“Mü'minlerin sevgide
şefkat ve merhamette, birlik ve beraberlikteki misali bir vücut
gibidir. Bir organ hastalandığında diğer organlar uykusuzluk ve
ateşle ona katılırlar.”
“Kendilerine apaçık
beyanatlar gelmesinden sonra ihtilafa düşenler gibi paramparça olmayınız.
Zira onlar için büyük bir azap vardır.”
“Dinlerini parça parça
yapıp, bölük pörçük olanlardan mesul değilsin, onların işleri
Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara ne yaptıklarını bildirecektir.”
Rasul (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Bir toplum oldukları
halde bir ümmetin yönetimini parçalamak isteyen kim olursa olsun
boyunlarını kılıçla vurunuz.”
“Nebî (s.a.v.)
bizi çağırdı, biz de gittik ve ona biat ettik. Biz ona darlıkta ve
genişlikte, kolaylıkta ve zorlukta başkalarının bize tercih
edilmesinde de onu dinleyip itaat edeceğimize dair biat ettik. Ayrıca
yönetim hususunda emîr ile tartışmayacağımıza söz verdik. Rasul
(s.a.v.) şöyle dedi: Ancak Allah'a karşı
göstereceğiniz kesin bir delil ile yöneticinin küfre düştüğünü
görürseniz karşı çıkabilirsiniz.”
Yine Rasul (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
İşte bu saydığımız
gerekçeler ve diğerleri bütün dünyada tek bir İslâmi hareketin
olması gerektiği hususunda hiç şüpheye yer bırakmamaktadır.
Fikren olsun, nizam açısından olsun,
hazırlık ve planlama açısından olsun bütün yönelişlerin en
doğrusu budur.
Yukarıda saydığımız
gerekçeler, İslâmi çalışmanın vahdetini vacip sayıp birden fazla
cemaatın bulunmasını haram kabul eden kimselerin delilleridir.
Delilleri vakıaya indirebilmek için içtihadımızı da İslâmi
metoda göre yürütmemiz gerekmektedir.
Daha önce Müslümanların içinde
yaşadıkları vakıanın dâr-ül küfür olduğuna ve Müslümanların
bunu dâr-ül İslâm'a çevirmelerinin vacip olduğunu söylemiştik.
Ayrıca bu işi Rasul (s.a.v.)'in Sünnetini
adım adım takip ederek yapacak olan bir cemaatın olması gerektiğini
de ifade etmiştik.
Şimdi de ikinci görüşe
sahip olanların delillerine geçmeden önce bu işi ikame edecek
cemaatın vakıasını tahlil edip açmamız gerekmektedir. Bu işi
yapacak olan cemaat Müslümanların cemaatı mıdır yoksa Müslüman
cemaatlar mıdır? Diğer bir ifadeyle Müslümanlardan bir cemaat mıdır?
Bunu öğrenmek için şöyle
diyoruz: Allah, Müslümanlar yerine getirsin diye bazı farzları
emretmiştir. Bu farzlardan bazıları ferdidir. Yani Müslüman kişi
bunu bireysel olarak elde etme kudretine maliktir ve onu ikame etmediği
sürece o farz ondan düşmez. Diğer bir takım farzlar da vardır ki,
onun ikamesi bir cemaatın varlığına ihtiyaç gösterir. İslâm
Devleti'nin kurulması ve ikamesi bu ikinci grup farzlardan bir
farzdır. Allah'ın şeriatıyla hükmetme ameliyesi vaciptir. Ancak bu,
Müslüman kişinin diğer Müslüman kişilerden ayrı olarak tek
başına ikame edeceği bir farz değildir. Bilakis iradelerin ve güçlerin
birleştirilmesini gerektiren bir ameliyedir. Bu gereklilik; "vacibin
ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir."
kaidesi mucibincedir.
Müslümanlar topluluğu;
aralarında bağ oluşturan İslâm akidesinin bir araya getirdiği ve
kardeş yaptığı İslâm Ümmetinin ta kendisidir. Zira Müslümanlar
feri meselelerde ihtilaf içinde olsalar da bu, onların kardeşliğine
bir zarar getirmemekte, onları bir birinden ayırmamaktadır.
Kardeşliğin ölçüsü şer’i ahkam olduğu sürece Müslüman
Müslümanın kardeşidir. Yani bir fert veya cemaat İslâm akidesinden
dışarı çıkınca İslâm ümmetinden de çıkar ve cehennemlik olur.
Rasul (s.a.v.)'in şu hadis de bunu göstermektedir:
“...Ümmetim yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır. Biri dışında hepsi cehennemliktir. Dediler
ki: O fırka kimdir? ya Rasulullah! Dedi
ki: Ben ve ashabımım üzerinde olduğu üzere
olanlardır.”
Binaenaleyh Allah (C.C..)'nın
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin
Rabbinizim, yalnız Bana ibadet edin.”
“Şüphesiz sizin bu
ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, sadece benden
korkun.”
şeklindeki kavli kerimini ve Rasul (s.a.v.)’in;
“Onlar bid’at ehlidirler
(onlar parça parça olmuştu).” Yani milel ve nihal ehli gibi
veya dalalet ehli gibi ayrılığa düşenler kast edilmiştir. Allah (C.C.)
Rasul (s.a.v.)'i, onların düştükleri bu
dalaletten korumuştur. Ali b. Ebu Talib (r.a.)'den rivayetle
gelen Kesai ve Hamza (r.a.)'ın kıraatında; "Dinlerini
tek edenler" yani Hıristiyan ve
Yahudilerden Allah'ın onlara inzal buyurduğu dinlerini terk
edenlerdir. "Sen onlardan sorumlu
değilsin") (Beydavi diyor ki:
"Yani dinlerini dağıttılar, bir kısmına iman edip bir
kısmını inkâr ettiler, böylece dinlerini terk etmiş oldular.)
