İNTİSÂB -
BEY'AT İLE İLGİLİ MESELELER
- İntisab,
inabe ve bey'at kavramlarını açıklar mısınız? Aralarındaki fark nedir? İnabe
alan ve İntisab eden kişi bey'at etmiş olur mu?
-
İntisâb: Bir kimse veya gruba mensup olmak, aralarına katılmak ve şeyhe
bağlanmak anlamına kullanılır. İntisab edene müntesib denir. Müntesib, muhib
(sempatizan)'dan bir ileri derecedir. Kişi intisabla bağlandığı kişiyi kendinin
mihveri olarak görür.
İnabe: Genellikle işlenen
günahlardan pişmanlık duyup Allah'a dönmek, halktan Hakk'a yönelmek anlamında
kullanılan bir kavramdır. Tevbenin bir ileri derecesidir. Tevbe insanın görünür
günahlarından kaçması, inabe içindeki kusurlarından kaçıp Allah'a dönmesidir.
İnabe aynı zamanda el alma ve şeyhe bağlanma anlamına da kullanılır. Şeyhten el
alma işleminde önce tevbe yapıldığından şeyhe İntisab için inabe kavramı da
kullanılır olmuştur.
Bey'at: Lügatte satmak ve
satış muamelesi demektir. Tasavvufta talib denilen mürid adayının şeyhe ve onun
vereceği emirlere bağlı kalacağına, mal satan insanların elele tutuşması gibi
bir musafaha ile şeyhe söz vermesidir. Bey'atin temeli, Hz. Peygamberin İslam'a
girmek isteyenlerden, cihad ve hicret gibi önemli faaliyetlere katılacak
olanlardan söz almasıdır. Nitekim Kur'an'da Hudeybiye'de bey'at eden sahabîler
övülmekte, onların Allah Rasûlüne olan bey'atleri, Allah'a yapılmış
sayılmaktadır. (el-Feth, 48/10)
Tasavvuf kavramı olarak bey'at,
İntisab ve inabenin birbirinden farkı yoktur. Ancak bu soruda İntisab ve
bey'atle siyasî otoriteyi temsil eden halife, devlet başkanı ve devrin imamına
yapılması emredilen bey'at kasdediliyorsa o zaman durum farklıdır. Bu bey'at,
onun yerine geçmez. Çünkü siyasî otorite ile ilmî veya manevî otorite birbirine
denk değildir. Biri diğerinin yerine kaim olamaz.
-
İntisab etmekle kurtulunur mu? "Senin adına herşeyi efendi yapar; ilme ve amele
ne gerek var" anlayışı doğru mu?
- İslam'da kişilerin
değerlendirilmesi amel ve fiille, fiillerin değerlendirmesi ise niyyetledir.
Herkes niyyeti kadar ecir ve sevab alır. İslam'da birinin günahı sebebiyle bir
başkası hesaba çekilemediği gibi, bir başkasının yaptığı amelin, diğerine
faydası olmaz. Bu iki durum Kur'an nassı ile sabittir. Nitekim: "Hiçbir
günahkar başkasının günah yükünü üstlenmez." (en-Necm, 53/38), ayeti hiç kimsenin
kimsenin günahını yüklenmeyeceğini; devamındaki "İnsan için kendi
çalışmasından başka birşey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir."
(en-Necm, 53/39-40) ayeti ise herkesin ancak kendi yaptığıyla karşılaşacağını; "Kim zerre
miktarı hayır işlemişse onu, kimde zerre miktarı şer işlemişse onu
görecektir." (ez-Zilzal,
99/8-9) ayeti de her amelin mutlaka
değerlendirileceğini göstermektedir. Bu ayetler ışığında konuya bakıldığı zaman
kimsenin amelinin kimseye gitmeyeceği ve herkesten kendi amelinin beklendiği
ortaya çıkmaktadır. Binaenaleyh insanın intisab etmesi bir bilinç ve şuur
sürecinin başlaması ve buna bağlı olarak amellerde duyarlılık anlayışının
devreye girmesi demektir. İntisabın kurtuluşa vesile olan tarafı bu süreci
başlatmış olmasıdır. Böyle bir süreci başlatmak yerine, kişiyi ilim ve amelden
alıkoyacak bir intisab anlayışı elbette yanlıştır. Ancak bu ifadeler eğer
kişinin kendi ilim ve amelini küçük görmesi ve mürşidinin ilim ve ameline değer
vermesi anlamında kullanılmışsa o zaman başka. Ama bu haliyle, bu ifadelerin
gerçek tasavvufla irtibatı sözkonusu olamaz.
