se tabi..! Heva ve
heveslerinin maslahat gördüğü şeyi şer’i hüküm sayarak
şeriatın da maksadının bu olduğunu söyleyecek duruma geldiler. Her
tevili eğip bükmeyi kabul eder oldular. Her dini tahrif ve bozma
ameliyesini temize çıkardılar. Neticede ümmetin yaşamakta olduğu
sosyal ve iktisadi hayatı zıtlık ve çelişkilerle dolup taşmaya
başladı. Siyasi konularda ümmetin asıl fikirleriymiş gibi yabancı
ithal fikir ele alınıp yürütülmeye, uğrunda mücadele verilmeye başlandı.
İşte bu cemaatlar; yanlış fikirlerin, karışık
mefhumların, tahrif olmuş, değişmiş duyguların ve yabancılarla
bağlantılı siyasetin doldurduğu bu kötü ortamda doğup büyüdüler.
Cemaat ve hiziplerin elinde ümmeti kesin şifaya
kavuşturacak çözümlerin ve ilaçların bulunması gerekmektedir.
İnsanların hali hazırda tuttukları ve ateşine atıldıkları
yanlış ve eğri yollara mukabil, üzerinde yürüyecekleri doğru
çizilmiş yolların ortaya konup gösterilmesi lazımdır. Çizilip
gösterilen bu yol şu ayette gösterildiği gibi açık ve aydın
olmalıdır ki insanlara şöyle denilsin:
“Şüphesiz bu yolum dosdoğru olanıdır, ona tabi
olunuz. Onun yolundan saparak sizden ayrılanların yoluna uymayınız.”
Ayrıca söz konusu cemaat ve hiziplerin hedeflerine
ulaşmalarını sağlayacak net fikir, hedefe ulaşma iradesi, siyasi
bir kitlenin hazırlanması, ümmetin yapılacak değişim
doğrultusunda hazırlanması ve metot ile ilgili şer’i hükümlere
tamamen uyulması şeklinde sıralanabilecek sıfatlara sahip olması
gerekir.
Cemaat için fikir, birinci derece önem arz etmesi
lazımdır. Cemaat nazarında yönelmeleri gereken tek hak fikir olmalıdır.
Bu fikir, insanları aydınlatan bir hidayet, Allah'tan kullarına gönderilmiş
bir rahmet ve beşeriyeti heva hevesin karanlığından aydınlığa çıkaran
nurdur. O, insanlığın hakiki maslahatıdır. Onların fıtratına
uygun, akıllarını ikna, kalplerini tatmin eden, hayatın huzuru ve
ümit kaynağıdır. Bu akidede öyle bir derinlik ve kuşatıcılık
vardır ki insanların yaşamakta oldukları hayatlarıyla ilintili
cevap isteyen bütün sorunlarını çözer. En sahih bir şekilde
hayatın öncesi ve sonrası ile bağlantılarını kurar. Ayrıca
yaratıcıyla olan bağını en güzel ve doğru bir şekilde kurarak
yaratıcıyla olan alakasını düzenler, onu nihai gayesine ulaştırarak
ebediyen onu mutlu kılar.
Hizip veya cemaat, akidesine bu nitelikte iman eden
parti veya cemaat, bu imana mukabil, akidesi hayata hakim
olmadığında; batının hayatı yönlendireceğine, münkerin hakkın
yerini alacağına
, heva ve hevesin yıkık
ve dökük olur. Vakıaya tesir etmesi gerekirken ondan etkilenir.
Vakıayı istenilen şekle sokması gerekirken vakıa onu
şekillendirir.
Fikir, sahiplenenler nezdinde nitelik kazandığı
ölçüde pratik vakıaya indirgeme metodu da netlik kazanır. Gayenin açık
seçik olması fikrin netliğinin göstergesidir. Gayeye ulaşmanın
metodu, kendisi dışındaki şer’i hükümlerde olduğu gibi
disipline edilmiş şer’i hükümlere sahip olmaktır.
İdeolojik/akidevi cemaat ya da parti, her
hareketinde ve hareketsizliğinde muhakkak surette ideolojisine/
akidesine bağlı kalan cemaat ya da partidir. Çünkü ideolojik fikir,
kendisine inananı veya davet edeni, akide tarafından kabullenilmesinin
dışında kendisinden olmayan fikirleri almaktan men eder. Zira
ideoloji, işlerin temelden ele alınması gerektiğinde başlanması
gereken fikri temeldir. Kainat içinde insanın varlık nedeni
meselesine net cevap verir. Bundan sonra ayrıntı niteliğinde bulunan
bütün fikirler bu esas fikirden fışkırır. Hayatla ilgili
mefhumlar, eşya ve amellerle alakalı değer hükümler, adı geçen
esas fikrin cinsinden olmak durumundadır.
Şüphe yok ki İslâm'ın yapısı kelimenin tam
manasıyla mükemmeldir. En küçük bir mevzuda dahi onda bir kusur ve
eksiklik yoktur. Onda bulunan her rukün diğerleriyle
tam bir
insicam içerisinde
hayat da maddeden ibarettir" sözü arasında bir ortak noktanın
ve birlikteliğin bulunduğu iddia edilir. Ve yine nasıl olur da
demokrasi, din ve hayatın arasını ayırma esası üzerine kurulu iken
onun İslâm'dan olduğu iddia edilebilir. Ya da kavmiyetçilik ve
vatancılık ırk esası üzerine kurulu iken ve İslâm onu rezil ve
alçak bir fikir olarak ilan etmişken nasıl olur da İslâm'dan olduğu
söylenebilir.
Diğer taraftan Lailahe illa
Allah kelimesi, hüküm
koyucunun yalnız Allah olduğunu ilan ederken bu kelime ile hüküm
koymada başkalarını ortak kabul eden fikir arasında nasıl bir
insicam ve uygunluk bulunabilir. Lailahe illa Allah kelimesi, alemlerin
Rabbısına boyun eğme esası üzerine kaim iken nasıl olur da insanı
her mevzuda kendisinin efendisi kabul eden hürriyet fikriyle birlikte
arz edilir? Zira batı, heva ve heveslerine, arzularına ve
maslahatlarına uygun düşmedikçe hiç bir ilaha boyun eğmez.
Evet İslâm akidesinin üzerine titreme ve onu
korumaya özen gösterme, ondan çıkan her fikir, görüş ve hüküm
üzerine titremeyi de gerekli kılar. Aksi takdirde cemaat şahsiyetini
kaybeder. Çok külfetli işlere girişse de Allah'ın ve kullarının
rızasını kazanamaz.