Evet gerçekte akidede
ihtilafın meydana gelmesi teferruattan farklıdır. Bu ve benzeri bir
çok ayeti kerime bizi bundan men etmiştir ki, Yahudi ve
Hıristiyanların düştükleri duruma düşmeyelim. Öyle ki onlar
nebiler hususunda bile ihtilafa düşüp dinlerini terk ederek, bid'at
ve dalaletlere düşerek param parça oldular. Ayrı ayrı akidelere
sahip millet, grup ve mezhepler haline geldiler.
Allahu Teâla'nın şu sözü de bunu açıklamaktadır: "Fakat
onlar ihtilafa düştüler. Kimileri inandı kimileri de küfre düştü."
Görüldüğü gibi konu küfür ve iman konusudur. Kaldı ki akidenin
dışında kalan ameli konulara gelince, deliller; nassların içerdiği
mana ve delalet ettiği şeyin dışına çıkmaksızın farklı
kavrayışların olabileceğini göstermektedir. Bu durum Müslüman
alimlerce bilinmesi
zorunlu olan hususlardandır.
Cemaatlar, şer’i hükümler çerçevesinde kurulu oldukları müddetçe,
akidede ihtilafın caiz olmadığına delalet eden nassların birden
çok İslâmi hareketlerin de caiz olmadığına delil olarak kullanmak
basit bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.
“Şöyle şöyle belalar
olacaktır! Bir birlik iken kim onların bu birliğini bozmaya çalışırsa,
kim olursa olsun kılıçla boynunu vurun.”
Ayrıca; “Kim
ayrılırsa bizden değildir.” Ayrıca şu hadis de mevcuttur:
Birden Fazla İslâmi
Hareketin
Bulunmasının Caizliği
Birden fazla İslâmi
hareketin bulunmasının caiz olmadığını, tek bir hareketin
olmasının farz olduğunu iddia edenlerin ortaya koydukları delillerin
delil olmadıkları açık seçik belli olması, bir şeyin
yasaklanması onun zıddının ispatlandığını göstermez. Yani
Allah'ın hükümleriyle hükmetmek için çalışan birden fazla
cemaatın olmasının meşruluğu buna dayandırılamaz. Zira bunun caiz
olduğunu gösteren sağlıklı delillerden dikkatlice istinbat edilmiş
sağlam hükümlerin bulunması lazımdır. Bu deliller nelerdir?
Esaslarda yani akidede değil
de amelde ve teferruatta ihtilafın caiz olduğunun delilleri
sayılmayacak kadar çoktur. Gerçek şu ki; Sünnet, furüda ihtilafın
olmasını caiz kılmaktadır. Sahabelerin kendi aralarındaki
ihtilaflar da böyledir. Tabilerin ve geçmiş ulemanın ihtilafları da
bu niteliktedir. Yasaklanan ihtilaf, kâfirlerin kendi aralarında düştükleri
ihtilaftır. Kâfirlerin düştükleri ihtilaf dinin esaslarındandır,
teferruatından değildir. Örneğin peygamberlere olan muhalefetleri ve
Ahirette tekrar dirilme, haşır ve neşir konusunda, Allah'tan
indirilen kitaplar hakkındaki ihtilafları ve böylece grup, hizip,
millet ve fırka olmaları hep bu kabildendir. Allah (
C.C.)'ın
nebilerine inzal buyurduğu haktan saptılar ve kendilerine tabi
olanları da saptırdılar.
“Hizipler kendi aralarında
ihtilafa düştüler. Herkesin toplanacağı o büyük günde vay
o
kâfirlerin haline.”
ayetiyle Allahu Teâla, bu
nitelikteki bir ihtilaftan sakındırmaktadır.
Hendek Savaşı günü; Rasul
(
s.a.v.)'in:
“Kim bu sözüme kulak
verip itaat ediyorsa İkindi Namazanı, Beni Kureyza yurdunda kılsın”
sözünü sahabenin farklı şekilde
anlamalarını Allah'ın Rasulünün ikrarı ile Rasul (s.a.v.)'in:
“Hakim ictihad edip isabet ederse iki sevap, hata ederse
bir sevap alır.”
hadislerinden
yapılan istidlaller şunlardır:
1- Müctehid
hata da eder, isabet de eder. Müctehid olması hata etmeyeceği
anlamına gelmez.
2- Müçtehidin
istinbat ettiği hüküm hatalı da olsa şer’i hükümdür.
3- Müctehid
hata yaptığında bunu bilemez. Kaldı ki hata yaptığını bilse o görüşte
kalması caiz olmayacaktır. Böylece kavrayışının doğru bulduğu
başka bir görüşe varacaktır.
4-
Hata da yapsa isabet de etse müçtehid Allah katında mükafat kazanır.
Ancak isabet ettiğinde alacağı ecirle hata ettiğinde alacağı ecir
arasında fark vardır.
Zanni meseleler kapsamına
giren şer’i hükümlerdeki ihtilaflarından dolayı Müctehidlerden
günahın kaldırıldığında imamlar arasında ittfakın var olduğu
fıkhın bilinen konularındandır.
Kurtubî
rahmehullah, tefsirinde şöyle demektedir: "Binlerce kişi
olsalar da sahabelerin hadiseler hakkındaki ihtilafları hep
olagelmiştir." Bunun gibi "Fakih ve Mütefakkih" adlı
eserinde el-Bağdadi, Ömer b. Abdü'l Aziz'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Muhammed (s.a.v.)'in ashabı
şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde
ihtilaf etmeseydi bu durum beni sevindirmezdi. Zira onlar ihtilaf
etmeselerdi, ruhsat durumu da olmayacaktı."
