2. Kur’ân'dan İlk İnen Buyruklar
3. Kur’ân-ı Kerim'in Sebebe Bağlı
Olarak ve Olmayarak Nüzûlü
Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları
Lafzın Umumiliği ve Sebebin
Hususiliği
4. Mekkî ve Medenî (Kur’ân'ın
Mekke'de ve Medine'de İnen Bölümleri)
Kur’ân'ın Mekkî Bölümleri Üslûb ve
Konu Bakımlarından Medenî Bölümlerden Ayrılmaktadır
A- Üslûb Bakımından Farklılıklar
Mekkî ve Medenî Buyrukları Bilmenin
Faydaları
Kur’ân'ın Kısım Kısım
İndirilişindeki Hikmet
5. Kur’ân'ın Yazılması ve Toplanması
Kur’ân Tefsiri Hususunda Müslümanın
Görevi
Me'sûr (Rivâyet Yoluyla) Tefsirde
Görülen Ayrılıklar
Ashab-ı Kiram'dan Tefsir Yapmakla
Meşhur Olanlar
Tabiînden Müfessir Olarak Ün
Kazananlar
Kur’ân, Muhkem Ve Müteşabihtir
İlimde Derinleşmiş Kimseler İle
Kalplerinde E⁄Rilik Bulunanların Müteşâbih Buyruklara Karşı Tutumu
Kur’ân-ı Kerim'de Müteşâbihlerin
Çeşitleri
Kur’ân-ı Kerim Âyetlerinin Muhkem ve
Müteşâbih Türlerine Ayrılmasındaki Hikmet
Kur’ân'da Çelişki Olduğu İzlenimini
Veren Buyruklar
İlim Adamlarının İsrâiliyâta Karşı
Tutumları
Zamir Kullanılacak Yerde Açık İsmi
Zikretmek
Muhammed
Salih el-Useymîn
Çeviren
M.Beşir
Eryarsoy
Hamd Allah'a mahsustur. Ondan yardım ve
bağışlanma dileriz. Ona tevbe eder, nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin
kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah kime hidayet verirse kimse onu saptıramaz,
kimi de saptırırsa kimse onu doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki Allah'tan
başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim
ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Allah'ın salât ve selâmları ona, aile halkına,
ashabına, kıyamet gününe kadar onların izinden gideceklerin hepsine olsun.
Herbir ilim dalının anlaşılmasına yardımcı
olacak temel esasları öğrenmek ve bu esaslara göre gerekli neticelere ulaşabilmek,
kişi için oldukça önemlidir. Bu yolla
ilmi güçlü temellere, temelleri, sağlam kaideler üzerine bina
edilebilir. "Usûlden mahrum olan vusûlden mahrum kalır. (Vusulsüzlüğümüz
-hedefe varamayışımız- usûlsüzlüğümüzdendir)" denilmiştir.
İlimlerin en şereflilerinden biri, hatta
en üstün ve şereflileri hiç şüphesiz yüce Allah'ın kelâmının anlamlarını açıklamak
demek olan tefsir ilmidir. İlim ehli hadis ve fıkıh ilimleri için usûller
tespit ettikleri gibi; bu ilim için de birtakım usuller ortaya koymuşlardır.
Ben bu ilim dalı ile ilgili İmam Muhammed b. Suud İslam Üniversitesi İlimler
Enstitüsü öğrencileri için birtakım notlar yazmıştım. Bazıları da benden bunları
daha kolay ve daha toparlayıcı olması bakımından, ayrı bir kitapçıkta toplamamı
istedi. Ben de bu isteği kabul ettim.
Yüce Allah'tan onu faydalı kılmasını
niyaz ediyorum. Yazdıklarım aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
Kur’ân-ı Kerim
1. Kur’ân, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e ne zaman indi ve onu hangi melek
indirdi?
2. Kur’ân'dan ilk nâzil olan buyruklar.
3. Kur’ân-ı Kerim'in sebepli ve sebebe bağlı
olmaksızın iki tür nüzûlü.
4. Kur’ân'ın Mekkî ve Medenî bölümleri,
Kur’ân'ın kısım kısım inişindeki hikmetin açıklanması ve Kur’ân'ın tertibi.
5. Kur’ân'ın Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem döneminde yazılması ve korunması.
6. Kur’ân'ın Ebu Bekir ve Osman Radıyallahu anh döneminde toplanması.
Tefsir
1. Sözlük ve terim itibariyle tefsirin
anlamı, hükmü ve amacı.
2. Kur’ân tefsirinde müslümana düşen görev.
3. Tefsir yaparken gözönünde bulundurulması
gereken hususlar:
a- Kur’ân'ın, Kur’ân'ı tefsir etmesi
itibariyle yüce Allah'ın kelâmı.
b- Yüce Allah'tan Kur’ân'ı tebliğ eden ve
Allah'ın kitabındaki yüce Allah'ın muradını insanlar arasında en iyi bilen kişi
olması itibariyle Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'in sünneti.
c- Ashab-ı Kiram'ın sözleri, özellikle
aralarında bilgi sahibi olanların ve tefsire itina gösterenlerin sözleri. Çünkü
Kur’ân onların diliyle ve onların döneminde inmiştir.
d- Ashab-ı Kiram'dan tefsir öğrenmeye itina
göstermiş tabiînin ileri gelenlerinin sözleri.
e- Kur’ân-ı Kerim'in siyâkına uygun olarak
kelimelerin gerektirdiği şer'î ve lugavî manalar. Şayet şer'î ve lugavî mana
arasında farklılık olursa lugavî anlamı tercih etmeyi gerektiren bir delil
olması hali dışında, şer'î anlamın kabul edilmesi.
4. Rivayet yoluyla gelen tefsirdeki ihtilâf
türleri.
5. Kur’ân'ın tercümesi, tanımı, çeşitleri
ve herbir çeşidin hükmü.
Üçü Ashab-ı Kiram, İkisi Tabiînden Olmak
Üzere Tefsirde Meşhur Olmuş Beş Kişinin Kısa Biyografisi
Muhkem ve Müteşabihlik Bakımından Kur’ân’ın
Kısımları
İlimde Derinleşmiş Olanlar ile
Kalplerinde Eğrilik Olanların Müteşâbihe Karşı Tutumları
Hakiki ve Nisbî Türleriyle Müteşâbih
Kur’ân-ı Kerim'in Muhkem ve Müteşâbih
Türlerine Ayrılmasındaki Hikmet
Kur’ân-ı Kerim’de Teâruz İzlenimini Veren
Buyruklar, Buna Cevap ve Buna Dair Örnekler
KASEM: Tanımı, Edatları, Faydası
KISSALAR: Tanımı, Kıssadan Maksat, Tekrar
Edilmesindeki Hikmet, Uzunluk, Kısalık ve Üslûp İtibariyle Farklılıkları
Tefsire Sokulmuş İsrâiliyât ve İlim
Adamlarının İsrâiliyâta Karşı Tutumları
ZAMİR: Tanımı, Zamirin Mercii, Zamir
Kullanılması Gereken Yerden İsmin İzhar Edilmesi ve Faydası, İltifat ve Faydası,
Fasıl Zamiri ve Faydası.
Sözlükte Kur’ân "kaf, ra ve
elif" kökünden; okumak ya da toplamak anlamında bir mastardır. Bu mastar; şekillerinde
kullanılır. Tıpkı (bağışladı anlamındaki fiilin mastarının); diye gelmesi gibi.
Birinci (okumak) anlamı ile ism-i mef'ûl
anlamında "yani okunan şey" manasıyla mastar olur. İkinci anlamına
göre (topladı) ise, ism-i fail anlamında yani “toplayıcı” anlamıyla mastar
olur. Çünkü Kur’ân haber ve hükümleri bünyesinde toplamış bir kitaptır.[1]
Şer'î bir terim olarak Kur’ân ise; yüce
Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'e indirilmiş bulunan, Fatiha sûresi ile
başlayıp, Nâs sûresiyle biten yüce Allah'ın kelâmıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hiç
şüphesiz ki Kur’ân'ı sana kısım kısım biz indirdik." (el-İnsan, 76/23)
"Muhakkak
biz onu anlayıp düşünesiniz diye arapça bir Kur’ân olarak indirdik." (Yusuf, 12/2)
Yüce Allah bu Kur’ân-ı Kerîm'i değişikliklere,
bir şeyler eklemeye, ondan bir şey eksiltmeye, onu değiştirmeye karşı korumuştur.