Demek ki fikri temiz, arı, duru, açık ve seçik ve
saydam olarak muhafaza etmek için onu vakıanın etkisinden ve
şartlara boyun eğmesinden, tahrife, değişime uğramasından
esirgemek gerekmektedir.
Davetçi, düşüncelerine göre toplumu değiştirmek
istedikçe mevcut toplum da kavramlarıyla, hatalı fikirleriyle siyasi
kanunlarıyla kısacası bütün bir sosyal yapısıyla daveti yüklenene
baskı kurar, onu ve beraber çalıştığı cemaatı etkisi altına
almaya çalışır.
İnhiraftan ve Pazarlıktan Sakınmak
Cemaat, ideolojik bir düşünce üzerine kurulup vakıaya
inince, cemaatı kökünden söküp koparacak bir kasırga ile karşı
karşıya kalır. Cemaat içerisinden bir grubun teammülleri farklılaşarak
diğer hareketlerin teammülleriyle aynı doğrultuda olmaya başlar.
Zira diğer hareketler cüz'i bir takım fikirlerle tezler öne
sürerler ki bu da sisteme hiçbir surette zarar vermez. Hatta bazen
sistemden kaynaklanan birtakım boşlukları doldurur. Fakat ideolojik
bir fikir üzere kurulu olan köklü bir davet, işleri kökünden
halletmek üzere ele alır. Yavaş yavaş veya yamalar halinde parça
parça işlere razı olmaz. İşleri yarım yamalak halletmekle
yetinmez. Sistemin ortaya çıkardığı sorunları ıslah etmeyi kabul
etmez. Mükemmel bir değişimi meydana getirmeye davet etmekten vazgeçmez.
Ayrıntıların kaynaklandığı esaslarla uğraşmayı bırakıp
ayrıntılarla uğraşmaz. İşte bu cemaat veya hizbin istikametinin
emsalsiz olması pek tabiidir. Bu cemaat köklü bir değişimi gerekli
gördüğü, yapısal hazırlıklarını bu yönde tamamladığı ve bu
köklü değişimi gerçekleştirmeye iştiyakla yöneldiği ölçüde eşsiz
ve emsalsizdir.
Elbette ki vakıanın üzerine bu ısrarlı ve
şiddetli yöneliş, daveti yüklenenlere yansır ve tahammül
edemezler. Güçlü tezlerinde ısrar etmemesi ve görüşlerini
gevşetmesi için cemaata baskı yaparlar. İnsanların kendisinden söz
ettiklerini, uyuz bir hasta gibi yalnız bırakıldığını görünce
bazen canı sıkılır ve iradesi zayıflar. Artık kendi kendine bir
takım vesveseler ihdas ederek içerisinde bulunduğu yeni durum dünyevi
menfaatlarıyla da çatıştı mı beraber çalıştığı cemaatın ona
yüklediği vazifeyi yerine getirmekten geri durur. Cemaata baskı
yaparak toplumu kökten değiştirme yerine onu ıslah etmeye yönelmesine
davet eder. Eğer cemaat bu tez sahiplerine olumlu cevap verirse
cemaatla kalmaya devam ederler. Bu tarzda düşünenler bu sayede hem
dünyaları için hem de dinleri için çalışma imkanına
kavuştuklarını sanarlar. Zanlarınca hem Allah'ı ve hem de yöneticileri
birden razı etmiş olurlar. Fakat cemaat bu tip insanların tezlerini
reddedip köklü ve ınkilabi bir değişimden yana ısrar ederse ve bu
tarz çalışma üzere devam ederse ondan ayrılırlar. Şu halde cemaat
iki ateş arasında kalmıştır. Biri içeride ınkilabi değişim için
yapılan çalışmanın kendilerine ağır geldiği gençler, diğeri
dışarıdan başka oluşumlar ve teşekküllerdir ki onlar zaten
köklü ve inkılabi bir değişim için çalışan bu cemaata yumuşak
davranmazlar.
Böylece cemaatla sistemler arasında pazarlık
savaşı başlar. Cemaata peşpeşe önerilerle işe başlanır.
Ardından da havuç ve sopa politikası kullanılır. Pazarlığın
alış-veriş işlerinde kullanılan bir işlem olduğu bilinmektedir.
Demek ki bir cemaat ne zaman pazarlık içerisine girerse, o zaman
ümmetin izmihilali ve köleliği pahasına ticarete girmiştir. Bundan
beri kaldığında ise birtakım teşekküllerin ateşi altında kalır,
onların saldırılarından nasibini alır.
Doğru ideolojik fikir, liderliğinde ve üyelerinde
şer’i hükmün her şeyden üstün olduğu konusunda aşırı
hırsın var olduğu cemaata veya partiye muhtaçtır. Berraklığa,
arılığa, duruluğa ve sabretmeye özen göstermek, kendini davaya
vermek ve fedekarlık göstermek, kibirden ve nefsin hoşuna giden
şeylerden uzak durmalıdır ki cemaatta bozulma olmasın ve önemli
şeylerin ikamesi cemaata ağır gelmesin. Cemaatın üzerinde
yürüyeceği amelini korumayı garantileyecek seyir takip etmesi,
değişime ve tuzaklara karşı bilinçli olması için benimseyeceği
her fikri ve her şer’i hükmü akidesi ile muhkem bir şekilde
bağlamalıdır. Aniden ortaya çıkan kişisel çıkarları ile davet görevi
ve şer’i hükmün gösterdiği gayeyi gerçekleştirmede sebat gösterme
ve sabretmede bir çatışma söz konusu olduğu zaman kişi tercihini
şer’i hükmün gayesi yönünde kullansın, onda sabır ve sebat göstersin.
Tercihini davetin maslahatı yönünde yapsın. Fikir ve şer’i hükümle
rin
akideyle bağını kurma hadisesi şeytanın
vesveselerine ve kötülüğü çokça emreden nefsin mazeretlerine bir
engel bir set olur.
Cemaat ya da hizbin bindiği geminin fırtınalı ve
kasırgalı kötü durumlarda batmadan devam etmesi için fikirlerini ve
düşünce metodunu belirleyecek dört dörtlük sağlam usuller
gereklidir. Bu metod cemaatın ulaşacağı netice ile bağını
sağlayacaktır. Zira bu metoddan ve usulden çıkılması, hiçbir
surette tevil ve bahanelerle amacın gerçekleşmesini sağlamaz.