Diğer taraftan büyük İslâm
ulemasından müellifler, ihtilafın sebebini açıklayan bir çok eser
kaleme almışlardır. Tespit ettikleri sebeplerden bazıları şöyledir:
- Bir insanın diğer bir
insandan bazı açılardan daha üstün veya aşağı olması söz
konusudur. Güçler anlayışlar, muhakeme gücü v.b. yeteneklerin
farklı olması netices
inde ictihadlar ve delillerden hüküm
istinbat etme işi de muhtelif olmaktadır. Bu durum
sahabe döneminden zamanımıza kadar böyle devam edegelmiş ve
Kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Ayrıca şeriatın yapısı
itibarıyla şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde
müslümanların farklı görüşler ortaya koymalarına elverişlidir.
Bu da onun rahmet olan karakterinin bir neticesidir.
- Muhtelif kıraatlar
muhtelif anlayışlara götürür. Her müctehit kıraatının
doğruluğunda ayeti anlar. Abdest ile ilgili ayette durum böyledir. Kıraatın
farklı olmasından dolayı iki ayağın yıkanacağı mı yoksa mesh
edileceği mi konusunda ihtilaf olmuştur.
- Fıkıh alimlerinin bazı
hadiseler üzerindeki ihtilafları da mevcuttur. Bazen olur ki hadis
falanca alim
veya fakihin kanaatına göre
sahih olur, fakat diğer bir fakihin hadisi kabul ve red kriterlerine göre
o hadis zayıftır. Örnek olarak mürsel hadisleri bu bakımdan ele
alabiliriz. Gerçek şu ki, bu ümmetin fakih imamları, mürsel
hadislerin hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Onlardan bazıları mürsel hadisi hüccet kabul etmelerine rağmen
bazıları da hüccet kabul etmemişlerdir. Munkatı hadisler mevzusu da
böyledir.
- Öyle olmuş ki bazen
deliller birbirlerine muarız olabilmiştir. Örneğin, bir kısım nass
necis olan şeyle tedavi olmayı pis olması sebebiyle nehyetmiştir.
“Allah çeşit çeşit
hastalık ve onların devasını vermiştir. Her hastalığa bir ilaç
ihsan etmiştir. Öyle ise tedavi olunuz. Ancak haram olan şeyle tedavi
olmayınız.”
Buna karşılık diğer bir nass, necis olan
şeyle veya haram olan şeyle tedavi olmayı mübah kılmıştır. Meselâ;
hadiste şöyle geçmektedir:
“Nebî (s.a.v.) Abdurrahman b.
Avf ve Zübeyr için ipek giyme ruhsatı verdi. Zira
onların vücutlarında bir kaşıntı vardı.”
Buna
benzer bir hadis de şöyledir: “Müslümanlar, devenin sidiğiyle
tedavi oluyorlardı. Bunda bir beis görmezlerdi.”
Bu şekilde
olan durumlar ihtilafa sebep olmuştur.
- Diğer
taraftan sarih bir nassın bulunmadığı meselelerde Allah'ın hükmünün
bilinmesi ictihadla olacağından ve ictihadın da ihtilafa açık bir
nitelikte olup zann ifade ettiğinden muhtelif ictihadların olması pek
tabiidir.
- Ayrıca lafızların
delaleti bakımından Arapça lisanının pek geniş olması, hakiki,
mecazi, mutlak-mukayyed, âmm-hass gibi ifadelerin mevcudiyeti de
ihtilafa sebep olmuştur. Gerçek şu ki vahyin taşıyıcısı olan
Arapça lisanının karakteri böyledir. Yani Allah'tan inen vahyi taşıyan
lafızlar ve terkipler farklı mana ve birden çok şeye delalet
edebilmektedir. Allah (C.C.)'ın boşanmış
hanımlar hakkındaki şu ayetini ele alalım:
“...Kendi kendilerine üç
kuru beklerler.”
İşte bu ayetteki "kuru"
sözcüğü bazen temizlik müddeti bazen de hayızlı olma hali
anlamına gelebilmektedir. Buna göre kast edilen mana hangisidir.
İşte bu durum bu mevzuda ihtilafın meydana gelmesindeki haklı
nedendir.
Yukarıda
sıraladıklarımız şeriat hakkında umumi manada söylenecek
şeylerdir. Esas konumuza dönersek acaba durum aynı mı olacaktır?
Yoksa farklı mı olacaktır? Yani şeriatın hüküm koyduğu ve hükmü
ikrar ettiği şer’i hükümler konusunda ihtilafın meydana
gelmesinin caiz olması birden fazla İslâmi hareketin olmasını de
caiz kılar mı, yoksa bu çerçevenin dışına çıkaracak bu konunun
özel bir takım delilleri mi vardır?
Kaldı ki cemaat ve hizipler
farklı biçimde şeriatı anlama gerçeği üzerine kaimdirler. Onların
durumu tıpkı herhangi bir şer’i anlayış gibidir. Ancak subutu ve
manaya delaleti kati bir nass varsa o başka. Bir cemaatın
benimseyeceği şer’i hükümler, yanılma veya isabet etme ihtimali
olan ictihadi şer’i hükümlerdir. Buna göre bir müslümanın birçok
hatasını gördüğü bir cemaatla beraber çalışması caiz
değildir. Böyle bir cemaatla karşılaştığı zaman nasihatta
bulunması gerekir. Bunun yanında, Allah katında sorumluluktan
kurtulması için beraber çalışacağı bir cemaatı da aramalıdır.
Yukarıda insanların, alimlerin ve şeriatın inzal olduğu dilin
tabiatının ihtilafa müsait olduğunu belirtmiştik. İşte bütün
bunlar birden fazla İslâm cemaatının mevcudiyetini temize çıkaran
delillerdir. Şeriatı anlamada ihtilaf söz konusu olduğu sürece
bunda bir zarar yoktur. Böylece doğruya en yakın olan cemaat veya
hizip ile birlikte çalışmak vacip olmaktadır.
Allahu Teâla'nın şu sözü
de böyle değerlendirilmelidir:
“Sizden hayra davet eden,
marufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat
bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.”
