAVET

 

 

 

BİRDEN FAZLA İSLÂM’A DAVET

HAREKETİNİN BULUNMASI

CAİZ MİDİR?

 

 

Buraya kadar olan bölümlerde herhangi bir İslâmi parti veya cemaatın nasıl olması gerektiğini programlı bir şekilde kâmil manada göstermeye çalıştık. Riayet edilmesi gereken temel esasları vererek ayrıntılara takılıp kalmadık. Ayrıntıları cemaatların müçtehitlerine bıraktık. Şimdi ise çalışma sahasında sahih ve doğru esaslar üzerine ikame edilmeyen öneriler ve kendisine cemaat denilmesi için şer’i şartları taşımayan bir çok hareketlerden bahsedeceğiz. Müslümanlardan müteşekkil bu gruplar ümmetin küçük problemlerini dahi çözmekten uzak basit çalışmalara razı olmakta, mütekâmil bir İslâmi görüşten gafildirler. Bunlar, bir bütün olarak hayata tatbik etmek için İslâm’ı yüklenmiş değillerdir. Ayrıca bu cemaatların sayısı her ülkede yüzlerle ifade edilmektedir. Değişik isimler altında vakıf ve dernekler olarak Müslümanların ceht ve gayretlerini tüketmektedirler. Müslümanlardan bir çoğu bunlara yönelse de bunlar İslâmi hedefleri gerçekleştirme basiretinden mahrumdurlar. Bu, ufak tefek vakıf, dernek ve grupları bir tarafa bırakıp bakışlarımızı sadece ileri görüşlü ve tam teşekküllü çalışan cemaatlara çevirdiğimizde, karşı karşıya kaldığımız vakıanın şeriatça makbul olup olmadığına bakmamız gerekmektedir. Acaba şeriat istenilen gayeyi gerçekleştirecek bütün iş ve çalışmaları kuşatan tek bir cemaatın olmasını mı istiyor yoksa şer’i usul çerçevesinde mevcut vakıayı İslâm’a göre değiştirmek için çalışan birden fazla cemaatın olması caiz midir? İslâm’ın veya Müslümanların problemlerinin bir parçasını veya sorunları kuşatıcı ve dengeli bir bütünlük içinde çözmek için çalışmanın hükmü nedir? Ayrıca yöresel, bölgesel veya evrensel boyutlarda faaliyet göstermenin hükmü nedir? Bunlarla ilgili sahih düşünce hangisidir.

İslâmi çalışmanın vahdeti veya birden fazla şekilde olabileceği konusu tartışmaya açıktır. İslâmi çalışmanın bir vahdet içinde olmasını vacip sayanlar olduğu gibi, birden fazla İslâmi hareketin bu çalışmayı yüklenmesinin caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Teferruatlardan usullere doğru konuyu taşıdığımızda şer’i delillerin ön gördüğü ve diğer gereklilikleri bir birinden ayırabiliriz. Bu sayede özü kabuktan ayırmış olacağız.

İslâmi çalışmanın tek bir birliktelik ve vahdet içinde yürütülmesinin vacip olduğunu söyleyenlere baktığımızda, onların görüşlerini iki ana başlık altında toplayabileceğimizi görürüz.

Birinci Başlık: İslâmi çalışmanın vahdeti şer’i bir farzdır.

İkinci Başlık: İslâmi çalışmanın vahdeti hareket gereğidir.

1- Şeriata göre İslâmî hareketin tek olmasının farz olduğunu ileri sürenlerin delilleri şunlardır:

A- Asıl olan Müslümanların ve ümmetin vahdetidir: Zira Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz sizin şu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim , Bana ibadet edin.”

“Şüphe yok ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Benden korkun.”

Rasul (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

“Mü'minlerin sevgide şefkat ve merhamette, birlik ve beraberlikteki misali bir vücut gibidir. Bir organ hastalandığında diğer organlar uykusuzluk ve ateşle ona katılırlar.”

B- Asıl olan vahdete teşvik ve ihtilaftan men etmektir: Çünkü Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Kendilerine apaçık beyanatlar gelmesinden sonra ihtilafa düşenler gibi paramparça olmayınız. Zira onlar için büyük bir azap vardır.”

“Dinlerini parça parça yapıp, bölük pörçük olanlardan mesul değilsin, onların işleri Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara ne yaptıklarını bildirecektir.”

C- Asıl olan cemaatlara değil tek bir cemaata bağlanmaktır:

Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Bir toplum oldukları halde bir ümmetin yönetimini parçalamak isteyen kim olursa olsun boyunlarını kılıçla vurunuz.”

Diğer bir hadisi şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:

“Nebî (s.a.v.) bizi çağırdı, biz de gittik ve ona biat ettik. Biz ona darlıkta ve genişlikte, kolaylıkta ve zorlukta başkalarının bize tercih edilmesinde de onu dinleyip itaat edeceğimize dair biat ettik. Ayrıca yönetim hususunda emîr ile tartışmayacağımıza söz verdik. Rasul (s.a.v.) şöyle dedi:    Ancak Allah'a karşı göstereceğiniz kesin bir delil ile yöneticinin küfre düştüğünü görürseniz karşı çıkabilirsiniz.”

Yine Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Cemaat rahmet, ayrılık ise azaptır.”

“Allah’ın yardımı, cemaatle beraberdir.”

2- İslâm'a davet ameliyesinin hareket ve beşeri zorunluluk olarak sayılması bir çok nedene dayanmaktadır. Bunlar:

a- Toplumda İslâmi değişimi meydana getirmek pek zor bir iştir. Cahiliye kuvvetlerini bulundukları yerlerden kovup def etmek kolay bir iş değildir. İslâmi mukavemetin (fikrî olarak, metot olarak ve nizam olarak) topluma hakim olması, tek bir metot çerçevesinde yek vücut olmuş bir gücü gerektirmektedir.

b- Devletlerin İslâm üzerindeki ve İslâmi hareket üzerindeki baskısı neticede tek bir İslâmi hareketi gerekli kılmaktadır ki buna engel olunsun. Bütün İslâm alemine söz geçirecek tek bir İslâmi mukavemet gücü olsa, Müslümanlar kendi aralarında her konuda yardımlaşarak tek bir cephe oluştururlar, Müslümanların saf dışı edilmemeleri, helak olmamaları ve kâfir güçlere kolayca yutulan bir lokma olmamaları için bütün İslâmi kuvvetleri tek bir güç olmaya çağırmak doğru ve güzel olan değil midir?

Akide açısından eğer İslâmi çalışmanın bir vahdet içinde yürütülmesi şeriatça farz olmasaydı, işlerin İslâm'a göre yürütülmesi ve İslâmca bir gidişatın muhafazası söz konusu olmayacak, İslâmi gidişat engellenmiş, tatil edilmiş ve hayattan uzaklaştırılmış olacaktı.

c- Şüphesiz mahalli İslâmi partiler ve güçler bugün İslâm alemine değişik cephelerden yardım etmek için küçük çapta gruplar oluşturmuşlardır. Bu küçük çaplı oluşumlar ısrarla çalışıp her açıdan gözlemler yapıp planlar çizerek her sahada topyekün bir başarıyı elde edecek durumda değildirler. İslâmi kuvvetlerin bu vakıadan kurtulup ümmeti çözüme kavuşturacak tek bir topluluk olmaları güzel değil midir? Yoksa onun tek bir cemaat olmasını gerektiren bu kadar sebebe rağmen ve sırf vahdet ve kaynaşma içinde olmadığı için bu kadar güçlüklerle karşı karşıya kalması mı daha güzel? Daha iyi olan bu mu?

İşte bu saydığımız gerekçeler ve diğerleri bütün dünyada tek bir İslâmi hareketin olması gerektiği hususunda hiç şüpheye yer bırakmamaktadır. Fikren olsun, nizam açısından olsun, hazırlık ve planlama açısından olsun bütün yönelişlerin en doğrusu budur.

Yukarıda saydığımız gerekçeler, İslâmi çalışmanın vahdetini vacip sayıp birden fazla cemaatın bulunmasını haram kabul eden kimselerin delilleridir. Delilleri vakıaya indirebilmek için içtihadımızı da İslâmi metoda göre yürütmemiz gerekmektedir.

Daha önce Müslümanların içinde yaşadıkları vakıanın dâr-ül küfür olduğuna ve Müslümanların bunu dâr-ül İslâm'a çevirmelerinin vacip olduğunu söylemiştik. Ayrıca bu işi Rasul (s.a.v.)'in Sünnetini adım adım takip ederek yapacak olan bir cemaatın olması gerektiğini de ifade etmiştik.

