MÜRŞİD -
ŞEYH İLE İLGİLİ MESELELER
- Kamil mürşid
kime denir? Kamil bir mürşide bağlanmanın hükmü nedir? Farz mı, vacib mi, sünnet
mi? Şeyhe bağlanmamak kişiye ne kaybettirir? Gerçek mürşid nasıl aranır ve
tanınır, özellikleri nelerdir?
- Mürşid rehber,
kılavuz ve yol gösteren demektir. Mürşid-i kamil sırat-ı müstakimi gösteren,
dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Tarikatta seyr u sülûkunu tamamlayıp
irşada ehliyetli olan kişiler için kullanılır bir tabirdir. Tasavvufta şeyh ile
aynı anlamadır. Kamil bir mürşide bağlanmanın hükmü kişilerin durumuna göre
değişir. Mesela, evlenmek nasıl bazıları için farz, bazıları için sünnet,
bazıları için mubah ise, bir mürşide bağlanmanın hükmü de öyledir. Kimileri için
farz, kimileri için sünnet, kimileri için mubahdır. Bir mürşide bağlanmadan
nefsinin şerrinden kurtulamayacak ve harama düşecek kimseler için farz, manevi
derecesinin yükselmesine yardımcı olacak kimseler için müstehab, ama intisab
kendilerine birşey kazandırmayacak olanlar için mubahtır. İnsanın hakyol
arayışında gayret içinde olması gerekir. Nitekim: "Bizim uğrumuzda
uğraşanları elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz." (el-Ankebut,29/69)
buyrulmuştur. Bir cehd ve gayret olmadan manevi mücahede, manevi mücahede
olmadan manevî terakki gerçekleşmez. Şeyhe bağlanmadan tasavvufi bir hayatın
gerçekleşmesi mümkün olmaz. Mümkün olsa bile insanın ayakları kaymaktan salim
olmaz. Bu bakımdan herkes için tarikata girmek zarureti yoktur belki ama, zühdi
bir hayat, manevi bir eğitim görmek isteyenlerin mutlaka bir mürşide
bağlanmaları gerekir. Bunu biz şöyle bir misalle açıklayabiliriz. İstanbul
Boğazı'ndan yabancı bandıralı gemiler geçiyor. Bu yabancı bandıralı gemilerin
Boğaz'dan geçerken kılavuz kaptan almaları zorunluluğu var. Kılavuz kaptan almaz
ve kaza yapacak olurlarsa cezası ona göre daha ağır. Bu gemilerin kaptanlarının
elinde Boğaz'ın haritası, pusula ve diğer yardımcı aletler olduğu halde niye
kılavuz kaptan zorunluluğu var? Çünkü kılavuz kaptan, oradan defalarca geçmiş
bulunduğu için Boğaz'ı elinde harita, pusula ve diğer yardımcı aletler bulunan
gemi kaptanından çok daha iyi tanımaktadır. Tasavvufi hayata giren kimse de, bu
yoldan geçmiş ve sonuç almış olan kimseden, elinde kitaplar, eserler ve bilgiler
bulunan kimseye nazaran, daha çok istifade eder. Çünkü tasavvuf nazari bir ilim
değil, tatbiki bir ilimdir. Mürşide bağlanmayan kişi, böyle bir yolda önemli bir
rehberden mahrum olarak yola çıkmış demektir.
İnsanın
manevi yolculuğa çıkmadan önce bir mürşid araması gerekir. Hatta Nakşbendiyye
tarikatında Abdulhalık Gucdüvanî tarafından konulan onbir prensipten biri
olan "Sefer der-vatan"'in bir anlamı da mürşid aramak için yolculuğa
çıkmak demektir. Aranan bir mürşidde bulunması gereken vasıflar şöyle
sıralanmıştır: Mürşid olacak kimsenin kitap ve sünnetin emirlerine âgâh olacak
kadar bilgili, kemal sıfatlarıyla donanmış, dünya ve makam sevgisinden geçmiş,
riyazat ve mücahede ile nefsini arıtmış, nafile ibadet ve zikirle rûhunu
yüceltmiş, Muhammedî ahlaka sahip bir kimse olması ve silsileye sahip bir
mürşidden icazetli bulunması gerekir. Ayrıca yetiştirdiği insanlarda bu manada
bir takım tezahürlerin görünmesi de beklenir. Şeyhin ictihad derecesinde bir
fıkhî bilgiye sahip olması gerekmez ama müntesiplerinin meselelerini çözebilecek
bir kalb diriliğine sahip olması iktiza eder. Bir de bütün tasavvuf kitaplarında
ittifakla ifade edilen bir husus bu konuda son derece önemli bir ölçüdür:
"Şeyh olacak kişi hubb-i dünya ile müttehem olmamalıdır." Bunun manası
şeyh olan kişi, yaptığı işten dünyalık bekleyen bir konumda olmamalı, aksine
varidatını hizmette kullanabilmelidir. Bu konuda çevresindekilere örnek
olabilecek bir konumda bulunmalıdır. Yüzü nûranî, sözü rabbanî olmalı ve insanın
içine inşirah veren yüzü, görenlerde uhrevîlik ve rabbanîlik duygusu meydana
getirerek Allah'ı ve ahireti hatırlatmalıdır. Bu özelliklere sahip insanın
gönlünün ısındığı kişi, mürşid olarak teslim olabileceği
kişidir.
- Şeyh ne demektir? Şeyhi kim seçer, babadan
oğula veya akrabaya mı geçer? Mürşidin görevlendirilmesinde ölçü nedir? Açıklar
mısınız?
