TARİKATLA İLGİLİ MESELELER
- Tarikat nedir? Ne
zaman ortaya çıkmıştır?
- Tarikat yol demektir. Fıkhî
ve itikadî konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi
eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar
insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının
kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin
etrafında toplanan müridanın tekke ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi
anlamına tarikat, Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî'nin yaşadığı h. VI. m. XII.
Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşad usullerine göre genellikle üçlü bir
tasnife tabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve şuttar.
Ahyâr
tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun salikleri
genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk'a ulaşmaya çalışırlar. Bu yola
ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi
etkisi altına alması esastır. Ebrar tariki: Riyazat ve mücahede yoludur.
Bu yola nefsanî tarik da denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaafa
uğratıp onun rûha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile
muamelede de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için
mücahedeyi esas alırlar. Şüttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur.
Bu yola aşk, vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülûk
edemez. Bu yolun yolcuları Bayezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlana gibi aşık
insanlardır.
- Tarikata girmek isteyene verilecek
öğütler nelerdir?
- Tarikata girmek isteyen kişi önce
bu konudaki niyyetinin sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını
anladıktan sonra yukarıda anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun
olduğuna bakıp gönlünün ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare
ve istihare ile sağlam bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü
tarikata intisabda manevî bir taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu
verilen söze bağlı kalmaya ve alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen
gösterilmelidir.
- Zahirî ilim erbabının illa tarikata
girmesi gerekir mi?
- Böyle kesin bir kural yoktur.
Ancak tasavvuf ile zahiri ilim birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve batın
konusuyla ilgili bazı meseleler hakkında ileride "Tasavvufî Bilgi Meseleleri"
bahsinde açıklamalar verilecektir. İlim erbabının manevi kemali tamamlamak üzere
ahlakî ve manevî açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar
vardır. Çünkü sadece ilim, ruhî itminan için yeterli değildir . Ayrıca bir
mürşide intisab eden ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek
suretiyle nefsinin önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece
öğrenmesi yetmez; bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun
yolu, bu işi gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur'an ve diğer
kitaplarla birlikte bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi
insan tabiatında bulunan görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden
kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut (mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri,
somut (müşahhas) şeyler kadar rahat kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyacı
olur.
Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen
ilim adamını illa girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım.
Çünkü bu iş gönül ve sevgi meselesidir.
- Ümmînin,
fıkıh öğrenmeden tasavvufu girmesi caiz, midir?
-
Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata girmelerinde hiçbir
mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyaç hisseden kişi önce ilmihalini
öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir.
Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini
artırmak için bir tavsiyede bulunulur. Hatta eskiden tekkelerde bu anlamda
dersler okutulurdu. Bugün tekke ortamı olmadığına göre şeyhler ve
görevlendireceği kişiler, ihvana zarürat-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel
bilgiler olmadan sağlıklı biçimde yaşanamaz.
-
Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır? Kaç tane hak tarikat
vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?
-
Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır. Bazıları ise öne
çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır. Mesela Halvetiyye
tarîkatı eğitim sisteminde kırk günlük "halvet" konusuna, Celvetiyye tarîkatı
halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına gelen "celvet" konusuna önem
verdiği için bu adla anılmıştır. Bir tarîkat, ya da meşreb olduğu tartışmalı
olan Melamiyye ise "melamet'i öne çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melamet,
nefsi levm etmek ve kınamak demektir. İnsanın övülecek ve takdire layık
görülecek meziyetlerini gizleyip halkın kınamasına fırsat vermek için hata ve
kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu sayede nefsin marazlarından
kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek amaçlanır. Çünkü
nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.
Tasavvufta "Allah'a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır."
anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. Hatta "tarikat
insanların sayısınca değil, nefesleri sayısıncadır." denmiştir. Çünkü insan her
an, içinde bulunduğu tecellîye göre ayrı bir biçimde Allah'a
yaklaşabilir.
Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin
batıl olduklarını isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir
kural koymak en sağlam yoldur: "İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i
sünnet ve'l-cemaat anlayışını benimseyen, ibadet ve muamelatta İslam'ın temel
esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil
edilen tarikatlar hak tarikatlardır." Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul
edilen başlıca tarikatlar arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde
Bektaşîlik sayılabilir. Kadiriyye, Rifaîyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye,
Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye,
Desükıyye, Bayramiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer tarikatlar tarih boyunca
etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye, Rifaiyye, Şaziliyye,
Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desükıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey Afrika, Kafkaslar
ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşîlik Arnavutluk,
Makedonya ve Türkiye'de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir. Ülkemizdeki
Bektaşîlik, Alevilik ile birleşerek bir mezhep ve meşrep olarak yaşamaktadır.
Tarîkatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği ülkelerin
basında Mısır gelir.
- Kişilerin dînî noktada istenilen
yere gelmeden tarikata girmesine nasıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği
zaman tarikata girebilir mi?
- "Kişilerin dînî
noktadan istenilen yere gelmesi" tabiri ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise,
elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak bundan İslam'ı yaşamak
kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Kişi
ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir. Buna mani
bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı
hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü
tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart
sözkonusu değildir. İnsan istediği zaman tarîkata
girebilir.
- Çeşitli tarikatların durumlarını
geçmişteki uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki
mensupları kendi tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar
mı?
- Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki
uygulamaları ile karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu
görülecektir. Bir kere belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle
kapanması, bazılarında da yayın yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir
takım boşlukların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur. Halk arasında bir söz
var: "Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta zayidir." Tarikatların
devlet eliyle kapatılması ve etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini
engellemiştir. Nasıl bir memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada
doktor kalmazsa, bugün aynı şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir
ihtiyaç olduğundan nasıl halk bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan
karşılamaya çalışırsa, tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi
sistem kendi bütünlüğü içinde işlemeyince insanlar bu fıtrî meyli tatmin için
kimi zaman ehliyetine bakmadan bu adla ortaya çıkan insanların etrafında
toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat adına, nezaheti içinde faaliyet gösterenler
bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan; hatta istismarcı konumunda bulunanlar da
vardır. Ülkemizde pekçok tarikatın sîlsilesi fiilen sona ermiştir. Devam
edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır. Ama eksik ve kusur var diye
müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını aramak en güzel çözümdür.
Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir takım ilmi araştırmaların
yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların mevcudiyeti, bu
kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun ikinci
kısmındaki "şu anki tarikat mensuplarının kendi tarikatlarının özlerini
yeterince anlayıp anlamamaları" meselesine gelince, az da olsa tarikatlarının
özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan tarikatlar
var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde görenler
de az değil.
- Gerçekten ehl-i tasavvuf olan müminle,
tasavvufla hiç alakası olmayan bir müminin arasında manevi derece bakımından
fark nedir?
- Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir
müminle tasavvufla hiç alakası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını
Allah nezdindeki derecesi açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim
birşey söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi
duygular ve huzur ile iç dünyasını koruma açısından soruyorsanız o zaman bir
takım şeyler söylenebilir. Kişileri tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep
genellikle İslam'ı daha iyi yaşama kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile
Allah'a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette
böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi
kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen
söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek evrad ve ezkarı ile
manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i tarik, en azından kontrollü
hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol
mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün olmadığı zaman, yaşadığı
çevrenin etkisiyle dini ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir.
Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izale etme ve bir takım
dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe bağlı olan, diğerlerine göre
daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır.
Tasavvufta eğitimin sürekliliği esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik
edilir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye
ve yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini
kaybederler.
- Bedîuzzaman Risaleler'inde tasavvufa bir
meyva; tasavvuf ehli ise Ankara'dan İstanbul'u gitmek için bir vasıta olarak
tanımlıyor ve bu zaman da kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğini
savunuyor. Ne dersiniz?
- Bedîuzzaman'ın tarikatı
meyva, tarîkat erbabının ise tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi
birbiriyle çelişkili değildir. Sadece bakış açılarının farklılığından
kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan
biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri tahakkuk; yani ma'rifet ve
bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu mutlak hakikata
götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun tahakkuk
tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak
değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi insanı gerçeğe erdirmek ve marifet
meyvasına ulaştırmaktır.
- Bir cemaat: "Artık tarikat
zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır." diyerek tarikat ve tasavvufa karşı
çıkıyor. Neler söylersiniz?
- Bu sözün söylendiği
zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında
söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist
ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu
yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din
ve metafizik düşünce adeta öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde
komünizm Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve
insanoğlu Allah'ın evinden kaçmıştır.
Bizim ülkemiz de
XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgarların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine
kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve
dindarlara adeta ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların
böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını
kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men'edildiği bir
ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda
en kutsal dava, imanı kurtarma davasıdır. Aslında o devrin eli kalem tutan ,sufî
müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi
sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük
Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn
Meslekinin Dalaleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.
Tasavvuf, İslamî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır.
İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve
entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu
iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslam'a dönüşün hızlandığı bir
dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış
olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi. Yaşadıkları dönemin
öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancındaydılar. Onlar bugün yaşasaydı,
gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini
sanıyorum. Nitekim bugün geniş bir kitleyi yönlendiren saygın bir hocaefendinin
yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki
gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan
bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için
geçerli olmadığını düşünüyorum.
- "Bütün tarikatların sonu,
Nakşibendiyyenin başıdır" sözünün tefsiri nedir?
- Bu
söz, Nakşbendiyye'nin diğer tarikatlara üstünlüğü iddiasından çok diğer
tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim sisteminin farklılığını
vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ının muhtelif yerlerinde değişik
açıklamalarla zikredilen bu söz, tarîkat gayretiyle diğer tarik mensuplarını
aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir. (bk. Mektubat, c. I. 66. Mektup; c. II. 23. Mektup) Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların
aşağı yukarı tamamı nefsanî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin
başında nefsanî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı
vermektedir. Nefsanî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve
mücahede usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona
erdiğinden yeme ve içmedeki tahdid kalkar. Nakşbendilikte ise nefsanî tarikatlar
ölçüsünde riyazat olmadığından salik işin basından beri yemekle ilgili bir
riyazata tabi tutulmaz. Diğer tarikatlarda riyazat ve mücahededen sonra
gerçekleşen sohbet, Nakşbendîlerin yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer
tarikatların sonda geldiği nokta onda başlangıçtan itibaren vardır. Diğer
tarikatların başından sonuna uyguladıkları cehri zikir, Nakşilikte sadece
başlangıç halinde bulunur. Binaenaleyh bu sözü mensubiyet gayretiyle söylenmiş
bir mutlak üstünlük olarak değil, metod farklılığı olarak görmek
gerekir.
- Nakşbendiyye'de Allah'a vasıl olmanın en
kısa yolu nedir?
- Nakşbendiyye tarikatında Allah'a
vasıl olmanın en kısa yolu sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir.
Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûli sohbetidir. Bu sebeple Şah-ı Nakşbend
hazretleri: "Tarîk-ı ma der sohbet est" Bizim yolumuzun esası sohbettir,
buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin önem ve yetiştiriciliğine dikkat
çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır. Rabıta ise kalben mürşidle
beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye çalışmaktır. Hizmet ise
Allah'ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu duyguları gerçekleştiren bir
sûfî, hafi zikir ve nafile ibadetler sayesinde ihsan duygusuna erecek bir
olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan vuslat ve maiyyet
demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için salikin letaifini zakir hale
getirmesi, ardından zikr-i sultanî, ve murakabe dersleriyle Kur'an'da anlatılan
biçimde Allah Teala'yı murakabe ve kendisininin Hakk'ın murakabesi altında
olduğu bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki
olarak ehliyetli bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şah-ı Nakşbend hazretlerinin
şöyle bir sözü nakledilir: "Bize göre namaz ve oruç Allah'a götüren yol olmakla
birlikte en kısa ve en kestirme yol "nefy-i vücûd"dur. Nefy-i vücûd bedenî ve
beşeri ihtiyaçların Allah'ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu
gerçekleşmeden yalnızca namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede
vuslata yetmez." (bk. Fetava-yı Ömeriyyee
Tercemesi, s.15)
-
Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tespit etmenin en
kestirme yolu nedir?
- Tarikatların meşreplere göre
farklılık arzettiğini daha önce de belirtmiştik. Mesela cehrî zikri esas alan
tarikatlar ile hafi zikri benimseyen tarikatların müntesiplerinin farklı
karakter yapısında kişiler olacağı açıktır. Cehri zikri esas alan tarikatlar,
dışa dönük taşkın yapılı insanların karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri
esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha fazla olan, içe dönük ve hassas
yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte bu konuda kesin bir kural
vaz'etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab etmeden önce
kişilerin tarikat ve mürşidleri görüp onlarla bir süre ülfet etmeleridir. Çünkü
her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve görüşme insana meşrep
uygunluğu konusunda fikir verir.
- Müteşerri bir
tarikata girip: "Feyz atamadım?" diye başka tarîkata geçmek doğru mu? Feyz
alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı alakalı?
-
Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete uygulanmalıdır. Reçete
uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir başka doktora başvurmak
gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç alınamayan bir tabîb-i
mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak ayrangönüllü davranıp bir ona bir
buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan "feyz alamadım, istifade
edemedim" demek ve şeyh değiştirmeğe kalkışmak uygun olmaz. Bu tür sözler
insanın kendi kendini kandırması olur.