Bu
ayet, görevi hayra davet etmek, marufu emretmek ve münkerden de sakındırmak
olan en azından bir cemaatın bulunmasını emretmektedir. Ayette
sadece bir cemaatın bulunması da kastedilmemektedir. Maksat öyle
olsaydı, muhtemelen ayette, "tek bir ümmet" ifadesi de yar
alacaktı. Ayet; olması istenen cemaatın çeşidini ortaya koymak için,
görevi hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olan bir cemaatın
bulunmasını istemektedir. Zira bu öyle bir farzı kifayedir ki sadece
bir cemaatın bulunmasıyla da varlığı tahakkuk etmiş olur. Ancak
birden fazla anlayıştan kaynaklanan birden çok cemaatın
bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu ayetteki ifade biçimi daha
bir çok ayet ve hadiste mevcuttur. Meselâ; şu
hadise bu açıdan bir bakalım, Hadis şöyledir:
“Sizden kim bir münker
görürse onu eliyle değiştirsin...”
Burada
maksat bir tek münker değildir. Bilakis münker bir cinsi ifade
ediyor.
Ebu'l A'la
el-Mevdudi "Din ve Devlet Ekseninde İslâmi Kavramlar" adlı
kitabında, marufu emretmek ve münkerden alıkoymak farziyeti adlı
başlık altında şöyle demektedir: "Sizden
hayra davet eden bir ümmet bulunsun"
ayetindeki "kısımlandırma" emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker
farziyetinin ümmet içinde belli bir cemaata hasredildiği, özel kılındığı
anlamında değildir. Bilakis öyle bir farziyettir ki durum ne olursa
olsun her halükarda bunu ifade edecek bir cemaatın bulunmasını vacip
kılmaktadır. Yani hiç olmazsa bir cemaat bunu eda etsin. Bu
farziyetin eda edilişi sayesinde hak ve hayır yolu aydınlansın ve
insanların ona tutunmaları kolaylaşsın. Ayrıca batıl ve karanlık
şer yolu da böylece engellensin. Unutulmamalıdır ki, bu farziyet
ümmet tarafından eda edilmediğinde ve bir cemaat boyutunda olsa da bu
farziyet yerine getirilmediği takdirde Allah'ın lanetine düçar
olunmuş olur. İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet
olmanın
yerine şiddetli bir azabı haketmiş olacaktır.
Buraya kadar
anlattıklarımızdan şu neticeler ortaya çıkmaktadır:
- Şeriatı vazedenin onu
rahmet kıldığını iyice bilmemiz gerekmektedir. Onu rahmetten
zahmete çeviren faktör yalnızca, Müslümanların kötü kavrayışlarıdır.
Örnek olarak şu kadri yüce İslâm fıkhının iki büyük fakihi
olan İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel'i bu ümmetin birer imamları
olarak nasıl görüşe sahip olduklarına bir bakalım: "Görüş
Farklılıkları" adlı kitapta anlatıldığına göre; İmam
Şafiî'nin öğrencileri İmam Şafiî'ye gelerek, farklı görüşlerine
sahip oldukları için Ahmed b. Hanbel'in öğrencileri ile
tartıştıkları halde Ahmed b. Hanbel'in nasıl olur da kendisini
ziyaret edebildiğinden şikayetlenirler. Bunun üzerine Şafiî (
r.a.)
şöyle der:
Diyorlar ki, Ahmed seni
ziyaret ediyor sen de onu,
Ben de diyorum ki, faziletin
ait olduğu yer değişmiyor,
O beni ziyaret etse,
üstünlük ondadır.
Ben onu ziyaret etsem
üstünlük yine ondadır.
Her iki durumda da
üstünlük ona aittir.
Buna benzer bir olay Ahmed b.
Hanbel ve öğrencileri arasında vukuu bulmuştur. O da şöyle demiş:
Her ne kadar ihtilaf etsek
de,
İlim bir ana gibi bizi
uzlaştırır,
Pınarların suyu tek bir
kapta bize sunulsa da
Tadı bize muhtelif
gelecektir.
- Bunun içindir ki kim
bütün Müslümanları tek bir İslâmi hareket içinde tutmaya çalışıyorsa
onun şeriat vakıasından da haberi yoktur. Ayrıca insanın gerçeğinden
ve vakıasından haberi yoktur. Biz böyle bir tutum içinde olanlara
İmam Malik'in, Harun er-Raşîd'e dediğini diyoruz. Harun er-Raşîd
İmam Malik'in mezhebini tek başına topluma kabul ettirmeye karar
verip diğer mezhepleri engellemeye çalıştığında İmam Malik ona
şöyle dedi: "Allah'ın kendilerine geniş kıldığı şeyi
(dini) müslümanlara daraltma."
- Diğer taraftan kâfir
devletler ve ona tabi olan sistemlerin sahipleri ne zaman yeryüzünde
Allah'ın hükmüyle hükmetmek için çalışan bir cemaat veya
cemaatları görseler çok kötü uslüplarla iftira ve yaygara
kopararak bu cemaatları kendi gaye ve amaçlarına ulaşma yolunda akim
bırakmaya çalışıyorlar. Bu konuda çok uyanık olmamız
gerekmektedir. Birden fazla İslâmi hareket, hizip veya cemaatın
olması caiz değildir dersek bu demektir ki her cemaat kendi
dışındakilerle birleşmelidir. Bu da kendisi ve diğerlerini
birbirine karıştırmak demektir. Ne var ki bunun aksi bizden
istenmektedir. Diğer bir ifadeyle diğerlerinin kendi halinde
bırakılması ve insana faydalı olan özün geriye bırakılması
makbul olanıdır.