Çünkü yüce Allah onu korumayı bizzat üzerine almış bulunmaktadır:
"Şüphe
yok ki o zikri (Kur’ân'ı) biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz." (el-Hicr, 15/9)
Bundan dolayı pekçok asırlar geçmiş
olmakla birlikte Kur’ân düşmanlarından herhangi bir kimse onda bir değişiklik
yapmaya, bir şeyler eklemeye, eksiltmeye ya da değiştirmeye kalkışmamıştır.
Kalkışanların da yüce Allah üzerlerindeki perdeyi yırtmış ve gerçek durumunu
ortaya çıkartmıştır.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm'i büyüklüğüne,
mübarekliğine, etkisine, kapsamlılığına, onun kendisinden önceki kitaplar
üzerinde hakim oluşuna delâlet eden birçok vasıfla nitelendirmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Andolsunki
biz sana tekrarlanan yediyi ve şu Kur’ân-ı azîmi verdik." (el-Hicr, 15/87)
"Çok
şerefli (Mecid) Kur’ân'a yemin ederim ki..." (Kaf, 50/1)
"Âyetlerini
düşünsünler, tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve
bereketi bol bir kitaptır bu"
(Sâd, 38/29)
"İşte
bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakının ki, merhamet
olunasınız." (el-En'am,
6/155)
"Gerçekten
bu Kur’ân en doğru olana iletir."
(el-İsra, 17/9)
"Şayet
biz bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik muhakkak ki Allah'ın korkusundan onun başını
eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün. İşte biz bu misalleri insanlara
düşünsünler diye veriyoruz."
(el-Haşr, 59/21)
"Bir
sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: 'Bu hanginizin imanını arttırdı'
derler. İman etmiş olanlara gelince (her sûre inişi ile) daima onların imanını
arttırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler. Kalplerinde hastalık
bulunanlara gelince onların murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı ve onlar
kâfir olarak ölüp gittiler."
(et-Tevbe, 9/124-125)
"Şu
Kur’ân bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup uyarmam için
vahyolundu." (el-En'âm,
6/19)
"O
halde kâfirlere itaat etme ve onlara karşı bu Kur’ân ile büyük bir cihâd
yap!" (el-Furkan,
25/52)
"Ve
biz sana bu kitabı, herşeyi açıklayan bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlara
bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik." (en-Nahl, 16/89)
"Biz
sana da kitabı hak ile kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlara
karşı bir şahit (hakem) olmak üzere indirdik. O halde aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet."
(el-Mâide, 5/48)
Kur’ân-ı Kerim, yüce Allah'ın Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem vasıtası ile
insanlara göndermiş olduğu İslam şeriatının kaynağıdır. Bu hususta yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Hak
ile batılı ayırdedici olanı (Furkanı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna
indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!" (el-Furkan, 25/1)
"Bu
insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan nura yegane galip, hamde layık olan
(Allah)'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. O Allah ki
göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. (Uğrayacakları) şiddetli azaptan
dolayı vay o kafirlerin haline!"
(İbrahim, 14/1-2)
Yine Kur’ân'ın tespit ettiği gibi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in
sünneti de teşri için bir kaynaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Peygambere
itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse zaten biz
seni onların üzerine bir koruyucu göndermedik." (en-Nisâ, 4/80)
"Kim
Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış
olur." (el-Ahzab,
33/36)
"Hem
peygamber size ne verdiyse onu alın. Neyi yasak etti ise de sakının." (el-Haşr, 59/7)
"De
ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah günahları çokça bağışlayandır, rahîm olandır." (Âl-i İmran, 3/31)
Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e ramazan ayında,
kadir gecesinde nazil oldu. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu
biz onu (Kur’ân'ı) kadir gecesinde indirdik." (el-Kadr,
97/1)
"Şüphesiz
biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak biz korkutup uyaranlarız. O
gecede hikmetli herbir iş tarafımızdan bir emir ile ayrılır." (ed-Duhan, 44/3-4)
"O
ramazan ayı ki Kur’ân onda indirilmiştir. (O Kur’ân) insanları hidayete
erdirmek, doğru yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümleri açıklamak üzere
indirilmiştir." (el-Bakara,
2/185)
Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında
ilim ehlince meşhur olan görüşe göre kırk yaşında idi. Bu görüş, İbn Abbas Radıyallahu anh ile Ata, Said b.
el-Müseyyeb ve başkalarından bu görüş rivayet edilmiş bulunmaktadır. Bu yaşta
kişinin rüşdü tamamlanmakta, aklı kemale ermekte, idraki mükemmel noktaya erişmektedir.
Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i
Rasûlullah’a indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi
olan Cebrail Aleyhisselam'dır:
"Muhakkak
ki bu âlemlerin Rabbinin indirdiğidir. Onu Ruhu'l-Emin uyarıcılardan olasın
diye kalbin üzere apaçık bir arapça lisan ile indirdi." (eş-Şuarâ, 26/192-195)
Cebrail Aleyhisselam'ın kerem (yüce şan ve şeref), güç, Allah'a yakınlık,
sair melekler arasında üstün bir mevki ve saygınlık, emanet, güzellik ve paklık
gibi öğülmeye değer pek büyük nitelikleri vardır. Bütün bunlar onun yüce Allah'ın
vahyini rasûllerine götürmek üzere bir elçilik görevini ifa etmeye ehil olmasını
sağlamış niteliklerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe
yok ki o, çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözüdür. Büyük bir güç sahibi Arşın
sahibinin nezdinde yüksek bir mevki sahibi olan bir elçinin. (Üstelik) orada
kendisine itaat edilendir, oldukça emindir." (et-Tekvîr, 81/19-21)
"Ona
çetin güçler sahibi öğretti. O pek büyük bir güce sahiptir. Hemen o en yüksek
ufukta iken asıl şeklinde doğruluverdi." (en-Necm, 53/5-7)
"De
ki: 'Onu (Kur’ân'ı) Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) iman edenlere hem bir sebat vermek,
hem müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak üzere Rabbinden hak olarak
indirmiştir.'" (en-Nahl,
16/102)
Yüce Allah bizlere kendi nezdinden
Kur’ân-ı Kerim'i indiren Cebrail'in niteliklerini böylece açıklamış bulunmaktadır.
Bunlar Kur’ân-ı Kerim'in azametine, yüce Allah'ın ona gösterdiği itinaya bir
delildir. Çünkü o pek büyük olan bir varlığı, ancak pek büyük olan işler için
elçi olarak gönderir.
Kesin ve mutlak olarak Kur’ân'ın ilk inen
buyrukları el-Alak suresinin ilk beş ayetini teşkil eden şu buyruklardır:
"Rabbinin
adıyla oku! O insanı alak’tan yarattı. Oku Rabbin en kerîm olandır. O kalemle
(yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti." (el-Alak, 96/1-5)
Bundan sonra vahiy bir süre gecikti. Daha
sonra el-Müddessir sûresinin ilk beş âyeti nazil oldu:
"Ey
örtünüp bürünen! Kalk (ve) artık uyar. Yalnız Rabbini yücelt, elbiseni temizle,
pisliklerden uzak dur."
(el-Müddessir, 74/1-5)
Buhârî'yle, Muslim'in Sahih’lerinde[2]
Âişe Radıyallahu anha'dan vahyin nasıl
başladığı ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nihayet o Hira
dağında iken hak (vahiy) ona geldi. Melek gelip ona: Oku dedi. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: Ben okuma bilmiyorum dedi... diye
hadisin geri kalan bölümlerini zikrettiler. Bu hadisde şu ifadeler de yer
almaktadır: Daha sonra dedi ki: "Yaratan
Rabbinin adıyla oku... İnsana bilmediğini öğretti."
