KERÂMET - VELÂYET - TASARRUF MESELELERİ
- Keramet nedir? İstidrâcla
arasındaki fark nedir? Herkes keramet gösterebilir mi?
- Keramet, ikram, kerem, lütuf ve ihsan demektir. Mümin bir kulda olağanüstü bir
halin zuhur etmesine denir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hakk olduğunda
müttefiktir. Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır,
inancı olmayan insanlarda görülen olağanüstü hallere keramet değil, istidrac,
sihir veya mekr adı verilir. Gösterilen şeylerin olağanüstülüğü eşit olmakla
birlikte, hükmü zahir olduğu şahıslara göre değişir. Müminde zahir olunca
keramet, kafirde zahir olunca istidrac adını alır. Keramet kevnî ve hakîkî olmak
üzere iki çeşittir. Kevnî keramet olağandışı bir takım şeylerdir. Havada uçmak,
denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî keramet ise ilim, ma'rifet
ve ahlakla ilgli olağanüstü bir takım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin
hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehâbetiyle
etkili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür
kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu
türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya
velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî
olabileceğini söyler.
Keramet, Allah'ın bir ikramı olmakla
birlikte mu'cizeden farklıdır. Çünkü mu'cize peygamberlerin peygamberliklerini
isbat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mu'cize,
bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı)
vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb sözkonusu değildir. Aksine kerametin
gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler
kerameti "hayz-ı rical" olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını
gizlerlerse ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız
görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de rical ve velî
sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakîkîsine meyil şartıyla
keramet, sofilerin ilimlerinde ve hayatlarında vardır. Ancak her isteyen
kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.
-
Kerametlerde şeriata uygunluk aranır mı?
-
Kerametlerde elbette şerîata uygunluk aranır. Özellikle kevnî ve manevî
kerametin keramet olabilmesi için inanan insandan ve şeriat ölçüleri dahilinde
olması gerekir. Varidat ve ilham türü vakıalarda da ölçü kitap ve sünnete
uygunluktur. Şeyhlerin bir kısmı bu anlayışı şöyle sistematize etmişlerdir:
"Gönlüme bir varid ve ilham geldiği zaman ben şeriat ölçülerine göre iki şahid
isterim. Eğer iki şahidi yoksa kabul etmem. Bu iki şahid kitap ve
sünnettir.
- Bir müşid-i kamil aynı anda bir kaç yerde
görülebilir mi?
- Keramete inanan ve bunun Allah'ın
bir ikramı olduğunu kabul eden kimseler için böyle birşeyin varlığını kabul
kolaydır. Fakat hedef ve amaç bunlarla uğraşmak değildir. Hz. Süleyman'ın veziri
Asaf b. Berihiya'ya Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayacak bir
zamanda Kudüs'e getirme imkanı veren Allah, elbette salih ve velî kuluna dilerse
böyle bir güç verebilir. Buna inanırız. Ancak bunu mutlak bir üstünlük gibi
saymak, bir takım iltibaslara yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilir. Sonuçta
bir zatın kemalinin ölçüşü, bu tür olağanüstülüklere bağlanırsa, işte yanlışlık
buradadır. Her türlü kemal, güzellik ve olağanüstülük sadece Allah'tandır. Allah
dilerse kullarını buna mazhar kılabilir. Ehl-i sünnet tasavvufunda anlayış
budur.
- Ölü veya diri bir şeyh, müridin veya başka bir
kişinin kalbinden geçeni ve gıyabî hallerini bilebilir
mi?
- Bir şeyhin, müridin gönlünden geçeni bilmesi bir
telepati gibi görülmemeli ve bunun Hakk'ın gönle ilham etmesi sonucu olabilecek
bir olay olduğuna inanılmalıdır. Ya da en azından bir öğretmenin tecribesi
sonucu karşısına gelen talebeyi tanıması gibi insanların ruhî tecribe sonucu
elde ettikleri bir beceri olarak değerlendirilmelidir. Çok özel anlamda
mürşidlerin Allah'ın kendilerine bildirmeleri sonucu zaman zaman müridlerinin
gönlünden geçenlere aşina oldukları vaki'dir. Bu tamamen Allah'ın bir
inayetidir. Şeyhin bizzat şahsına aid bir durum değildir. Çünkü gönüllerde saklı
olanları bilen ancak Allah'dır.(bk. Ğafir,
40/19) Dolayısıyla bildirecek olan da O'dur.