Demek ki güzel bir yöneliş, güzel
bir örnek edinme ve güzel bir kavrayış, cemaatı ve cemaatla
birlikte çalışanları her türlü şüpheden temizler, nefisleri arındırır
ve imanını kuvvetlendirir.
Böyle bir yolun sarplığına ve zorluklarına mü'minlerden
ancak büyük azim sahibi olanlar sabır ve tahammül ederler. Çalışma
içerisinde olanların sabır ve tahammül ettikleri fitneler, altını
arıtan ateş gibi onları arındırır.
Usul bir kere kaybedildi mi geri dönüş, değişme,
gerileme, renkten renge geçme v.b. özellikler cemaatın yol azığı
olur. Metodun ve hedefin üstü kapalı, belirsiz olması, fikrin açık
ve net olmaması ise, davet esnasında bir zorlukla
karşılaşıldığında kişiyi değişime ve bahaneler aramaya, delil
getirmesi istendiğinde de tevil yapmaya sürükleyecektir.
Ne zaman ki cemaat sıradan rekabete girip, hakkın
bir kısmını almayı kabullenip inkilabi bir çalışmadan ve köklü
değişimden vaz geçer, işte o zaman sahip olduğu biricik kuvvetini
kaybetmiş olur. Farklı, ayrıcalıklı bir cemaat olmaktan çıkar.
İnsanlar artık o cemaata farklı, özel bir bakışla bakmazlar. Fikrî
çekişme sahasında yıkılıp düşmanların galebesine alet olur.
İslâm’a ve İslâmi tezlere davet etse bile bu kötü akibetten
yakasını kurtaramaz. Çünkü onun tezi çirkinleşmiş mevcut
nizamın maslahatlarını gözeten bir tez olmuştur. Kendisi
değişe değişe yolun sonuna varmıştır. Böyle bir durumdan Allah'a
sığınmamız lazımdır. Zira Allah (C.C.)
uyarmak üzere Rasulüne ve ümmetine şöyle buyurdu:
“Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni
vazgeçirmelerinden sakın.”
Efendimizi Ömer (r.a.)
Kadısı Şureyh’e şöyle demişti: “Adamlar
seni ondan (şeriattan) saptırmasın, dikkat et.”
Cemaatın sahip olduğu kesin bir silahı vardır ki
o da sahip olduğu fikirdir. Onu muhafaza edip üzerine titrerse, onu sıradan
olmaktan koruyup her türlü durumlara rağmen onda ısrar edip sabır
ve sebat gösterirse Rasul (s.a.v.)'i adım
adım takip ederek Rasul (s.a.v.)'in belli bir
süre zarfında mü'minlerden özgün bir grup hazırlarken diğer
taraftan ümmeti Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyi kabul etme
hususunda hazırladığı gibi bir hazırlıkta bulunur. Ancak bu sayede
davetin maslahatını tam olarak karşılayabilir ve neticede devlet
kurmayı başarabilir.
Daveti yüklenenler sahih ve doğru bir şekilde İslâmi
fikirlerle donatılmış olmalıdırlar. Zira daveti
yüklenenlerin ana ve temel fikirle insicam içerisinde olan fikirlerle
yanlış fikirler ve sahipleri üzerine baskı kurmaları gerekir.
Cemaatın; "al ve iste", "vakıaya uygun öneri ve
tezler", "isteklerin bir kısmını karşılayacak öneriler
sun", "kısmi çözümleri kabullen" gibi fikirlerle yanlış
düşünce sahiplerine karşı koyamaz. Bu türden düşünceler cemaatın
bertaraf edip ortadan kaldıracağı fikirlerdir. Bunlar, Batının
aklımıza paranga vuran düşünceleridir. Bütün bunlar temelde İslâm'ın
reddettiği ve söküp atmak için çalıştığı fikirlerdir ki
bunların yerine İslâm’ı sabitleştirerek İslâm’ın düşünce
metodunu yerleştirmeye uğraşmaktadır. Şunu da unutmayalım ki bu
değişim için çalışan kişi önce kendisinden başlamalıdır.
Cemaatın berrak, açık seçik fikre sahip olması
ve onu koruması hususundaki aşırı düşkünlüğü ile ilgili
şeyleri arz ettikten sonra kâfir batının ortaya attığı iki fasid
fikre dikkat çekmek durumundayız. Bir takım cemaatlar ve takipçileri
Müslümanların onlara bağlanacağını taahhüt ederken maalesef İslâm
için çalıştığını iddia eden bazı cemaatlar ve müslüman
yazarlar da bu fikirleri hemen kaptılar. Hatta bazı Müslüman
yazarlar bu fikirlere balıklama atlayarak devamlı surette bu batıl
fikirlerin öncüleri ve ona çağıran davetçileri oldular. Bu iki
fikirden biri "demokrasi İslâm’dandır"
düşüncesidir. Zira onlara göre demokrasi şura demektir. Hatta bu
fikrî savunan yazarlardan biri, fikri ve lafzı bir araya
getirme konusunda mahir (!) davranarak: "eş-Şurukratiyye",
"şurokrasi" diye bir şey
uydurmayı başarmıştır. Ancak fikirlerdeki çelişkiyi birbirine
yamalayamamıştır. İkincisi ise, bazı Müslümanların ve
hareketlerin dillerinde dolaşan "Küfür kanunları İle Yönetmek"
fikrinin kabul edilmesidir. Başlangıçta değindiğimiz usul
üzere hareket etmemiz için bu konu içerisinde, demokrasinin
uygulamakta olduğu vakıayı ve demokrasi vakıasını ve şeriatın
demokrasiye benzeyip benzemediğini açık seçik göstereceğiz.
Demokrasi Nedir?
Gerçek şu ki; batı, dini hayattan ayırma
fikri üzerine kuruludur. Bu temel fikir ile dinin
insanların hayatındaki etkinliği tamamen uzaklaştırılmıştır.
Batının hayat ile ilgili mefhumları bu esas fikir çerçevesindedir.