Yine Buhârî ile Muslim'de[3]
Câbir Radıyallahu anh'dan gelen
rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem vahyin bir süre kesintiye uğraması (fetreti)ni anlatırken şunları
söylemektedir: "Ben yürüyorken
ansızın semadan bir ses işittim..." diye hadisi zikretti. Hadisde şu
ifadeler de yer almaktadır. Yüce Allah ona: "Ey
örtünüp bürünen kalk ve artık uyar" buyruklarından itibaren: "Pisliklerden uzak dur"
buyruklarına kadar olan bölümü indirdi.
Diğer taraftan haklarında ilk defa
indirildikleri belirtilmekle birlikte belli bir şeyi gözönünde bulundurarak
indirildikleri kastedilen buyruklar da vardır. Buna göre buradaki
"ilklik" kayıtlı bir ilkliktir. Câbir Radıyallahu anh'dan Buhârî ile Muslim'de[4]
yer alan şu hadiste görüldüğü gibi: Ebu Seleme b. Abdurrahman ona: Kur’ân'ın
hangi bölümü ilk olarak nazil oldu, diye sordu. Câbir: "Ey örtünüp bürünen" dedi. Ebu Seleme dedi ki: Bana ilk
inen buyruğun: "Yaratan Rabbinin adıyla
oku" buyruğu olduğu haber verildi. Câbir dedi ki: Ben sana ancak
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
bildirdiğini söylüyorum. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ben
Hira'da ibadete çekildim. İbadet süremi bitirince aşağı indim..."
deyip hadisin geri kalan bölümünü nakletti. Bu hadiste şu ifadeler de yer
almaktadır: "Hatice'nin yanına
vardım. Onlara beni örtünüz ve üzerime soğuk
su dökünüz dedim. Üzerime: "Ey örtünüp bürünen" buyruğundan itibaren
"pisliklerden uzak dur" buyruğuna kadar olan bölümler nâzil oldu.
Câbir Radıyallahu
anh'ın sözünü ettiği bu ilklik, vahyin fetrete kesilmesi itibariyle ilk
nâzil olan buyruklardır. Yahutta risalet ile ilgili ilk nazil olan buyruklardır.
Çünkü İkra’ (el-Âlak) sûresinden ilk nâzil olan buyruklar ile Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in nubuvveti
sabit olmuştur. el-Müddessir suresinden ilk nâzil olan buyruklar ile de
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’e
hitaben "kalk ve artık uyar"
buyruğu ile de risalet verilmiştir. Bundan dolayı ilim ehli şöyle demişlerdir:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e
"İkra’: oku" emri ile nubuvvet, "el-Müddessir" sûresi ile
de risalet verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü iki kısımdır:
Birinci
kısım: Sebebe bağlı
olmadan nâzil olan buyruklar: Bunlar, nüzûlünden önce indirilmesini gerektiren
herhangi bir sebebin varlığı sözkonusu olmadan inen buyruklardır. Kur’ân-ı
Kerim âyetlerinin çoğunluğu böyledir. Yüce Allah'ın: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: 'Eğer bize
lütfundan ihsan ederse muhakkak ki sadaka vereceğiz ve muhakkak ki salihlerden
olacağız'" (et-Tevbe, 9/75) ve devamındaki âyetler herhangi bir sebebe
bağlı olmaksızın, bazı münafıkların durumunu açıklamak üzere nâzil olmuşlardır.
Bu ayetlerin uzunca bir kıssa ile anlatılan Salebe b. Hâtıb hakkında nâzil olduğuna
dair meşhur rivayeti pekçok müfessir sözkonusu etmiş ve birçok vaizler bunun
propagandasını yapmış olmakla birlikte oldukça zayıf bir rivayet olup, sahih değildir.[5]
İkinci
kısım ise bir sebebe bağlı
olarak nâzil olmuş buyruklardır. Bu da nuzulünden önce indirilmesini gerektiren
bir sebebin ortaya çıktığı buyruklardır. Sebep de bir kaç çeşittir.
a- Yüce Allah'ın cevabını verdiği bir soru.
Meselâ:"Sana hilalleri soruyorlar.
De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." (el-Bakara,
2/189)
b- Yahut bir açıklamayı ve bir sakındırmayı
gerektiren bir olay meydana gelmişse buyruk nâzil olmuş olabilir. "Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle
diyeceklerdir: 'Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.'" (et-Tevbe, 9/65) diye
başlayan iki ayet-i kerime, münafıklardan bir adam hakkında inmişlerdir. Bu kişi
Tebûk Gazvesinde bir yerde otururken: Bizler şu bizim Kur’ân okuyucularımız
gibi karnı geniş, dili çok yalan söyleyen, düşman ile karşılaştıklarında
onlardan daha korkak kimse görmedik. O bu sözleriyle Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i ve ashabını
kastediyordu. Bu söyledikleri Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'e ulaştı ve Kur’ân'ın ilgili buyrukları nâzil oldu. Adam
gelerek, Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'e özür beyan edince Kur’ân ona: "Allah ile, onun ayetleriyle ve Rasûlü ile mi eğleniyordunuz?"
(et-Tevbe, 9/65) diye cevap verdi.[6]
c- Yahut hükmü bilinmesine gerek duyulan
meydana gelmiş bir fiil sebebiyle inmiş olabilir. Yüce Allah'ın: "Kocası hakkında seninle mücadele eden
ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir.
Allah sizin konuşmanızı da zaten işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en
iyi görendir." (el-Mücadele, 58/1) diye başlayan buyrukları buna
örnektir.
Nüzûl sebeplerinin bilinmesi oldukça
önemlidir. Çünkü bunun pekçok faydası vardır. Bazıları şunlardır:
1. Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından
indirilmiş olduğunu açıklamak:
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e herhangi bir hususa dair soru
soruluyor; o kimi zaman vahiy nâzil oluncaya kadar cevap vermeden bekliyordu.
Yahut meydana gelen işten bizzat haberdar olmadığından vahiy nâzil oluyor ve
ona durumu açıklıyordu.
Birincisine örnek, yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Bir
de sana ruhu soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbinin emrindendir. Size bilgiden ancak
pek az bir şey verilmiştir.'"
(el-İsrâ, 17/85)
Sahih-i Buhârî'de[7]
yer alan rivayete göre Abdullah b. Mesud Radıyallahu
anh şöyle demiştir: Yahudilerden bir adam: Ya Ebe'l-Kasım ruh nedir? diye
sordu. Rasûlullah sustu. -Bir lafzında: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem karşılık vermeyip, onlara hiçbir şekilde
cevap vermedi.- Ben ona vahyolunmakta olduğunu anladım. Olduğum yerde ayakta
kaldım. Vahyin nüzûlü tamamlanınca şöyle buyurdu:
"Bir
de sana ruhu soruyorlar. De ki: 'Ruh Rabbinin emrindendir...'" (el-İsrâ, 17/85)
İkincisine örnek de yüce Allah'ın şu
buyruğudur:
"Derler
ki: 'Eğer Medine'ye dönersek elbetteki en şerefli ve kuvvetli olan, en aşağılık
olanı oradan mutlaka çıkartacaktır.'" (el-Münafikun, 63/8)
Sahih-i Buhârî'deki[8]
rivayete göre Zeyd b. Erkam Radıyallahu
anh münafıkların elebaşısı Abdullah b. Ubeyy'i bu sözleri söylerken duymuş.
Bu sözleriyle kendisinin aziz (şerefli ve kuvvetli) Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ve ashabının
ise "en aşağılık olanlar" olduklarını kastediyordu. Zeyd bu sözleri
amcasına bildirince, amcası da aynı sözleri Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e bildirdi. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Zeyd'i çağırdı.