- Madem ki birden fazla İslâmi
hareketin bulunmasını caiz kabul etmeyen ve yalnızca bir tane İslâmi
hareketin bulunması gerektiğini öngören bu görüş, şeriatın,
insanın ve şeriatın inzal olunduğu lügata muhaliftir. Öyle ise bu
tezin tahakkuk etmesi asla mümkün değildir. En önemli işin yerine
getirilmesiyle ilgili bir kaç söz kaldı. O önemli iş Hilâfet'in
ikamesi meselesidir. Müslümanlar birleşmedikçe "Allah onlara
yardım etmez" demek doğru ve makbul değildir. Aslında şöyle
denilmelidir: "Müslümanlar Allah'ın ipine sımsıkı
sarılıp onun emrini yerine getirme işinde şer’i hükümle
kendilerini kayıtlı kılmadıkça Allah onlara yardım etmez."
Şer'i hükme bağlananların
sayısı az da olsa Allah onlara yardım edecektir. Hak üzere olan bir
tek kişi bile çok büyük bir güce sahiptir. Batıl üzere olanların
sayısı çok olsa da her zaman
“hiç”
hükmündedirler.
Bu konuda şunu da
belirtirsek sözü tamamlamış oluruz. Gerçekten halifenin mevcudiyeti
ve İslâm Devleti'nin varlığı Müslümanların birlik ve
beraberliğinin en belirgin vasfıdır. Bu siyasi birlik ve bütünlüğün
dışında ittihat söz konusu değildir. Muhtelif anlayışlarla
karşı karşıya kalsak da bize düşen itaattır. Siyasi birliği
muhafaza edecek hükümleri ortaya koyacak olan veya müctehidlerin
ictihadlarından hüküm benimseyerek bunu sağlayacak olan kişi
halifedir. Böylece ihtilaf ortadan kalkar. Halife bu hususta men
edilemez. Zira onun emri zahiren ve batınen Müslümanlar üzerine
tatbik edilir, icra ve infaz edilir. Fakat herhangi bir hizbin emrine
gelince, onun buyruğu cemaat içindeki ihtilafı bertaraf eder. Cemaat
organlarının birliğini sağlar. Bütün Müslümanlar arasındaki
ihtilafı gideremez.
İslâmi Çalışma, Parça
Parça
Halinde mi Yoksa Dengeli ve
Bir
Bütün Olarak mı Olacak?
Müslümanlardan bazıları
İslâmi çalışmanın bir bütünlük ve denge içinde yürütülmesi,
tezini savunuyorken, buna karşılık bazıları da İslâmi çalışmanın
cüzler ve parçalar halinde kısım kısım yürütülmesi tezini
savunuyorlar. Her biri kendi tezinde direnmektedir.
Bir bütün olmasını
isteyenler bu bütünlükle diğer yönler ve cüzler terk edilerek çalışmanın
sadece bir yöne veya İslâm'ın bir cüzüne hasredilmesinin caiz
olmadığını kastetmektedirler. Zira İslâm sisteminin
özelliklerinden biri de onun ibadet, iktisat, ictimai, siyasi, askeri
nizama sahip olmasıdır. Ayrıca nübüvvet döneminde İslâmi çalışma
mütekâmilen tam bir bütünlük içinde yürüdü. İşleri farklı yönleriyle
tek başına Rasul (
s.a.v.) güdüyor ve takip
ediyordu. Terbiye etme noktasında bir mürebbi, eğitim noktasında bir
öğretmen, cihad noktasında bir komutan plan ve strateji noktasında
bir uygulayıcı idi. Bütün işler bu minval üzere yürüdü. Demek
ki İslâmi çalışma hangi yerde ve zamanda olursa olsun Rasul (s.a.v.)'in
izinde yürütülecektir. Şu veya bu metotla yürütme serbestiyeti
yoktur.
Buna karşılık İslâmi
çalışmanın İslâm'ın bazı kısımlarıyla alakalı olması, İslâmi
çalışmanın bazı
cüzlere hasredilmesi ve
onlara bağlanması ve onun dışına çıkmaması, çalışmasının
hasredildiği cüze inanılması ve itibar edilmesi ve onun dışında
kalan kısımların terk edilmesi manasına gelmektedir. Ayrıca İslâm'ın
bir cüzü ile uğraşmak müteaddit gruplara ve gücün dağıtılmış
olmasına sebep olacaktır. Kaldı ki Kur'an İsrail oğullarının
kitaplarının bir kısmını alıp bir kısmını almamalarını tenkit
etmiş, kötü göstermiştir.
“Yoksa siz kitabın bir
kısmına inanıyor bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz. Sizden bunu
yapanın cezası dünya hayatında hüsrandır. Kıyamet gününde azabın
en şiddetl
isine döndürülecektir.”
Ardından
cahiliyeye topyekün meydan okuyarak İslâmi çalışmada tekamülün
olmasını emretmektedir.
Bir bütünlük ve denge
içerisinde çalışan Müslümanlar, İslâm'ın her yönüne tam bir
önem verilerek, her yön ne kadar ve nasıl uğraşılmaya değerse o
kadar uğraşmak gerektiğini savunuyorlar. Böyle yapılmadığı
takdirde karışıklığa meydan verilmiş olur. Kaldı ki dengeli ve
ölçülü olmanın bir gereği olarak mantıki verilere itibar
etmektir.
Sözün özü bir bütünlük
içinde çalışmakla İslâm'ın bir bütün olarak ele alınması
kastedilmektedir. İslâmi çalışma içinde olan cemaatın kuşatıcı
bir tez ile çalışmayı sınıflandırması gerekir. Şüphesiz denge,
her üniteye taşıdığı değer düzeyinde önem vermeyi
gerektirmektedir. Taşıdığı değerden az veya çok önemseyip
öylece mesai harcanırsa neticede karışıklığa ve kargaşaya meydan
verilmiş olur ve neticesiz kalır.
Gerçek şu ki tekamül ve
ölçü kanunları eşyanın ve fiillerin tabiatına hükmeden kanunlardır.
Onları Müslüman olan da olmayan da kavrayabilir. İnsanlar
hayatlarında onların varlıklarını ve gerçekleştirmek istedikleri
şeylere olan etkilerini hissederler ve onları dikkate alarak
davranışta bulunurlar.