Şimdi de ikinci görüşe sahip olanların delillerine geçmeden önce bu işi ikame edecek cemaatın vakıasını tahlil edip açmamız gerekmektedir. Bu işi yapacak olan cemaat Müslümanların cemaatı mıdır yoksa Müslüman cemaatlar mıdır? Diğer bir ifadeyle Müslümanlardan bir cemaat mıdır?

Bunu öğrenmek için şöyle diyoruz: Allah, Müslümanlar yerine getirsin diye bazı farzları emretmiştir. Bu farzlardan bazıları ferdidir. Yani Müslüman kişi bunu bireysel olarak elde etme kudretine maliktir ve onu ikame etmediği sürece o farz ondan düşmez. Diğer bir takım farzlar da vardır ki, onun ikamesi bir cemaatın varlığına ihtiyaç gösterir. İslâm Devleti'nin kurulması ve ikamesi bu ikinci grup farzlardan bir farzdır. Allah'ın şeriatıyla hükmetme ameliyesi vaciptir. Ancak bu, Müslüman kişinin diğer Müslüman kişilerden ayrı olarak tek başına ikame edeceği bir farz değildir. Bilakis iradelerin ve güçlerin birleştirilmesini gerektiren bir ameliyedir. Bu gereklilik; "vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir." kaidesi mucibincedir.

İşte bu farz; ikamesi gereken farzı kifayelerdendir. Bu farzı ikame etmeyip oturana büyük bir günah vardır. Ancak bu farzın tabiatı bütün Müslümanlara ihtiyaç göstermemek bakımından farzı kifayedir. Diğer bir ifadeyle bütün Müslümanlar içinde onu ikame edecek bir cemaata ihtiyaç vardır. Bu cemaatın varlığı ve bu farzı ikameye çalışması cemaat fertlerinin üzerinden günahı düşürür. Fakat onu ikameye çalışmayanın üzerinden günah kalkmaz.

Bu farzı gerçekleştirmek üzere Müslümanlardan oluşan cemaat, çalışmaya başladığında benimsediği ve kendisine lazım olan fikirlerin doğruluğunu veya yanlışlığını denetleyebilmelidir.

Bu Müslümanların topluluğu değildir. çünkü kendileriyle beraber çalışmayan, onların dışında kalan daha bir çok Müslüman fertler vardır. Bunlardan bazıları ileride birden çok cemaatın bulunmasının caiz olduğunu işlerken açıklayacağımız gibi başkalarıyla beraber çalışmaktadırlar. Bazıları da hiç bir cemaatla beraber çalışmamaktadırlar.

Diğer taraftan bu cemaatlar halife olmadıkları gibi onun yerini de tutamazlar. çünkü Halifeyi ilgilendiren hükümler nedeniyle halifeyle alakalı hiç bir ameli veya yetkiyi kullanamazlar.

Bu cemaat sadece Müslümanlardan bir cemaattır. İslâm ümmeti, bütün fertleriyle Müslümanlar topluluğudur. İşte bir bütün olarak İslâm ümmeti bağrında cemaatleri fertleri ve halifeyi barındırmaktadır.

Müslümanlar topluluğu; aralarında bağ oluşturan İslâm akidesinin bir araya getirdiği ve kardeş yaptığı İslâm Ümmetinin ta kendisidir. Zira Müslümanlar feri meselelerde ihtilaf içinde olsalar da bu, onların kardeşliğine bir zarar getirmemekte, onları bir birinden ayırmamaktadır. Kardeşliğin ölçüsü şer’i ahkam olduğu sürece Müslüman Müslümanın kardeşidir. Yani bir fert veya cemaat İslâm akidesinden dışarı çıkınca İslâm ümmetinden de çıkar ve cehennemlik olur. Rasul (s.a.v.)'in şu hadis de bunu göstermektedir:

“Dinini terk eden cemaattan çıkmıştır.” Yani İslâm cemaatından ayrılmıştır. Rasul (s.a.v.)’in şu hadisi de böyledir:

“...Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Biri dışında hepsi cehennemliktir. Dediler ki: O fırka kimdir? ya Rasulullah! Dedi ki: Ben ve ashabımım üzerinde olduğu üzere olanlardır.”

İslâm toplumu veya İslâm ümmeti diğer insanlardan ayrı olarak tek bir ümmettir. Bu ümmet içinde Müslümanlar birbirlerinin malından ve canından sorumludurlar. Birinin malı ve kanı diğerinin malı ve kanıdır. En uzaktakini yakındaki bir komşu gibi değerlendirir. Bütün Müslümanlar onlara zarar vermek isteyenlere karşı tek yumruk ve tek kuvvettir. Bazı ayrıntılarda içtihat ve kavrayışları muhtelif olsa da bu birliktelik değişmez.

Öyleyse "Müslümanlar Topluluğu" kavramı ile "Müslümanlardan bir cemaat" kavramı arasında açık bir fark vardır. Dolayısıyla "Müslümanlar Topluluğu" kavramı ile ilgili delilleri "Müslümanlardan bir Cemaat" kavramına uygulamaya çalışmamız apaçık bir hatadır.

Binaenaleyh Allah (C.C..)'nın “Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, yalnız Bana ibadet edin.”

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, sadece benden korkun.” şeklindeki kavli kerimini ve Rasul (s.a.v.)’in;

“Müslümanların sevgide, şefkatte, birlik ve beraberlikteki misalleri bir vücuda benzer. Ondan bir organ şikayet ederse diğer organlar da ateş ve uykusuzlukla ona katılmaya çağrılırlar.” tarzındaki sözü hep bir aile olarak İslâm ümmeti için söylenmiştir. Yoksa Müslümanlardan bir cemaat için söylenmemiştir. Buna göre hangi cemaat bunları yanlış değerlendirip kendini tek İslâm cemaatı olarak kabul ederse sakıncalı ve hatalı bir yargıya varmış olur. Bu hatalı ve yanlış anlayış, kendileriyle beraber olmayanları, dinlerini terk etmiş olanlar gibi değerlendirmelerine ve kendilerine kardeş saymamaları neticesine götürecektir. Hatta onları cehennemlik olarak değerlendireceklerdir.

Birden fazla İslâm cemaatının olmayacağına delil olarak kullandıkları:

“Kendilerine hidayet geldikten sonra parça parça olup ihtilafa düşenler gibi olmayın. Zira onlara büyük bir azap vardır.”

“Dinlerini bölük pörçük yaparak parça parça olanlardan sorumlu değilsin. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onların ne yaptıklarını onlara haber verecektir.” şeklindeki ayeti kerimeler mevzuya mutabık değildirler. Bu alanda kullanılamazlar.

Gerçek şu ki bu iki ayetin birden fazla İslâmi cemaatın olması mevzusuyla yakından bir alakası yoktur. Çünkü bu iki ayetin konusu akidedir. Şer'i ahkam değildir. Bu ayetlerin açıklaması şöyledir: Kendilerine hidayet geldikten sonra yani vazıh akide ve kati delil geldikten sonra dinlerini parça parça yapıp ihtilafa düşenler gibi olmayın. Ayette kastedilen topluluk, Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Zira ayette geçen "Onlara büyük bir azap vardır" ifadesi, onlara yöneliktir. Hatta İmam Beydavi: "...ayrılığa düşenler gibi olmayın" ayetinin tefsirinde şöyle demektedir: "Tevhitte, tenzihte ve Ahiret hayatının ahvali konusunda ihtilafa düşen Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi olmayın. "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra" Üzerinde ittifak etmeleri gereken haktan gelen apaçık    hüccetler gelmişti. Ayette nehyedilen ayrılık ve ihtilaftan maksat akidede ihtilaftır. Ayette, teferruattaki ihtilaf kastedilmemektedir. Bunun delili de Rasul (s.a.v.)'in şu sözüdür: “Kim ictihad edip isabet ederse ona iki sevap, hata ederse bir sevap vardır."   "Onlara büyük bir azap vardır" Allah (C.C.) akidede ayrılığa düşenlere azabı vaad ederek onlara benzeyenleri tehdit ediyor." (Beyzavi'ni sözü burada sona erdi.)

Mevcut fasit vakıayı değiştirmeye çalışan cemaat, şer’i hükümler muvacehesinde diğerlerinden ayrılmaktadır. Şer'i hükümlerde diğerlerine muhalefet etmiştir veya diğerleri ona muhalif düşmüşlerdir. Buna rağmen o cemaat Müslümandır ve akidesi de İslâm’dır. Birbirlerine olan ihtilafları şer’i ahkamdadır, akide üzerine değildir. Öyle ise yukarıda geçen ayetler İslâm akidesine muhalefet edenleri kastetmektedirler, ahkamda ihtilafa düşenlerle asla bir ilgisi ve alakası yoktur.