- Şeyh lügatte sîmasında yaşlılık alametleri
beliren, saçı sakalı ağaran en az elli yaşları civarında kişi, başkan, kabile
reisi gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise mürşid ile aynı manayadır. Bir
tarikatta irşada izinli tekke ve dergahda terbiye ile meşgul olan kimselere
denir. Şeyhler genellikle kendi müridleri arasından akranına tefevvuk eden ve
manevi gelişmeye yatkın kimseleri, daha sağlıklarında icazet vererek muhtelif
yerlerde irşad hizmetiyle görevlendirirler. Şeyhin hayatıyla bağlı bulunan bu
irşad görevi şeyhin vefatından sonra merkez tekke ve ser-halîfe tarafından
yeniden gözden geçirilir, ya ibka edilir, ya da başka görevlerde istihdam
edilir. Şeyh kendi sağlığında seyr u sülûkünü tamamlattırıp irşadla
görevlendirdikleri için tayinden önce istişare ve istihare ile karar verip
görevlendirirdi. Şeyh kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kimse için
bazan yazılı, bazan sözlü işarette bulunurdu. Şeyhin yerine irşad makamına
geçmede iki yol izlenirdi. Bunlardan biri yoldan gelme, diğeri ise belden gelme
usûlüydü. Yoldan gelme usülüne göre şeyh, ihvanı arasında bu işe en liyakatli
gördüğü kimseye işarette bulunur, ihvan da o zata tereddüdsüz tabi olurdu.
Belden gelme usulünde ise emanet şeyhin evladlarına intikal ederdi. Şeyh Efendi,
evladları arasından bazan birine işarette bulunur ve ona tabi olunurdu. Şeyhin
açıkça işarette bulunduğu zaman şeyhlik makamına kimin geçeceğinde problem
olmazdı. İşaretin açık olmadığı zamanlarda ya ihvan aralarından en liyakatli
gördükleri birine bey'at ederlerdi. Ya da dergah şeyhliği boşalır, o zaman
meşihat makamı başka tarikatlardan ehliyet ve icazetini ibraz edenlere tekkeyi
tahsis ederdi. Şeyhin birden fazla halifesi olduğu ve kimin postnişin olacağı
açıkça anlaşılamadığı zamanlarda halifelerden herbirinin irşadlarını sürdürdüğü
de olurdu.
- Mürşid-i kamillerin ezelde müridlerini
seçme ruhsatları var mıdır?
- Mürşid-i kamillerin
ezelde müridlerini seçme mes'elesi belki herkesin saadet ve şakaveti konusunu
anlatan hadisin verdiği bilgiler ışığında değerlendirilebilir. Hadis şöyle:
"Sizden herbirinizin cennet veya cehennemdeki yeri ezelde yazılmıştır."
(Buhari, Tefsiru'l-Kur'an, 65/92) Bu hadise göre herkesin ezelde hangi konumda olduğu yazılı
olduğuna göre, şeyhin müridlerinin kimler olduğu da Hakk'a ma'lümdur. Şeyhlerin
şahsen yapacakları seçimin sonuca tesiri olmaz. Ama kendi seçimleri Hakk'ın
seçimine tetabuk ederse bir anlam ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber de amcası
Ebû Talib'in ümmetinden olmasını şahsen istemişti. Fakat ilahî iradeye tetabuk
etmediği için bu talep gerçekleşmedi. Ama Hz. Ömer'in İslamı Hz. Peygamber'in
seçim ve talebi ilahî iradeye uygun düştüğü için hemen gerçekleşti. Ezelde ilahi
iradeden başka bir irade yoktu.
- Mürşid bulamayanlar
ne yapmalıdırlar? Her dönemde mürşid bulunur mu?
-
Mürşid ihtiyacını hissedenler aramaya devam etmelidir. Çünkü her devirde o
devrin şartlarına göre bir mürşid bulunur. Belki her devrin mürşidinin
özellikleri aynı olmayabilir ama, her devirde mürşid
bulunur.
- Birden fazla mürşide bağlanılabilir mi? Halk
arasındaki "Her kapıda olan hiçbir kapıda; bir kapıda olan her kapıda?" sözü ne
anlama gelir?
- Tarikatta seyr u sülûkünü tamamlamamış
birinin birden fazla mürşide bağlanması iyi karşılanmaz. Çatal uçlu kazık nasıl
yere girmezse, birden fazla mürşide bağlanan insanın kalbinde sevgi
bölüneceğinden istifade zorlaşır. Çünkü mürşidlerdeki meşreb ve irşaddaki üslub
farkı, ister istemez bir kıyaslama yapmayı gerektireceği için feyze engel olur.
Ancak seyr u sülûkünü tamamlamış kimselerin bir başka şeyhe intisabında mahzur
yoktur. İlk şeyhe tarikat şeyhi, ikincisine teberrük şeyhi denilir. İlk
intisabda giydirilen hırkaya tarikat hırkası, seyr u sülûkün tamamlanmasından
sonraki intisabda giydirilen hırkaya "hırka-i teberrük" denir. Bir de ilmî
intisab vardır ki, bu da ya vefat etmiş bir şeyhe eserlerini okuyarak olur, ya
da hayatta olan bir mürşidden ders okumak suretiyle seyr u süluke girmeden
olur.
- Şeyhler kaç kısımdır? Hakîkî şeyh
hangisidir?
- Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç
kısımdır: Ta'lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarikat şeyhi. Ta'lim
şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren muallim konumundaki sofidir.
Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal
ve hareketleriyle örnek olan kişidir. Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi
ise haliyle etkileyicidir. Tarikat şeyhi: Mürid ve müntesiblerini
bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir.
Buna terbiye, irşad ve teslik şeyhi de denir. Böyle bir terbiye şeyhi, mürid ve
müntesiblerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne
diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde
meyyit gibi teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Rasûlü'nün naibi, Allah'ın
yeryüzünde halîfesidir.
Şeyhler ayrıca, hal, kâl, yol veya
yal şeyhi olmak üzere de üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur. Hâl şeyhi gerçek
anlamda tarikat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan, kâl şeyhi sözde şeyh; yani
müteşeyyih, yol veya yal şeyhi ise menfaatçı şeyh; mensuplarını bir takım
çıkarlar için çevresinde tutan sahtekar. Her iki tasnifin ilkinde tarikat şeyhi,
ikincisinde de hal şeyhi aranıp bulunması gereken mürşid-i
kamildir.
- Eskiden mürşid vefat etmeden halîfelerinden
birisine veya birkaçına mürşidlik verir, bunu da belgelendirirmiş. Bir ya da
birkaç kişiye hilafet verilebilir mi? Günümüzde böyle bir belge olmadığına göre,
derviş bu karmaşayı nasıl çözsün? Çünkü alakası olmayan insanlar da mürşidlik
sevdasına kapılabiliyor.
- Eskiden ve bugün şeyhlerin
hayatlarıyla kayıtlı olmak üzere bir kısım kimselere hilafet verdikleri bilinen
bir husustur. Bu hilafet bir tür ders vekaleti olduğundan şeyhin hayatı ile
sınırlıdır. Şeyh, eğer vefatından önce kendisinin yerine kimin geçeceğini yazılı
ve sözlü bir biçimde açıklamış ise bu halifelerin hilafeti sona erer. Böylece
onların tekrar yeni şeyh tarafından görevlendirilmeleri gerekir. Eğer bir işaret
vaki olmadan emr-i Hakk olur ve şeyh vefat ederse, o zaman halifelerin bu
hizmeti devam ettirmeleri mümkündür. Ancak hal-i hayatında şeyhten icazet
almamış kimselerin herhangi bir iddia ile ortaya çıkmalarını önlemek için icazet
zorunluluğu getirilmiştir. Günümüzde böyle bir kontrol mekanizması işlemediğine
ve irşad için resmî bir belge bulunmadığına göre artık iş ihvanın firasetine
kalıyor. Elbette mürşidlik sevdasına kapılıp: "Ömrümüz boyunca mürid olarak mı
kalacağız" diyen insanlar çıkacaktır. Böyle zamanlarda şeyhlik iddiasında
bulunan kişinin hal ve tavırlarına, etrafında toplanan insanların
istikametlerine bakmak ve iddia sahibinin dünyalık bir menfaat devşirme amacında
olup olmadığını iyice tartmak gerekir. Önce şeyhin hareket ve davranışlarına
bakmalı, ardından gönüllere danışmalıdır.
- Şeyhin
sahtesi ile gerçeği arasındaki farklar nelerdir?
-
Şeyhin sahtesi ile gerçeğini tanımada en önemli ölçü şeriata riayet ve İslamî
esaslara bağlılıktaki dikkattir. İcazet müessesesinin işlediği ve tekkelerin
meşihat makamına bağlı olarak hizmet verdiği dönemlerde bu işin resmî ölçüsü
icazetli, îcazet sahibi olmakla birlikte şeriata riayet etmeyen ve mensuplarını
haramlara yönlendirme yolunu tutanlar gözetim altına alınır, böyle bir suçu
sübût bulanlar şeyhlikten uzaklaştınlırdı. Bugün bir kimsenin şeyhlikteki
iddiasının geçerli olabilmesi için en azından haramlara bulaşma, farzları terk
gibi bir zaaf göstermemesi gerekir. Şeyhlik kurumu insanın ruh dünyasına ve
gönül alemine hitab ettiği için etkili ve yararlı olduğu kadar, son derece
istismara açık bir kurumdur. Ancak bu işin istismarcıları çabuk farkedilir.
Şer'i konulardaki zaaflar, menfaat ilişkileri ile kadınlarla ilişkilerde şer'i
kuralları zorlayan mahremsiz teketek görüşmeler ve ihtilât sayılacak
birliktelikler bu konuda önemli ipuçlarıdır.
- "Bir
mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok. Esas ilim, mürşidi
bulmaktır." deniyor. Böyle bir iddia doğru mudur?
-
"Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok." sözü,
"Avamın mezhebi müftünün fetvasıdır." sözüyle birlikte düşünüldüğünde belki bir
anlam ifade eder. Tarikata ilk intisab eden kişi, avam sayılıp mürşidinin
fetvasıyla amel edecektir. Bu yüzden ilmî konularda behresi bulunmayan kimse bir
mürşide bağlandıktan sonra ona teslim olmalı ve önce manevi eğitimini ikmale
bakmalıdır. Manevi eğitimi devam ederken ilim adına birşeylerle uğraşması
ilgisini dağıtıp yoğunluğunu eksiltir, letaifin çalışır hale gelmesini önler. Bu
söz bu anlamda söylenmişse doğrudur. Ancak "tarikata intisab ile her türlü ilmî
iş ve araştırma sona erer" anlamına söylenmişse yanlıştır. Çünkü ilmin sonu
yoktur. Mezara kadar, Çin'de de olsa, ilim aramak bir vecibedir. Tasavvuf ve
tarikatın ilim düşmanı olduğu imajını verecek bu tür bir iddia doğru olamaz. İlk
sûfilerden Seriy Sakatî'nin yeğeni Cüneyd Bağdadî'ye söylediği: "Önce muhaddis,
sonra sûfî ol! Önce sûfî sonra muhaddis olma!" sözü dînî ilimlerin tasavvuftan
önce öğrenilmesi gereğini vurguluyor. İlimlerin bütünlüğü ilkesini teyid
ediyor.