Ancak, eşyanın tekamülünün
ve dengesinin sağlanması üzerindeki hüküm fiillerin aksine akla
dayanmaktadır.
Zira fiiller hakkında
verilecek hüküm şeriata dayanmaktadır.
Beşer aklı, eşyanın
vakıasını ve eşyayı oluşturan unsurları kavrayabilir. Bu alan,
işin erbabı olan kişilerin alanı olup Rasulullah (
s.a.v.)'in
söylediği şu hadisin kapsamına giren hususlardandır:
“Siz dünya işlerinizi
daha iyi bilirsiniz.”
Çiftçi, doktor, mühendis,
makinist gibi sahasında mütehassıs olan herkes ilgili olduğu işin
uzmanıdır. Yaptığı işi ve kanunlarını bilir. Çalışmalarında
bildiği bu kanunlara r
iayet eder.
Fakat fiillere gelince, durum
değişir. Onların sınırlandırılması Allahu Teâla'ya aittir. Bu
sahaya da Rasul (
s.a.v.)'in; “Bizim işimize
uymayan her iş reddedilir.”
tarzındaki
sözü tatbik edilir. Diğer bir ifade ile şu şer’i kaide bu sahaya
tatbik edilir:
“Fiillerde asıl olan şer’i
hükümle kayıtlı olmaktır.” Çünkü fiillere verilen
hüküm o fiilin iyiliği veya kötülüğünü niteleyecektir. Bu da
insanların o fiili nasıl gördüklerine bağlıdır. Yoksa fiilin
zatından dolayı değildir. Öyle ise Müslüman olan kişi inandığı
fikirler çerçevesinde fiillerin kıymet derecelerini takdir edecektir.
Ayrıca fiil dediğimiz şey Allah (
C.C.)'ın
emirlerine ve yasaklarına göre güzeldir veya çirkindir. İşte şu
şer’i kaide de böyledir:
“Güzel, şeriatın güzel
kıldığıdır, çirkin de şeriatın çirkin kıldığıdır.”
Binaenaleyh Müslüman, eşyalarda
dengeyi ve tekamülü gerçekleştirmek istediği zaman diğer insanlar
gibi aklını kullanır. Ancak bu dengeyi ve tekamülü fiillerde sağlamak
istediği zaman şer'î hükümlere göre hareket etmesi gerekir.
Diğer taraftan denge ve
tekamül yasaları, şeriatça istenen fiilin hacmini aşmaz. Fakat bu
durum aşağıdaki açıklamaları gerektirmektedir:
İslâm mütekâmildir.
Kemale ermiştir. Bütün Müslümanlar İslâm'ın bütününü ikame
edeceklerdir. Bütün Müslümanlardan maksat da bütün bir Müslüman
ümmettir.
İslâm ümmetinin
bünyesinde fertler, cemaatlar ve halife vardır.
Şeriat bunların her biri
ile ilgili hükümler koymuştur.
Buna göre her Müslüman
fert fert olması dolayısıyla şeriatın
kendisinden istediği şeyi ikame eder. Müslüman cemaat da cemaat
olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini ikame eder.
Halife, halife olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini
yerine getirir.
Müslümanlar birer
fert olarak, halife de halife olarak şeriatın kendilerinden
istediklerini tam olarak yerine getirdiklerinde yapılması gereken iş
tam kapsamlı bir tarzda yerine getirilmiş olur. Fert, cemaat veya
halife dediğimizin her biri kendisinden isteneni yerine getirmekte
kusur gösterirse, yapılması şeriatça istenen iş o nispette eksik
bırakılmış olur ve günah kazanılmış olur.
Gerçek şu ki İslâm,
kemale ermiş bir dindir. Onun kemaliyeti, halifenin mevcudiyeti
olmaksızın tam anlamıyla hayata aksetmez. Çünkü dinin bir
çok hükmünün varlığı halifenin varlığına
bağlıdır. Aslında halifenin mevcudiyeti şer’i bir farziyettir.
Onu var kılmak için çalışmak da şer’i bir farziyettir. Netice
olarak onu var kılmak için çalışacak bir cemaatın mevcudiyeti de
şer’i bir farziyet olmaktadır. Öyle ise cemaat, Raşid Hilâfet
Devleti metoduyla dini uygulamak için şeriatın kendisinden istediği
her ameli yerine getirmek zorundadır. Bu farziyet ise; "İslâmi
hayatı yeniden başlatmak için çalışma" farziyetidir.
Şeriatın bir bütün olarak cemaattan istediği şey de budur.
Cemaattan istenen cemaatın takat getiremediği ve şeriatın da ona
bağlı kılmadığı şeyler değildir. Üstelik cemaat, halifenin
yapması gereken şeyleri yapamaz. Bilakis o halifeyi var kılmak için
çalışır. Zira şeriat cemaattan bunu istemektedir. Bu konuda
Rasul (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“İnsanlar üzerine atanan
emir çobandır ve güttüğünden sorumludur.”
“...Şüphesiz Allah kim
neyi güdüyorsa ondan onu soracaktır.”
İslâm'a mütekâmilen iman
eden Müslüman bir ferdin durumuna şöyle bir göz attığımızda ilk
etapta ondan istenenin icmali bir iman olduğunu görürüz. Fakat
şeriat tarafından kendisinden istenen ve lazım olun hususların
tafsilatını bilmesi gereklidir. Ayrıca beraber çalıştığı
cemaattan biri olmakla şeriatın kendisinden ne istediğini de
bilmelidir. İlgili olduğu bu iki amel türünden hangisinde kusur
ederse Allah'ın onu hesaba çekeceğini de bilmelidir. Halifenin durumu
da tıpkı böyledir. O ilkin bir fert olarak şeriatın kendisinden
istediği şeyleri ikame eder. Namaz kılar, oruç tutar, hacca gider,
zekat verir, ebeveynine iyilikte bulunur. Ayrıca şeriat onu da her
fert gibi zinadan, faizden, yalan ve hileden men etmiştir. O bunlardan
sakınır. Bütün bunlarla beraber o bir halifedir. Halife olarak
şeriat ondan bir takım şeyler talep etmektedir. O kanun yapar yani hüküm
benimser veya cihad eder. Cihadı ilan eder. Müslümanların
yuvasını, yurdunu korur. Allah'ın indirdikleri ile
hükmeder. Allah'ın hadlerini uygular. Bütün bunlar şeriatın
halifeden istediği farzlardır. O bunların hangisinde kusur ederse
Allah onun hesabını sorar.