Ayetin lafzı geneldir. Sebebin hususi olmasına değil hükmün umumiliğine itibar edilir şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Buna cevaben, buradaki genellik, hakkında indiği konunun dışına çıkmaz deriz. Ayet akide ilgili konulara muhalefet etmede geneldir. Fakat akidenin dışındaki konularda genel değildir. Diğer taraftan bunun aksine bir yaklaşım, içtihattaki ihtilafı caiz gören hadislere ters düşer. Bu meselenin üçüncü boyutu da vardır ki o da eğer yanlış değerlendirilecek olursa her ihtilaf başka bir dini ortaya çıkaracaktır. Bu da ancak akidede bir ihtilaf için söz konusu olabilir.

Yukarıda geçen ikinci ayeti kerimeyi ele alalım.

“Dinlerini parça parça edip bölük pörçük olanlardan sen sorumlu değilsin. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra Allah onların ne yaptıklarını onlara haber verecektir.” İbni kesir şöyle diyor: (Mücahit, Katede, Dahhak ve Süddi dediler ki; Bu ayet Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında indi. Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre Rasul (s.a.v.) şöyle demişti:

“Onlar bid’at ehlidirler (onlar parça parça olmuştu).” Yani milel ve nihal ehli gibi veya dalalet ehli gibi ayrılığa düşenler kast edilmiştir. Allah (C.C.) Rasul (s.a.v.)'i, onların düştükleri bu dalaletten korumuştur. Ali b. Ebu Talib (r.a.)'den rivayetle gelen Kesai ve Hamza (r.a.)'ın kıraatında; "Dinlerini tek edenler" yani Hıristiyan ve Yahudilerden Allah'ın onlara inzal buyurduğu dinlerini terk edenlerdir. "Sen onlardan sorumlu değilsin") (Beydavi diyor ki: "Yani dinlerini dağıttılar, bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr ettiler, böylece dinlerini terk etmiş oldular.)

Evet gerçekte akidede ihtilafın meydana gelmesi teferruattan farklıdır. Bu ve benzeri bir çok ayeti kerime bizi bundan men etmiştir ki, Yahudi ve Hıristiyanların düştükleri duruma düşmeyelim. Öyle ki onlar nebiler hususunda bile ihtilafa düşüp dinlerini terk ederek, bid'at ve dalaletlere düşerek param parça oldular. Ayrı ayrı akidelere sahip millet, grup ve mezhepler haline geldiler. Allahu Teâla'nın şu sözü de bunu açıklamaktadır: "Fakat onlar ihtilafa düştüler. Kimileri inandı kimileri de küfre düştü." Görüldüğü gibi konu küfür ve iman konusudur. Kaldı ki akidenin dışında kalan ameli konulara gelince, deliller; nassların içerdiği mana ve delalet ettiği şeyin dışına çıkmaksızın farklı kavrayışların olabileceğini göstermektedir. Bu durum Müslüman alimlerce bilinmesi zorunlu olan hususlardandır. Cemaatlar, şer’i hükümler çerçevesinde kurulu oldukları müddetçe, akidede ihtilafın caiz olmadığına delalet eden nassların birden çok İslâmi hareketlerin de caiz olmadığına delil olarak kullanmak basit bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Delil olarak ileri sürülen şu hadise bir bakalım:

“Şöyle şöyle belalar olacaktır! Bir birlik iken kim onların bu birliğini bozmaya çalışırsa, kim olursa olsun kılıçla boynunu vurun.” Ayrıca; “Kim ayrılırsa bizden değildir.” Ayrıca şu hadis de mevcuttur:

Nebî (s.a.v.) bizi çağırdı, gittik. Ona darlıkta ve genişlikte, kolaylıkta ve zorlukta kulak verip itaat edeceğimize, onu kendimize tercih edeceğimize, yönetim hususunda emirle çekişmeyeceğimize dair biat ettik. Rasul (s.a.v.) şöyle dedi: Ancak Allah katında size delil olabilecek açık bir küfür görürseniz başka.”

Ne var ki bu deliller halifeye yapılacak biatla, itaat etmekle halifede açık bir küfür görülmediği ana kadar ona karşı çıkmanın caiz olmadığına dairdirler.

"Size gelip sizinle tartışan, birliğinizi bozan kim olursa    olsun boynunu vurun" delili, halifenin yerini tutma durumunda olmayan cemaatlerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Aksine halifenin belirlenmesi ve onu hesaba çekme konusunda delildirler.

“Allah'ın yardımı cemaatla beraberdir.”

“Cemaat rahmet, ayrılık ise azaptır.” v.s. hadislere gelince, bunların da birden fazla cemaatın yasaklanmasıyla ilgisi yoktur. Zira Müslüman cemaatın veya Müslümanlardan bir cemaatın koruması, himayesi altında yaşayan her fert rahmeti hisseder. Fakat uzaklaşma ve ayrı kalma şeytana yakın olma mahiyetindedir. Rasul (s.a.v.)"in şu sözü de bu durumu ifade etmektedir:

“Sürüden ayrılanı kurt yer.” İşte kastedilen azap budur. Bu hadislerin ne lafzı ne de manası Allah'ın hükmüyle hükmetmek için çıkan cemaatların tek bir cemaat olmasının farziyetine delalet etmemektedir. Bütün bunlar birden fazla İslâm cemaatının olmayacağını savunanların delilleri idi. Görülüyor ki bunların hepsi onların kullandıkları alana uygun düşmemektedirler.

Diğer taraftan akli olarak tek bir cemaatın olmasındaki gereklilik ve birden fazla cemaatın olmasının hedefe ulaşmada engel teşkil ettiğinin ortaya konmasına gelince: Gerçek şu ki bunlar birden fazla İslâm cemaatının bulunmasına ne engel olur ne onu haram kılar ve ne de tek bir cemaatın olmasını farz kılar. Kaldı ki haram ve farz kılan ancak şer’i delildir, şeriattır. Ümmetin içinde yaşadığı kötü vakıa tamamen doğru anlaşılıp ortaya konmalı, vakıa hakkında sağlam bir teşhise varılmalı, sonra şeriata yönelip bu vakıa ile alakalı delile tespit edilmeli, sonra bu şer’i delillerle neyin farz neyin haram olduğu ortaya konmalıdır. Çözüm böyle üretilir. Yoksa vakıadan herhangi bir hükmü istinbat etmemiz, almamız söz konusu bile olamaz.

 

 

Birden Fazla İslâmi Hareketin

Bulunmasının Caizliği

 

Birden fazla İslâmi hareketin bulunmasının caiz olmadığını, tek bir hareketin olmasının farz olduğunu iddia edenlerin ortaya koydukları delillerin delil olmadıkları açık seçik belli olması, bir şeyin yasaklanması onun zıddının ispatlandığını göstermez. Yani Allah'ın hükümleriyle hükmetmek için çalışan birden fazla cemaatın olmasının meşruluğu buna dayandırılamaz. Zira bunun caiz olduğunu gösteren sağlıklı delillerden dikkatlice istinbat edilmiş sağlam hükümlerin bulunması lazımdır. Bu deliller nelerdir?

Esaslarda yani akidede değil de amelde ve teferruatta ihtilafın caiz olduğunun delilleri sayılmayacak kadar çoktur. Gerçek şu ki; Sünnet, furüda ihtilafın olmasını caiz kılmaktadır. Sahabelerin kendi aralarındaki ihtilaflar da böyledir. Tabilerin ve geçmiş ulemanın ihtilafları da bu niteliktedir. Yasaklanan ihtilaf, kâfirlerin kendi aralarında düştükleri ihtilaftır. Kâfirlerin düştükleri ihtilaf dinin esaslarındandır, teferruatından değildir. Örneğin peygamberlere olan muhalefetleri ve Ahirette tekrar dirilme, haşır ve neşir konusunda, Allah'tan indirilen kitaplar hakkındaki ihtilafları ve böylece grup, hizip, millet ve fırka olmaları hep bu kabildendir. Allah (C.C.)'ın nebilerine inzal buyurduğu haktan saptılar ve kendilerine tabi olanları da saptırdılar.

“Hizipler kendi aralarında ihtilafa düştüler. Herkesin toplanacağı o büyük günde vay o kâfirlerin haline.” ayetiyle Allahu Teâla, bu nitelikteki bir ihtilaftan sakındırmaktadır.