- Peygamber Efendimiz: "Her yüz senede bir dîni
yenileyecek bir müceddidin geleceğini" (bk.
Ebû Davud, Melahım, 1) haber vermiştir.
Müceddid bir kaç tane mi, yoksa bir tane mi olur? Kim olduğu kendisi hayatta
iken belli olur mu? Eğer belli ise günümüzün müceddidi
kimdir?
- Genellikle tecdid ile teceddüd kavramları
birbirine karıştırılmaktadır. Teceddüd yenilikçilik ve modernizm demektir.
Bunların davası, dîni yeniliklere uydurmaktır. Bugün milleti maddi bakımdan geri
kalmış gören ve bu durumu ıslah için İslam ile mevcud sistemden yeni bir karışım
ortaya çıkaran, ümmeti, adından başka İslamî bir rengi kalmayacak şekilde sistem
boyasına boyayan kişilerin yaptğı iş teceddüddür. Bunlara müceddid değil,
müteceddid denilir. Tecdid ise, ne mevcud sistemle anlaşmak için yol ve çare
aramak, ne de İslam ile sistemden meydana gelecek bir karışımdır. Gerçek tecdid,
İslamî ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu
kadar saf ve berrak haliyle hayata geçirmektir. Soruda temas edilen hadiste
Efendimiz bu manada her yüzyılda bir müceddidin geleceğini haber vermektedir. Bu
müceddid, ulemadan olabileceği gibi, meşayıh ve devlet ricalinden de olabilir.
Nitekim ilk hicrî asırda Ömer b. Abduülaziz gibi bir devlet adamı müceddid kabul
edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hasıl olmamakla birlikte
mezheb imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmıştır. Müceddidin aynı
asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin
boyutudur. Müceddid, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımından
peygambere en yakın olan insandır. Müceddid, çoğu zaman kendisinin müceddid
olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki
çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun
müceddidliğine hükmederler. Sufîler arasında müceddidliği konusunda tevatür
derecesinde ittifak hasıl olanların başında İmam-ı Rabbanî gelir. Kendisi ikinci
bin yılın müceddidi sayılmıştır. Çünkü o dönemde Hindistan'da yeni bir din
kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekberşah'a karşı İslam'ın safiyetini savunmuş ve
bunda muvaffak olmuştur. Her devirde sufilerden böyleleri çıkabileceği gibi
böyle iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına
bakmak gerekir. Çünkü: "Görünür şahsın rutbe-i aklı
eserinde."
- "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözünden
maksad nedir?
- Bayezid Bistamî'ye atfedilen bu söz,
eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer almaktadır.
Buradaki "şeyh" kelimesi mutlak manada mürşid demektir. Bütün uygulamalı
ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair
eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Mesela İslamî ilimlerden "Kıraat"
uygulamalı bir ilim olduğundan "fem-i muhsin"den (yetkili ağız) öğrenilir.
Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık
gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir.
Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını
yazan da öyle. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında
ihtisas görmeden uzman olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ederse,
aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine sufilik
etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu
sözle şeyhsizlikten maksad, tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip
uygulanamayacağıdır.
- Kadınlar da intisab etmeli mi,
onların intisabı nasıl olmalıdır?
- Kur'an'da
kadınların İslam, îman, taat, sıdk, sabır, huşu, tasadduk, oruç, namusu koruma,
ve zikir konusunda erkeklerle aynı olduğu vurgulanmakta (bk. el-Ahzab. 33/35),
cihad dışında bütün konularda erkeklerin muhatab olduğu hükümlere muhatab
oldukları belirtilmektedir. Bu bakımdan tasavvufun manevi hayata yönelik
hükümleri onları da kapsar. Mekke fethi günü inen bir ayet-i kerimede Allah
Teala kadınların bey'atlarını alması konusunda Hz. Peygamber'e şöyle
buyurmaktadır: "Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah' a hiçbir şeyi ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, gayr-i meşru
bir çocuk doğurup onu kocalarına isnad etmemek, iyi iş işlemekte sana karşı
gelmemek hususunda bey'at etmeye geldikleri zaman sen onların bey'atlarını kabul
et. Onlar için Allah'tan mağfiret dile!" (el-Mümtahıne, 60/12) Bu ayetin
nuzülünden sonra Allah Rasulü kadınların da bey'atini kabul etmiş ve onlardan
ahid almıştır. Bu ahid sırasında Allah Rasülü'nün eli kadınların eline
değmemişti. Bu bakımdan kadınların intisabı sırasında sünnete uygun biçimde
şeyhin eli, kadınların eline değmemelidir. Kadın mahremi aracılığıyla şeyhine
ulaşmaya çalışmalı veya şeyhin mahremi aracılığı ile, intisab etmelidir. Ya da
görüşmeler perde arkasından yapılmalıdır. Aynı mekanda vaki olacak görüşmelerin
fitneden uzak bir biçimde olması uygun olur. Kadınların topluca ve tesettüre
uygun bir biçimde şeyhleriyle görüşmelerinde mahzur yoktur. Mahzurlu olan
topluca da olsa, kadınların tesettüre uymadan açık saçık bulunmaları, ya da
kapalı da olsa tek başına görüşmeleridir.
