Kur'ân-ı
Kerîm’i Nasıl Tefsir Etmemiz Gerekir
Üzülerek belirtmek isterim ki, günümüzde bir
sapma olarak beliren ve belirli bir amaca bağlı olarak geliştirdikleri felsefi
yöntemlerle ve de Sünnet’i reddetme gayretiyle, Sünnet’den yoksun salt Kur’an-la
yetinme çabaları güdülen bazı te’lif eserlerin raflarda sıkça görülmeye
başlanıldığı bir zaman münasebetiyle Kur’an-ı beyan ve tefsir ettiğinden dolayı
sizlere ilmimizin nisbetinde, bu önemli konuda Allâhu Teâlâ’nın “Hayırda ve
iyilikte yardımlaşın”[1]
emrinden yola çıkarak bir şeyler zikretmeyi uygun bulduk.
Hepimizin İslam’dan zaruri olarak bildiği
husus; İslam’ın temeli Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine Allâhu Teâlâ tarafından indirilen Kur'ân-ı Kerîm’dir.
İnsanlardan bir çoğu Arapça’yı biraz bilmekle Allâhu Teâlâ’nın kitabını -ne
kadar hevalarına göre anladıklarını söylemesek te - akıllarına göre anlamakta
kendilerini hür görebilmektedirler.
Bundan dolayı kendinde ilimden bir şey olan
kişilerin üzerine, asrımızda çoğalmaya başlayıp kendisini gösteren, yarım
asırdan beri kendilerini Kur'ân-a nisbet eden, kendilerine Kur'âncılar
(mealciler) adı veren ve İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu
iddiasına kalkışan bu fasit sinsi görüşü ibtal etme görevi düşmektedir.
Bu günde geçmiştekine benzeyen yeni bir iddia
ortaya atılmıştır ki; önceki gurup gibi sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinmeyi
ortaya açık olarak atmasa bile, bu konuyu yeniden tartışma gündemine sokmaları
ve Müslümanların zihninde şüphe tohumları ekmeye çalışanlar İslam’ın Kur'ân-ı
Kerîm’den başka bir şey olmadığını insanlara her fırsatta aşılamaya
kalkışmaktadırlar. İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasının
batıllığını isbat etmeye ihtiyacımız yoktur. Ancak bazı insanların Kitap ve
Sünnet’e uyduklarını iddia etseler de akılları veya hevaları Sünnet’i
ehemmiyetsiz görüp Kur'ân-ı Kerîm’le yetinme yönünde onların saplandığı batıla
saplanmaktadırlar.
Bunun için bu yoldan gidenlerin metodunun ne
kadar tehlikeli olduğunu sizlere beyan etmek istedim. Biz hepimiz Allâhu
Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’i
muhatap olarak aldığı sözü bilmekteyiz. “Sana zikri, insanlara indirileni (li
tubeyyine) açıklayasın diye indirdik”[2]
ve Kitap ve Sünnet’e dönmenin gerekliliğini savunan Sünnet davetçilerinin zikretmiş
oldukları âyetler burada zikredilmeyecek kadar çoktur. Bunları burada zikretmek
konumuzu uzatır. Ancak ben burada az önce zikretmiş olduğum Âyet-in üzerinde
duracağım.
“Sana zikri, insanlara indirileni (li
tubeyyine) açıklayasın diye indirdik”[3]
Bu Âyet-i Kerime de apaçık ifade vardır ki;
oda Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’e
indirilen bu Kur'ân-ı Kerîm-i açıklama göreviyle de yine o mükellef
kılınmıştır. Âyet-i Kerim-ede geçen beyan kelimesi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in temiz arındırılmış sünnetidir.
Bu Âyet-in manası şudur: Bırakın arapçayı
sonradan öğrenmiş olanları da fasih Arapça’yı bilen Araplar dahi olsalar,
Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’in anlayışını insanlara bırakmamıştır.[4]
Hiç şüphesiz ki onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından (açıklamasından) mustağni
olamazlar. Çünkü bu beyan Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine indirdiği ikinci vahiydir.
Allâhu Teâlâ’nın hikmeti, okunması ibadet
olan Kur'ân-ı Kerîm-i gerektirdiği gibi, diğeri de Kur'ân-ı Kerîm gibi vahiy
olup onun gibi okunması ibadet olmayan, ancak muhafazasına gerek duyulan ikinci
bir vahiy gerektirdi. Çünkü açıklanan şeyi (Kur'ân-ı Kerîm’i) anlamanın yolu
ancak açıklayanı veyahut Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in açıklamasıyla mükellef tutulduğu beyanı anlamadan geçer.
“Arabların arabı, onların en akıllısı, ve
fasihi de olsa Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada hiç kimse bağımsız değildir” sözümüz
belki bazılarına garip gelebilir. Ancak bunlar Kur'ân-ı Kerîm onların dilinde
indirildiği halde arapçayı anlamada Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabından da daha anlayışlı ve arap
diline onlardan daha çok mu vakıftırlar ki? Böyle olmasına rağmen bazı âyetleri
anlamada bazı sorunlarla karşılaştıklarında meseleyi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e arzederlerdi.
Bunun açık örneğini İmam Buhari {Rahmetullahi Aleyh}’in Sahihinde ve İmam Ahmed {Rahmetullahi Aleyh}’in de Müsned’inde Abdullah b. Mes’ud {radiyallahü anhu}’dan rivâyet ettikleri hadistir: Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} ashabına Allâhu Tebâreke ve Teâlâ’nın “İman
ettikten sonra imanlarına zulum bulaştırmayanlar var ya. İşte güvenlik
onlaradır ve doğru yolda olanlar da onlardır.”[5]
Mealindeki kavlini okunduğunda ashabı bu Âyet-i Kerime altında ezildi, ağır
geldi ve dediler ki: Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizden kim nefsine zulmetmez ki?
Buradaki zulümden kişinin nefsine zulmetmesi
veya kişinin arkadaşına zulmetmesi veyahut ehline zulmetmesi gibi herhangi bir
zulmü anladılar. Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}
meselenin onların zihinlerinde çağrıştırdığı mana değil de bu zulmün büyük
zulüm olup Allâhu Teâlâ’ya şirk koşma olduğunu beyan etti ve Allâhu Teâlâ’nın
Lokman Suresindeki Salih Kul Lokman {aleyhisselam}’ın sözünü hatırlattı.
“Oğluna; -Ey evlatçığım! Sakın Allah’a ortak koşma! Şirk gerçekten büyük bir
zulümdür, dedi”[6]
İşte onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve
sellem}’in ashabı. Onlar ki arabın en fasih olanları. Onlar Âyet-i Kerime’de
geçen bu lafzı anlamada zorluk çekip ancak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve
sellem}’in beyanından sonra müşkilleri son buluyor.