Ölmüş ve beşerî faaliyetleri sona erene bir insanın böyle bir şeye ıttılaı ise
tamamen vehbî ve manevî bir haldir. Tasavvufî bakımdan üzerinde durulması
gerekli olan bir hal de değildir.
- Menâkıb
kitaplarında geçen Kur'an ve sünnete ters menkıbe ve kerametler hakkında ne
dersiniz? Tayy-i mekan, denizden yürüyerek geçmek, kalplerdekini bilmek gibi
şeyler nasıl olabiliyor?
- "Menâkıb kitaplarında
geçen, Kur'an ve sünnete ters gibi görünen menkıbe ve kerametler" ibaresiyle
neyi kasdettiğinizi keşke örnekle belirtmiş olsaydınız; konu daha iyi anlaşılmış
olurdu. Eğer bunlarla haramları helal, helalleri haram yapan menkıbe ve
kerametleri kasdediyorsanız, onlar için söz söylemeye bile hacet yoktur. Ancak
bununla kasdedilen tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü şeylerse bunların Kur'an'a
ters olduğunu gösteren bir delil yoktur. Tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü
kerametlere İbn Teymiye gibi bazı alimler karşı çıksa bile, ulema ve meşayhın
ekserisi, Hz. Peygamber'in zaman ve mekan boyutlarını aşan, "mi'rac" mucizesine
istinaden bunu kabul ederler. Çünkü her ümmete, peygamberlerinin mücizesi
keramet olarak verilir.
- "Şiş batırma" tarzında
gösterilen keramet hakkında ne dersiniz? Bir tebliğ metodu olarak görülebilir
mi? Gösterilerden riya oluşmaz mı?
- Genellikle
Rifaîlerin, bazan Kadirîlerin zikir sırasında yaptıkları "şiş batırma" işine
Rifaîlerin kendileri "bürhân" adını vererek keramet olarak değerlendirmekten
çekinmektedirler. Olayın tarikatın kurucusu Ahmed Rifaî'ye kadar uzanan bir
hikayesi var. Rivayete göre Ahmed Rifaî, hacc amacıyla Hicaz'a geldiğinde
Medîne-i Münevvere'de Ravza-i mutahhere'yi ziyaret etmiş, Allah Rasülü'ne:
"es-Selamü aleyke yâ ceddî" (Selam sana dedeciğim) diye selam vermiş, kendisine
kabr-i Nebî'den: "Ve aleyke 's-selam ya veledî" (Selam sana olsun ey torunum),
diye cevap verilerek mübarek bir el uzanmıştı. O da uzanan mübarek eli öpmüş,
çevrede bulunan mürîdan ve ihvan bu olayın şahidi olmuşlardı. İşte bu güzel
tabloyu seyredenlerin, olayın cezbesi ile muhtelif yerlerine kılıç ve şiş
vurdukları ve Rifaîlerdeki bu adetin buradan geldiği söylenir. Başlangıcı ta o
dönemlere dayandırılan bürhân adeti, Rifaî tekkelerinde sessiz sedasız kendi
muhib ve müntesibleri arasında icra edildiğinde hiç mesele yoktu. Ancak iş
medyatik plana çekilip milyonların gözü önünde icra edilmeye başlayınca
tartışmalar gündeme geldi. Olay çarpıtılıp din ve tarikat öcü gibi gösterilmeye
çalışıldı. Bürhân tarikat muhitlerinde bir sevgi ve kaynaşma vesilesi gibi
görülerek tebliğ aracı olarak düşünülse bile milyonlar ve kitleler için asla
öyle düşünülemez ve düşünülmemelidir. Bugün kitlelere böyle bir gösteri sempatik
olmaktan çok antipatik gelir. Zaten insanlar din ve tarikata bir takım
olağanüstülüklerle değil, din ve tasavvufun güzelliklerini görüp dünya ve ahiret
mutluluğunu kazanmak için girmelidirler.