- Mürşide
bağlı olmayan, Kur'an ve sünnete sımsıkı sarılan mü'minlerin durumu ne
olacaktır?
- Kur'an ve sünnete sımsıkı sarılan bir
mümin, bir mürşide bağlı olsun veya olmasın elbette iyi bir noktadadır. Çünkü
amaç Kur'an ve sünnetin istediği bir insan ve salih bir mümin olmaktır. Mürşide
bağlanmaktan maksad da budur. Yoksa mürşide bağlanmak Kur'an ve sünnetin üstünde
birşey değildir. Ancak burada şu hususu gözönünde bulundurmak gerekmektedir:
Acaba insan Kur'an ve sünnete bağlı yaşıyorum derken, bunu gerçekten
becerebiliyor mu, yoksa kendi kendini mi kandırıyor? Çünkü nefs insana çoğu
zaman böyle tuzaklar kurar, yanlışlarını hoş, eksiklerini tam gösterir. İnsan
içinde bulunduğu olayları ve durumları objektif olarak değerlendiremez. Böyle
olunca da hep kendinden yana yontar. Ama böyle bir mürşid-i kamilin yanında
bulunan kimse onun tecribelerinden yararlanmak durumundadır. Mürşid ona,
nefsinin kendisine kuracağı tuzakları gösterir. Böylece daha çabuk mesafe alır.
Mürşide bağlanmak istemeyen kimse, önce kendisine bu duyguların nereden
geldiğini anlamaya çalışmalıdır. Eğer bunlar intisab edilecek bir şeyh
bulamadığı için ise bunun da şeyhlerin eksikliğinden mi, kendisinden mi olduğuna
bakmalıdır. Ama herşeye rağmen benim gönlüm buna ısınmadı diyen ve kitap sünnete
bağlı kalmaya azmettiğini söyleyen kişi, kendisini olaylara ve dünya gailesine
salıvermemelidir. Çünkü insanın en çok ayağının kaydığı nokta, meşru olmayan
şeylerin zaman içinde tabii hale gelip insanın yüreğini pörsütmesidir. Diri bir
kalb, uyanık bir gönül olmadan bugün sünnet çizgisinde İslamî hayat zor
yaşanır.
- Ashab, Peygamber Efendimiz'e hizmetle sevap
kazanıyorlardı. Bizler de alimlere, şeyhlere hizmet ederek sevap kazanabilir
miyiz?
- İslam'ın genel tarifinde: "Allah'ın
emirlerine tazim, yaratıklarına şefkat ve hizmet" ölçüsü vardır. Hizmetlerin en
güzeli din yolunda ve Allah için olanıdır. Ashab, Allah Rasûlü'nün gösterdiği
hizmetlerle yıldız şahsiyetler oldular. Benlik ve feragat sınavından geçtiler.
Bu sayede sahabî oldular, "İlme hizmet, ilim adamına hizmettir." ilkesinden
hareketle konuya yaklaştığımız zaman elbette ilim ve irşad adamlarına hizmet
edenler, dine hizmet etmiş gibi ecir kazanırlar. Niyyet hizmet olduktan sonra
hizmet eden daima kazançlıdır. Hatta hizmet edilen hizmete layık olmasa bile
yapılan hizmet ve ecri zayi olmaz.
- Hakîkî şeyhin
tahsil durumu önemli mi? Mutlaka velî olması gerekir mi? Yoksa her mümin şeyh
olabilir mi?
- Şeyh olacak kimsenin ilim ve irfanı
önemli ama diploması ve dünyevi ilimlere aid tahsil durumu önemli değildir.
Çünkü şeyhlik ve mürşidlik tahsil ve diploma ile elde edilecek bir hususiyet
değildir. O kalb eğitimi ile elde edilecek bir hususiyettir. Her şeyhin velayet
mertebesine ermiş kamil bir insan olması gerekir. Ancak keramet ızharı gerekmez.
Çünkü gönlünde itmînana ermiş, yüzüne bakıldığında insana Allah'ı hatırlatan
kimselerdir onlar. Bu da velilik sıfatıdır. Her mümin şeyh olacak olsa müridlik
kime düşecekti. Elbette her mümin şeyh olamaz. Bu işin bir takım özellik ve
şartları var.
- Müslümanın tebliğ vazifesi bellidir. Bu
vazife gereği aktif organize faaliyetlerde bulunmak, mürşidin sahasına karışıp
haddi aşmak mıdır? Yoksa ona hizmet mi?
- İslam,
inananlara bir tebliğ vazifesi yüklemiştir. Ancak İslam'da önce salah, sonra
ıslah anlayışı vardır. Yani kişinin önce kendi pürüzlerini gidermesi, nefsini
eğitmesi ve onun ilahi hükümlere ram etmesi gerekir. Bu yüzden, böyle bir amaçla
bir mürşid gözetiminde manevi bir eğitime başlamış olan kimse, sosyal
faaliyetlerini ve hizmet alanlarını da mürşidine danışarak düzenlemelidir.
Değilse manevi hayatı açısından yanlış şeyler yapabilir. Gireceği organize
tebliğ hizmetlerinin de mürşidinden habersiz olmaması iktiza eder. Vakıa böyle
bir iş mürşidin sahasına karışmak olmaz ama, başıboşluk ve sorumsuzluk olur. Ona
hizmet olabilmesi için onun onayından geçmesi ve verdiği diğer hizmetlerle
çatışmaması gerekir. Değilse salik kalbi bulanık hale
gelebilir.