Hendek Savaşı günü; Rasul (s.a.v.)'in:

“Kim bu sözüme kulak verip itaat ediyorsa İkindi Namazanı, Beni Kureyza yurdunda kılsın” sözünü sahabenin farklı şekilde anlamalarını Allah'ın Rasulünün ikrarı ile Rasul (s.a.v.)'in: “Hakim ictihad edip isabet ederse iki sevap, hata ederse bir sevap alır.” hadislerinden yapılan istidlaller şunlardır:

1- Müctehid hata da eder, isabet de eder. Müctehid olması hata etmeyeceği anlamına gelmez.

2- Müçtehidin istinbat ettiği hüküm hatalı da olsa şer’i hükümdür.

3- Müctehid hata yaptığında bunu bilemez. Kaldı ki hata yaptığını bilse o görüşte kalması caiz olmayacaktır. Böylece kavrayışının doğru bulduğu başka bir görüşe varacaktır.

4- Hata da yapsa isabet de etse müçtehid Allah katında mükafat kazanır. Ancak isabet ettiğinde alacağı ecirle hata ettiğinde alacağı ecir arasında fark vardır.

Zanni meseleler kapsamına giren şer’i hükümlerdeki ihtilaflarından dolayı Müctehidlerden günahın kaldırıldığında imamlar arasında ittfakın var olduğu fıkhın bilinen konularındandır.

Kurtubî rahmehullah, tefsirinde şöyle demektedir: "Binlerce kişi olsalar da sahabelerin hadiseler hakkındaki ihtilafları hep olagelmiştir." Bunun gibi "Fakih ve Mütefakkih" adlı eserinde el-Bağdadi, Ömer b. Abdü'l Aziz'in şöyle dediğini rivayet eder: "Muhammed (s.a.v.)'in ashabı şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde ihtilaf etmeseydi bu durum beni sevindirmezdi. Zira onlar ihtilaf etmeselerdi, ruhsat durumu da olmayacaktı."

Diğer taraftan büyük İslâm ulemasından müellifler, ihtilafın sebebini açıklayan bir çok eser kaleme almışlardır. Tespit ettikleri sebeplerden bazıları şöyledir:

- Bir insanın diğer bir insandan bazı açılardan daha üstün veya aşağı olması söz konusudur. Güçler anlayışlar, muhakeme gücü v.b. yeteneklerin farklı olması neticesinde ictihadlar ve delillerden hüküm istinbat etme işi de muhtelif olmaktadır. Bu durum sahabe döneminden zamanımıza kadar böyle devam edegelmiş ve Kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Ayrıca şeriatın yapısı itibarıyla şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde müslümanların farklı görüşler ortaya koymalarına elverişlidir. Bu da onun rahmet olan karakterinin bir neticesidir.

- Muhtelif kıraatlar muhtelif anlayışlara götürür. Her müctehit kıraatının doğruluğunda ayeti anlar. Abdest ile ilgili ayette durum böyledir. Kıraatın farklı olmasından dolayı iki ayağın yıkanacağı mı yoksa mesh edileceği mi konusunda ihtilaf olmuştur.

- Fıkıh alimlerinin bazı hadiseler üzerindeki ihtilafları da mevcuttur. Bazen olur ki hadis falanca alim veya fakihin kanaatına göre sahih olur, fakat diğer bir fakihin hadisi kabul ve red kriterlerine göre o hadis zayıftır. Örnek olarak mürsel hadisleri bu bakımdan ele alabiliriz. Gerçek şu ki, bu ümmetin fakih imamları, mürsel hadislerin hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazıları mürsel hadisi hüccet kabul etmelerine rağmen bazıları da hüccet kabul etmemişlerdir. Munkatı hadisler mevzusu da böyledir.

- Öyle olmuş ki bazen deliller birbirlerine muarız olabilmiştir. Örneğin, bir kısım nass necis olan şeyle tedavi olmayı pis olması sebebiyle nehyetmiştir.

“Allah çeşit çeşit hastalık ve onların devasını vermiştir. Her hastalığa bir ilaç ihsan etmiştir. Öyle ise tedavi olunuz. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayınız.” Buna karşılık diğer bir nass, necis olan şeyle veya haram olan şeyle tedavi olmayı mübah kılmıştır. Meselâ; hadiste şöyle geçmektedir: “Nebî (s.a.v.) Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr için ipek giyme ruhsatı verdi. Zira onların vücutlarında bir kaşıntı vardı.” Buna benzer bir hadis de şöyledir: “Müslümanlar, devenin sidiğiyle tedavi oluyorlardı. Bunda bir beis görmezlerdi.” Bu şekilde olan durumlar ihtilafa sebep olmuştur.

- Diğer taraftan sarih bir nassın bulunmadığı meselelerde Allah'ın hükmünün bilinmesi ictihadla olacağından ve ictihadın da ihtilafa açık bir nitelikte olup zann ifade ettiğinden muhtelif ictihadların olması pek tabiidir.

- Ayrıca lafızların delaleti bakımından Arapça lisanının pek geniş olması, hakiki, mecazi, mutlak-mukayyed, âmm-hass gibi ifadelerin mevcudiyeti de ihtilafa sebep olmuştur. Gerçek şu ki vahyin taşıyıcısı olan Arapça lisanının karakteri böyledir. Yani Allah'tan inen vahyi taşıyan lafızlar ve terkipler farklı mana ve birden çok şeye delalet edebilmektedir. Allah (C.C.)'ın boşanmış hanımlar hakkındaki şu ayetini ele alalım:

“...Kendi kendilerine üç kuru beklerler.” İşte bu ayetteki "kuru" sözcüğü bazen temizlik müddeti bazen de hayızlı olma hali anlamına gelebilmektedir. Buna göre kast edilen mana hangisidir. İşte bu durum bu mevzuda ihtilafın meydana gelmesindeki haklı nedendir.

Yukarıda sıraladıklarımız şeriat hakkında umumi manada söylenecek şeylerdir. Esas konumuza dönersek acaba durum aynı mı olacaktır? Yoksa farklı mı olacaktır? Yani şeriatın hüküm koyduğu ve hükmü ikrar ettiği şer’i hükümler konusunda ihtilafın meydana gelmesinin caiz olması birden fazla İslâmi hareketin olmasını de caiz kılar mı, yoksa bu çerçevenin dışına çıkaracak bu konunun özel bir takım delilleri mi vardır?

Kaldı ki cemaat ve hizipler farklı biçimde şeriatı anlama gerçeği üzerine kaimdirler. Onların durumu tıpkı herhangi bir şer’i anlayış gibidir. Ancak subutu ve manaya delaleti kati bir nass varsa o başka. Bir cemaatın benimseyeceği şer’i hükümler, yanılma veya isabet etme ihtimali olan ictihadi şer’i hükümlerdir. Buna göre bir müslümanın birçok hatasını gördüğü bir cemaatla beraber çalışması caiz değildir. Böyle bir cemaatla karşılaştığı zaman nasihatta bulunması gerekir. Bunun yanında, Allah katında sorumluluktan kurtulması için beraber çalışacağı bir cemaatı da aramalıdır. Yukarıda insanların, alimlerin ve şeriatın inzal olduğu dilin tabiatının ihtilafa müsait olduğunu belirtmiştik. İşte bütün bunlar birden fazla İslâm cemaatının mevcudiyetini temize çıkaran delillerdir. Şeriatı anlamada ihtilaf söz konusu olduğu sürece bunda bir zarar yoktur. Böylece doğruya en yakın olan cemaat veya hizip ile birlikte çalışmak vacip olmaktadır.

Allahu Teâla'nın şu sözü de böyle değerlendirilmelidir:

“Sizden hayra davet eden, marufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.”  Bu ayet, görevi hayra davet etmek, marufu emretmek ve münkerden de sakındırmak olan en azından bir cemaatın bulunmasını emretmektedir. Ayette sadece bir cemaatın bulunması da kastedilmemektedir. Maksat öyle olsaydı, muhtemelen ayette, "tek bir ümmet" ifadesi de yar alacaktı. Ayet; olması istenen cemaatın çeşidini ortaya koymak için, görevi hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olan bir cemaatın bulunmasını istemektedir. Zira bu öyle bir farzı kifayedir ki sadece bir cemaatın bulunmasıyla da varlığı tahakkuk etmiş olur. Ancak birden fazla anlayıştan kaynaklanan birden çok cemaatın bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu ayetteki ifade biçimi daha bir çok ayet ve hadiste mevcuttur. Meselâ; şu hadise bu açıdan bir bakalım, Hadis şöyledir:

“Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin...” Burada maksat bir tek münker değildir. Bilakis münker bir cinsi ifade ediyor.

