MÜCÂHEDE - RİYÂZAT İLE İLGİLİ MESELELER
- Mücâhede ve riyâzat ne
demektir?
- Mücahede insanın nefsinin arzularına, kötü
isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın
silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Nefs düşmanına bu silahlarla saldırıp
onun ikmal kaynağının etrafını riyazat mayınları ile döşemek gerekir. Riyazat
ise nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve ona zor gelen
şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu suretle
nefsi inceltmektir. Mücahedeye nefs ile cihad da denir. Mücahede ve riyazat
birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücahede nefsi iyiliğe zorlamak,
riyazat ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücahede, devamı
riyazat, neticesi müşahededir. Nefs ile mücahedenin genellikle kabul edilen
görüşe göre üç riyazat özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak.
Bunlara bazan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da
vardır.
- "Bir lokma, bir hırka" düşüncesi İslam'a
uygun mu? Tasavvuf insanı pasifîze eder mi? Veya hayatın belli alanlarından
çekilmesini temin ederek başarısızlığına sebep olur
mu?
- Önce "bir lokma ve bir hırka" sözünün nereden
çıktığına bakalım. Bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: "Şu üç şey
müstesna kıyamet günü herşeyden sorulacaksınız: Sırtınızı örtecek bir hırka,
açlığınızı giderecek bir kaç lokma ve soğuk sıcaktan koruyacak bir yuva."
(bk. İIbn Hanbel, V, 81) Tekkeleri ve camileri, dervişlerin ve müminlerin evi
sayarsak hadise göre insanın aslî ihtiyacı olarak bir lokma ve bir hırka
kalıyor. Şunu da gözönünde bulundurmak gerekir: Sofiler "bir lokma ve bir hırka"
ölçüsünü infak için koymuşlardır. Kişinin nefsi için harcayıp israfa düşmeyeceği
şeyin ölçüsü budur. Ama üretim ve îsar için bir sınır yoktur. İnsanın özünde
"tûl-i emel" vardır. Bu yüzden ebedi kalacakmış gibi ve taparcasına dünyaya dört
elle sarılır. İnsandaki tûl-i emelin önüne geçmenin yolu, ihtiyaçları
sınırlandırmaktır. Bugün ekonomiyi tarif edenler onu: "Sınırsız ihtiyaçların
sınırlı kaynaklardan sağlanması ilmi" olarak tanımlarlar. Ekonomistler
ihtiyaçları sınırsız, kaynakları sınırlı görürler. Oysa İslamî ve tasavvufî
telakkide kaynaklar sınırsız, ihitiyaçlar sınırlıdır. Çünkü Allah Teala:
"Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız." (İbrahim, 14/34) buyurur.
İnsanın ihtiyaçları da yukarda geçen hadis ve tasavvufî telakkîye göre
sınırlandırılmıştır. Bu anlayış sağlandığı zaman, sadece kendisini düşünen "ben"
merkezli insanların yerini diğergâm insanlar alır. Bu bakımdan bu anlayışı bir
üretim ölçüsü gibi değil, infak ve îsar sınırı olarak düşünmelidir. Yani insan
varlığını elinde avucunda bir lokma ve bir hırka gibi zaruri ihtiyaçları
kalıncaya kadar başkalarına verebilmelidir.
Tasavvuf
insanı pasifize etmez. Tarihte gördüğümüz gerçek sofiler, en üretken ve diğergâm
insanlardır. Zamanın tamamını Allah ve O'nun kullarına hizmete hasretmeyi gaye
edinen bir sistemin, insanları pasifize etmesi muhaldir. Mensuplarını meslek
erbabı yapmayı görev sayan şeyhler, müridlerini nasıl pasifize etmiş
olabilirler. Bugün gerek ülkemizde, gerekse diğer İslam ülkelerinde tasavvuf
çevrelerinin belli bir ekonomik düzeye ulaşmış olması bunu teyid etmektedir. Her
devirde her kurumun istismarcıları bulunabilir. Bunları genellememek, ilke ve
prensiplere bakmak lazım.
Hayatın belli alanlarından
çekilme meselesine gelince, bu da sofilerin bugünkü eksikliklerine bakılarak
söylenmiş bir kaygı ifadesidir. Sofilerin bugünkü durumu ise müslümanların
başsızlıklarından kaynaklanan genel arızadır. Sadece tasavvuf ve tarikat
çevrelerinde değil, toplumumuzun her kesiminde görülen devlet ve sistem
sancısının tezahürüdür.
- Bazı tasavvufî eserlerde
edeble ilgili mes'elelerde "helak ve hüsran" tehdidi taşıyan ifadeler geçiyor.
Büyük günahlar için kullanılan bu tehdîdlerin edeb konusunda kullanmasından
maksad nedir?
- Tasavvufu "edebden ibarettir?" diye
tarif edenler vardır. Tasavvufta edeb, kişinin hayatını sünnet çizgisinde
yaşaması için bir ölçüdür. Kişinin utanılacak davranışlardan uzak durması
demektir. Edeb, nafile, sünnet, vacib ve farz hükümlerini içice surlar veya
halkalar gibi düşünürsek; en iç kısımda edeb, en dışta da farzlar bulunur. İnsan
edebden başlayarak sur ve sınırları aşıp halkalardan dışarı taştıkça en son farz
sınırına kadar ulaşacaktır. Sofiler işi sıkı tutup kişileri edeb çizgisini bile
atlatmadan yaşamaya alıştırmayı hedefliyorlar. Bu yüzden edeb konusundaki bir
ihmal, safha safha en sonuncudaki ihmale vâbeste olacağı için hüsran tehdidiyle
karşılanıyor. Bu tür tehdid ifadesi taşıyan sözler, halkı fazîletlere teşvik
için söylenmiş, belki biraz mübalağa özelliği taşıyan şeylerdir, ama hedefi
bellidir, insanları edeb ve kerahet konusunda sıkı ve diri tutmak. Gevşeyip
pörsümelerine meydan vermemek.
- Ayet-i kerimede:
"Sizin Allah katında üstünlüğünüz takva iledir" (el-Hucürat, 49/13) buyrulur.
Tasavvufçular tarikata girenin havâss; girmeyenin avam olduğunu söylüyorlar.
Böyle bir tasnifi nereden ve nasıl çıkarmışlardır?
-
İnsanların Hak nezdindeki tasnifinin değişmez ölçüsü sizin de işaret ettiğiniz
ayette belirtilen "takva"dır. Tasavvufçuların tarîkata girenleri havas,
girmeyenleri avam diye ayıran tasnîfine rastlamadım. Evet, tasavvufta avam,
havas ve ahassu'l-havas olmak üzere üçlü bir tasnif var. Ancak bu tasnif,
tarikata girmekle sınırlı değildir. Tarikata girenler arasında avamdan insanlar
da vardır, havastan da. Tarikat şeyhleri, müridlerine kendilerini daima avamın
en aşağısından kimseler olarak görmelerini tavsiye etmişlerdir. Ayrıca bu üçlü
tasnif tamamen batınî olan ve kimsenin bilmesi mümkün olmayan takva ölçüsüyle
yapılmış bir tasnif olamaz. Çünkü kimsenin takvasını, Allah'tan başka kimse
bilemez. Bu olsa olsa zahirî ölçüler sayılan ilim, irfan ve sosyal seviye gibi
tesbitlerle yapılmış bir tasniftir. Her kesimden insanların avamdan olanı da,
havastan olanı da vardır.