İşte Allâhu Teâlâ’nın geçen Âyet-i Kerime’de
zikrettiği budur. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın
diye indirdik” Bundan dolayı hiç bir kimsenin Sünnet’e başvurmadan Kur'ân-ı
Kerîm’i anlamada müstakil olamayacağını zihinlerimizde karar kılıp, bunu âkîde
olarak kabullenip inanmamızdır.
Gerçekten Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “Size iki husus bıraktım, bunlara
sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve
benim sünnetim.”[7]
Başka bir rivâyette: “Allâhu Teâlâ’nın Kitabı
ve akrabalarım. Onlar havuza gelene kadar ayrılmazlar.”
Hadiste size iki şey bıraktım deniyor. İki
vahiy, bir değil. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:
Kitabullah ve Sünnetim.
Bu hadisin anlamı: Bunlardan sadece birine
tutunan taifeler sapıktırlar. Kitap ve sünnetin dışındadırlar. Sadece Kur'ân-ı
Kerîm’i alıp sünneti terk edenin durumu aynen sadece sünneti alıp Kur'ân-ı
Kerîm’i bırakan gibidir. Bunları yapan topluluklar açık bir sapıklık
içerisindedirler. Hidâyet ve nur bu iki nura birden sarılmaktır. Allâhu
Teâlâ’nın kitabı ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bizlere bu sahih hadiste verdiği müjde; Rabbimizin kitabı ve
Peygamberimiz {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’in
Sünnetine tutunduğumuzda hiç bir zaman sapıtmayacağımızdır.
Bunun için Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile
tefsir etmek tefsir usulu ve tefsir ilmi kaidesidir. Ve bunu üzerine basarak
söylüyorum ki: Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek gerekli olup, bazı
kitaplarda okuduğunuz gibi Kur'ân-ı Kerîm’i önce Kur'ân-ı Kerîm’le sonra
sünnetle edilmesi gerekir diyenler gibi demiyorum.
Maalesef bu yaygın bir hatadır. Çünkü
gördüğünüz gibi sünnet Kur'ân-ı Kerîm’i beyan, mücmelini tafsil edip, mutlak
olanı da kayda bağlar. Umumi olanı
hususileştirip, buna benzer Müslüman’ın ihtiyaç duyduğu beyyinatları
(açıklamalar) içerir. Bunun için Kur'ân-ı tefsirde sadece Kur'ân-ı Kerîm ile
yetinmek caiz değildir. Doğru ve hak olan Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnetle beraber
tefsir etmek gerekir. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bu gerçeği, “Onlar ikisi havuza yanıma gelene kadar birbirinden
ayrılmazlar” hadisiyle beyan etmiştir.
Böylelikle Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet tefsir
etmek isteyen müfessirin takınacağı uslup; Kur'ân-ı Kerîm ve Sünneti bir araya
toplaması gerekmektedir. Tefsir edeceği âyet âkîde, ahkam veya ahlak ve suluka
dair meselerde olduğunda bu ihtiyaç daha da şiddetlidir. Neden böyle diyoruz?
Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanını gerektirebilir.
Bu mevzuyu tamamlama açısından ilim
talebelerinin ve hasseten usulu fıkıh okuyanların yakından bildiği bir
hadistir. Bu hadis içtihad ve kıyasa
dair delil olarak zikredilir.
Bu bazı sünen kitaplarında Muaz b. Cebel {radiyallahü anhu}’dan rivâyet edilen hadisdir. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} Muaz’ı {radiyallahü anhu}’yu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle sorar:
“Ne ile hüküm verirsin?” oda “Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla” der. “Onda
bulamazsan,” “Allah Rasulu {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’in
sünnetiyle,” “Onda bulamazsan?” kendi görüşümle hüküm vermeye çalışırım” der.
Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’de buna
karşılık: “Allâhu Teâlâ’nın Elçisinin Elçisini Allah Rasulunun sevdiğinde
muvaffak kılan Allâhu Teâlâ’ya hamd olsun” der.[8]
Bu hadis hakkında bilmemiz gereken bir husus
bu hadisin ne nas olarak ne de fer’ olarak hadis uleması indinde senet yönüyle
sabit değildir. Nas dememden muradım: hadis uleması çoğunluk olarak bu hadisin
senedine zayıf olarak hükmetmişlerdir.
Hadisçilerin imamı İmam Buhari ve diğer bir
çok hadis alimi bu hükme varanlardandır. Önce ve sonraki hadis alimlerinin bu
hadise zayıf olarak hükmedenlerin sayısı onu geçmiştir. Bunların en
eskilerinden hatırladığım kadarıyla İmam Buhari, en sonuncularından da İmam
İbnu Hacer el-Askalani olup, bunların arasında bir çok hadis imamı vardır. Bu
hadis hakkında “Uydurma ve Zayıf Hadisler Silsilesi ve Ümmet Üzerindeki Kötü
Tesirleri” adlı kitabımda değindim. Bu konuda daha tafsilatlı bilgi isteyen
oraya müracaat edebilir. Şahidimiz bu hadisin hadis imamları indinde, onların
değerlendirmesiyle sahih olmamasıdır. Ve yine onların kaidelerine göre bu
rivÂyet-in temelinde cehaleti ile bilinen bir adamın bulunmasıdır. Yani
doğruluğuyla tanınmasından öteye, hafıza yönüyle de itkan sahibi birisi
olmayan, hadis rivÂyet-iyle tanınmayan birisi bu hadisi rivâyet etmiştir. Bütün
bu şartlar o kişi hakkında meçhuldur. Mechûlu’l-ayn olan bir kişi bu hadisi rivâyet
etmiştir. Hadis tenkitçisi Dimaşkli İmam Hafız Zahebi “Mizanu’l-İ’tidal fi
Nakdi’r-Rical adlı ma’ruf ve değerli eserinde
bunu ifade etmiştir. Bu hadisin, hadis alimleri indinde nas ve fer’ olma
yönünden, zikrettiğimiz gibi zayıf olduğunu öğrenmiş olduğun gibi, bu
münasebetle metin yönünden de bu hadisin münker olduğunu zikretmemiz gerekir.
Bu da geçen açıklamamdan anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm’le birlikte sünnete
yönelmenin farziyetinin açıklanmasına nazaran, burada metnin batıllığı daha
açık bir şekilde meydandadır.
Bu Kur'ân-ı Kerîm’den sonra sünneti,
sünnetten sonra da reyini sıraladı. Burada sünneti Kur'ân mertebesine, reyini
de sünnet mertebesine indirdi.
Araştırıcı veya fakih ne zaman kendi görüşüne baş vurur?
Sünnette bulamadığı zaman.
Sünnete ne zaman baş vurur?
Kur'ân-ı Kerîm’de bulamadığı zaman.