Bu düşünceye bağlı olarak batılıların zihninde, bu temel
fikir ve temel fikirden doğan fikirler doğup
gelişti. Demokrasi fikri, Allahu Teâla'nın yerine insanı kendi
kendisinin efendisi kıldı. Menfaat fikrî de amellerin ölçüsü
oldu. Bu ölçüye göre huzur ve saadet, dünyanın lezzetlerinden en yüksek
seviyede faydalanmaktır. "Ferdi" ön plana çıkaran ve onu
kutsallaştıran "hürriyetler" düşüncesinin kutsallaştırılmasına
yol açtı. Bu fikirler üzerine bir toplum meydana getirilirken
beraberinde hürriyetler düşüncesine karşı olan her düşünceyi
reddeden bir toplum da oluşturuldu. Bu fikirler neticesinde batı
insanı mutlu olmak yerine meşakkatle karşı karşıya kaldı. Bu sonuç
pek tabii idi. Zira insan kusurlu olduğu için, kendisi için veya başkası
için kanun vazetme kudretine sahip değildir. Bencilliğin egemen
olduğu, hürriyetler düşüncesinin liderliğinde yürüyen toplumun
orman kanunlarının geçerli olduğu hayvanlar toplumundan kesinlikle
farkı yoktur.
Batı aklı mutlak ölçü olarak almıştır. Bu
sayede keşifler ve buluşlarla parlak bir ilmi teknolojiye
ulaşmıştır. Kuvvetin kaynaklarına sahip olarak hak-hukuk mantığı
yerine kaba kuvvet mantığıyla dünyaya hakim olmaya imkan bulmuştur.
Yani gücüyle ülkelere hakim olduktan sonra onun maslahat ve
menfaatlarına hizmet eden, fikirlerine uygun düşen, nizamları
gerekli gören yöneticiler yetiştirmiştir. Çalışma şartları,
eğitim öğretim metotları ve programları hep batı fikirlerine,
metotlarına ve hayat tarzlarına çağıran esaslar üzerine kurulmuştur.
Ayrıca dünyayı; sanayileşmiş devletler,
üretken, zengin, güçlü, hakim ve sömürgeci devletler şeklinde
maslahatlarına uygun tarzda böldüler. Bu devletlere "kalkınmış",
"ilerlemiş" devletler dediler. Fakir, tüketen ve zayıf
olsun, kalkınmış devletlerin emrine boyun eğen devletlere "geri
kalmış" devletler dediler. Bir taraftan bu taksimi yaparken
diğer taraftan da bu vakıaya muhalif olarak herhangi bir devletin
konumunun değişmesine engel oldular.
Ayrıca ülkelerinde mutlak hürriyeti oluşturarak
insanların siyasi istikrardan faydalanmasını sağladılar.
Bireylerine temel ihtiyaçlarını ve farklı seviyelerde de olsa bir
takım lüks ihtiyaçlarını temin etme imkanını sağladılar. Diğer
taraftan kendilerine muhtaç olmaları için, fakir devletlerin
ilerlemesini sağlayacak bilgi ve teknolojiye sahip olmasını
engelleyerek sanayileşmelerine mani oldular. Böylece fakir ülkeleri
daha da fakirleştirerek kendilerine pazar yaptılar.
Fakir ülkelerin halklarına siyasi istikrarı ve güveni haram ettiler.
Çünkü sanayileşmiş zengin devletler, fakir ülkeleri sömürme
hususunda bir rekabet ve çekişmeye girişmişlerdi. Ancak bu çekişmeyi
birbirlerine açıktan açığa saldırdıkları bir savaş şeklinde
yapmak yerine, geri kalmış ülkelerin halkları arasında savaş ve
terör meydana getirerek veya hakimiyet kuramadığı ülkelerde bir takım
ayaklanmalar icad ederek güven ve istikrarı yok edip halk arasındaki
kin ve nefreti alevlendirerek yaptılar. Ülkenin kendi insanları
arasındaki her unsuru ve ırkı kullanarak onları ırkçılık yapmaya
teşvik ederek amacına ulaşmak için her yolu denediler.
İşte bu sayede batı devletleri, diğer ülke
insanlarına haram ve yasak ettikleri sosyal hayatın ihtiyaç duyduğu
tıp, eğitim v.b. şeyleri kendi halklarına bolca temin edebildiler.
Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Güvenlik
Konseyi, Dünya Bankası, Uluslararası Af Örgütü gibi uluslararası
boyutu olan teşkilatlar kurarak çeşit çeşit sömürü uslupları
geliştirdiler. Devletler arasındaki çekişmeleri durdurmak veya fakir
ülkelere yardım etmek veya onları korumak bahanesiyle farklı
milletlerden silahlı kuvvetler oluşturdular. Ayrıca fakir devletlerin
iç işlerine açıktan açığa değil de gizliden gizliye müdahale
emek için heyetler meydana getirildi. Bütün bunlar onları
zimmetlerine almak için yaptılar. Uluslararası Çocuklara Yardım
Örgütü gibi örgütleri kurdular.
Gerçekte dinin hayattan ayrılması ve ondan doğan
faydacı zihniyet, batıda "sömürgecilik" düşüncesini oluşturmuştur.
Ancak sömürgeciliğin bu şekli, başlangıçtaki gibi değildir.
Bilakis sömürme hadisesi hem fikren hem uslüp olarak ve hem de
sömürme araçları bakımından çok gelişti ve şu anda bu olgu
gizliden gizliye olup bitmektedir. Hatta dıştan bakıldığında sömürülenlere
bir rahmet bir iyilik gibi görünmektedir. Oysa gerçek iç yüzü şer
ve azaptır. İşte batı, halkların en güzel bir şekilde örnek
alacakları, hatta müslümanları yüzlerini çevirecekleri ve
sürecekleri kıbleleri olması iç
in
gerçeklerin üzerini örttü ve kendini ideal olarak insanlığa sundu.
Sahtekarlıkla ve nifakla, içerisinde yaşadığı müreffeh ortamın
demokrasinin ve hürriyetlerin nimetlerinden olduğuna insanları
inandırdı. Batının yaşadığı cennette yaşamak isteyen
kimsenin. Diğer taraftan sömürü, milletlerin kanını
emme, onları hayırdan mahrum kılma ve fakir düşürme, onları
iktisadi olarak geri bırakma, onları sanayi ürünleri için sürekli
bir pazar yapmayı hedefleyen içyüzlerini de gizlediler. Bu menfaatları
dolayısıyla batı dünyaya egemen oldu. Batı ve sömürgeciliği
meselesi oldukça uzun bir mevzudur. Konumuza yarar sağlaması için kısaca
değinmeyi uygun bulduk.