- Mürşidin kadın müridlerine el öptürmesi
caiz midir? Vazifeliler, kocası evde olmayan ve ev sahibesinin yanına
girebilirler mi?
- Mürşidin mahremi olmayan kadın
müridlerine el öptürmesi caiz değildir. Hadislerde kaydedildiğine göre Hz.
Peygamber kadınlardan bey'at alrrken onlarla musafaha etmemiş ve kadınların
elini tutmayacağını ifade etmiştir. Hadis ve fıkıh kitaplarında var olan bu
hükme imtisalen şeyhlerin de kadın müridleriyle musafaha etmesi ve el öptürmesi
caiz görülmemiştir. Bununla birlikte kadın ihvanına el öptüren şeyhler de
olmuştur. Ancak onların varlığı cevazına delil değildir
şüphesiz.
- Mürşidin kalbine veya nefsine iblis vesvese
verir mi?
- Şeytanın mürşidin
kalbine vesvese vermeğe çalışması kadar tabii birşey olamaz. Ancak kemal sahibi
veli-sıfat bir mürşid mahfuzdur. Yani ibadet ve taatları sebebiyle şeytanın
vereceği vesveseleri Allah'ın yardımıyla aşabilecek manevi olgunluktadır.
Peygamberlerin ismet sıfatı gereği ma'sum olmaları ile velilerin mahfuz olması
arasında fark vardır. Peygamberlerin ismeti, kendilerinden sadır olan zellenin
Cebrail aracılığı ile tashihi şeklindedir. Hıfz ise ibadet ve teslimiyyet
sayesinde nefs ve şeytanın iğvasından Hakk'ın himayesinde olmak demektir. Tabii
ki böyle bir insan hata yapmaz anlamına gelmez.
-
Anadolu'da bir çok tarikat ve pek çok mürşid var. Tabiî ki bu mürşidlerin pek
çoğu alim değil. Biz pek çok mes'elemizde alimlere mi uyacağız, cahil de olsa
milrşidlere mi uyacağız?
- Anadolu'da birçok tarikat
ve mürşidin varlığından bahisle bunların da bir kısmının gerekli ilmî seviyeye
sahip bulunmadığını ifade ediyor ve "biz, cahil de olsa mürşidlere mi uyacağız?"
diye soruyorsunuz. Bir defa cahillikle mürşidliğin bir arada bulunmasının mümkün
olmadığını düşünüyorum. Bir kişi cahil ise mürşid olamaz. Mürşid ise cahil
sayılamaz. Ancak cehaletle ictihad seviyesinde alim olmayı birbirine
karıştırmamak gerekir. Şeyhler ve mürşidler ictihad seviyesinde alim
olmayabilirler. Aslında öyle olmaları şart da değildir. Ama hangi konuda kime
başvurulacağını bilecek irfana sahiptirler. Bilmedikleri fıkhî mes'eleler için
ihvanını ehlinden sorup öğrenmeye sevkedecek firasetleri vardır. Müridini
kendisine sorduğu fıkhî konularda fetva için, ilgili kişilere göndermekten
çekinmez ve bunu bir haysiyet meselesi yapmaz. Çünkü kendisinin görevi her
seviyede fıkhi bilgi ile müridlerinin ilmi seviyesini yükseltmek değil, manevi
ve ahlakî seviyesini yükseltmektir.
- Tasavvufta şeyhe
çok övgüler yapılmaktadır. Oysa bir hadiste Allah Rasülü: "Beni övmeyin, ben
ancak bir kulum. O halde bana sadece Allah'ın kulu ve Rasûlü
deyin"(Buhari, Enbiya 48; Ebû Davud, Rikak,
68) buyurur. Hamd Allah'a aid iken, yüzlerce
ayet sadece Allah'ı övmenin gerekliliğinden bahsederken, nasıl olur da aciz ve
zayıf insanlar peygamberlerin de üstüne çıkarılarak adeta Tanrı katında
bilinir?
- Tasavvufta şeyh ve mürşidler için övgü
ifade eden söylerin varlığı doğrudur. Övgü bir sevgi ifadesidir. Sevginin olduğu
yerde; ölçülü ve ifrata varmayan bir övgü tabii karşılanır. Hz. Peygamberin
kendisine yapılacak aşırı tazim ve övgülere gösterdiği tepkinin sebebi bellidir:
"Beşer konumundan çıkarılıp ûlühiyet konumuna konulmak." Putlarla mücadele için
gelen ve tevhidin teşbîhî değil, tenzîhî olanı üzerinde duran bir dinin
peygamberinin böyle davranmasından tabii birşey olamaz. Tarihte peygamberlerine
ülûhiyet isnadına kalkışan kavimler olduğundan Peygamberimiz böyle davranarak en
sağlıklı yolu seçmiştir. Tarikatlarda müridin, kendisine ahiret hayatını
kazanmaya yardımcı olan mürşidine minnettar olması ve ona şükran ifade eden
sözler söylemesi doğaldır. Nitekim sahabiler de Allah Rasulü'ne hitaben: "Anam
babam sana feda olsun, canım sana kurban olsun." gibi ibare ve ifadelerle
minnettarlıklarını ifade etmişlerdir. Onun traş sırasında kesilen saç ve
sakallarını toplamışlar, abdest suyu ile teberrük etmişler, yüzlerine gözlerine
sürmüşlerdir. Onun kullandığı ve hediye ettiği hırka ve eşyayı da ondan bir
hatıra olarak saklamışlardır. Bunların hepsi ona duyulan sevginin
tezahürleridir. "Mehtaplı bir gecede bir Allah Rasülü nün yüzüne, bir de aya
baktım. Rasülullah'ın yüzü daha paklak ve aydınlıktı." (bk. Darimî, Mukaddime, I, 30) diyen sahabînin sözünü acaba bir abartı olarak mı değerlendireceğiz, yoksa
bir sevgi tezahürü mü? Sevgi insana sevdiği insanın güzelliklerinı daha güzel
gösterir. Seven sevdiğinin bu güzelliklerini söylemek, anlatmak ve paylaşmak
ister. Sûfîlerin şeyhleri ile ilgili övgüleri "fena fi'ş-şeyh" mertebesinde
söylenmiş sözlerdir. Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'in vefat haberi üzerine: "Kim
Muhammed öldü derse boynunu vururum." şeklindeki sözü, seven insanın sevdiğini
kaybettiği sıradaki feveranı değil de nedir?