Bu görüş İslama uygun bir görüş değildir. Hiç
bir imam ve fakih bu hadisin içerdiği gibi bir sıralamayı uygulamaz
“Ne ile hüküm verirsin?” oda “Allâhu
Teâlâ’nın kitabıyla” der. “Onda bulamazsan,” “Allah Rasulu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünnetiyle,”
Daha fazla uzatmamak için bir misalle bile
olsa bu hadisin metninin münker olduğunu anlatmamız gerekir.
Hepimiz Allâhu Teâlâ’nın şu sözünü biliyoruz:
“Size ölü eti ve kan haram kılındı,”[9]
birisi bu işaret edilen sıralamaya göre hareket eden bir fakihe (Muaz hadisinde ki sıralamaya göre) denizin
ölüsünden sorsa, ilk etapta Kur'ân-ı Kerîm’e bakacak, cevabı âyette açık olan
hüküm “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ine dayanarak balığın ölüsünü
haram kılacak. Aynı şekilde ciğer ve dalaktan sorulduğunda yalnız Âyet-i
kerimeye istinad edersede cevabı aynı olacak çünkü âyette kanın hükmü ölü
etiyle aynıdır. “Size ölü eti ve kan haram kılındı” dalakla ciğer kandır. O
zaman sadece Âyet-i kerimeye dayanarak vermiş olduğu hüküm İslami bir hüküm
değildir. Çünkü daha önce de zikrettiğim gibi İslam dini sadece Kur'ân-ı
Kerîm’den ibaret değildir, bilakis hem Kur'ân-ı Kerîm ve beyandır, hem Kur'ân-ı
Kerîm ve sünnettir. Bu Âyet-i kerimeyle ilgili olarak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanı nedir?
Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den senedi hakkında söz edilen ancak İbnu
Umer {radiyallahü
anhu}’dan sahih bir
senetle mevkuf olarak gelen bir rivâyette ki, bunun hükmü hadis alimleri
indinde merfudur. Çünkü lafzı şöyledir: “Bize iki çeşit ölü eti ve iki çeşit
kan helal kılındı: Çekirge ve balık, dalak ve ciğer.”[10]
Bu hadise göre, bazı ölü etinin ve bazı kanın
helal kılınmasıdır.
Aynı şekilde İmam Müslim’in sahihinde Cabir
b. Abdullah’dan konuyla ilgili diğer bir hadis vardır:
Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem} başlarında Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı komutan tayin ettiği bir seriyye[11]
gönderir. Deniz kenarına doğru yol almışlardı. Azıkları biraz hurmadan ibaret
olup oda bitmeye yüz tutmuştu. Hurmaları azalınca her ferde birer hurma
dağıtmaya başladılar. Çok uzaktan sahil kenarında büyük bir şey kendilerine
belirdi, yaklaştıklarında onun karaya vurmuş anber denilen büyük bir balık
olduğunu gördüler.
Ebu Ubeyde: “Bu bir ölüdür” dedi, sonra da:
“Hayır, muhakkak ki bizler Allah’ın
Rasûlunun elçileriyiz ve Allah yolunda (mücahidler) yız. Şimdi de açlık
zaruretine düşmüş haldesiniz. Binaenaleyh bundan yeyiniz” dedi. Sahabeler ondan
bir ay üç yüz kişi semizlenerek yediklerini, ondan öküz büyüklüğünde parçalar
kestiklerini. Onun büyüklüğünü de on üç kişinin göz çukuruna oturabilip,
kaburga kemiklerinden birini alıp diktiklerini, altından deveye binmiş bir
insanın kolaylıkla geçtiği şeklinde tarif etmişlerdir. Ve yine onun etini
kaynatıp kurutarak kendilerine yol azığı elde ettiklerini söylemektedir.
Medine’ye döndüklerinde olayı Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e haber verirler. Bunu üzerine Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “O, Allâhu Teâlâ’nın sizler için çıkardığı
bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bir şey var mı ki bize de yediresiniz?”
buyurdu. Müteâkiben biz ondan Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e gönderdik o da bunu yedi.[12]
Bu hadis önceki İbnu Umer {radiyallahü anhu}’nun hadisinin delalet ettiği denizin
ölüsünün helal olması konusuyla bağlantılıdır.
Sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinen veya
bunların şüphelerinden etkilenmiş bir kişinin deniz ölüsünden veya buna benzer
şeylerden sorulduğunda takınacağı tavır sadece “Size ölü eti ve kan haram
kılındı” Âyet-ini okuyup, buda ölüdür demek olacaktır.
Ancak Kur'ân-ı Kerîm’e dönüp Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e itaatin Allâhu Teâlâ’ya itaat olduğunu
isbat eden Âyet-i kerimeleri müracaat ettiğinde o da sünnete dönme gereğini
duyacak ve onu Kur'ân-ı Kerîm’le birlikte ele alacaktır. Ve “Size ölü eti ve
kan haram kılındı” Âyet-i kerimesinin hükmüne deniz hayvanlarının ölüsünü, kan
olan ciğer ve dalağı bu hükümden ayrı tutacaktır.
Bunun ayrı tutulması gerektiğini nasıl karar
veriyoruz? Tabii ki Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanında buluyoruz ki, bu çok önemli bir
husustur. Bunun için şeriatın tümü, sünneti Kur'ân-ı Kerîm’le birleştirmeye
dayanır. İmam Şafii {Rahmetullahi Aleyh}’den şöyle bir rivâyet gelmiştir. “Sünnetin
tümü Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e öğretisidir.” İmamı Şafii {Rahmetullahi Aleyh} sahih sünnetin tümünü
Kur'ân-ı Kerîm içerir demek istemiştir. Allâhu Teâlâ Peygamber {sallAllahu aleyhi ve
sellem}’e Müslümanların beyanına ihtiyaç duydukları şeyleri ilham etmiştir. Bu
verdiğimiz misal yeterlidir inşaAllah.
İşte Kur'ân-ı Kerîm
tefsirinde uygulayacağımız kaide; Kur'ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet’te birden
dönmektir. Kur'ân-ı Kerîm’e sonrada Sünnete diyemeyiz. Çünkü burada sünneti
ikinci mertebeye indirme vardır.
Evet, sünnet bize
ulaşması yönünden mütevatir yolla gelen Kur'ân-ı Kerîm’e göre ikinci
mertebededir. Ancak iş görmesi ve ona duyulan ihtiyaç yönünden Kur'ân-ı
Kerîm’le aynı sevidedir. Burada bu ikisinin arasını ayırt etmemiz caiz
değildir. Bazı mütehassıs hadis alimlerinden mulahaza edilen ayırım rivâyet
ilmiyle alakalı olup, dirâyet yönüyle veya fıkıh yahut Kitabı anlama hususuyla
ilgili değildir. Bu hususlarda Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla Peygamber {sallAllahu aleyhi ve
sellem}’in sünneti arasında bir ayırım yoktur.
Bazı şüphecilerin
Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti için ortaya attıkları şüpheler, bizi
ister istemez onların sünnetin rivâyet yollarını bilmedikleri onun temel
kaidelerinden cahil oldukları, ravilerin hal tercemelerini bilmedikleri için
başka bir araştırmaya götürür.