Evet batı gerçekten hakikatları çarpıtan ve
saptıran ve kendini olduğundan farklı görünmek istediği gibi görünmesini
sağlayacak kıyafetlere bürünerek kendisini insanlara sunan bir
karakterdir. Batıl ve fasit fikirlerini kaba kuvvet kullanarak halklara
mal etmişlerdir. Onun şiarına göre, güçlü olanın delili de güçlüdür,
zayıf olanın delili de zayıftır.
Gelelim işleri aslına çevirecek, bakış açılarını
düzeltecek, maskeleri düşürecek olan ideolojik hizip ve cemaatlara!
Bu vakıa, cemaatlar üzerinde etkili olmuş, doğru tasavvurlarını
kaybetmişler ve sorunlarını çözmek için düşmanlarının
önerdikleri çözümleri önerir hale gelmişlerdir. Görünen o ki çoğu
cemaat sahih tasavvuru kaybetmiş, düşmanlarının tezlerini ve hal
çarelerini savunur bir hale gelmişlerdir. Kavrayışları ve
kavramları düşmanlarının kavrayış ve kavramları üzerine kurulu
bir hal almışlar. Bu açıdan öyle gerekiyor ki, bu cemaatlar tam tamına
şeriata sığınsınlar ve vakıayı nasıl çözeceklerini ve bu
belalardan insanlığı nasıl bir şifa ile kurtaracaklarını şer’i
hükümlerden çıkarabilsinler. Neticede ümmeti batının küfür
karanlığından kurtarıp İslâm'ın adalet aydınlığına
kavuşturabilsinler.
Bu girişten anlıyoruz ki batının maddi gücü tek
başına elinde tutmasının yegane sebebi, ilim ve teknolojide akla
aşırı derecede önem vermeleri, diğer halkların ve milletlerin
maddi güce sahip olmalarına yol açaçak sebeplere ulaşmalarını
engellemeleridir. Ayrıca sahip olduğu aşırı zenginliğin asıl
sebebi demokrasi değil, milletlerin kanını emerek ve zenginliklerine
el koyarak onları sömürmeleridir.
Diğer taraftan demokrasinin gerçekte ne olduğu,
onun
tatbik edilmesi neticesinde hangi olumsuz sonuçların
baş göstereceği meselesi ise ikinci bir meseledir.
"Dinin hayattan koparılması" düşüncesi
batıda, kilisenin insanların hayatla ilgili meselelerine müdahale
etmesi sonucu doğup gelişmiş bir fikirdir. Kilise, hayatı içinden
çıkılmaz bir hale getiren müdahalesini "din" adı altında
yapıyordu. Ne var ki dinleri bu karakterden uzaktı. Zira
Hıristiyanlık dini sosyal hayatı tanzim edecek mevzuattan yoksundu.
Din adamların din adına zalimane mevzuatlar teşri etmeleri iki
farklı tepkiyi doğurdu: Birincisi dini mutlak manada inkâr eden
görüş, ikinci görüş ise dini kabul etmekle beraber onun hayata
olan müdahalesini reddedip hayattan koparılmasını savundu. Birinci
fikrin temelleri üzerinde hayata dair özgün bir anlayış doğup
gelişti ve bu temeller üzerinde sosyalist, komünist blok diye bilinen
kendine has bir akidesi ve birlikteliği bulunan bir yapılanma meydana
geldi. Bu fikrin hayata tatbik edilmesi neticesinde insanlar
canlarından bezdiler. Diğer taraftan doğup gelişen ve dinin hayattan
koparılmasını öneren fikrin temelleri üzerinde de kapitalist
devletler diye bilinen bir oluşum meydana geldi. İşte fikir ve
vakıanın gösterdiği hadise budur.
Dinin hayattan uzaklaştırılması düşüncesi,
insana kanun yapma hakkını tanırken bu hakkı dine yasakladı.
İlahın varlığını, cemiyete ve cemiyet hayatına müdahale
etmeyecek tarzda bireysel boyutta güzel bir fikir olarak kabul ettiler.
Buna göre ilah diye kabul ettikleri şeyin gerçekte Allah olması veya
Hz. İsa olması yahut da Buda ve hatta başka bir şahsın olması
önemli değildi. İnsanlar dinsiz olmalarını da yasaklamadı. Fakat
her halükârda hayat ile ilgili meselelerde çözüm üretecek tek
kadir kuvvet insandır. Onlara göre bu fikirden daha üstün veya bu
fikre denk hiç bir fikir yoktur. Bu sağa sola eğilip bükülecek bir
fikir de değildir. Her türden işlerini güdecek uzvi ve içgüdüsel
ihtiyaçlarını doyuma kavuşturacak nizamları koyacak yegane güç ve
kudret kelimenin tam anlamıyla insandır. İşte bunun sonucu "Halk
için halkla halkı yönetmek" anlamına gelen demokrasi fikri
ortaya çıktı.
"Halkın yönetimi" ile kast edilen, halkın
kendi kendine egemen olmasıdır. Yani yasama ve teşri halka aittir.
"Halkla" ifadesiyle de, koyduğu yasalarla,
vazettiği nizamlarla yönetme Hakkı da halka ait olduğu
kastedilmiştir.
"Halk için" diyerek
vazettiği kanunlarla yönetilecek olanın yine halk olduğu
belirtilmiştir.
Bu fikir pratikte üç güç kaynağını
doğurmuştur. Ayrıca bu üç güç kaynağının da halka ait olduğu
kesinlikle ifade edilmiştir. Adı geçen üç güç kaynağı
aşağıdaki şekilde ortaya konmuştur:
Yasama Organı. Bu güç hükümleri ve yasaları
vazeder veya değiştirir ya da mevcut yasayı ilga eder ve yasaların
uygulanmasını denetler.
Yürütme Organı: Bu güç anayasayı, halkın
iradesini, veya yasama organının çıkardığı kanunları ve hükümleri
uygular.
Yargı Organı:
Yasama
organının çıkardığı bütün anayasa ve yasaların doğru bir
şekilde işlemesine mani olan engellerin bertaraf edilme ve buna
uymayanların maddi müeyyide ile karşı karşıya bırakılmasını
sağlayacak gücü temsil eder.
İşte bunlar demokrasinin temel vasıfları ve esas
özellikleridir. Denilebilir ki bu temel özelliklere sahip olan her
nizam ve sistem gerçek anlamda demokrasidir. Ancak bu temel
özelliklerden birini kaybeden sistem ve düzen demokrasi olmaktan çıkar.