O da duyduklarını ona bildirdi. Daha sonra Abdullah b. Ubeyy'e ve arkadaşlarına
haber gönderdi (çağırttı). Onlar (gelip) bu sözleri söylemediklerine dair yemin
ettiler. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem onların doğru söylediklerine inandı. Bunun üzerine yüce Allah
Zeyd'in doğru söylediğini belirten buyrukları indirdi. Böylelikle Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gerçeği açık
seçik bir şekilde öğrenmiş oldu.
2. Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında
ona gösterdiği itinayı açıklaması:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in şu buyrukları buna örnektir:
"Kâfirler
dediler ki: 'Ona bu Kur’ân topluca birden indirilmeli değil miydi?' Biz onunla
kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk." (el-Furkan, 25/32)
İfk (Âişe validemize atılan iftira) ile
ilgili âyetler de aynı şekilde Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in namusunu savunmak ve iftiracıların ona bulaştırmak
istedikleri lekeyi temizlemek üzere inmişti.
3. Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak,
kederlerini ortadan kaldırmak suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.
Teyemmüm âyeti (bk. en-Nisa, 4/43 ve
el-Mâide, 5/6) buna örnektir. Sahih-i Buhârî'deki[9]
rivayete göre Âişe Radıyallahu anha,
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
ile birlikte bulunduğu seferlerden birisinde gerdanlığını kaybetti. Onu aramak
üzere Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem yoluna devam etmeyip konakladığı yerde kaldı. Beraberlerinde
bulunanlar da öylece kaldı. Bulundukları yerde su yoktu. Durumdan Ebu Bekir Radıyallahu anh'a şikayet ettiler.[10]
Hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisteki ifadelere göre yüce Allah
teyemmüm âyetini indirdi. Yolculukta bulunanlar teyemmüm yaptılar. Esid b.
Hudayr dedi ki: Ey Ebu Bekr'in ailesi! Bu sizden gördüğümüz ilk bereket değildir.
Hadis Buhârî'de uzun uzadıya kaydedilmiştir.
4. Âyeti doğru bir şekilde anlamak
Yüce Allah'ın şu buyrukları buna
örnektir:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt’i hacceder veya
umre yaparsa onları güzelce tavaf etmesinde onun için bir sakınca yoktur." (el-Bakara, 2/158)
Buradaki tavaftan kasıt aralarında sa’y
etmektir. Yüce Allah'ın: "Onun için
bir sakınca yoktur." buyruğunun zahirinden anlaşıldığına göre, Safa
ile Merve arasında sa’y etme emri, nihayet mübahlık ifade eder. Fakat Sahih-i
Buhârî'de[11] yer alan
rivayete göre Âsım b. Süleyman şöyle demiştir: Enes b. Malik Radıyallahu anh'a Safa ile Merve hakkında
sordum. Şöyle dedi: Biz ikisinin de cahiliye dönemi işlerinden olduğu görüşünde
idik. İslam gelince aralarında sa’y etmedik. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın
alâmetlerindendir. Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa onları güzelce
tavaf etmesinde onun için bir sakınca yoktur." buyruğunu indirdi.
Bununla anlaşıldı ki, günahın sözkonusu
edilmemesinden maksat, aralarında sa’yin esas hükmünü açıklamak değildir. Asıl
maksat, onların sa’y etmeyi terketmekten sakınmalarını reddetmektir. Çünkü
onlar aralarında sa’y etmenin cahiliye dönemi işlerinden olduğu görüşüne
sahiptiler. Sa’y etmenin esas hükmü de yüce Allah'ın: "Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğu ile açıklık kazanmış
olmaktadır.
Şayet âyet-i kerime özel bir sebep dolayısıyla
inmekle birlikte lafzı umumi bir anlam ifade ediyorsa, âyetin hükmü hem iniş
sebebini hem de lafzının kapsamına giren bütün hususları kapsar. Çünkü Kur’ân-ı
Kerim bütün ümmet için teşrî’de bulunmak üzere inmiştir. Dolayısıyla asıl
muteber olan lafzın umumiliğidir, sebebin hususiliği değildir.
Buna örnek liân âyetleri gösterilebilir.
Sözkonusu âyetler yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Eşlerine
zina isnad edip kendilerinden başka şahitleri olmayanların herbirisinin şahitliği
dört defa... şehadet etmesidir... Beşincisinde de: Eğer o...' der." (en-Nur, 24/6-9)
Sahih-i Buhârî'de[12]
İbn Abbas Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Hilâl b. Ümeyye, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in huzurunda, hanımını Şerîk b. Sahmâ
ile zina etmekle itham etti. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Ya
buna dair delilini getirirsin yahutta sırtında sana had uygulanacaktır.” Bunun
üzerine Hilâl dedi ki: “Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, gerçekten ben
doğru söylüyorum. Andolsun Allah benim sırtıma had vurulmaktan beni kurtaracak,
suçsuzluğumu ortaya koyacak, vahiy indirecektir.” Bunun üzerine Cebrail indi ve
ona (Peygamber efendimize): "Eşlerine
zina isnad edip..." buyruğunu indirdi. Bu buyrukları: "Beşincisinde de 'eğer... der'"
(en-Nur, 24/6-9) buyruğuna kadar okudu.
Bu âyet-i kerimeler Hilâl b. Ümeyye'nin
hanımına zina suçu isnad etmesi üzerine inmiştir. Fakat hükümleri hem onu, hem
başkasını kapsar. Buna delil Buhârî'nin rivayet ettiği Sehl b. Sa’d Radıyallahu anh'dan naklettiği şu
hadis-i şeriftir. Buna göre Uveymir el-Aclânî Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü,
bir adam hanımı ile birlikte bir başka adamı görürse onu öldürürse siz de onu
(kısas diye) öldürürsünüz. Peki ne yapsın?” Bunun üzerine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurdu: "Allah senin ve senin
durumunda olan kimseler hakkında Kur’ân indirmiş bulunuyor.” Bunun üzerine
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
Kitabında yüce Allah'ın tespit ettiği şekilde onlara lanetleşmelerini emretti.
Uveymir hanımıyla lanetleşti...[13]
Görüldüğü gibi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bu âyetlerin
ifade ettiği hükmü Hilâl b. Ümeyye için de, başkaları için de kapsamlı bir
hüküm olarak değerlendirmiştir.
Kur’ân-ı Kerim yirmiüç senelik bir süre
içerisinde Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Rasûlullah bu sürenin çoğunluğunu
Mekke'de geçirmiştir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Biz
onu insanlara ağır ağır okuyasın diye bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur’ân olarak
(indirdik). Biz onu kısım kısım indirdik." (el-İsrâ, 17/106)
Bundan dolayı ilim adamları -yüce Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun- Kur’ân'ı Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:
Mekkî Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e Medine'ye hicretinden önce inen
buyruklara denir.
Medenî ise Rasûlullah’a Medine'ye
hicretinden sonra inen buyruklara denir.
Buna göre yüce Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi kemale
erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğenip
seçtim." (el-Mâide, 5/3) buyruğu, her ne kadar Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e Vedâ haccında
Arafat'ta inmiş ise de Medenî buyruklardandır.
Sahih-i Buhârî'de[14]
Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Biz bu buyruğun Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in üzerine indiği günü de, yeri de
biliyoruz. O cuma gününde Arafat'ta ayakta iken indi.
1. Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen
güçlü bir üslûb ve sert bir hitaptır. Çünkü muhatapların çoğunluğu Kur’ân'dan
yüz çeviren, büyüklük taslayanlardır. O bakımdan onlara ancak böyle hitap etmek
yaraşır. Meselâ, el-Müddessir ve el-Kamer sûrelerini okuyabilirsiniz.
Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise
yumuşak bir üslûb ve kolay bir hitaptır. Çünkü muhatapların çoğunluğu Kur’ân'a
yönelen ve boyun eğen kimselerdir. el-Mâide sûresini örnek olarak
okuyabilirsiniz.