O şüpheleri hadisi ahad
ve tevatür dedikleri şey değil midir?
Mütevatir ve Ahad’ın Hükmü
Hadisu’l-ahad dedikleri
bu terimlerden sadece istifade edecek olanlar bu ümmetin alimlerinden hadis ve
sünnet hususunda mütehassıs olmuş bazı fertlerdir. Müslümanların umumuna
gelince bu tafsilattan hiç bir kazanç elde edemezler. Bilakis bu Nebi {sallAllahu aleyhi ve
sellem}’den gelen ve iman edilmesi gereken bu hadisleri, şek ve şüphecilerin
akıllarının kavramamasına bir sebeptir.
Hadis: Hangi yolla
olursa olsun sahih olarak peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den bize
alimlerin tarif ettiği şekilde rivâyet edilen hadis demek olup bunun tafsili
Müslümanların umumunu ilgilendirecek bir konu değildir.
Hadisin kısımları
olan; hasen, sahih, hasen li zatihi,
hesen li ğayrihi, sahih li zatihi, sahih li ğayrihi, sahih garib, sahih
mustafid, sahih meşhur, sahih mutevatir, bunların hepsi ilim ehlinin sahası
olup, Müslümanların umumunu ilgilendiren; hadisin ilim ehlinden sahih
olmasını öğrenip, ona iman ve tasdik
etmeleri onlar için yeterlidir.
Müslümanların umumunu
ilgilendirmeyen sadece ilim ehlinin sahası olan bu tafsilatlara girenler,
Müslümanların umumunu sahih olan bir çok hadise inanmama çağrısını
yapmaktadırlar. Niçin? Çünkü ahad hadislerdir de ondan. Kısa olarak ahadın
manası mütevatir derecesine ulaşmayan hadis demektir.
Burada tevaturden
istedikleri; mütevatir olmayan ahad hadislerin ihtiva ettiği ğaybi konularda alınmasının caiz
olamamasıdır. Bunu âkîde olarak da tabir ederler. Ahkama dalalet etmeyen bütün
hadisler ğayıbla bağlantılıdır. Öyleyse o mütevatir değilse o hadis alınmaz.
İşte az önce yapılan tafsilata değinen insanların istedikleri budur.
İşte bu tafsilat
vakıamıza uygundur, ancak bunu kim açığa vuracak?
Bunu açığa çıkaracak olan her asırda az da
olsalar hadiste mütehassıs olmuş alimlerimizdir.
Bu konuya alimler indinde ittifak edilen
hadisle bir örnek verelim.
Mütevatir hadise en açık misal Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözüdür:
“Kim bana bilerek yalan uydurursa ateşteki
oturacağı yeri hazırlasın.”[13]
Bu hadis fi’len mütevatir bir hadistir, çünkü
bu hadisi rivâyet eden sahabinin sayısı yüzü geçmiştir. Ancak sizden şimdi
hanginizin gücü yetecek de bu hadisin bütün rivâyet yollarına ulaşacak ki; o
insanın indinde bu hadis mütevatir olsun? Bu hadisin mütavatir olduğunu ben
size dersem o zaman tevatür bende kesilmiş olur. Ve sizin indinizde bu hadisin
tevatür bulabilmesi için benim yaptığımı yapmanız gereklidir. Aynen bu hadisin
bütün yollarını araştırmış ve onların indinde tevatür derecesine ulaşanlar
gibi. Öyleyse Müslümanların umumunu
ilgilendirmeyen felsefs gibi bu tafsilatın faydası ne olacaktır?
Hadiste mütevatir şartının konulması,
Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’in
hadislerini ibtal etmekten başka bir şey değildir. Bundan dolayı günümüzde bir
çok insanı bu konuda guruplaşmış görüyoruz. Bazıları daha henüz guruplaşmamış.
Bunlar ahkama dair olmayıp, âkîde ve
ğaybiyatla ilgili sahih hadisleri, ahad hadis olması hasebiyle reddedip aynen
meyvanın çekirdeğini çıkartıp fırlattıkları gibi reddedebiliyorlar.
Şimdi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in zamanına dönüp, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sahabelerinin Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadislerini kendilerinden sonrakilere
nasıl rivâyet ettiklerini görelim. Bunlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} zamanında yaşayıp onun sohbetine nail
olamayan Yemenliler gibi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e gelmeye imkan bulamayan ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in onlara değişik zamanlarda Muaz, Ali, Ebu
Musa {radiyallahü anhum} gibi sahabeleri gönderdiği insanlarda
olsalar. Bunlara Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem} Muaz {radiyallahü anhu}’yu gönderdiğinde sahihaynda da belirtildiği
gibi ona şöyle yapmasını emretti:
“Onları ilk davet edeceğin şey, “La ilahe
illallah ve Muhammedun Rasulullah” kelimesine şahitlik etmeleri olsun. Bunu
kabul ederlerse beş vakit namazı emret,…” ila ahiril hadis.[14]
Şahidimiz; namaz ahkama müteallik bir
ameldir, bununla beraber Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} Muaz {radiyallahü
anhu}’ya emri namazdan
önce onları tevhide davet etmesini emretmiştir. Tevhid ise İslam’ın temeli ve
aslı olduğu gibi İslam âkîdesinin tümünün aslıdır. Gördüğün gibi Muaz {radiyallahü anhu} Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in emrini onlar tebliğ ettiği bu haber
mütevatir mi yoksa ahad mıydı?
Hiç şüphesiz akıl sahibi bir kişi bunun
haberi ahad olduğunu görür. Bununla Allâhu Teâlâ’nın ve Rasûlu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hücceti Yemenlilere ulaştırılmış oldu mu,
olmadı mı?
Ahad hadisin âkîdede hüccet olmayacağı
felsefesini kabul edenlere göre, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in arkadaşı Muaz b. Cebel {radiyallahü anhu}’yu tek başına Yemenlilere İslam’ı tebliğle
görevlendirmesiyle Allâhu Teâlâ’nın ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hücceti onlara ulaşmış olamaz. Hüccetin
ulaşmış sayılabilmesi için Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in tevatür adedince bir toplumu onlara göndermesi gerekirdi.
Dolayısıyla âkîdede haberi ahadın hüccet
olamayacağını iddia edenlerden bazılarına şunu söyledim:
“Sizden biriniz küfür diyarından herhangi bir
ülkeye gidip orada İslam’a davet edecek olsa, onları ilk davet edeceği şey
âkîdeye (imana, inanca) davet edecek. Ve İslam’da ilk âkîde Şahadet
kelimesidir. Ancak işaret edilen bu gurubun reisi hazırlamış olduğu bir
kitabında şöyle bir başlık koymuş: “İmanın Yolu” ve çağrılarını buna göre
yapmaktadırlar. İslam beldelerinde Müslümanları İslam’a çağırmak, kafirleri de
küfür diyarlarında İslam’a davet etmek.