Ebu'l A'la el-Mevdudi "Din ve Devlet Ekseninde İslâmi Kavramlar" adlı kitabında, marufu emretmek ve münkerden alıkoymak farziyeti adlı başlık altında şöyle demektedir: "Sizden hayra davet eden bir ümmet bulunsun" ayetindeki "kısımlandırma" emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker farziyetinin ümmet içinde belli bir cemaata hasredildiği, özel kılındığı anlamında değildir. Bilakis öyle bir farziyettir ki durum ne olursa olsun her halükarda bunu ifade edecek bir cemaatın bulunmasını vacip kılmaktadır. Yani hiç olmazsa bir cemaat bunu eda etsin. Bu farziyetin eda edilişi sayesinde hak ve    hayır yolu aydınlansın ve insanların ona tutunmaları kolaylaşsın. Ayrıca batıl ve karanlık şer yolu da böylece engellensin. Unutulmamalıdır ki, bu farziyet ümmet tarafından eda edilmediğinde ve bir cemaat boyutunda olsa da bu farziyet yerine getirilmediği takdirde Allah'ın lanetine düçar olunmuş olur. İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet    olmanın yerine şiddetli bir azabı haketmiş olacaktır.

Buraya kadar anlattıklarımızdan şu neticeler ortaya çıkmaktadır:

- Şeriatı vazedenin onu rahmet kıldığını iyice bilmemiz gerekmektedir. Onu rahmetten zahmete çeviren faktör yalnızca, Müslümanların kötü kavrayışlarıdır. Örnek olarak şu kadri yüce İslâm fıkhının iki büyük fakihi olan İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel'i bu ümmetin birer imamları olarak nasıl görüşe sahip olduklarına bir bakalım: "Görüş Farklılıkları" adlı kitapta anlatıldığına göre; İmam Şafiî'nin öğrencileri İmam Şafiî'ye gelerek, farklı görüşlerine sahip oldukları için Ahmed b. Hanbel'in öğrencileri ile tartıştıkları halde Ahmed b. Hanbel'in nasıl olur da kendisini ziyaret edebildiğinden şikayetlenirler. Bunun üzerine Şafiî (r.a.) şöyle der:

Diyorlar ki, Ahmed seni ziyaret ediyor sen de onu,

Ben de diyorum ki, faziletin ait olduğu yer değişmiyor,

O beni ziyaret etse, üstünlük ondadır.

Ben onu ziyaret etsem üstünlük yine ondadır.

Her iki durumda da üstünlük ona aittir.

Buna benzer bir olay Ahmed b. Hanbel ve öğrencileri arasında vukuu bulmuştur. O da şöyle demiş:

Her ne kadar ihtilaf etsek de,

İlim bir ana gibi bizi uzlaştırır,

Pınarların suyu tek bir kapta bize sunulsa da

Tadı bize muhtelif gelecektir.

- Bunun içindir ki kim bütün Müslümanları tek bir İslâmi hareket içinde tutmaya çalışıyorsa onun şeriat vakıasından da haberi yoktur. Ayrıca insanın gerçeğinden ve vakıasından haberi yoktur. Biz böyle bir tutum içinde olanlara İmam Malik'in, Harun er-Raşîd'e dediğini diyoruz. Harun er-Raşîd İmam Malik'in mezhebini tek başına topluma kabul ettirmeye karar verip diğer mezhepleri engellemeye çalıştığında İmam Malik ona şöyle dedi: "Allah'ın kendilerine geniş kıldığı şeyi (dini) müslümanlara daraltma."

- Diğer taraftan kâfir devletler ve ona tabi olan sistemlerin sahipleri ne zaman yeryüzünde Allah'ın hükmüyle hükmetmek için çalışan bir cemaat veya cemaatları görseler çok kötü uslüplarla iftira ve yaygara kopararak bu cemaatları kendi gaye ve amaçlarına ulaşma yolunda akim bırakmaya çalışıyorlar. Bu konuda çok uyanık olmamız gerekmektedir. Birden fazla İslâmi hareket, hizip veya cemaatın olması caiz değildir dersek bu demektir ki her cemaat kendi dışındakilerle birleşmelidir. Bu da kendisi ve diğerlerini birbirine karıştırmak demektir. Ne var ki bunun aksi bizden istenmektedir. Diğer bir ifadeyle diğerlerinin kendi halinde bırakılması ve insana faydalı olan özün geriye bırakılması makbul olanıdır.

- Madem ki birden fazla İslâmi hareketin bulunmasını caiz kabul etmeyen ve yalnızca bir tane İslâmi hareketin bulunması gerektiğini öngören bu görüş, şeriatın, insanın ve şeriatın inzal olunduğu lügata muhaliftir. Öyle ise bu tezin tahakkuk etmesi asla mümkün değildir. En önemli işin yerine getirilmesiyle ilgili bir kaç söz kaldı. O önemli iş Hilâfet'in ikamesi meselesidir. Müslümanlar birleşmedikçe "Allah onlara yardım etmez" demek doğru ve makbul değildir. Aslında şöyle denilmelidir: "Müslümanlar Allah'ın ipine sımsıkı sarılıp onun emrini yerine getirme işinde şer’i hükümle kendilerini kayıtlı kılmadıkça    Allah onlara yardım etmez."

Şer'i hükme bağlananların sayısı az da olsa Allah onlara yardım edecektir. Hak üzere olan bir tek kişi bile çok büyük bir güce sahiptir. Batıl üzere olanların sayısı çok olsa da her zaman “hiç” hükmündedirler.

Bu konuda şunu da belirtirsek sözü tamamlamış oluruz. Gerçekten halifenin mevcudiyeti ve İslâm Devleti'nin varlığı Müslümanların birlik ve beraberliğinin en belirgin vasfıdır. Bu siyasi birlik ve bütünlüğün dışında ittihat söz konusu değildir. Muhtelif anlayışlarla karşı karşıya kalsak da bize düşen itaattır. Siyasi birliği muhafaza edecek hükümleri ortaya koyacak olan veya müctehidlerin ictihadlarından hüküm benimseyerek bunu sağlayacak olan kişi halifedir. Böylece ihtilaf ortadan kalkar. Halife bu hususta men edilemez. Zira onun emri zahiren ve batınen Müslümanlar üzerine tatbik edilir, icra ve infaz edilir. Fakat herhangi bir hizbin emrine gelince, onun buyruğu cemaat içindeki ihtilafı bertaraf eder. Cemaat organlarının birliğini sağlar. Bütün Müslümanlar arasındaki ihtilafı gideremez.

 

 

Evrensel Hareket mi?

Yöresel Hareket mi?

 

İslâm’ın evrensel olmasını öne süren Müslümanlar, bunu İslâm dininin evrenselliğine bağlamışlardır. çünkü Muhammed (s.a.v.) bütün insanlara gönderilmiş bir Rasuldür. Buna göre İslâmi hareketin bütün dünyaya yayılmış evrensel bir hareket olması gerekmektedir. İslâmi değişimin yüklendiği devasa sorumluluklar da hareketin evrenselliğini zorlamaktadır. Yani tüm dünyanın İslâmi nasslara göre değiştirilmesi hareketin evrensel olmasını gerektirmektedir. Bu görüş sahipleri Kur'an'dan da delil getirmektedirler. Örneğin:

“Ve işte böylece Rasul üzerinize şahit, sizde insanlar üzerine şahit olasınız diye sizi üstün bir ümmet kıldık.”

“De ki; ey insanlar, şüphesiz hepinize gönderilmiş bir Rasûlüm.”

“Biz seni bütün insanlara bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”  v.b. ayetleri delil getiriyorlar. Diğer taraftan Rasul (s.a.v.) de davetini bütün insanlığa en güçlü kavimlere yöneltmiştir. Bütün ve askeri mülki amirlere ulaştırmıştır. Meselâ; Habeş Kralı Necaşi'ye, Rum'un büyüğü Heraklit'e, Kıbti Prensi Mukavkıs'a, Fars Kisrası'na davetini elçi ve mektuplarla tebliğ etmiştir. Bunun içindir ki İslâmi çalışmanın şurada veya burada mahalli küçük dernek ve gruplar şeklinde olması caiz değildir. Aksi takdirde İslâmi gayret ve çalışma boş vadide yankılanan bir ses olmaktan öteye gitmez.