İşte bu anlatılan durum
şer’i hükümlerin indiği vakıaları göstermektedir. Bunun
içindir ki İslâmi çalışma için teşekkül eden cemaatın,
şeriatın kendisinden istediği ve istemediği şeyin ne olduğunu açık
seçik bilecek durumda olmalıdır. Şeriatın halifeden istediği
şeyleri kendisinden isteniyormuş gibi görmemelidir. Bir cemaat olarak
kendi mevcudiyetinin vakıasını belirlerse, kendisinden istenenin
hacmini de belirleme gücüne malik olur. Netice de bir bütün olarak
İslâm'ın ikamesi istenmektedir. İşte bu, İslâmi çalışmanın
bir bütünlük ve kuşatıcılık karakteriyle yürütülmesinin
ifadesidir.
Cemaat, kendisinden
isteneni sınırlandırdıktan sonra kendisinden istenenlerin bir
kısmını yapıp bir kısmını yapmazsa veya kendisini aşan yönlere
yönelirse ya da işlerin öncelik olanlarına riayet etmezse hata
etmiş ve kendisinden istenen dengeyi kaybetmiş olur. Bu durumdaki
cemaata hangi amelin daha öncelikli olduğunun akıl tarafından değil
şeriat tarafından belirlendiğinin hatırlatılması gerekir. Zira
cemaatın görevi siyasi çalışma yapmaktır. İslâm’ı ümmete
tatbik etme esası üzerine kurulmuştur. Davette İslâm akidesini
merkez olarak seçmiştir. Çünkü İslâm akidesi her şer’i
ahkamın bağlandığı temeldir. İslâm devletini kurmaya çalışmak
bu akideden çıkan bir çok şer’i hükmü içine alan bir iştir. Bu
nedenle bu farz, "farzların tacı" olarak
isimlendirilmiştir.
Binaenaleyh
cemaat, dengeyi bu bakış açısının dışında gerçekleştirmeye
çalışıyorsa, Allah'ın kendisini sorumlu kılmadığı bir alanda
çabasını harcıyor demektir. Böyle bir durumda cemaat sayısının
çokluğundan şikayet edeceği gibi, eksiklikten ve karışıklıktan
da şikayet edecektir. Neticede her halinden şikayet eden ve acı içinde
ağlayıp sızlanıp duran bir cemaata dönüşür. Yolunu kaybeder.
Zira o hidayetine vesile olan şeyi kaybetmiş olacaktır.
Diğer taraftan bünyesinde
ibadetle, iktisat, sosyal ilişkilerle, siyasi ve askeri konularla
ilgili sistemi barındırması İslâmi metodun özelliklerindendir. Bu
nedenle cemaatın bütün bunlarla ilgili durumu nedir? Ne olacaktır?
Cemaatın varlık sebebi,
Allah'ın hükmünü hakim kılmaktır. Allah'ın hükmü hakim olunca
İslâmiyetin muhtelif nizamları da ikame edilmiş olur.
İktisadi nizamın bünyesinde
araziyle, mülklerle, fabrikalarla, harici ve dahili ticaretle ilgili
şer’i hükümler mevcuttur. Ne var ki bu ve benzeri bütün şer’i
hükümleri şeriat, halifenin mevcudiyetine bağlamıştır. Bunların
çekip çevrilmesi işi cemaatın değil halifenin görevidir.
Siyasi sistemde devlet; şari‘in
belirlediği temel unsurlar üzerine kurulur. Bu sistem; halifeden ve
iki yardımcısından, valilerden, kadılardan, idari
mekanizmadan ve ümmet meclisinden müteşekkildir.
Ayrıca halifenin ve yardımcılarının ve valilerin yetkileri vardır.
Ordunun da önemli bir konumu, idari mekanizmanın da kendine göre işleri
vardır. Cemaat bütün bunların neresinde yer alır?
Hatta İslâm ordusu varlık
gayesini gerçekleştirmek için hazırlanır. Bu gaye, İslâm'ın bütün
dünyaya egemen kılınmasıdır. Gayenin gerçekleştirilebilmesi için,
ordunun dünya düzeyinde donatılması gereklidir. Sadece müslümanın
makineli tüfeği nasıl kullanacağı veya sökeceğini, topu nasıl
ateşleyeceğini öğrenmesi gibi hareket bazında konuların bilinmesi
yeterli değildir. Zira fertlerin sahip olabileceği türden silahlar
olduğu gibi yalnızca devletlerin sahip olabileceği türden silahlar
da vardır. Bunlar ise (Top, tank, uçak, nükleer v.b.) dünya
düzeyinde uzmanlık eğitimini gerektirir. Bu konu ile ilgili
laboratuarların, silah fabrikalarının, havaalanlarının inşasını
ve eğitim alanlarına sahip olmayı gerektirir. Bütün bunlar karşısında
cemaatın konumu nedir? Rasul (s.a.v.)
sahabesini hazırlayıp yetiştirdiğinde bütün bu yukarıda
saydıklarımızla alakasız bir cemaat sorumlusu boyutunda değildi.
Fakat o, bir devlete hükmeden bir yönetici boyutunda bunlarla ilgili
ve alakadar idi. Bu bağlamda Rasul (s.a.v.)'in
bu tutumu örnek alınması gerekmektedir. Bu bakış açıdan
sapılması doğru değildir.