2. Mekkî surelerde çoğunlukla âyetler kısa,
getirilen deliller güçlüdür. Çünkü muhatapların çoğunluğu inatçı ve ayrılıkçı
kimselerdir. Bundan dolayı durumlarının gereğine uygun olarak onlara hitap
edilmiştir. Örnek olarak Tûr suresini okuyabilirsiniz.
Medenî buyruklara gelince, Medenî âyetler
çoğunlukla uzun ve herhangi bir delil getirilmeksizin serbest bir şekilde
hükümler sözkonusu edilmektedir. Çünkü muhatapların durumu bunu
gerektirmektedir. Bunun için el-Bakara suresindeki deyn (borçlanma) âyetini
(el-Bakara, 2/282) okuyabilirsiniz.
1. Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen,
tevhid ve doğru akideye dair açıklamalardır. Özellikle ulûhiyetin tevhidi ve
öldükten sonra dirilişe iman ile alakalı hususlar dile getirilmiştir. Çünkü
muhatapların çoğu bunu inkâr ediyorlardı.
Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise
ibadetlere ve muamelata dair geniş açıklamalardır. Çünkü muhatapların
kalplerinde tevhid ve sağlıklı akide, iyiden iyiye yer etmiş bulunuyordu. Onların
artık ibadetlerin ve muamelatın etraflı bir şekilde açıklanmasına ihtiyaçları
vardı.
2. Kur’ân'ın Medine'de inen bölümlerinde
cihad, cihada dair hükümler, münafıklar ve onların durumlarına dair geniş açıklamalar
yer alır. Çünkü durum bunu gerektiriyordu. Zira Mekkî buyrukların aksine
Medine'de cihad emri teşrî’ buyurulmuş ve münafıklık ortaya çıkmıştı.
Mekkî ve Medenî buyrukları bilmek, Kur’ân
ilimleri arasında önemli bir çeşittir. Çünkü bunun birtakım faydaları vardır.
Bu faydaların bir kısmını şöylece sayabiliriz:
1. Kur’ân belâğatının en yüksek
mertebelerinde ortaya çıkması. Çünkü herbir topluma kendi durumlarına uygun
güçlü ve ağır yahut yumuşak ve kolay üslûblarla hitap edilmiştir.
2. En üstün amaçlarıyla teşriî hikmetin
ortaya çıkması. Çünkü teşrî muhatapların teşriî hükümleri kabul ve uygulamaya
istidâdları ve muhataplarının durumlarının gereğine uygun olarak, ümmetlerin
durumuna göre tedrici olarak kısım kısım gerçekleştirilmiştir.
3. Yüce Allah'ın yoluna davet edenlerin eğitilmesi
ve onların Kur’ân-ı Kerim'in muhataplar açısından üslûb ve konuların seçiminde
izlediği yolu izlemeye yönlendirmesi. Çünkü Kur’ân daha önemliyi önceleyen bir
üslûba sahiptir. Ayrıca sıkılığın ve kolaylığın yerli yerince kullanılması
konusunda da davetçiler bu yolla eğitilirler.
4. Biri Mekkî, diğeri Medenî olmak üzere
iki âyet bulunsa ve bunlarda neshin şartları bulunacak olursa, nâsih mensûhtan
ayırdedilebilir. Çünkü Medine'de inen buyruk Mekke'de inen buyruğu neshedici
olur. Çünkü Medine'de inen âyet, Mekke'de inenden daha sonra inmiş demektir.
Kur’ân'ın Mekkî ve Medenî kısımlara ayrılmasından
açıkça anlaşıldığına göre Kur’ân Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in üzerine kısım kısım indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim'in bu şekilde
indirilmiş olmasının çeşitli hikmetleri vardır. Bazıları şunlardır:
1. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in kalbine sebat vermek ve pekiştirmek.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kâfirler
dediler ki: 'Ona bu Kur’ân topluca, birden indirilmeli değil miydi?' Biz onunla
kalbine sebat verelim diye böyle yaptık (yani onu kısım kısım indirdik) ve onu
ağır ağır okuduk. Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki
sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir." (el-Furkan, 25/32-33)
2. İnsanlara Kur’ân'ı ezberlemeyi, onu
anlamayı, gereğince amel etmeyi kolaylaştırmak. Çünkü Kur’ân onlara kısım kısım
okunuyordu. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Biz
onu insanlara ağır ağır okuyasın diye bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur’ân olarak
(indirdik). Biz onu kısım kısım indirdik." (el-İsra, 17/106)
3. Kur’ân'ın inen bölümlerini kabul etmek
ve bunları uygulamaya geçirmek için gayrete getirip teşvik etmek. Çünkü
insanlar özellikle çokça ihtiyaç duyulduğu vakit bir âyetin nüzulünü şiddetle
arzu eder ve isterler. İfk (Âişe Radıyallahu
anha validemize iftira) ile liân (hanımına zina isnad eden erkeğin hanımı
ile lanetleşmesi) âyetleri gibi.
4. En mükemmel mertebeye ulaşıncaya kadar
teşrîde tedricîlik. İnsanların alışageldikleri ve ona alışarak büyüdükleri,
kesin olarak kendilerine yasaklanması ile onlara karşı çıkılması zor olan
içkiyi haram kılan âyetlerde görüldüğü gibi. Önce yüce Allah'ın: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki:
'İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır.
Ama günahları faydalarından daha büyüktür.'" (el-Bakara, 2/219) buyruğu
indi.
Bu âyet-i kerime ile insanlar içkinin
haram kılınmasını kabul etmek için hazırlandı. Çünkü akıl, günahı faydasından
daha büyük olan bir işin yapılmamasını gerektirir.
Daha sonra ikinci olarak yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi
bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın." (en-Nisa, 4/43) buyruğu indi.
Bu âyet-i kerime ile namaz vakitleri olan belirli vakitlerde onu terketmeye alıştırmak
sözkonusudur. Daha sonra üçüncü olarak yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Şarap (içki), kumar, putlar ve fal okları şeytanın
pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki, kurtuluşa ersiniz. Muhakkak şeytan
içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah'ın anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? Allah'a itaat edin,
Rasûle de itaat edin ve (emirlerine aykırı hareketten) sakının. Eğer yüz
çevirirseniz bilin ki peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibarettir."
(el-Maide, 5/90-92) buyrukları nâzil oldu.
Böylelikle bu âyet-i kerimeler ile içki
bütün zamanlarda kesin olarak yasaklanmış olmaktadır. Bundan önce ise insanlar,
bazı zamanlarda yasağı kabul etmeye hazır hale getirilmiş, daha sonra da
belirli vakitlerde ondan uzak kalmak üzere eğitilmiş bulunuyorlardı.
Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı,
kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir.
Bu tertip üç çeşittir:
Birincisi kelimelerin tertibidir. Herbir
kelimenin âyetteki yerinde olması demektir. Bu da nas ve icmâ ile sabittir.
Bunun vücubu ve ona muhalefetin haram olduğu hususunda muhalefet eden kimse
olduğunu bilmiyoruz. Meselâ "Elhamdulillahi Rabbi'l-âlemîn" yerine
(aynı anlamda): "Lillahi'l-hamdu Rabbi'l-alemin" diye okumak caiz değildir.
İkinci tür: Âyetlerin tertibidir. Bu da
herbir âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir. Bu da nas ve
icmâ ile sabittir. Tercih edilen görüşe göre bu tertibe de uymak vaciptir, ona
muhalefet haramdır. Bir kimsenin "er-Rahmani'r-Rahim mâliki
yevmi'd-din" yerine "maliki yevmi'd-din er-Rahmani'r-Rahim" diye
okuması caiz değildir.