Evet şüphesiz İslâm, akidesiyle, nizamıyla evrenseldir.

Allah C.C. her şeyin halikıdır. Her şeyi O düzenler. O, Alim ve Habirdir. Bir basit sudan yaratılmış aciz ve zayıf bir mahluk olarak insanın O'na sığınması kaçınılmazdır. Allah insanın yaratıcısı ve bütün insanların Rabbıdır. İnsanın varlık sebebi ve yaratılış gayesi Allah'a kulluktur. Ayrıca insanın varlığının hayat sonrasıyla da, tekrar dirilme, hesap, cennet veya cehennemle de bağlantısı vardır. İmana ve küfre, itaata ve isyana karşılık öbür dünyada mükafat ve azap vardır. Akidenin gerçek yapısının bütün insanlara ulaştırılması gerekmektedir.

“Ta ki hayat bulan bir delil beyanat üzere hayat bulsun, helak olan da delile rağmen helak olsun.”  ayetinin gereği onlara ulaştırılmalıdır.

Ayrıca bu akideden fışkırmış olarak Allah'ın Rasulü'ne inzal buyurduğu nizam, insanların renk, ırk ve mevkisine bakmaksızın sadece insan olması hasabiyle bütün insanlar için gelmiş bir nizamdır.

Evet, İslâm dini evrensel bir dindir. Bu din, İslâm devletini inşa edecek çekirdeğin evrensel nitelikte olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle İslâm, bu önemli görevi üstlenen cemaatın kendisini buna hazırlamasını gerektirmektedir. Bu bakımdan esasen bir cemaatın ne çalışmasını ve ne de bakışını dar bir açıda tutmaması gereklidir. Çalışmasının hacmini içinde yaşadığı ülkenin hacmiyle sınırlandırmamalıdır. Hakkın parça parça kabul edilmesini gerektiren tedriciliği ve yamalı bohça önerilerini kabul etmemelidirler. Çünkü bu türden öneriler, hakkın kökleşmesini zayıflatmaktadır. Cemaat, şekli ne olursa olsun eskiden müşrikler bir takım putlara, heykellere tapıyor, onlardan zararı defetmesini ve fayda sağlamasını bekliyorlardı. Şu andaki müşrikler de put ve heykeller yerine bir takım muayyen fikir ve kavramlardan fayda bekliyorlar. Bütün beşeriyeti küfrün bataklığından ve şirkin batıl akidesinden kurtarmaktan ve tek hakka döndürmekten sorumlu hissetmelidirler. Bakışlarını ve benimseyecekleri kültürü bu bakış açısında yoğunlaştırmalıdır. Bu sayede yapacağı çalışma ve izleyeceği yolun resmen çizilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Böylece şer’i hükümlerle oturup koyduğu metotla yoluna devam ederken karşılaşacağı her türlü zorluk ve meşakkate taviz vermeden ve sapmadan sabretmelidir. Şer'i hükmün gösterdiği ısrarla, ikame etme hususunda bir gevşekliğe ve bir sapmaya veya bir korkuya düşmemelidir. Böyle olursa Allah sübhanehu Teâla bu işin evrensel olarak zafer bulması, başarıya ulaşması için yardım edecektir. Kaldı ki İslâm akidesinin evrensel hakimiyetinin sağlanması işi İslâm Devleti'nin kurulmasıyla ancak gerçekleşebilir. İslâm'ın bir akide ve fikir olarak her halükarda evrensel olması yanında, İslâm’ın bir devlet halinde varlığının sağlanması için yapılacak çalışmanın Hilâfet Devleti'nin kurulacağı yer ile bağlantılı olduğu gerçeği de inkâr edilemez. Netice itibariyle kurulacak olan Hilâfet Devleti çok büyük bir önem arz etmektedir.

Vurgulamamız gereken bir nokta kaldı: Müslümanların ülkesi birçok devlete -ki maksat buydu- bölündü. Bu devletlerde yaşayan Müslümanlar genel manada aynı durumda yaşamaktalar. Bazı ufak tefek durumlar farklılık arz etse de bir cemaatın tek metotla her yerde aynı şekilde örgütlenip çalışması ve yayılmasına engel değildir. Bir ülkede bunu başarabileceği gibi birden fazla ülkede de bunu başarabilir. Bu imkan cemaata yüzünü ve yönünü daha büyük ve daha faal olmaya çevirme kudretini vermektedir. Kuracağı Hilâfet Devleti'ni büyüme ve yayılmaya elverişli olan bölgelerin birinde ikame etmeye yönelmelidir. Bunu elbette ki İslâm Devleti'ni ikame etmek için bu önemli işe atılacak cemaat tayin edecektir. Devleti, evrensel bir mücadeleye girmek üzere hazırlayacaktır. Hem Devletin kurulma hem de onu evrensel boyutta hakim konuma gelmesi ise Allah (C.C.)'ın yardımıyla olacaktır. O'nun yardımına bağlıdır.

 

 

İslâmi Çalışma, Parça Parça

Halinde mi Yoksa Dengeli ve Bir

Bütün Olarak mı Olacak?

 

Müslümanlardan bazıları İslâmi çalışmanın bir bütünlük ve denge içinde yürütülmesi, tezini savunuyorken, buna karşılık bazıları da İslâmi çalışmanın cüzler ve parçalar halinde kısım kısım yürütülmesi tezini savunuyorlar. Her biri kendi tezinde direnmektedir.

Bir bütün olmasını isteyenler bu bütünlükle diğer yönler ve cüzler terk edilerek çalışmanın sadece bir yöne veya İslâm'ın bir cüzüne hasredilmesinin caiz olmadığını kastetmektedirler. Zira İslâm sisteminin özelliklerinden biri de onun ibadet, iktisat, ictimai, siyasi, askeri nizama sahip olmasıdır. Ayrıca nübüvvet döneminde İslâmi çalışma mütekâmilen tam bir bütünlük içinde yürüdü. İşleri farklı yönleriyle tek başına Rasul (s.a.v.) güdüyor ve takip ediyordu. Terbiye etme noktasında bir mürebbi, eğitim noktasında bir öğretmen, cihad noktasında bir komutan plan ve strateji noktasında bir uygulayıcı idi. Bütün işler bu minval üzere yürüdü. Demek ki İslâmi çalışma hangi yerde ve zamanda olursa olsun Rasul (s.a.v.)'in izinde yürütülecektir. Şu veya bu metotla yürütme serbestiyeti yoktur.

Buna karşılık İslâmi çalışmanın İslâm'ın bazı kısımlarıyla alakalı olması, İslâmi çalışmanın bazı cüzlere hasredilmesi ve onlara bağlanması ve onun dışına çıkmaması, çalışmasının hasredildiği cüze inanılması ve itibar edilmesi ve onun dışında kalan kısımların terk edilmesi manasına gelmektedir. Ayrıca İslâm'ın bir cüzü ile uğraşmak müteaddit gruplara ve gücün dağıtılmış olmasına sebep olacaktır. Kaldı ki Kur'an İsrail oğullarının kitaplarının bir kısmını alıp bir kısmını almamalarını tenkit etmiş, kötü göstermiştir.

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyor bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz. Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında hüsrandır. Kıyamet gününde azabın en şiddetlisine döndürülecektir.”  Ardından cahiliyeye topyekün meydan okuyarak İslâmi çalışmada tekamülün olmasını emretmektedir.

Bir bütünlük ve denge içerisinde çalışan Müslümanlar, İslâm'ın her yönüne tam bir önem verilerek, her yön ne kadar ve nasıl uğraşılmaya değerse o kadar uğraşmak gerektiğini savunuyorlar. Böyle yapılmadığı takdirde karışıklığa meydan verilmiş olur. Kaldı ki dengeli ve ölçülü olmanın bir gereği olarak mantıki verilere itibar etmektir.

Sözün özü bir bütünlük içinde çalışmakla İslâm'ın bir bütün olarak ele alınması kastedilmektedir. İslâmi çalışma içinde olan cemaatın kuşatıcı bir tez ile çalışmayı sınıflandırması gerekir. Şüphesiz denge, her üniteye taşıdığı değer düzeyinde önem vermeyi gerektirmektedir. Taşıdığı değerden az veya çok önemseyip öylece mesai harcanırsa neticede karışıklığa ve kargaşaya meydan verilmiş olur ve neticesiz kalır.

Gerçek şu ki tekamül ve ölçü kanunları eşyanın ve fiillerin tabiatına hükmeden kanunlardır. Onları Müslüman olan da olmayan da kavrayabilir. İnsanlar hayatlarında onların varlıklarını ve gerçekleştirmek istedikleri şeylere olan etkilerini hissederler ve onları dikkate alarak davranışta bulunurlar.