Diğer taraftan cemaata düşen
yukarıda sıraladığımız bir devlet için gerekli olan şeyleri
hazırlamak değildir. Bilakis ona düşen bunları gerçekleştirecek
halifeyi var kılmaktır. Zira cemaat bundan sorumludur. Şayet cemaat
halifeyi var kılmak olan esas vazifesini ihmal edip halifenin yapması
gereken işlere yönelirse, onlarla uğraşırsa şeriatı tahrif etmiş
olur.
Kaldı ki cemaata düşen,
Allah kendilerini muvaffak kıldığında insanlara hükmedecek nizamları
fikrî planda oluşturmaktır. Cemaat İslâm nizamını, şemasını ve
benimsediği kanunları ortaya koyar. Böylece insanlara İslâm
hükümlerinin görüntüsünü genel manada gösterir ki insanlar bu
nizamın onların her türlü sorunlarını çözmeye muktedir olduğuna
ve bu nizamlar kendilerine tatbik edildiğinde Allah'a topyekün
ubudiyet içerisinde bütün bir ümmetin şeriatın gölgesinde Allah'ın
sonsuz nimetlerine hem dünyada hem de Ahirette kavuşacaklarına tam
tamına inansınlar.
İslâmiyetin bir cüzü ile
uğraşılmasını isteyen ve bunu savunanlara gelince, bunlar ya hayr
cemaatlarıdır ya vaaz ve irşad cemaatlarıdır ya da Kur'an okumayı
öğreten cemaatlar gibi bir şer’i hükmü ikame etmek üzere teşekkül
eden cemaatlardır. Bu cemaatların üyeleri sadece tek bir şer’i hükmü
ikame etmek üzere bir araya geldikleri sürece bir şey ifade etmezler.
Fakat bu tip cemaatlar yaptıkları bu çalışmayla bütün dini ikame
edeceklerini iddia ediyorlarsa o zaman biz de diyoruz ki, onlar resmen
belli başlı İslâmi metodun dışına çıkıyorlar. Buna bağlı
olarak cüzi olarak yaptıkları bir takım davranışları da
bir mana ifade etmez.
Fakat bir cemaat ortaya çıkıp
halifenin yapması gereken işlere yönelmeden ve kendini tek İslâmi
cemaat olarak değil bilakis İslâm ümmetinden bir İslâmi cemaat
olarak görürse, Allah'ın hükmüyle hükmederek İslâmi hayatı
yeniden başlatma hedefini kendine hedef edinirse ve onu hedefine
ulaştıracak gerekli bütün işlerle ilgili şer’i hükümleri oluşturursa,
İslâm akidesini sahih bir kavrayışla mefhumlaştırıp onunla ilgili
fikirleri ortaya koyarsa ve gençlerini bu oluşturduğu sahih fikir ve
şer’i hükümlerle güzel bir şekilde yetiştirip hazırlarsa ve onu
hedefine götürecek sahih ilahi metodu ortaya koyarsa, ayrıca Allah
onu muvaffak kıldığında insanlara uygulayacağı şer’i hüküm ve
kanunları benimseyip gösterirse bu cemaat, tekrar Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmek için gerekli olan hazırlıklarını
tamamlamış olur. Bunun için çalışan gerçek manada bir cemaat
olur. Hatta bu cemaat Müslümanların arasında dolaşıp duran düşük,
ve batıl fikirleri etüt ederek içyüzlerini ümmete göstermeli,
bozulmuş İslâm mefhumlarını düzeltmeli, kendisiyle beraber çalışan
fertlere İslâm'ın fertten yerine getirmesini istediği şeyleri
istemeli ki fertler birer sağlam Müslüman olsunlar. Bunlar akide,
ibadet, muamelat veya ahlâk bazında olabilirler. Bu fertler güç ve
gayretlerini, başta halife olduğu halde bütün sosyal münasebetlerin
İslâm'a göre düzenlendiği bir toplumu meydana getirmek için sarf
etmelidirler. Bu gençler yöneticilerin hareketlerini çok dikkatli
izleyerek müslümanlara yönelik planlarını keşfederek buna mukabil
müslümanları bu plandan nasıl emin kılacaklarının hesabını
yaparlar. Şer'i hükümler çerçevesinde çözümler gösterirler. Ayrıca
müslümanlara karşı hak ve Hukuk tanımayan bu tağutlardan bizzat yönetimi
almak için çalışırlar. İşte bütün bu özelliklere sahip olan
cemaat yukarıda dediğimiz gibi Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyi
tekrar gerçekleştirmek için her hazırlığı yapmış olacaktır. Dört
başı mamur meşru siyasi bir hizip olacaktır.
Gerçek şu ki, bu evsaftaki
bir cemaatın kültürü bol, hareket alanı geniş neticede kendisinden
şeriatça istenen her şeyi çoğunlukla yapmaya muktedir olacaktır.
Bunları bu denge içinde yaparken teorik bir cemaata veya ahlakla uğraşan
ya da iktisadi bir müessese olmaya dönüşmeden yoluna devam
edecektir. Öyle ki bu cemaat siyasi olan tezini ve onu gerçekleştirmek
için yine siyasi olan çalışmasını muhafaza ederek onda ısrar eder
ve onu devam ettirir. Zira onun fikirleri halkın işlerini düzenleyen
ve maslahatlarını celbeden fikirler olarak bina edilmiştir.
Binaenaleyh İslâm'ın
sadece cüzüyle ilgili çalışmayı savunanların tezleri biraz önce
ortaya koyduğumuz üzere kabule değer değildir. Bunun gibi
kendisinden isteneni yerine getirmeye muktedir olacak olan kuşatıcı
özellikteki cemaatın yapacağı kabule şayandır. Aynı şekilde
şeriatın cemaattan istemediği şeylere yönelmek de kabul edilmez bir
hatadır.