Ona mutlak manada demokrasi denilemez. Gerçek şu ki adı geçen temel
özelliklerden bazıları şunlardır: Halk veya milletin egemenliği,
diğer bir ifadeyle egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait
olması. İşte bu özellik demokrasinin en bariz vasıf ve temel
direğidir. Diğer özellikler bu
nun türevleridir.
İslâm'da demokrasi var mıdır? Demokrasinin
bilinen bir vakıası İslâm'da mevcut mudur? Bu çeşit sorulara
karşı cevabımız şudur: Eğer bu demokratik vakıa İslâm’da var
ise rahatlıkla: "Demokrasi İslâm’dandır."
"Demokrasiyi ilk defa Raşid halifeler uygulamışlardır."
"Demokrasi bizim yitik malımızdı, ona kavuştuk." diyebiliriz.
Eğer onun vakıası İslâm’da mevcut değilse, o zaman ona ait hiç
bir şey İslâm’da mevcut değildir. Neticede İslâm’ın demokrasi
hakkındaki hükmünü bilmemiz gerekmektedir.
Biz de diyoruz ki, demokrasi düşüncesi,
temel niteliğinde olan "dini hayattan ayırma" düşüncesiyle
tam bir uyum içerisindedir ve ondan doğmuştur, öyle ise onun
hükmünü alır. Demokrasinin dini hayattan ayırma düşüncesinin
ürünü olmasından dolayı İslâm’a göre reddedilir ve demokrasiye
inanan kimse de kafir sayılır. Bilindiği üzere "dini
hayattan ayırma"
düşüncesi, İslâm'ın, "Lailahe illallah Muhammdün
Rasulullah" temel düşüncesine aykırıdır.
İslâm'ın akidesinden doğan her fikir bu temel fikirle tam bir uyum
ve insicam içerisinde olma durumdadır. Şu ayette olduğu gibi; “Hüküm
ancak Allah'a aittir. Yalnız O’na ibadet etmenizi emretmektedir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.”
Allah
(C.C.)’ın, “insanların
çoğu bunu bilmez” sözünden kasıt,
Alemlerin Rabbısının kararlaştırdığı hüküm karşısında çoğunluğun
görüşünün bir değeri olamayacağıdır. Hükmü vazedecek olan
ancak ve ancak Allah'tır. İslâm nizamında en üstün söz Allah’ındır.
Emretme, nehyetme, helâl kılma, haram kılma yetkisi Yüce, büyük,
her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'a mahsustur. Onun
dışında herhangi bir yaratılmış buna parmak karıştıramaz. Hiç
bir fert veya cemaat, hiç bir yönüyle hüküm koyma konusunda Allah
ile bir ortaklık içinde olamaz. Alemlerin Rabbısının
kararlaştırdığı hüküm karşısında çoğunluğun görüşünün
bir değeri yoktur. Hükmü vazedecek olan ancak ve ancak Allah'tır.
Kısacası hükmeden yalnız ve yalnız tek başına
Allah'tır. Zira ayette; “Hüküm yalnızca
Allah’ındır.” denilmektedir. O’nun hükmünü
murakebe ve muhasebe edecek yoktur.
“Hükmünden dolayı O’nu
muhasebe edecek yoktur.”
Böyle iken demokrasinin zifiri karanlığı ile İslâm'ın
ak ve pak gündüzü nasıl bir araya gelir. Kaldı ki Allah sübhanehu
Teâla muhkem olan ayetlerinde bunu açıkça belirtmiştir. Zira; “Eğer
yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah'ın
yolundan saptırırlar.”
diye
buyurmaktadır. Başka bir ayeti celilede; “Umulur ki bir şey
hoşunuza gitmez de o sizin için hayırlı olur. Ve yine umulur ki bir
şey şer olduğu halde hoşunuza gider. Allah bilir siz bilmezsiniz.”
Batının Hürriyet Anlayışı
Batı, "dini hayattan ayırma" fikrine
sığınarak kendine hüküm koyma hakkını verdi. İnsanın,
başkalarının isteği dışında dilediği gibi hayatını yaşaması
gerektiği görüşüne vardılar. Yani kişi hayatını başkasının
iradesine göre değil kendi arzu, heva ve hevesine göre yaşamalıdır.
Bu irade serbestliği ise ancak tam anlamıyla hürriyete sahip olmakla
gerçekleşebilirdi. Buradan yola çıkarak inanç hürriyetine, mülk
edinme hürriyetine, fikir hürriyetine ve ferdi hürriyete ve bunların
sağlanması neticesine vardılar. Bu konuda öyle ileri gittiler ki
hürriyet fikrini hiç kimsenin dokunamayacağı mukaddes bir fikir
kabul ettiler. Bu hürriyetlerin her birinin kendine özgü terim olarak
anlamı vardır.
İnanç hürriyeti kişiyi dilediği dini kabul
etmekte serbest bıraktı. Hatta her gün yeni bir dine girse dahi
istediği anda bir dinden diğer bir dine geçebilme hakkını verdi. Bütün
dinleri inkâr etmesini de mübah
görüldü.
Mülk edinme hürriyeti ferde, dilediği şekilde
dilediği şeyi mülk edinebilme, harcayabilme hakkını tanımaktadır.
Fert dilediğinde mülkünü köpeğine bile hibe ederek varislerini
ondan mahrum edebilir. Kimse onun tasarruflarına engel olamaz.
Düşünme hürriyeti ise, hak veya batıl olsun
kişiye sözünü sakınmadan ve engel tanımadan dilediğini söyleme
hakkını verir. Aklına ve arzusuna aykırı gördüğü her şeyi
tenkit etme hakkına sahiptir. Hiç kimse onu bundan alıkoyamaz.
Ferdi hürriyet ise, yol yordam tanımaksızın,
yaratılış gereğini dikkate almaksızın hatta ruhi değerlerin
hilafına da olsa kişiye ferdi işlerinde istediği gibi tasarruf
etmesini teminat altına alır.
Sıraladığımız bu hürriyetler, demokrasinin bir
gereğidirler ve bu düşünceler ona inananlar üzerine tatbik edilir.
Neticede kendisine iman eden taraftarlarını büsbütün değerden düşürüp
bir hayvan sürüsü seviyesine indirir.