Sizden biriniz gidip iman yolunu onlara
anlatsa, bu yolun sonunda ahad hadisin âkîdede delil olamayacağı gelse ve
insanlar toplu halde sen iman yolunu anlatıp bitirene kadar senin konferansını
dinleseler, sonunda oradaki dinleyicilerden biri kalkıp dese ki: “Ya üstad! Ey
hocam! Sen bize İslam âkîdesini öğretiyorsun. Öğrettiklerinin içerisinde ahad
hadisin âkîde de delil olamayacağı var. Sen bize İslam inancını öğretmek için o
Müslümanların yanından gelen tek bir kişisin. Bu, senin bize öğrettiğin usule,
metoda göre Allâhu Teâlâ’nın hücceti bize senin anlatmanla ulaşmış değildir.
Çünkü senin haberin ahaddır. Sen şimdi ülkene döneceksin ve oradan tevatür
derecesine ulaşacak adedde insan bulup bize getirecek, onlar senin anlattığının
İslam’dan olduğuna şahadet edecekler, o zaman biz sana inanırız. İslam bu mu?
Siz nerede, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Ali’yi, Muaz’ı, Ebu Musa’yı İslam’ı
öğretmek üzere ferd ferd gönderdiği insanlar nerede? Bundan öğrenirsiniz ki; bu
İslam’a sonradan sokulmuş bir fikir olup, Selefi Salihin hadisi ahad ve
mütevatir gibi ayırıma tabi tutmadığı bir konudur.
Size Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadisi bu işin ehli tarafından sahih
hükmü verilip ulaşırsa yeterlidir. Akılları kıt olup, akılarını kitap ve sünnet
anlayışı ile temizlemeyen insanlardan değil.
Öyleyse mütevatir de olmasa, Kur'ân-ı
Kerîm’in tefsirini Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadisiyle yapmamız gerekir. Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ’nın kitabını
tefsir ederken takip edeceğimiz yol, Allâhu Teâlâ’nın şu Âyet-ine imanımızın
gereği olarak Âyet-in belirttiği gibi olması lazımdır.
“Bir hususta çekişirseniz eğer Allah’a ve
ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûlune havale ediniz. Bu sizin
için daha hayırlı olup sonuç bakımından en güzeldir.”[15]
İşte Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde takip
edeceğimiz yol bu olmalıdır.
Bir Âyet
Hakkında Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’den Bir Hadis Olmazsa Nasıl Bir Yol Takip Ederiz?
Burada şunu mulahaza etmemiz lazımdır ki; oda
bazı âyetler hakkında tefsir edecek bir hadisin bulunmayışıdır. Böyle bir
durumda tefsir usulümüz ne olmalıdır?
Cevap: İlim ehli indinde bilindiği gibidir.
Sahih sünnette herhangi bir Âyet-i tefsir
edecek bir şey bulamazsak, bundan sonra gerekli olan selefi salihin’in
tefsirine başvurmamızdır.
Bunların başında Allah Rasulü {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Ashabı gelir. Bunlardan en önce İbnu
Mes’ud {radiyallahü anhu} gelmektedir ki, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e arkadaş olma yönünden bir özelliği olduğu
gibi, diğer bir özelliği ise Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e soru sormasıdır. Sonra Abdullah b. Abbas {radiyallahü anhu} gelir. İbnu Mes’ud {radiyallahü anhu} onun “Kur'ân-ı Kerîm’in” tercümanı olduğunu
söylemiştir. Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde önemli bir yeri olan İbnu Mes’ud {radiyallahü anhu}’nun İbnu Abbas hakkında ki şahadeti budur.
Buna göre sahih sünnette bir Âyet-i beyan
edecek bir şey bulamazsak, o zaman ashabın tefsirine müracaat ederiz ki
bunların başında; İbnu Mes’ud, İbnu Abbas ve daha sonra diğerleri {radiyallahü anhum} gelir. Onların arasında hilaf konusu olmayan
bir âyet tefsiri geldiğinde bu tefsiri alıp ondan razı oluruz. Eğer onlardan da
bir şey bulamazsak o zaman tefsiri Allah Rasulu {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabından alan tabiinden alırız. Bunlar;
Said b. Cubeyr, Tavus {radiyallahü
anhum} vb. bunların
bazıları tefsiri hususi olarak İbnu Abbas {radiyallahü anhu}
gibi sahabelerden aldıkları meşhur olmuştur.
Bazı Âyet-i kerimeler vardır ki, bunlar reyle
tefsir edilen âyetlerdir. Bunların hakkında doğrudan doğruya Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den hiç bir tefsir gelmemiştir. Sonradan
gelen bazıları hiç bir kayıta bağlı olmadan bu âyetleri mezheplerine uygun
olarak tefsir etmektedirler. Bu mesele, Âyet-i kerimeyi kendi mezheplerini
destekler mahiyette tefsir ettiklerinden dolayı tehlikeli bir durumdur. Bir
Âyet-i tefsir alimleri başka bir şekilde tefsir ederken, bunlar mezhebi
görüşlerini desteklemek için bu âyetleri tefsir ederler. Bir misal verecek
olursak.
“Kur'ân’dan kolayınıza geleni okuyun”[16]
Âyet-ini sadece yalnız Kur'ân-ı Kerîm okumak olarak tefsir ettiler. Yani bu
konuda Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’den
sahih hadis olmasına rağmen, namazlarda gerekli olan Kur'ân-ı Kerîm okunması,
uzun bir âyet okunması veya üç tane kısa âyet okunmasıdır diye tefsir ettiler.
Bunu Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den bu konuda sahih olarak;
“Namazda Fatihayı okumayanın namazı yoktur”[17]
Başka bir hadiste ise:
“Kim (namazında) Fatihayı okumazsa onun
namazı noksandır, onun namazı noksandır, onun namazı noksandır, tamam
değildir.”[18] Gibi hadisler geldiği halde Âyet-i kerimeyi
böyle tefsir ettiler. Bu iki hadisin işaret ettiği mana bunların Kur'ân-ı Kerîm
okumayı sadece kayıtsız olarak okumak diye tefsirlerini reddetmektedir. Bazı
muteahhirin mezhepliler Kur'ân-ı Kerîm’in tefsirinin sadece mutevatir sünnetle
olabileceğini söylemektedirler. Yani mutevatir olan mutevatir olanla tefsir edilir. Ve bu iki hadisi “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”[19]
Âyet-ini ilk okuyuşta okuyana zahir olan anlayışa itimad ederek reddettiler.