Allah Rasûlü:
"İnsanlara şükretmesini bilmeyen Allah'a da şükretmez." (Ebu Davud, Edeb, 11; Tirmizi, Birr, 35) buyurarak Allah'a şükretmenin yolunun İnsanlara şükür ve
minnettarlıktan geçtiğini belirtmiştir. "İfk" olayı sonrasında Hz. Aişe'yi
aklayan ayet indiğinde annesi, Hz. Aişe'ye: ''Kocan Rasûlullah'a teşekkür
etmeyecek misin?" demişti de Hz. Aişe: "Hayır, ben ancak Allah'a şükrederim."
cevabını vermişti. (Buharî. Enbiya, 19; Ahmed,
Müsned. VI. 367.) Annesi, müjdeyi getiren
olduğu için Hz. Peygamber'e teşekkür etmesini insanî bir görev oiarak isterken
Hz. Aişe asıl failin Allah olduğunu düşünerek buna ihtiyaç duymadığını
belirtmiştir. Demek ki aslolan hediyeyi göndren sultandır, ama hediyeyi getiren
hizmetçiye teşekkür etmek de insanî bir görevdir. Hatta duyulan ihtiyaca göre
insanın bunaldığı bir sırada kendisine efendisinden bir hediye getiren hizmetçi
ve kölenin elini ayağını öpmesi ve minnettarlığını ona arzelmesi ne kadar tabii
ise müridlerin şeyhlerine olan bu tür minnettarlıkları da tabiîdir. Zaten
şeyhlere yapılan övgüler genellikle henüz "fena fi'ş-şeyh" konumunda olan
mübtedî müridlerin özelliğidir. Fena fi'r-Rasûl ve fena fillah'a ermiş olanlar
artık gerçek faili görür ve öyle konuşurlar.
Elbette
şeyhlere yapılan övgülerde sınırı aşmamak ve onları peygamberlerin üstünde bir
konuma çıkaracak ifadeler kullanmamak gerekir. Şeriat buna izin vermediği gibi,
böyle bir tavır tasavvufî adaba da uygun düşmez. Herşeyin hakkını teslim etmek
ve kimseye layık olmadığı bir sıfat izafe etmemek gerekir. Yine de Mecnun'un
gözünde "Leyla" ne ise, aşık bir müridin gözünde şeyhi de öylesine övgüye
layıktır. Gönül taşkınlığı türünden söylenen bu mecazları, hakiki anlamıyla
anlamamak ve kendi içinde değerlendirmek problemi çözer. Çocukların gözünde bile
"en güçlü ve en iyi insan" babalarıdır.
- Tarikatlarda
şeyhden Allah'dan korkar gibi korkmak telkin edilmektedir. Allah korkusu dışında
halife ve reis gibi yaratıklardan korkmak var mıdır? Müridin Allah'dan korkar
gibi şeyhinden korkmasını hangi delile
dayandırıyorsunuz?
- Tarikatlarda müridin şeyhten
korkması, asker ocağında erin çavuşundan korkup çekinmesine benzer. Erin gözünde
en çok çekinilecek çavuşudur. Çünkü kendisinin birebir ilişki içinde olduğu kişi
de, kendisine ceza veya mükafat verecek olan da odur. Hiyerarşik yapı içinde
çavuştan çok daha yetkili subay ve komutanlar olduğu halde er için korkulacak
tek kişi çavuşudur. Er, zaman içinde askeriyedeki düzeni öğrenip ast ve üstü
tanıdıktan sonra çavuşun yeri neresidir, diğer komutanların yeri neresidir,
anlar. Bununla birlikte en yakın komuta kademesindeki çavuş ile ilişkiyi de iyi
götürmeye çalışır. Tasavvufta da salik, kendisinin en yakın eğiticisi olduğu
için şeyhine karşı son derece saygılıdır. Salikin şeyhten çekinip korkrnası,
yırtıcı hayvandan ve gardiyandan korkar gibi bir korku değildir. Aksine bu korku
sevgi ile harmanlanmış bir korkudur. İçinde karşısındakinin sevgisinden mahrum
olma özelliği taşımaktadır. Mürid şeyhinden çekinirken onun cezalandıracağından
çok iltifatını esirgeyeceğinden korkar. Şeyh-mürid ilişkisi baba-oğul iliskisi
gibidir. Nasıl oğul babasından çekinir, korkar ve bu korku sadece ceza korkusu
değilse, şeyh ile mürid ilişkisindeki korku da öyledir. Müridin Allah'tan korkar
gibi şeyhinden korkması değil, Allah için şeyhinden sakınması gerekir. Bu
şeyhini kendisinin rehberi görerek gerektiğinde ceza da verebileceğini kabulden
gelen bir korku ve saygıdır.