Zira inanç hürriyeti, kapitalist nizamlarda dini,
cemiyet hayatında önemsiz bir unsur haline getirir. Kişinin elbise
değiştirir gibi dilediğinde dinini değiştirmesi dini hafife alıp
ona hakaret etmek demektir. Materyalist fikrin gelişmesi ve din
fikrinin dar bir alana sıkıştırılmasıyla, ahlaki, insani ve ruhi
değerler çok dar bir çerçeve içine hapsedildi. Nefisler rahmet
duygularından yoksun bırakılarak insanlar, güçlünün zayıfı
dilediği gibi yediği vahşi hayvanlar haline getirildiler.
Diğer taraftan düşünceyi açığa vurma hürriyeti,
insanlara dilediklerini söyleme ve dilediklerine davet etme yetkisini
tanıdı. Haktan ve hak ölçüden mahrum kalmış toplumda her türlü
aykırı, garip ve batıl düşüncelerin kol gezdiği bir ortam
oluştu. Sonunda Salman Rüşdü gibi gürültü koparanlar da dinleyici
buldu. Zira o, inanç hürriyeti ile ölçtü biçti, fikir hürriyetine
sığınarak Rasul (
s.a.v.)'e nankörlük
etti. Ne yazık ki buna engel olacak bir kanun da yoktu.
Mülk edinme hürriyeti ve onun ölçüsü olan
menfaatçılığa gelince, işte bu fikirdir diğer ülkelere hükmetmek
için sömürgeciliği bir metot olarak alan büyük kapitalist
devletleri ortaya çıkardı. Bu kapitalist devletler ülkeleri istila
edip varlıklarına ve servetlerine müptela olup milletlerin kanlarını
emdiler. Hatta bu haksız istilaları konusunda kapitalist ülkeler
birbirleriyle yarıştılar. Ülkeler arasında çatışmalar ve
savaşlar meydana getirerek sanayi ve askeri ürünlerini satacak
pazarlar oluşturdular. Uzun süreli kazanç yollarına malik oldular.
Ne var ki bu kapitalist ülkeler her türlü ruhi, fıtri ve insani
değerlerden büsbütün yoksun idiler. Fakat zor durumda kaldıklarında
maslahatları için dini kullanmaktan geri durmadılar. Hatta yüzlerini
ve pisliklerini örtebilmek için çirkin insanlığa ve ahlaka davet
ettiler.
Ferdi hürriyet de, demokratik ülkelerde toplumu
hayvan sürüleri seviyesine dönüştürdü. Hatta onları,
hayvanların bile tenezzül edemeyeceği bir alçaklığa düşürdü.
Yasalar her türlü sapık ve aykırı cinsî münasebetleri mübah saydılar.
Onlarda görünen açıktan cinsel münasebet türleri hayvan
sürülerinde bile yoktur. Meselâ; toplu halde zina eder oldular. Yine
bunun gibi yakın akraba ve kardeşleriyle, anneleriyle, kızlarıyla ve
kız kardeşleriyle hatta hayvanlarla zina eden bir alçaklığa
vardılar. Daha önce görülmemiş hastalıklar ortaya çıktı.
Toplumlarında aile kurumu bozularak aile bireyleri arasındaki şefkat
ve merhamet kayboldu. Zira ferdi hürriyet kişinin her türlü kayıttan
kurtulup her yolu mübah ve aile kurumunun da baskısından kurtulmak
demektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, bu isim altında bütün
yasaklar işlenir ve bütün haramlar mübah sayılır. Böylece zina
hürriyeti, livata, lezbiyenlik, çıplaklık, içki ve her türlü aykırı
davranış hürriyet fikrine göre hiç bir baskı altında
kalmaksızın ve hiç bir engel tanımaksızın yapılacak birer
sıradan davranış olmaktadır.
Bütün bunlar demokrasinin ortaya çıkardığı
durumlardır. Beşeriyetin heva ve heves
inin ortaya
koyduğu bir nizamdır. Allah'tan gelen semavi bir vahyin eseri
değildir. Herhangi bir dinin ortaya çıkardığı bir durum da
değildir. Onu icad eden mütefekkirlerin düşüncelerine ve onu ortaya
çıkaran şartlara baktığımızda, hürriyet düşüncesinin küfür
esasları üzerine kurulu olduğu görülecektir. Zira o düşünürler
bu düşünceyi; on beşinci Luis'in, "Biz krallık tacını
Allah'tan alırız" veya on dördüncü Luis"in, "Meliklerin
sultası yaratıcının kudretinden kaynaklanır. Sulta da millette
değil yalnızca tanrıdadır. Krallar millete karşı değil ancak
Allah'a karşı sorumludurlar (millete değil Allah'a hesap
verirler)" gibilerin sözlerine karşı
çıkmak üzere ortaya koydular. Düşünürler Jan Jak Russo'ya ait
olan "Toplumsal Sözleşme" doktrinini şöyle vasıflandırdılar:
Laiklik Fransa ihtilalinin ortaya çıkardığı durumdur ve İncil'e
muhalif değildir.
Bütün bunların kaynaklandığı esas, üzerine
kurulu olduğu temelleri itibariyle İslâm'ın demokrasi ile çeliştiğini
bize apaçık göstermektedir. O kaynaktan çıkan akide ve bu akidenin
üzerine kurulu olduğu esaslar ve bundan çıkan fikir ve nizamlar da büsbütün
İslâm'a muhaliftirler.
- Demokrasinin kaynağı insandır ve onda hükmetme
kudreti tekrar insana döner. Eşya veya ameller hakkında iyidir veya kötüdür
diye hüküm verdiğinde bu takdir onun heva ve hevesinden ve
şartların gerektirdiği maslahatından kaynaklanır. Bu hükümlerin
konulmasında esas belirleyici faktör Avrupa felsefesidir.
İslâm bunun aksine bir hal üzeredir. İslâm,
Allahu Teâla’dandır. İslâm’ı kulu ve Rasulü olan
Muhammed
(s.a.v.)'e vahyetmiştir. İslâm’da hakimiyet
Allah'a aittir. Hüküm koyucu akıl değil Allah'tır. Aklın görevi
şer'î nassları anlamaktır.
- Demokrasinin çıktığı akideye gelince, o
"dini hayattan ayırma" akidesidir. Onlara göre bu orta
yoldur.