Ancak, eşyanın tekamülünün ve dengesinin sağlanması üzerindeki hüküm fiillerin aksine akla dayanmaktadır. Zira fiiller hakkında verilecek hüküm şeriata dayanmaktadır.

Beşer aklı, eşyanın vakıasını ve eşyayı oluşturan unsurları kavrayabilir. Bu alan, işin erbabı olan kişilerin alanı olup Rasulullah (s.a.v.)'in söylediği şu hadisin kapsamına giren hususlardandır:

“Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”

Çiftçi, doktor, mühendis, makinist gibi sahasında mütehassıs olan herkes ilgili olduğu işin uzmanıdır. Yaptığı işi ve kanunlarını bilir. Çalışmalarında bildiği bu kanunlara riayet eder.

Fakat fiillere gelince, durum değişir. Onların sınırlandırılması Allahu Teâla'ya aittir. Bu sahaya da Rasul (s.a.v.)'in; Bizim işimize uymayan her iş reddedilir.”  tarzındaki sözü tatbik edilir. Diğer bir ifade ile şu şer’i kaide bu sahaya tatbik edilir:

“Fiillerde asıl olan şer’i hükümle kayıtlı olmaktır.” Çünkü fiillere verilen hüküm o fiilin iyiliği veya kötülüğünü niteleyecektir. Bu da insanların o fiili nasıl gördüklerine bağlıdır. Yoksa fiilin zatından dolayı değildir. Öyle ise Müslüman olan kişi inandığı fikirler çerçevesinde fiillerin kıymet derecelerini takdir edecektir. Ayrıca fiil dediğimiz şey Allah (C.C.)'ın emirlerine ve yasaklarına göre güzeldir veya çirkindir. İşte şu şer’i kaide de böyledir:

“Güzel, şeriatın güzel kıldığıdır, çirkin de şeriatın çirkin kıldığıdır.”

Binaenaleyh Müslüman, eşyalarda dengeyi ve tekamülü gerçekleştirmek istediği zaman diğer insanlar gibi aklını kullanır. Ancak bu dengeyi ve tekamülü fiillerde sağlamak istediği zaman şer'î hükümlere göre hareket etmesi gerekir.

Diğer taraftan denge ve tekamül yasaları, şeriatça istenen fiilin hacmini aşmaz. Fakat bu durum aşağıdaki açıklamaları gerektirmektedir:

İslâm mütekâmildir. Kemale ermiştir. Bütün Müslümanlar İslâm'ın bütününü ikame edeceklerdir. Bütün Müslümanlardan maksat da bütün bir Müslüman ümmettir.

İslâm ümmetinin bünyesinde fertler, cemaatlar ve halife vardır.

Şeriat bunların her biri ile ilgili hükümler koymuştur.

Buna göre her Müslüman fert fert olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediği şeyi ikame eder. Müslüman cemaat da cemaat olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini ikame eder. Halife, halife olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini yerine getirir.

Müslümanlar birer fert olarak, halife de halife olarak şeriatın kendilerinden istediklerini tam olarak yerine getirdiklerinde yapılması gereken iş tam kapsamlı bir tarzda yerine getirilmiş olur. Fert, cemaat veya halife dediğimizin her biri kendisinden isteneni yerine getirmekte kusur gösterirse, yapılması şeriatça istenen iş o nispette eksik bırakılmış olur ve günah kazanılmış olur.

Gerçek şu ki İslâm, kemale ermiş bir dindir. Onun kemaliyeti, halifenin mevcudiyeti olmaksızın tam anlamıyla hayata aksetmez. Çünkü dinin bir çok hükmünün varlığı halifenin varlığına bağlıdır. Aslında halifenin mevcudiyeti şer’i bir farziyettir. Onu var kılmak için çalışmak da şer’i bir farziyettir. Netice olarak onu var kılmak için çalışacak bir cemaatın mevcudiyeti de şer’i bir farziyet olmaktadır. Öyle ise cemaat, Raşid Hilâfet Devleti metoduyla dini uygulamak için şeriatın kendisinden istediği her ameli yerine getirmek zorundadır. Bu farziyet ise; "İslâmi hayatı yeniden başlatmak için çalışma" farziyetidir. Şeriatın bir bütün olarak cemaattan istediği şey de budur. Cemaattan istenen cemaatın takat getiremediği ve şeriatın da ona bağlı kılmadığı şeyler değildir. Üstelik cemaat, halifenin yapması gereken şeyleri yapamaz. Bilakis o halifeyi var kılmak için çalışır. Zira şeriat cemaattan bunu istemektedir. Bu konuda Rasul (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İnsanlar üzerine atanan emir çobandır ve güttüğünden sorumludur.”

“...Şüphesiz Allah kim neyi güdüyorsa ondan onu soracaktır.”

İslâm'a mütekâmilen iman eden Müslüman bir ferdin durumuna şöyle bir göz attığımızda ilk etapta ondan istenenin icmali bir iman olduğunu görürüz. Fakat şeriat tarafından kendisinden istenen ve lazım olun hususların tafsilatını bilmesi gereklidir. Ayrıca beraber çalıştığı cemaattan biri olmakla şeriatın kendisinden ne istediğini de bilmelidir. İlgili olduğu bu iki amel türünden hangisinde kusur ederse Allah'ın onu hesaba çekeceğini de bilmelidir. Halifenin durumu da tıpkı böyledir. O ilkin bir fert olarak şeriatın kendisinden istediği şeyleri ikame eder. Namaz kılar, oruç tutar, hacca gider, zekat verir, ebeveynine iyilikte bulunur. Ayrıca şeriat onu da her fert gibi zinadan, faizden, yalan ve hileden men etmiştir. O bunlardan sakınır. Bütün bunlarla beraber o bir halifedir. Halife olarak şeriat ondan bir takım şeyler talep etmektedir. O kanun yapar yani hüküm benimser veya cihad eder. Cihadı ilan eder. Müslümanların yuvasını, yurdunu korur. Allah'ın indirdikleri ile hükmeder. Allah'ın hadlerini uygular. Bütün bunlar şeriatın halifeden istediği farzlardır. O bunların hangisinde kusur ederse Allah onun hesabını sorar.

İşte bu anlatılan durum şer’i hükümlerin indiği vakıaları göstermektedir. Bunun içindir ki İslâmi çalışma için teşekkül eden cemaatın, şeriatın kendisinden istediği ve istemediği şeyin ne olduğunu açık seçik bilecek durumda olmalıdır. Şeriatın halifeden istediği şeyleri kendisinden isteniyormuş gibi görmemelidir. Bir cemaat olarak kendi mevcudiyetinin vakıasını belirlerse, kendisinden istenenin hacmini de belirleme gücüne malik olur. Netice de bir bütün olarak İslâm'ın ikamesi istenmektedir. İşte bu, İslâmi çalışmanın bir bütünlük ve kuşatıcılık karakteriyle yürütülmesinin ifadesidir.

Cemaat, kendisinden isteneni sınırlandırdıktan sonra kendisinden istenenlerin bir kısmını yapıp bir kısmını yapmazsa veya kendisini aşan yönlere yönelirse ya da işlerin öncelik olanlarına riayet etmezse hata etmiş ve kendisinden istenen dengeyi kaybetmiş olur. Bu durumdaki cemaata hangi amelin daha öncelikli olduğunun akıl tarafından değil şeriat tarafından belirlendiğinin hatırlatılması gerekir. Zira cemaatın görevi siyasi çalışma yapmaktır. İslâm’ı ümmete tatbik etme esası üzerine kurulmuştur. Davette İslâm akidesini merkez olarak seçmiştir. Çünkü İslâm akidesi her şer’i ahkamın bağlandığı temeldir. İslâm devletini kurmaya çalışmak bu akideden çıkan bir çok şer’i hükmü içine alan bir iştir. Bu nedenle bu farz, "farzların tacı" olarak isimlendirilmiştir.

Binaenaleyh cemaat, dengeyi bu bakış açısının dışında gerçekleştirmeye çalışıyorsa, Allah'ın kendisini sorumlu kılmadığı bir alanda çabasını harcıyor demektir. Böyle bir durumda cemaat sayısının çokluğundan şikayet edeceği gibi, eksiklikten ve karışıklıktan da şikayet edecektir. Neticede her halinden şikayet eden ve acı içinde ağlayıp sızlanıp duran bir cemaata dönüşür. Yolunu kaybeder. Zira o hidayetine vesile olan şeyi kaybetmiş olacaktır.