-
Günümüzde mürid, mürşidinin yüzünü görmeden tarikata giriyor. Eskiden mürid,
mürşidinin dizidibinde, ondan feyz alarak yetiniyordu. Bugünle dün arasındaki
farklar nedir? Aynı sonuç alınabilir mi?
- Günümüzde
mensupları çok olan tarikatlarda müridlerin şeyhlerinin yüzünü görmeden initisab
ettikleri bir vakıadır. Gerçi eskiden de müridleri çok olan şeyhler müridlerinin
hepsini dizidibinde yetiştirme imkanı bulamıyordu. Bunun için halîfeler istihdam
edilirdi. Mesela Aziz Mahmud Hüdayî hazretlerinin Osmanlı ülkesinin muhtelif
bölgesinde altmışı aşkın, Mevlana Halid Bağdadî'nin ise yüzlerce halîfesi vardı.
Bu halîfeler aracılığı ile müridlerini kontrol imkanı bulurlardı. Bugün de
yapılan odur. Şeyhler her bölgede tarikatına bağlı müridlerini orada bulunan
halifeler aracılığıyla eğitmektedirler. Halîfeler çözemediği meseleleri
şeyhlerinden öğrenmekte ve zaman zaman şeyhleriyle görüşmelerinde
karşılaştıkları sıkıntılara çözüm aramaktadır. Hilafetle görevli kişiler bazan
da çok yetenekli gördükleri şahısları şeyhlerine göndererek onun katkısıyla daha
da ilerlemesini sağlamaktadırlar. Şeyhe yapılan intisab ile halîfesine yapılan
intisab arasında manevî yükseliş açısından fark olmaz. Önemli olan müridin
teslîmiyyetidir. Çünkü halîfeye yapılan intisabı şeyhe, şeyhe yapılanı
peygambere yapılan intisab gibi düşünüp feyz almaya
çalışmalıdır.
- Bir şeyhe intisab etmeden İslamî bir
zühd hayatı yaşanamaz mı?
- Bir şeyhe intisab etmeden
İsîamî bir zühd hayatının yaşanması elbette mümkündür. Ama zordur. Çünkü zühdî
hayatın özellikle dünyaya direnç gösterme, dünya sevgisini gönülden çıkarma
boyutu oldukça zor bir iştir. İnsan çok kolay bir biçimde çevrenin etkisinde
kalan bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan dünyaya ilginin çok olduğu ortamda bir
örnek şahsiyet olmadan ibadet ve taata yönelişte model şahsiyet bulunmadan
direnç zayıf olur.
- Bir mürşid-i kamile bağlanmış olan
bir şahıs bilahare o yolu bırakırsa ma'nevî açıdan cezası
nedir?
- Bir mürşid-i kamile bağlanarak ondan belli
bir ders ve manevî eğitim almaya başlayan kimse bunu bırakınca elbette en
azından verdiği sözden döndüğü için vebaldedir. Ayrıca "İbadetlerin en
hayırlısı az da olsa, devamlı olanıdır." (Buhari, İman, 32) hadisi gereği
başlanmış bir ibadet hayatını terkettiği için manevî bir sorumluluk yüklenmiş
olur. Başlanan nafile ibadet kişiye vacib olur.
-
Hanımların kocalarının izni olmadan tarikata girmeleri caiz midir? Kocasının
izni olmakla birlikte hanımların evlerinin vazifesini ve kocalarını ihmal edecek
kadar kendilerini evrad ve ezkara vermeleri caiz
midir?