Ancak tefsir alimleri öncekiler veya
sonrakiler olsun aralarında hiç ihtilaf olmadan Âyet-i kerimedeki “okuyun”
kelimesini gece namazından ne kadar kolayınıza gelirse o kadar kılın diye
tefsir etmişlerdir. Çünkü Allâhu Teâlâ bu Âyet-i kerimeyi müzemmil suresindeki;
“Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını,
yarısını, üçte birini ibadetle geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir
topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Geceyi ve gündüzü ölçüp
biçen sadece Allah’dır.” Âyet-inden “Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”[20]a
kadar, yani artık o gece namazından kolayınıza gelip kılabildiğiniz kadar
kılın. Âyet-i kerime sadece gece namazında Kur'ân-ı Kerîm okumanın gerekliliğine
has değildir. Sadece Allâhu Teâlâ mü’minlere gece namazını kolaylaştırmış ve
onlara ne kadar kılabilirlerse o kadar kılmaları için bir kolaylık tanımıştır.
Onların Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’in
kılmış olduğu on bir rekatı kılmaları vacip değildir. Âyet-in manası budur.
İşte arab dilinin hususiyetlerinden olan bir şeyi cüz’iyyete itlak edip, ondan
istenilenin tümü olmasıdır. Okuyun; yani namaz kılın. Namaz talep edilen tüm.
Okuma ise cüz (bir bölüm) dür.
Arab dili alimleri bu cüz’i zikredip, ondan
maksadın o cüz’ün içinde bulunmuş olduğu şeyi tümüyle istenme uslubunun, o
tümden bir cüz o şeyin ehemmiyetine delalet eder demişlerdir. Allâhu Teâlâ’nın
şu kavli gibi:
“Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı
bastırıncaya kadar namaz kıl; bir de fecirde Kur'ân (de sabah namazını).”[21]
Sabah Kur’an-ı yani sabahleyin de ikame et.
Sabah Kur’an-ı; yani sabah namazı. Yine burada konu cüz’e itlak edilmiş olup
ondan tamamı istenmiş. Bu arapçada bilinen bir uslupdur. Bundan dolayıdır ki,
tefsir alimlerinin selefi ve halefi aralarında hiç bir hilaf olmadan bu Âyet-i
kerimeyi bu şekilde tefsir ettikleri meydana çıkınca, birinci ve ikinci hadisi
ahad hadis diye ve ahad hadisle Kur'ân-ı Kerîm’in tefsir edilmesi caiz değildir
denemez. Çünkü, Âyet-i kerime Kur'ân-ı Kerîm’in dilini bilen alimler tarafından
tefsir edilmiştir, bu bir.
Ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in hadisi Kur'ân-ı Kerîm’e muhalefet etmez,
bilakis bu konunun başlangıcında de dediğimiz gibi onu tefsir eder ve açıklığa
kavuşturur. Nasıl olurda Âyet-in farz olsun nafile olsun Müslüman’ın namazda
okuması gerekli olanla alakası olmaz.
Az önce zikrettiğimiz diğer iki hadise
gelince; namaz kılan insanın namazının sadece fatiha suresini okumasıyla doğru
olacağı konusunda açıktır.
“Fatihayı okumayanın namazı yoktur.” “Kim
(namazında) Fatihayı okumazsa onun namazı noksandır, onun namazı noksandır,
onun namazı noksandır, tamam değildir.” Kim namazdan noksan olarak ayrılmışsa
namaz kılmamıştır.[22]
Namazı o zaman birinci hadis de (“Fatihayı
okumayanın namazı yoktur.”) beyan edildiği gibi namazı batıl olur.
Bu
hakikatleri iyice anladıktan sonra birinci olarak hadis kitaplarında Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den rivâyet edilmiş, ikinci olarak senetleri
sahih olan hadisler hakkında asrımızda işittiğimiz, ahad hadisler ahkam
hususunda olmadığı müddetçe onları kabul etmeyiz, âkîdede ahad hadisler delil
olamaz gibi felsefelere kulak asmadan bu hadisleri delil kabul eder, onlardan
şüphe etmeyiz.
Bu onların zannıdır. Ancak, Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ilk olarak tevhide da’vet etmeye
gönderdiği Muaz b. Cebel {radiyallahü
anhu} tek bir kişiydi.
Bu kadarıyla beyan etmek istediğim Kur'ân-ı
Kerîm’i nasıl tefsir etmemizin gerekli olduğu hususunda söyleyeceğim kelimeleri
yeterli buluyorum.
SORULAR
1. Soru: Değerli Şeyh, küçük bir kitapta
“Kur’an’dan istediğini istediğin için al” diye bir hadis okudum. Bu hadis sahih
midir?
Cevap: “Kur’an’dan istediğini istediğin için
al” bazı insanlar tarafından kullanılan meşhur bir hadistir. Bununla beraber
üzüntüyle söylüyorum ki, bu hadisin sünnette bir aslı yoktur. Dolayısıyla bu
hadisi Peygamber sallAllahu aleyhi ve selleme nisbet ederek rivâyet edilmesi
caiz değildir. Yine aynı şekilde bu kadar yaygın ve geniş anlamıyla bu hadis
İslam şeriatına da aykırıdır.
“Kur’an’dan istediğini istediğin için al”
istersem evimde oturur, sanatımla ve mesleğimle ilgili hiçbir şey yapmam,
rızkımı Allah’dan isterim, O’da bana gökten indirir. Çünkü bunu Kur’an’dan
aldım. Böyle diyen olabilir mi?
Bu söz batıldır. Belki de bu, Ribat olarak
isimlendirdikleri yarlerde tembel tembel oturmaya alışmış sofilerin
uydurmasıdır.
Ribat: Müslüman’ın tabiatına ters düştüğünü
bildikleri halde bazı kişilerin oralara uğrayıp, onlara Allahu Teala’nın tayin
ettiği rızkı beklemeleridir.
Çünkü Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} müslümanları yüce değerler ve şerefli olarak
yetiştirmiş ve şöyle demiştir:
“Yüksek el alçak elden daha hayırlıdır.”[23]
Yüksek el; veren el, alçak el; alan el.
Yeri gelmişken bazı zahit sofular hakkında
okuduğum bir hikayeyi anlatayım. Onların hikayeleri çok ve hayret vericidir.
O sofulardan bir tanesi hazırlıksız olarak
bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk esnasında açlıktan ölümle karşı karşıya geldi.
Tam o esnada bir köy gördü ve oraya geldi. Günlerden Cuma idi. Zannınca Allâhu
Teâlâ’ya tevekkül ederek yola çıkmıştı ya, bu tevekkülüne zarar gelmemesi için
kendisini kimseye hissettirmeden minberin altına gizlendi. Ama o içinden
birisinin kendisini hissetmesini istiyordu. Bu şekilde İmam hutbeyi bitirip,
namaz kılınınca (tabii ki o namazı da kılmadı) insanlar camiden çıkmaya
başladılar. O zaman insanlar çıkıp gidecekler, caminin kapsı da kilitleneceğini
anlayıp açlıktan orada öleceğini hissedince, esneyerek orada olduğunu
duyurmaktan başka çaresinin kalmadığını gördü.