Diğer taraftan bünyesinde ibadetle, iktisat, sosyal ilişkilerle, siyasi ve askeri konularla ilgili sistemi barındırması İslâmi metodun özelliklerindendir. Bu nedenle cemaatın bütün bunlarla ilgili durumu nedir? Ne olacaktır?

Cemaatın varlık sebebi, Allah'ın hükmünü hakim kılmaktır. Allah'ın hükmü hakim olunca İslâmiyetin muhtelif nizamları da ikame edilmiş olur.

İktisadi nizamın bünyesinde araziyle, mülklerle, fabrikalarla, harici ve dahili ticaretle ilgili şer’i hükümler mevcuttur. Ne var ki bu ve benzeri bütün şer’i hükümleri şeriat, halifenin mevcudiyetine bağlamıştır. Bunların çekip çevrilmesi işi cemaatın değil halifenin görevidir.

Siyasi sistemde devlet; şariin belirlediği temel unsurlar üzerine kurulur. Bu sistem; halifeden ve iki yardımcısından, valilerden, kadılardan, idari mekanizmadan ve ümmet meclisinden müteşekkildir. Ayrıca halifenin ve yardımcılarının ve valilerin yetkileri vardır. Ordunun da önemli bir konumu, idari mekanizmanın da kendine göre işleri vardır. Cemaat bütün bunların neresinde yer alır?

Hatta İslâm ordusu varlık gayesini gerçekleştirmek için hazırlanır. Bu gaye, İslâm'ın bütün dünyaya egemen kılınmasıdır. Gayenin gerçekleştirilebilmesi için, ordunun dünya düzeyinde donatılması gereklidir. Sadece müslümanın makineli tüfeği nasıl kullanacağı veya sökeceğini, topu nasıl ateşleyeceğini öğrenmesi gibi hareket bazında konuların bilinmesi yeterli değildir. Zira fertlerin sahip olabileceği türden silahlar olduğu gibi yalnızca devletlerin sahip olabileceği türden silahlar da vardır. Bunlar ise (Top, tank, uçak, nükleer v.b.) dünya düzeyinde uzmanlık eğitimini gerektirir. Bu konu ile ilgili laboratuarların, silah fabrikalarının, havaalanlarının inşasını ve eğitim alanlarına sahip olmayı gerektirir. Bütün bunlar karşısında cemaatın konumu nedir? Rasul (s.a.v.) sahabesini hazırlayıp yetiştirdiğinde bütün bu yukarıda saydıklarımızla alakasız bir cemaat sorumlusu boyutunda değildi. Fakat o, bir devlete hükmeden bir yönetici boyutunda bunlarla ilgili ve alakadar idi. Bu bağlamda Rasul (s.a.v.)'in bu tutumu örnek alınması gerekmektedir. Bu bakış açıdan sapılması doğru değildir.

Diğer taraftan cemaata düşen yukarıda sıraladığımız bir devlet için gerekli olan şeyleri hazırlamak değildir. Bilakis ona düşen bunları gerçekleştirecek halifeyi var kılmaktır. Zira cemaat bundan sorumludur. Şayet cemaat halifeyi var kılmak olan esas vazifesini ihmal edip halifenin yapması gereken işlere yönelirse, onlarla uğraşırsa şeriatı tahrif etmiş olur.

Kaldı ki cemaata düşen, Allah kendilerini muvaffak kıldığında insanlara hükmedecek nizamları fikrî planda oluşturmaktır. Cemaat İslâm nizamını, şemasını ve benimsediği kanunları ortaya koyar. Böylece insanlara İslâm hükümlerinin görüntüsünü genel manada gösterir ki insanlar bu nizamın onların her türlü sorunlarını çözmeye muktedir olduğuna ve bu nizamlar kendilerine tatbik edildiğinde Allah'a topyekün ubudiyet içerisinde bütün bir ümmetin şeriatın gölgesinde Allah'ın sonsuz nimetlerine hem dünyada hem de Ahirette kavuşacaklarına tam tamına inansınlar.

İslâmiyetin bir cüzü ile uğraşılmasını isteyen ve bunu savunanlara gelince, bunlar ya hayr cemaatlarıdır ya vaaz ve irşad cemaatlarıdır ya da Kur'an okumayı öğreten cemaatlar gibi bir şer’i hükmü ikame etmek üzere teşekkül eden cemaatlardır. Bu cemaatların üyeleri sadece tek bir şer’i hükmü ikame etmek üzere bir araya geldikleri sürece bir şey ifade etmezler. Fakat bu tip cemaatlar yaptıkları bu çalışmayla bütün dini ikame edeceklerini iddia ediyorlarsa o zaman biz de diyoruz ki, onlar resmen belli başlı İslâmi metodun dışına çıkıyorlar. Buna bağlı olarak cüzi olarak yaptıkları bir takım davranışları da bir mana ifade etmez.

Fakat bir cemaat ortaya çıkıp halifenin yapması gereken işlere yönelmeden ve kendini tek İslâmi cemaat olarak değil bilakis İslâm ümmetinden bir İslâmi cemaat olarak görürse, Allah'ın hükmüyle hükmederek İslâmi hayatı yeniden başlatma hedefini kendine hedef edinirse ve onu hedefine ulaştıracak gerekli bütün işlerle ilgili şer’i hükümleri oluşturursa, İslâm akidesini sahih bir kavrayışla mefhumlaştırıp onunla ilgili fikirleri ortaya koyarsa ve gençlerini bu oluşturduğu sahih fikir ve şer’i hükümlerle güzel bir şekilde yetiştirip hazırlarsa ve onu hedefine götürecek sahih ilahi metodu ortaya koyarsa, ayrıca Allah onu muvaffak kıldığında insanlara uygulayacağı şer’i hüküm ve kanunları benimseyip gösterirse bu cemaat, tekrar Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek için gerekli olan hazırlıklarını tamamlamış olur. Bunun için çalışan gerçek manada bir cemaat olur. Hatta bu cemaat Müslümanların arasında dolaşıp duran düşük, ve batıl fikirleri etüt ederek içyüzlerini ümmete göstermeli, bozulmuş İslâm mefhumlarını düzeltmeli, kendisiyle beraber çalışan fertlere İslâm'ın fertten yerine getirmesini istediği şeyleri istemeli ki fertler birer sağlam Müslüman olsunlar. Bunlar akide, ibadet, muamelat veya ahlâk bazında olabilirler. Bu fertler güç ve gayretlerini, başta halife olduğu halde bütün sosyal münasebetlerin İslâm'a göre düzenlendiği bir toplumu meydana getirmek için sarf etmelidirler. Bu gençler yöneticilerin hareketlerini çok dikkatli izleyerek müslümanlara yönelik planlarını keşfederek buna mukabil müslümanları bu plandan nasıl emin kılacaklarının hesabını yaparlar. Şer'i hükümler çerçevesinde çözümler gösterirler. Ayrıca müslümanlara karşı hak ve Hukuk tanımayan bu tağutlardan bizzat yönetimi almak için çalışırlar. İşte bütün bu özelliklere sahip olan cemaat yukarıda dediğimiz gibi Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyi tekrar gerçekleştirmek için her hazırlığı yapmış olacaktır. Dört başı mamur meşru siyasi bir hizip olacaktır.

Gerçek şu ki, bu evsaftaki bir cemaatın kültürü bol, hareket alanı geniş neticede kendisinden şeriatça istenen her şeyi çoğunlukla yapmaya muktedir olacaktır. Bunları bu denge içinde yaparken teorik bir cemaata veya ahlakla uğraşan ya da iktisadi bir müessese olmaya dönüşmeden yoluna devam edecektir. Öyle ki bu cemaat siyasi olan tezini ve onu gerçekleştirmek için yine siyasi olan çalışmasını muhafaza ederek onda ısrar eder ve onu devam ettirir. Zira onun fikirleri halkın işlerini düzenleyen ve maslahatlarını celbeden fikirler olarak bina edilmiştir.

Binaenaleyh İslâm'ın sadece cüzüyle ilgili çalışmayı savunanların tezleri biraz önce ortaya koyduğumuz üzere kabule değer değildir. Bunun gibi kendisinden isteneni yerine getirmeye muktedir olacak olan kuşatıcı özellikteki cemaatın yapacağı kabule şayandır. Aynı şekilde şeriatın cemaattan istemediği şeylere yönelmek de kabul edilmez bir hatadır.

 

 

 

[ geri ] [ kapak ] [ ileri ]

AHMED  EL- MAHMUD