Bu akide dini inkâr etmiyor fakat onu
hayattan ayırıp, hayata ve devlete ait işlere müdahalesini ortadan
kaldırıyor. Neticede insan kendi nizamını kendisi koyuyor. Onun
medeniyeti ve bütün fikirleri bu tarzda olan akidesi üzerine
kuruludur.
Fakat İslâm böyle değildir. İslâm, hayatla ve
devletle ilgili işlerin Allah'ın emir ve yasaklarına göre
yürütülmesini farz kılan İslâm akidesi üzere kuruludur. İslâm'da
söz konusu hüküm ne olursa olsun her şey İslâm akidesinden fışkırır,
İslâm hadaretini, akidesinin esasları üz
erine kurar ve
fikirlerin tayin ve tespiti için istikamet gösterir.
- Demokrasinin üzerine kaim olduğu esas halkın
hakimiyetidir. Halk bütün güçlerin kaynağıdır. Buna binaen
demokraside üç temel kuvvet öngörülmüştür. Yasama, yürütme,
yargı. Böylece bu üç kuvvetin mevcudiyeti ve faaliyeti güvence altına
alınmış olmaktadır.
İslâm'da ise hakimiyet şeriatındır. Ümmet
yasama yetkisine sahip değildir. Ancak İslâm Allah'ın emir ve
yasaklarını yürütme işini ümmete vermiştir. Ümmet de bunu şer’i
nasslarla kayıtlı bu
lunan Hilâfet Devleti metoduyla icra eder.
- Demokrasi, kâr-zarar hesabı, heva ve hevese tabi
olma esası üzerine kuruludur. İslâm'ın şer’i hükümleri,
nasslara tabi olma ya da nasslardan hüküm istinbat etme esası
üzerine kaimdir. Yani İslâm Allah (
C.C.)'ın
hidayetine bağlı kalma ve O'na tabi olma esasına mebnidir.
Demokrasinin bir takım güzel unsurları da içerdiğini,
İslâm'ın bunlardan istifade edebileceği tarzındaki sözler ve değerlendirmeler
hiç bir delile dayanmamaktadır. Demokrasinin bu denli batıl olan gerçek
yüzünü gördükten sonra onun bozguncu olan vakıasından çıkacak
en ufak bir hayra dahi insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetin bir ihtiyacı olamaz. İslâm olan dinimizde bir eksiklik mi
var da biz bu iddiaları ciddiye alalım.!
Demokrasi, Şûra Değildir
“İslâm demokrasi ile başlamış ve diktatörlük
ile de son bulmuştur”
diyerek bir gerçeğe
davet ettiğini sananlara, bilmem ağlamalı mı gülmeli mi?! Ne yazık
ki bunlar; “İş hususunda onlarla istişare et. Karar verdiğinde
de artık Allah'a güven”
mealindeki ayeti kötüye
kullanmaktan geri durmuyorlar.
Konumuzla alakaları olup da değinmediğimiz bir düşünce
kaldı. Deniliyor ki; "Kur'an, kavli ve fiili Sünnet istişareye
yer vermesiyle zaten demokrasiyi benimsemiş olmaktadır. Esasen
demokrasi şûra'dan başka bir şey değildir. Demokrasi insanların görüşlerine
müracaat etmek üzere kuruludur, İslâm da zaten insanlardan görüş
almayı emretmektedir. Zira Allah (
C.C.); “İş
hususunda onlara danış”
“Onların
işleri aralarında istişare iledir”
diye
buyurmaktadır. Kaldı ki Rasul (s.a.v.) de siyasi ve askeri
hayatında devamlı surette ashabıyla istişare etmiş ve onların görüşlerine
baş vurmuş ve görüşlerine de uymuştur. Eğer Kur'an bunu emrediyor
ve Rasul (s.a.v.) de bunun vakıasını tatbik
etmişse, müslümanlara düşen de buna tam tamına uymaktır. Ayrıca
diyorlar ki, “Demokrasi ve şûra arasındaki fark ancak ve ancak
değişik sözcüklerin kullanılmasından ibarettir. Aynı vakıaya
isim oldukları sürece farklı şekillerde isimlendirilmesi bir şeyi
değiştirmez."
Biliyoruz ki demokrasiye davet eden farklı kesimler
ve sınıflar mevcuttur. Bazıları kötü, zararlı ve hilecidiler.
Bazıları da gerçek manada demokrasi cahilidirler. İyi niyetli olup
fakat demokrasinin hakikatine vakıf olmayan kimse kendini bu nevi
tezlerden uzak tutmalıdır. Aksi takdirde cehalet üzere Allah'a kulluk
eden kişinin durumuna düşer. Zira bu durumda olan kişi kendisini
masiyete düşüren şeyi bilemez. Zaten iyi niyetli olanın tabiatı
aldatılmaya müsaittir.
Bugün demokrasiyi bilerek veya
bilmeyerek haksızca İslâm'la eleştirenler gibi daha önce bazıları
da sosyalizm İslâm'da mevcuttur ve Rasul (s.a.v.)
de onların önderiydi demişlerdi. Yıllar sonra sosyalizmin
kokuşmuşluğu, pisliği ortaya çıkınca ne cevap verdiler? Tıpkı
bunun gibi demokrasi bugün ölüm sancılarıyla can çekişmektedir.
Bu onun son çırpınışlarıdır. Ölüm anını beklemektedir. Bu
davanın sahipleri ne düşünüyor acaba? Gerçek şu ki, İslâm ile
herhangi bir beşeri tezi ve doktrini özdeşleştirenler bunun İslâm'a
fayda verdiğini sanmasınlar. Bu yaklaşımlar bilakis demokrasiye
yaramaktadır. Onun pisliğini ortaya çıkaracaklarına, demokrasiyi yüksek
bir fikir haline getiriyorlar. Onu ezip yok edecekleri yerde, onu
yüklenip, savunup yayıyorlar.
Allah'ın kelimesinin en yüksek olması ve dinin bütününün
ona ait olması, ancak önderlik yapacak bir cemaatın onu kavraması ve
yüklenmesiyle, onu tesis edecek basirete sahip olmasıyla gerçekleşecektir.
Akidesinde aydın ve berrak, şer’i hükmü anlamada derin kavrayış
sahibi, etkileyici ve nüfuz edici kavramları tek bir fikre davet eden,
fasid ve düşük vakıaya boyun eğmeyen ve şartların etkisi altında
kalmayan bir cemaat olsun ki Allah'ın kelimesinin yüksek olduğu
hakikati hayat vakıasında açığa çıksın.