İnsanlar varlığını hissedince baktılar ki
açlık ve susuzluktan bir süvari. Onu alıp doyurdular ve kim olduğunu sordular:
“Allâhu Teâlâ’ya tevekkül etmiş zahit birisi”
dedi.
Onlarda: “Nasıl Allâhu Teâlâ’ya tevekkül, az
kalsın ölüyordun. Eğer gerçekten tevekkül ettiysen insanlara varlığını
hissettirmez ve onlardan istemezdin. Böylece kendi günahınla ölürdün” dediler.
Hulasa olarak yukarıda sorduğunuz hadisin
aslı yoktur.
2. Soru: Değerli Şeyh, Kur’an’cılar, Allâhu
Teâlâ’nın: “Her şeyi detaylı bir şekilde geniş olarak anlattık” ve “Kitapta hiç
bir şeyi eksik bırakmadık” âyetlerini ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in de: “Bu Kur’an-ın bir ucu Allâhu
Teâlâ’nın elinde bir ucu da sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılın ki
sapıtmayasınız” buyurduğunu söylüyorlar. Bunlar hakkında açıklama istiyoruz.
Cevap: Allâhu Teâlâ’nın: “Kitapta hiç bir
şeyi eksik bırakmadık” Âyet-i kerimesindeki Kitap Levhi Mahfuz olup Kur’an-ı
Kerim değildir. Tefsir kitaplarına bu Âyet-in tefsirine bakarsa buradaki
kitabın Levhi Mahfuz olduğunu görür.
“Her şeyi detaylı bir şekilde geniş olarak
anlattık” Âyet-i ise, daha önceki anlattıklarımızı Kur’an-ı Kerime ilave
ederseniz (oda sünnettir) o zaman Allâhu Teâlâ her şeyi beyan etmiştir. Ama
sünnet ile.
Hepinizde biliyorsunuz ki; bazen detaylı
açıklama umumi kaidelerdir. Özet olarak zikredilir. Bir Müslüman bunu anladığı
zaman bunun altına cüz’iyyattan bir çok hususun buna bağlı olduğunu görür.
Çokluğundan dolayı bunu sınırlandırmak mümkün değildir. Hüküm koyucu ve hikmet
sahibi Allâhu Teâlâ bir çok detayları bir Âyet-i kerimenin altında
birleştirmesi, işte tafsilin (açıklamanın) bir başka şeklidir. Bu Âyet-i
kerimeden akla ilk gelen budur. Aynen İmam Şafii {rahimehullah}’ın süneninde Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den rivâyet etmiş olduğu hadiste dediği
gibi: “Sizi Allâhu Teâlâ’ya yaklaştıracak ve ateşten uzaklaştıracak ne varsa
hiç birisini bırakmadan hepsini emrettim. Yine sizi Allâhu Teâlâ’dan
uzaklaştırıp, ateşe yaklaştıracak ne varsa hiç birisini bırakmadan hepsinden de
sizi sakındırdım.”
Tafsil bazen altına bir çok cüz’iyyatın
girmesiyle olur. Bazen de ibadet ve ahkam müfredatında olur ki, bu umum kaideye
müracatı gerektirmez.
Altına bir çok detayın sokulabildiği, İslam
dininin yüceliği ve onun teşri (hüküm koyma) alanının geniş olduğuna dair
Peygamber {sallAllahu
aleyhi ve sellem}’in şu
sözünü misal olarak verebiliriz:
“Zarar vermek yoktur. Zarara uğratılmakta
yoktur.”[24]
Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözü de buna bir örnektir:
“Sarhoşluk veren her şey hamrdır, her hamrda
haramdır.”[25]
Yine Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in şu sözü:
“Her bid’at dalalettir (sapıklıktır) her
dalalet de ateştedir.”[26]
Nefse zararı olan herhangi bir hususta olsun
veya mala zarar verecek cinste olsun zarar olan her şey bu birinci hadisteki
kulli kaidenin dışına çıkmaz.
İkinci hadiste zikredilen kulli kaide ise
sarhoşluk veren herhangi bir şey yaygın olduğu gibi üzümden, arpadan veya diğer
maddelerden yapılsın. Sarhoş verdiği müddetçe mayalaşmış içki hükmündedir ve
haramdır.
“Sarhoşluk veren her şey hamrdır, her hamrda
haramdır.”
Üçüncü hadiste de aynen böyledir.
“Her bid’at dalalettir (sapıklıktır) her
dalalet de ateştedir.”
Çokluğundan dolayı bid’at’ı sınırlandırmak
mümkün olmadığı gibi bid’atları sınıflandırılamaz. Böyle olduğu halde bu hadis
i’cazı ve bütün açıklığıyla bütün bidatların sapıklık, bütün sapıklığın da
ateşte olduğunu tasrih etmektedir.
Bunlar tafsil etmedir. Ancak kaidesiyle.
Bildiğiniz hükümler müfredatların tafsilidir. Bunların tafsili çoğunlukla
sünnetten gelmiştir. Bazıları da Kur’an’da varid olmuştur. Miras mesleleri
gibi.
Zikretmiş olduğunuz hadis ise sahihdir. Onu
pratiğe koymak ise ona tutunmamızla olur. Aynen daha önce ki zikrettiğimiz
hadisin misali:
“Kendisine sımsıkıca sarıldığınız müddetçe
sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve sünnetim.”
Elimizdeki Allâhu Teâlâ’nın kitabına
tutunmamız, sadece Kur’an-ı Kerim’in tafsili olan sünneti pratiğe döktüğümüz
zaman olur.
3. Soru: Sıhhat derecesi ne olursa olsun
herhangi bir hadis Kur’an-ı Kerime zıt olduğunda reddedilmesi gerekir, diyenler
var. Buna da “Yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir” hadisini örnek
olarak verdiler. Bu hadisi reddetmede Aişe {radiyallahü anha}’nın bu hadisi “Hiç bir günahkar, başkasının
günahını yüklenmez”[27]
Âyet-iyle reddetmesini delil getirdiler. Bunlara nasıl cevap verirsiniz?
Cevap: Sünneti Kur’an’la reddedenlerin
sorunlarından bir tanesi bu hadisi reddetmeleridir. Daha önce bunların dosdoğru
yoldan çıktıklarını geniş olarak anlatmıştık. Bu hadise ve hassaten de Aişe {radiyallahü anha}’nın hadisine temessük edenler için cevap ise
şudur:
Birinci olarak: Hadis usulü yönünden bu
hadisi reddetmek mümkün değildir.
İbnu Umer {radiyallahü anhuma}’dan sahih bir senetle varit olmuştur.