Sahih-i Buhârî'de[15]
rivayete göre Abdullah b. ez-Zübeyr, Osman b. Affan Radıyallahu anh'a yüce Allah'ın: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler eşlerine
(evlerinden) çıkarılmayarak bir yıllığına kadar faydalanmalarını vasiyet
etsinler." (el-Bakara, 2/240) buyruğunu diğer âyetin, yani yüce Allah'ın:
"İçinizden vefat edenlerin bıraktıkları
eşler kendiliklerinden dört ay on gün beklerler." (el-Bakara, 2/224)
âyetinin neshettiğini, halbuki tilâvette bunun (neshedici âyetin) daha önce yer
aldığını söylemiş ve niye (böylece) yazmadın, diye sormuş. Osman Radıyallahu anh ona şöyle demiş: Kardeşimin
oğlu, ben Kur’ân'daki hiçbir şeyi yerinden değiştiremem.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî ve Tirmizî,
Osman Radıyallahu anh'dan rivayet
ettiklerine göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'e aynı zamanda birden çok sûre inmiş oluyordu. Üzerine
herhangi bir buyruk nâzil oldu mu, (vahiy) katipliğini yapanlardan birilerini
çağırır ve şöyle derdi: Bu âyetleri şu şu hususların sözkonusu edildiği sureye
yerleştiririz.[16]
Üçüncü tür sûrelerin tertibidir. Herbir
sûrenin mushaftaki yerini alması demektir. Bu ictihad ile sabittir. Dolayısıyla
bu tertibe riayet vacip değildir. Muslim'in, Sahih'inde[17]
Huzeyfe b. el-Yemân Radıyallahu anh'dan
rivayete göre o bir gece Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem ile birlikte namaz kıldı. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem önce Bakara suresini, sonra Nisa, sonra
da Al-i İmran surelerini okudu. Buhârî[18]
muallak olarak (sened zikretmeksizin) el-Ahnef'den namazın birinci rekatinde
Kehf suresini, ikincisinde de Yusuf ya da Yunus suresini okuduğunu rivayet
etmekte ve onun, Ömer b. el-Hattab ile birlikte sabah namazını kıldığını ve
Ömer’in bu sûreleri (böylece) okuduğunu nakletmektedir.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye dedi ki: Bir
surenin önce diğerinin sonra okunması caiz olduğu gibi, yazılışta da bu
caizdir. Bundan dolayı ashab-ı kiram'ın yazdıkları mushafların yazılış sırasında
surelerin sıralanışı çeşitlilik arzetmektedir. Fakat Osman Radıyallahu anh döneminde mushaftaki sıra üzerinde ittifak
ettiklerinden ötürü bu sıranın ortaya çıktığını görüyoruz. Çünkü raşid
halifeler sünnet olarak bunu böylece ortaya koydular. Hadis-i şerif de, onların
sünnetlerine (din ile ilgili uygulamalarına) uymak gerektiğine delildir.
Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması
vardır:
Birinci
aşama: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dönemindedir.
Bu aşamada yazmaktan çok ezberlemeye dayanıldığını görüyoruz. Çünkü hafıza
güçlü, ezberleme hızlı idi. Yazıcılar ve yazma araçları da azdı. Bundan dolayı
onun döneminde Kur’ân bir mushaf halinde toplanmamıştır. Bunun yerine bir âyet
duyan bir kimse onu ezberler yahutta bulabildiği hurma yaprakları, deri
parçaları, düz taşlar ve kürek kemikleri üzerine yazardı. Kur’ân'ı ezberleyenlerin
sayısı pek çoktu.
Sahih-i Buhârî'de,[19]
Enes b. Mâlik Radıyallahu anh'dan
gelen rivayete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem kendilerine "kurra" denilen (ve Kur’ân'ı ezbere
bilip öğrenen) yetmiş kişi göndermişti. Süleym oğullarından Ri’l ve Zekvân diye
bilinen iki kola mensup kimseler, Bir-i Maune denilen yerde karşılarına çıktı
ve onları öldürdüler.
Ashab-ı Kiram arasında onlar gibi pekçok
kimse de vardı. Dört halife, Abdullah b. Mesud, Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Sâlim,
Ubey b. Ka’b, Muâz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Ebu'd-Derdâ Radıyallahu anhum gibi.
İkinci
aşama: Ebu Bekir Radıyallahu anh döneminde hicretin
onikinci yılında gerçekleşmiştir. Sebebi de Yemame vakasında aralarında
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
Kur’ân'ın kendilerinden öğrenilmesini emrettiği bir kişi olan Ebu Huzeyfe'nin
azadlısı Salim'in de bulunduğu çok sayıda Kur’ân okuyucusu şehid edilmiştir.
Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu anh Kur’ân kaybolmasın diye
toplanmasını emretmiştir. Sahih-i Buhârî'deki[20]
rivayete göre Ömer b. el-Hattab, Ebu Bekir (Allah ikisinden de razı olsun)'e
Yemame vakasından sonra Kur’ân'ın toplanmasını teklif etmiştir. Ebu Bekir ise
bunu yapmaya yanaşmamıştır. Ömer teklifinde ısrar edip durdu. Sonunda Allah Ebu
Bekir'in kalbine bu hususta genişlik verdi. Zeyd b. Sabit'e haber gönderdi.
Ömer yanında iken Zeyd de geldi. Ebu Bekir ona dedi ki: Sen aklı başında bir
genç adamsın. Herhangi bir hususta tarafımızdan itham edilmiyorsun. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'a da vahy yazıyordun.
O bakımdan sen Kur’ân olarak neyi tespit edersen onu biraraya getirip topla.
Zeyd dedi ki: Ben de Kur’ân'ı hurma yapraklarından, taş parçalarından ve ezbere
bilenlerin kalplerinden derleyip toplamaya başladım. Bu şekilde meydana gelen
sahifeler vefatına kadar Ebu Bekr Radıyallahu
anh'ın yanında kaldı. Daha sonra da hayatı boyunca Ömer'in yanında, daha
sonra da Ömer Radıyallahu anh'ın kızı
Hafsa'nın yanında kaldı.
Bunu Buhârî uzunca rivayet etmiştir.
Müslümanlar da bu hususta Ebu Bekr Radıyallahu
anh'a muvafakat etmiş ve bunu onun yaptığı iyilikler arasında saymışlardır.
O kadar ki Ali Radıyallahu anh şöyle
demiştir: Mushaflar hususunda insanlar arasında ecir ve mükâfatı en büyük kişi
Ebu Bekir'dir. Allah'ın rahmeti Ebu Bekir'in üzerine olsun. O Allah'ın kitabını
derleyip toplayan ilk kişidir.
Üçüncü
aşama mü'minlerin emiri
Osman b. Affan Radıyallahu anh
döneminde hicretin yirmibeşinci yılında gerçekleşmiştir. Bunun sebebi ise,
ashab Radıyallahu anhum'ın ellerinde
bulunan sahifelerin farklılıklarına göre insanların da farklı okuyuşları olmuştur.
Bu sebeple fitnenin başgöstermesinden korkulmuştur. Bunun üzerine Osman Radıyallahu anh bu sahifelerin tek bir
mushaf halinde toplanmasını emretmiştir. Böylelikle insanların Allah'ın kitabı
hakkında anlaşmazlığa düşerek çekişmelerinin ve tefrikaya düşmelerinin önü alınmak
istenmiştir.
Sahih-i Buhârî'de[21]
belirtildiğine göre Huzeyfe b. el-Yeman, Ermenistan ve Azerbaycan fethinden
sonra Osman Radıyallahu anh'ın yanına
gelmişti. Askerlerin Kur’ân okumaları hususundaki ihtilâflarından korkmuştu. Ey
mü'minlerin emiri, demişti. Yahudi ve hristiyanların ayrılığa düştükleri gibi
Kur’ân hakkında bu ümmet de ihtilâfa düşmeden bu ümmete yetiş.
Bunun üzerine Osman, Hafsa Radıyallahu anha'ya: Bizlere sahifeleri
gönder de onları mushaflar halinde çoğaltalım, sonra aynı sahifeleri sana geri
gönderelim, diye haber saldı. O da Osman'ın istediğini yaptı. Osman, Zeyd b.
Sabit ile Abdullah b. ez-Zübeyr, Said b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Haris b. Hişam'a
emir verdi, onlar da bu sahifeleri mushaflar halinde istinsâh ettiler (kopya
edip, çoğalttılar). Zeyd b. Sabit ensardan, diğer üç kişi ise Kureyş'ten idi.