- Tarikatlarda insanların
mürşidlerine karşı ifrata varan tavır ve davranışları var. Halbuki Hz.Peygamber
(s.a.) böyle davranırları yasaklamış, insanlara aralarında peygamber varken bile
tabiî olmalarını tavsiye etmiştir. Bırakın mürşidleri, halifeleri bile öyle
sulta kurmuşlar ki soru sormak yasak; tam itaat isteniyor. Bu gibi haller
tabiîliği aşmıyor mu?
- Türkçe'de: "Dağ yanına varınca
küçülür." diye bir söz var. Alman düşünürü Goethe de şöyle diyor: "Bütün
politikacılar, askerler büyük sandığınız insanlar, yakından tanıdığınızda
küçülürler. Bunun bir tek istisnası vardır o da müslümanlann peygamberi
Muhammed'dir." Hz. Peygamber (s.a.) toplum içindeki hayatında da, ikili
ilişkilerinde de, aile hayatında da davranışları bütün ayrıntılarına kadar
tesbit edilmiş bir insandır. Onun en yakın çevresinin bildiği ilişkilerinde bile
bir gayr-ı tabiîlik ve hafiflik asla görülmez. Bu yüzden o ümmetine daima
tabiîliği tavsiye etmiştir. Ancak bütün insanların; yönetici ve idarecilerin Hz.
Peygamber gibi herhal ve durumda tabiilik, ciddiyet ve vakarını korumasını
bekleyemezsiniz. Çünkü insanların çoğu buna güç yetiremez. İşte bu sebepledir
ki, gerek hoca-talebe, gerek şeyh-mürid, gerekse yönetici-halk ilişkilerinde bir
takım yanlışların önlenmesi ve idareci konumda bulunan kişilerin korunması için
araya biraz mesafe konulmuştur. Şeyhlerin müridleriyle çok sık görüşmemesi,
talebe ile hocanın aynı helayı kullanmaması bu sebepledir.
Hz. Peygamber (s.a.) şahsı için hürmet ifade edecek tarzda ayağa kalkılmasını
bile istemediği halde ashabından bir kısmına hürmet amacıyla ayağa kalkılmasını
emretmiştir. Kendisine saygının da aşırılığa götürülmesinden kaçınmasının
sebebi, ileride bu saygının üluhiyet isnadına varacak yanlışlara ulaşmasını
önlemektir. Ama başkaları için böyle bir saygıyı istemesi bunun örfe göre
cevazını göstermektedir. Bu tür davranışlar genellikle örfe bırakılmıştır.
Mesela Türkçe'de konuşurken ikinci şahsa "siz" diye hitabetmek saygı ifadesidir.
Allah'a dua ederken "sen" diyoruz. Bu saygızlık mıdır?
Aslında ifrata varan saygı ve sevgi izharı türünden davranışlar çoğu zaman
karşımızdaki insanları da sıkmaktadır. Elbette ki doğrusu tabii olandır. Ama
insanların hepsi bir değil. Şeyhi için her içeri giriş çıkışında ayağa
kalkmamayı kendine kusur telakki eden insanlar bulunabiliyor. Ama bundan
rahatsız olan şeyhler pek çoktur. Nitekim Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi:
"İhvana söyleyin, halk içinde elimi öpmesinler, ben daha çok istiğfar etmek
zorunda kalıyorum." dermiş. Bu biraz bizim milletimizin askeri yapısından ve
disiplin ve töreni seven anlayışından kaynaklanıyor. Nitekim Mısır ve Arap
dünyasındaki tarikatların çoğunda şeyh-mürid ilişkilerinde bu tür merasim ve
saygı ifade eden tavırlar göremezsiniz. Şeyhinin yanında ayak ayak üstüne atan
veya oturduğu ile yattığı tefrik edilemeyecek biçimde oturan insanlar pek
çoktur. Bu bir örf ve görenek mes'elesidir. İçten gelen duygu meselesidir.
Adamın içinden gelen duygusu şeyhinin elini öpmek, huzurundan geri geri çıkmak
şeklinde ise bunu değiştirmeye zorlamak tabiiliğe aykırı olur. Ama bunu
yapmayana dudak bükerek bakmak da aynı ölçüde yanlıştır. Bunlar esasata
müteallik şeyler değildir. Teferruat içinde fazla boğulmamak
gerekir.
Şeyhlerin ve halifelerinin soruda "sulta" diye
ifade edilen otoriteleri ve sual sorulmasına bile izin verilmemesini ise ben bu
işin bir gereği gibi görüyorum. Camide de hocalara sual sorulmaz. Ama namazdan
sonra münferid sual sormada bir sakınca yoktur. Şeyh ve halifelerin toplantıları
bir bilgilenme meclisi olmadığı, aksine bir ilgi ve sevgi meclisi olduğu için
sual sorulmaması gayet doğaldır. Sual sorulan ortamlar genellikle tartışmayı
beraberinde getirir. Tartışma ise tasavvuf yolunda kişinin nefsaniyetini tahrik
edici bir unsur olarak görülür. Sohbetten sonra veya özel görüşmelerde şeyhlere
de halifelerine de sual sorulmasını engelleyecek bir durum yoktur. Aksine orada,
sual varsa sorulması istenir. Binaenaleyh herkesten heryerde tabiîlik, ve her
yerde sual sorulmasına izin vermesini beklemek mümkün değildir.