İbnu Umer bu hadisi rivâyet hususunda tek
kalmamıştır. Babası da bu hadisi rivâyet etmiş olup ikisine Muğiratu’bnu Şu’be {radiyallahü anhu}’da bu hadisi rivâyet etmede bunlara
uymuştur. Şu anda hatırlayabildiğim kadarıyla bu üç rivâyetleri Sahihu Buhari
ve Müslim’dedirler. Bir araştırıcı bu hadisi derin bir araştırmaya tabi tutsa
bu hadise başka yollarda bulunur. Bu üç rivÂyet-in senetleri de sahihtir.
Sadece Kur’an’a ters diye bu hadis reddedilmez.“Yakınlarının ağlaması sebebiyle
ölüye azab edilir” hadisini alimler iki şekilde tefsir etmişlerdir.
Birinci Tefsir: Kendisi hayattayken
yakınlarının kendi ölümünden sonra şeriata muhalefet edeceklerini bildiği halde
onlara nasihat etmemiştir. Onlara öldükten sonra ağlamaları halinde azab
edileceğini söylemedi. da “Yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir”
hadisinde ki el-meyyit kelimesinde ki el (elif lam) takısı istiğrak için değil
belirlilik içindir. Yani bütün ölenlere yakınlarının ağlamasıyla azab edilmez.
Burada bulunan belirlilik takısı (elif lam) ahd içindir. Yani kendisinin ölümünden
sonra şeriata muhalefette bulunmamaları için nasihat etmeyen ölüye azap edilir.
İşte bu kişiye yakınlarının ağlamasıyla azap edilir. Kendisine düşen nasihatı
yerine getirmiş ve şeriata uygun olarak kendisi için gerekli vazifeyi yapıp
ardından ağıt yakmamalarını da öğütleyip, hasseten bu zamanımızda yapılan
munker işlerden de uzak durmalarını öğretmişse bu kişi hadisin hükmü altına
girmez. Eğer bunları yapmazsa bu hadisin hükmü altına girer. Nevevi ve bir çok
alimin yaptığı tefsirlerden bu tafsilatı anlamamız gerekir. Bu tafsili
anladığımız zaman bu hadisle Allâhu Teâlâ’nın: “Hiç bir günahkar, başkasının
günahını yüklenmez” sözü arasında bir zıtlık olmadığı anlaşılır. Ancak buradaki
el (elif lam) takısı istiğrak ve şumuliyet manasında anlaşılırsa o zaman zıtlık
meydana çıkar. Yani her ölü azap görür diye anlaşılırsa anlama müşkil olup
âyetle zıt olur. Zikrettiğimiz mana anlaşılırsa zıtlık ve müşkil bir durum
olmaz. Çünkü azap edilen vasiyet ve nasihat yönüyle üzerine düşeni yapmadığı
içindir. Bu zıtlığı kaldırmak için yapılan birinci tefsirdir.
İkinci Tefsir: Şeyhu’l-İslam İbnu Teymiye {rahimehullah}’ın bazı eserlerinde yaptığı tefsirdir.
Buradaki azab kabirde veya ahiretteki azap değildir. Bu hüzünlenme ve azcılanma
manasınadır. Yani ölü kendisine ağlayanları duyunca üzülür ve hüzünlenir.
Şeyhu’l-İslam İbnu Teymiye {rahimehullah} böyle dedi. Eğer bu doğruysa burada tamiri
mümkün olmayan şüphe temellenir. Ancak diyorum ki; bu tefsir iki hakikatla
zıtlık teşkil etmektedir. Bunun için bizim birinci tefsiri almaktan başka çıkar
yolumuz yoktur.
Birinci Hakikat: İşaret etmiş olduğum
Muğiratu’bnu Şu’be {radiyallahü
anhu}’nun hadisinde
bulunan ziyadelik buradaki azabın yani hüzün manasına değil de, akla gelen azap
olup yani ateşte ki olan azaptır. Allâhu Teâlâ affettikleri müstesna. Allâhu
Teâlâ’nın şu buyruğunda açıklandığı gibi: “Allah kendisine ortak koşulmasını
affetmez. Bunun dışında istediğini affeder.”[28]
Muğiratu’bnu Şu’be {radiyallahü
anhu}’nun hadisindeki
ziyadelikte: “Kıyamet günü yakınlarının ağlaması sebebiyle ölüye azab edilir”
İbnu Teymiye {rahimehullah}’ın dediği gibi kabrinde hüzün ve üzüntüyle
değil kıyamet günü yakınlarının ağlamasıyla azap edilir.
Diğer Hakikat: İster hayır, ister şer olsun
Kitab ve Sünnetin delalet ettiği hakikatlara göre kişi öldüğü zaman etrafındaki
olanlardan haberdar değildir. Sadece belirli münasebetlere binaen çeşitli
hadislerde zikri edilen husus durumlar müstesna.
Bu yazı Muhammed Nasıruddin El-Elbani’nin
sözlü olarak yapmış olduğu bir konferansın 26/1 nolu kasetten Arapça olarak
yazıya alınmış, aynı yazıdan Türkçe’ye Ebu Abdullah tarafından tercüme
edilmiştir.
[1] Maide, 5/2.
[2] En-Nahl, 16/44.
[3] En-Nahl, 16/44.
[4] Mutlak olarak. (tercüme
eden.)
[5] El-En’am, 6/82.
[6] Lokman, 31/13.
[7] Hakim Müstedrek’te rivayet
edip sahih olduğunu söylemiş, Muhammed Nasıruddin el-Albani hadisi bir kaç
eserinde tahriç etmiş ve Sahih olduğunu söylemiştir. Mişkat, 186.
Silsiletu’s-Sahiha, 4/261, El-Hadîsu huccetun bi nefsihi, 6, Menziletu’s-Sunne,
13, Et-tevessul, 14.
[8] Tirmizi bu hadisi rivayet edip senedinin muttasıl olmadığını söylemiştir.
[9] Maide, 5/3.
[11] Beş den üç yüze kadar olan
bir askeri birlik, dört yüz kişilik atlı olan askeri birliğe de denilir.
[12] Müslim, Sahih, Kitâbu’s-Sayd ve’z-Zebaih; 1935.
[15] Nisa, 4/59.
[16] Müzzemmil, 73/20.
[19] Müzzemmil, 73/20.
[20] Müzzemmil, 73/20.
[21] İsra, 17/78.
[23] Malik, Buhari, Müslim, Ebu
Davud ve Nesei rivayet etmişlerdir.
[24] Muhammed Nasıruddin el-Albani, Silsiletu’l-Ehadisi’s-Sahiha, 1/443, hadis no: 250. Hakim, Müstedrek’te, 2/57-58. Beyhaki, 6/69-70, rivayet ettiklerini söylemiştir.
[25] Sahihi Müslim, cilt 6. Sayfa
230. Hadis no. 2002, İrfan Yayınevi,
İstanbul 1389/1970, Tercüme: Mehmet Sofuoğlu.
[27] Ena’m, 164. İsra, 15. Fatır, 18. Zumer, 7. Necm 38.
[28] Nisa Suresi, 48.