Osman Kureyşli üç kişiye şunları demişti: Sizler ile Zeyd b. Sabit Kur’ân
kelimelerinden herhangi birisi hakkında ihtilâf edecek olursanız onu Kureyş
lehçesiyle yazınız. Çünkü Kur’ân onların lehçesiyle inmiştir. Onlar da
dediklerini yaptılar. Nihayet sahifeleri mushaflar halinde istinsah
etmelerinden sonra Osman o sahifeleri Hafsa'ya geri gönderdi ve herbir bölgeye
istinsah ettikleri bir mushaf gönderdi ve bunun dışında Kur’ân diye yazılı ne
kadar sahife ya da mushaf varsa yakılmasını emretti. Osman Radıyallahu anh bu işi ashab-ı kiram ile istişare ettikten sonra
yapmıştı. Çünkü İbn Ebi Davud'un rivayetine göre[22]
Ali Radıyallahu anh'dan şöyle demiştir:
Allah'a yemin olsun ki, mushaflara yaptığını ancak bizden ileri gelenlerin görüşüne
dayanarak yapmıştır. O şöyle dedi: Ben insanları tek bir mushaf etrafında
toplamayı öngörüyorum. Böylelikle tefrika olmasın, görüş ayrılığı ortaya çıkmasın.
Biz de: Senin bu görüşün çok isabetlidir, dedik.
Mus'ab b. Sad da[23]
dedi ki: Ben Osman Radıyallahu anh'ın
mushafların yakılmasını emrettiğinde insanların huzurunda pek kalabalık bir
halde bulunduklarını da gördüm. Bu iş onların da beğenisini kazanmıştı. Ya da şöyle
demiştir: Onlardan hiç kimse onun bu yaptığına karşı çıkmamıştı. İşte bu da
mü'minlerin emiri Osman Radıyallahu anh'ın
müslümanlar tarafından uygun görülen güzel işlerindendir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in halifesi
Ebu Bekir Radıyallahu anh'ın toplama
işini tamamlayıcı idi.
Onun toplaması ile Ebu Bekir Radıyallahu anh'ın toplaması arasındaki
fark da şudur: Ebu Bekir Radıyallahu anh
döneminde Kur’ân'ın toplanmasından maksat, Kur’ân-ı Kerim'in bütünüyle tek bir
mushafta toplu olarak yazılıp kaydedilmesi idi. Böylelikle Kur’ân'dan herhangi
bir şeyin kaybolmaması sağlanmak istenmiş, fakat insanların bir tek mushaf
etrafında ittifak etmeleri için emir yoluna gidilmemişti. Zira onları tek bir
mushaf etrafında toplanmaya mecbur etmeyi gerektirecek türden kıraatlerinde
herhangi bir ihtilâf izi ortaya çıkmamıştı.
Osman Radıyallahu
anh döneminde Kur’ân'ın toplanmasından maksat ise, Kur’ân-ı Kerim'in tamamının
bir tek mushafta, bir arada toplu olarak kaydedilmesi ve bununla birlikte insanın
onun etrafında birleşmeye mecbur edilmesi idi. Çünkü okuyuş farklılıkları dolayısıyla
korkmayı gerektirecek etkenler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Böyle bir toplamanın sonuçları daha sonra
ortaya çıktı ve ümmetin biraraya gelmesi, söz birliklerinin sağlanması, aralarında
kaynaşmanın başgöstermesi gibi müslümanlar lehine pek büyük menfaatler gerçekleşmişti.
Diğer taraftan ümmetin dağılması, söz birliklerinin ayrılığa dönüşmesi, kin ve
düşmanlığın yaygınlık kazanması gibi pek büyük bir kötülük de bertaraf edilmiş
oluyordu. Kur’ân ilk hali üzre bugüne kadar devam etmiştir. Müslümanlar arasında
bu hali üzerinde ittifak sağlanmış, aralarında tevatür yoluyla nakledilegelmiştir.
Küçük büyükten onu böylece öğrenegelmiştir. Bozguncuların elleri ona bir değişiklik
sokamamış, sapkınların hevâları onun herhangi bir bölümünü gizlemeye yetmemiştir.
Göklerin, yerin ve âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.
Tefsir: Sözlükte "fesr" kökünden
gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak demektir.
Terim
olarak; Kur’ân-ı
Kerim'in anlamlarını açıklamak demektir.
Tefsir öğrenmek, yüce Allah'ın şu buyruğu
dolayısıyla vacip (farz)dır:
"(Bu)
âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz
hayır ve bereketi bol bir kitaptır." (Sâd, 38/29)
"Onlar
Kur’ân'ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi
var?" (Muhammed,
47/24)
Birinci âyetin delil olma şekli şudur:
Yüce Allah bereketi bol bu Kur’ân'ı indirmekteki hikmetini açıklayarak bunun
insanların âyetleri üzerinde iyice düşünmeleri ve bu âyetlerde bulunan öğütlerle
öğüt almaları olduğunu belirtmektedir. Burada iyiden iyiye düşünmek ise
anlamlarını kavrayabilmek için lafızları arasında durup düşünmektir. Eğer bu
yapılmayacak olursa, Kur’ân'ın indirilişindeki hikmet gerçekleştirilmemiş ve
Kur’ân hiçbir etkisi bulunmayan soyut lafızlara dönüşmüş olur.
Ayrıca anlamlarını anlayamadan Kur’ân-ı
Kerim'de bulunan öğütlerden öğüt almaya imkân da yoktur.
İkinci âyetin delil olma yönüne gelince;
yüce Allah Kur’ân üzerinde iyice düşünmeyen o kimseleri azarlamış ve bunun
kalplerini kilitlemiş olup hayrın o kalplere ulaşmayışından ileri geldiğine işaret
etmektedir.
İşte bu ümmetin geçmişi de, bu izlenmesi
farz olan yolun izleyicileri idiler. Kur’ân'ın hem lafızlarını, hem manalarını
öğreniyorlardı. Çünkü onlar bu yolla yüce Allah'ın gözettiği maksada uygun
olarak Kur’ân ile amel etmek imkânını buluyorlardı. Çünkü anlamı bilinmeyen bir
şey gereğince amel etmek imkânsız bir şeydir.
Ebu Abdurrahman es-Sülemî der ki: Bizlere
Kur’ân'ı öğreten Osman b. Affan, Abdullah b. Mesud ve benzerlerinin anlattıklarına
göre onlar, Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'den on âyet öğrendiler mi, o on âyette bulunan ilim ve ameli iyice
öğrenmedikçe başkalarını öğrenmeye geçmezlerdi. Dediler ki: Böylelikle bizler
hem Kur’ân'ı, hem ilmi, hem de ameli birarada öğrenmiş olduk.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye dedi ki: Alışılagelmiş
olan şu ki; bir topluluk tıp, aritmetik ve buna benzer herhangi bir ilim dalına
dair bir kitabı okudukları vakit onun açıklanmasını da isterler. Kendilerini
koruyacak, onunla kurtulacakları, mutlu olacakları, din ve dünyalarının
kendisiyle ayakta kalabileceği Allah'ın kitabı için aynı tutumu nasıl
izlemesinler?
İlim ehline düşen görev, yazmak ya da karşılıklı
konuşmak yollarıyla bu kitabı insanlara gereği gibi açıklamaktır. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani
Allah kendilerine kitap verilenlerden: 'Onu muhakkak insanlara açıklayıp
anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz' diye söz almıştı?" (Âl-i İmran, 3/187)
Kitabın insanlara açıklanması ise, onun
hem lafızlarının, hem anlamlarının açıklanmasını kapsar. Buna göre Kur’ân'ı
tefsir etmek, yüce Allah'ın ilim ehlinden açıklamaları üzere söz aldığı
hususlar arasında yer alır.