- Hanımların her türlü maddî ve manevî işte
kocalarıyla istişare ederek hareket etmeleri en güzel yoldur. Tasavvuf ve
tarîkat bir gönül ve vicdan işi olduğundan kadınların kocalarının hizmetlerini
ihmal etmeden, onların tecessüs ve kuşkusunu uyandıracak bir yanlışa düşmeden
tarikata girmelerinde bir mahzur yoktur. Tarikat ve ruhî hayat, kalbî hayatı
dolu dolu yaşamaktır. Bu da farzlardan ve kocasının hizmetinden artakalan
zamanda olmalıdır. Bir hanım için birinci vazife evi, eşi ve çocuklarıdır.
Bunlarla ilgili bir ihmale düşmeden bir hanımın evrad ve ezkarı ile uğraşması
mahzurlu değildir. Atalanmız ne güzel söylemişler: "Eve lazım olan camie
haramdır." Ancak bizler çoğu zaman ehem ile mühimi birbirine karıştırırız. Bu
telakkîye göre öncelikleri birbirine karıştırmadan hareket etmek şartıyla bir
mahzur olmaz. Değilse mahzurludur.
- Biz hanımların
dünya telaşı biraz fazla oluyor. Bu yüzden aldığımız evradı çekemediğimiz
zamanlar oluyor. Bu durumlarda ne yapacağız? Evradınını kaza edecek miyiz?
Ahirette bu alıp yapamadığımız evradın suali olacak
mı?
- Hanımların telaş ve meşguliyetinin fazla olduğu
doğrudur. Bu telaşın çoğunun plansızlıktan olduğu da doğrudur. Özel manada
tasavvuf ve tarikat, genel anlamda din, insanlara hayatı düzenli yaşamayı ve
zamanı iyi kullanmayı telkin etmektedir. Bu bakımdan düzenli bir hayata ve
zamanı iyi değerlendirmeye talip, tarikata girmiş kardeşlerimizin zamanı
kullanma konusunda daha dikkatli olmaları gerekir. Alınan evrad ve ders bir
emanettir. Eğer çeşitli sebeplerle vaktinde yapılamamışsa ilk fırsatta kaza
edilmelidir. Terketmek bir defa da olsa, insanın gündemine girerse ondan sonra
yol oluverir, insanın kendi iradesiyle alıp başladığı ve hayatının bir parçası
olmak üzere manevi bir taahhüdde bulunduğu evradını terketmesi herhalde ahirette
sorgu ve suali mûcib olacaktır. Çünkü insan böyle bir görevi almakla nafile olan
bir işi kendisine vacip kılmış oluyor.
- Nefy ve isbat
ne demektir?
- Genel olarak "mahv ve isbât" olarak da
kullanılır. O takdirde anlamı bir şeyin izi kalmayacak derecede ortadan
kalkması, sonra yeniden var olması, demektir. Allah'ın yüksek derecedeki
kullarını kendi katına çekip onların nefslerini nefy ve mahv (yok) etmesi ve
onları kendi katında var etmesi (isbat)'dır. Özel olarak Nakşbendiyye
tarikatında "tevhid zikri"ne verilen addır. Tevhid zikrinin "lâ ilâhe" kısmı
nefy, "illallah" kısmı ise isbattır. Nefy ve isbat zikri letaifin çalışmaya
başlayarak sadrın genişlemesinden sonra telkin edilen zikir şeklidir. Dil damağa
yapıştırılıp nefes tutularak yapılan bu zikir şeklinde salik, "la ilahe" nefy
kısmında gözünden bütün fanî varlıkların silindiğini düşünür ve gönlünde sadece
Allah sevgi ve zikrinin kalması için "illallah" isbatı ile darb edasıyla kalb
bölgesine doğru yoğunlaşır. Zikrin yapılış tarzını şeyh ve halîfeleri tarif
ederler. Bizim burada cevap olarak söyleyeceğimiz bu zikrin insanda meydana
getireceği teksif ve gönülden çıkaracağı mâsiva duygusudur.