Tefsir öğrenmekten maksat ise, öğülmeye
değer amaçlara ve pek değerli sebeplere ulaşabilmektir. Bu ise Kur’ân'ın
haberlerini tasdik etmek, onlardan yararlanmak, hükümlerini yüce Allah'a
basiret üzere ibadet edilebilmesi için, Allah'ın murad ettiği şekliyle
uygulamaktır.
Kur’ân tefsiri hususunda müslümana düşen
görev, Kur’ân'ı tefsir ederken yüce Allah adına tercümanlık yaptığının şuurunda
olmasıdır. O, bu söyledikleriyle Allah'ın kelâmından neyi murad ettiğine dair şahitlik
etmektedir. Böylelikle bu şahidliğin ne kadar büyük olduğunu iyice idrâk etmeli
ve yüce Allah hakkında bilgisizce söz söylemekten korkmalıdır. Çünkü o takdirde
Allah'ın haram kıldığı bir iş işlemiş ve bu sebeple kıyamet gününde de cezalandırılması
sözkonusu olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De
ki: 'Rabbin ancak hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını, bununla
beraber günahı, haksız isyanı Allah'a -hakkında asla bir delil indirmediği-
herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah'a bilmediğiniz şeyleri isnad
etmenizi haram kılmıştır.'"
(el-A’raf, 7/33)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Kıyamet
gününde Allah'a yalan söyleyenleri yüzleri kararmış görürsün. Büyüklük
taslayanlara cehennemde yer mi yok?" (ez-Zümer, 39/60)
Kur’ân tefsirinde aşağıdaki kaynaklara başvurulur:
A- Yüce Allah'ın kelamı. Çünkü Kur’ân,
Kur’ân ile tefsir edilir. Zira onu indiren Allah'tır ve Kur’ân ile neyi murad
ettiğini en iyi o bilir.
Buna dair bazı örnekler:
1. Yüce Allah: "Haberiniz olsun ki, Allah'ın velilerine hiçbir korku yoktur.
Onlar kederlenecek de değillerdir." (Yunus, 10/62) buyruğunda
"Allah'ın velileri"ni bundan sonraki âyet-i kerimede: "Onlar iman edip takvalı davrananlardır"
diye açıklamaktadır.
2. Yüce Allah'ın: "Târık’ın ne olduğunu ne bildirdi sana?" (et-Târık, 86/2)
buyruğunda geçen "Târık" lafzını yüce Allah bir sonraki âyet-i
kerimede: "O, delip geçen yıldızdır"
diye açıklamaktadır.
3. Yüce Allah: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâziat, 79/30)
buyruğunda geçen "yayıp döşedi" (anlamı verilen) lafzını bundan sonra
gelen şu iki âyette şöylece tefsir etmektedir:
"Ondan
suyunu ve otlağını çıkardı. Dağları ise sapasağlam dikti." (en-Naziat, 79/31-32)
B- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in sözleri. Kur’ân-ı Kerim sünnet ile de
tefsir edilir. Çünkü Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem yüce Allah'tan vahyi tebliğ edendir. Dolayısıyla yüce
Allah'ın kelamıyla neyi murad ettiğini insanlar arasında en iyi bilen odur.
Buna dair pekçok örnekten birkaçını
verelim:
1. Yüce Allah'ın: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır."
(Yunus, 10/56) buyruğundaki "daha da
fazlası vardır" ifadesini, “yüce Allah'ın yüzüne bakmak” diye tefsir
etmiştir. İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim bunu Ebu Musa[24]
ve Ubeyy b. Ka’b'ın[25]
rivayet ettikleri hadislerinden açıkça zikreder gibi aynı zamanda İbn Cerir
bunu Ka’b b. Ucre[26]
yoluyla da rivayet etmiştir. Sahih-i Muslim'de[27]
de Suheyb b. Sinan'dan, onun Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'den naklettiği hadise göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "...Yüce Allah hicabı (perdeyi) açacak. Onlara aziz ve celil
olan Rablerine bakmaktan daha çok sevecekleri hiçbir şey verilmemiştir.”
Daha sonra şu: "İhsanda bulunanlara
daha güzeli ve daha da fazlası vardır" âyetini okudu.
2. Yüce Allah'ın: "Siz de onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın." (el-Enfal, 80/60) buyruğundaki "kuvvet"
lafzını Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem ok atmak diye açıklamıştır. Bunu Muslim[28]
ve başkaları Ukbe b. Âmir Radıyallahu anh
yoluyla rivayet edilen hadiste zikretmişlerdir.
C- Ashab Radıyallahu anhum'un -özellikle de aralarında tefsiri bilen ve ona
itina göstermiş olanların- sözleriyle tefsir etmek. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem
onların dilleri ile hem onların dönemlerinde inmiştir. Ayrıca onlar
peygamberlerden sonra hakkı talep etmek bakımından insanlar arasında en samimi,
hevâlardan en çok kurtulabilmiş olanları, kişi ile doğruyu elde etme başarısı
arasında engel teşkil eden muhalif davranışlardan en temiz olanlarıdır.
Bunun oldukça çok sayılacak örnekleri
vardır. Bunlardan bir örnek olarak yüce Allah'ın şu buyruğunu zikredelim:
"Eğer
hasta olur veya yolculukta iseniz yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse
ya da kadınlara dokunur da su bulamazsanız..." (en-Nisâ, 4/43) ve (el-Mâide, 5/6) buyruğunda
geçen "kadınlara dokunma”yı İbn Abbas'ın cimâ’ diye tefsir ettiği sahih
olarak rivayet edilmiştir.[29]
D- Ashab-ı Kiram Radıyallahu anh'dan tefsir öğrenmeye itina ve gayret göstermiş
tabiînin sözleriyle tefsir etmek. Çünkü tabiîn ashab-ı kiramdan sonra insanların
en hayırlıları, onlardan sonra hevâdan en uzak kalabilenleridir. Arap dili
onların döneminde fazla değişikliğe uğramamıştır. Bundan dolayı Kur’ân-ı
Kerim'i anlamak bakımından kendilerinden sonra gelenlere nisbetle doğruyu bulma
ihtimalleri daha ileri idi.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye dedi ki[30]:
Tabiîn herhangi bir husus üzerinde ittifak edecek olurlarsa onun delil teşkil
edeceğinde şüphe edilmemektedir. Eğer anlaşmazlığa düşmüşlerse onların
birilerinin sözü diğerine karşı ve kendilerinden sonra gelenlere karşı delil teşkil
etmez. Bu hususta Kur’ân diline yahut sünnete ya da genel olarak arap diline
yahut bu hususta ashabın söylediklerine başvurulur.[31]
Yine İbn Teymiye şunları söylemektedir:
Kim ashabın ve tabiînin görüşlerini ve tefsirlerini bırakarak buna muhalif olan
açıklamalara yönelirse, bu kimse bu hususta hata eden birisi olur. Hatta
bid'atçi birisi olur. İsterse hatası kendisine bağışlanmış müctehid birisi
olsun. Daha sonra onların sözlerine muhalefet edip, Kur’ân'ı onların
etmedikleri bir şekilde tefsir eden kimse, delil bakımından da, delilin medlûlu
bakımından da aynı zamanda hata etmiştir, der.
E- İfadelerin siyâkına (akışına) göre
kelimelerin gerektirdiği şer'î ve lugavî manalara göre tefsir etmek. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak
biz sana kitabı Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen
için hak olarak indirdik."
(en-Nisâ, 4/105)
"Muhakkak
biz onu anlayıp düşünesiniz diye arapça bir Kur’ân olarak indirdik." (Yusuf, 12/2)
"Biz
gönderdiğimiz herbir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi
kavminin diliyle gönderdik."
(İbrahim, 14/4)
Eğer şer'i anlam ile sözlük anlamı arasında
farklılık sözkonusu olursa, şer'i anlamın gerektirdiği ne ise o kabul edilir.
Çünkü Kur’ân-ı Kerim dile açıklık getirmek için değil, şeriatı açıklamak için
inmiştir. Ancak sözlük anlamının tercih edilmesini gerektiren bir delil
bulunursa, o vakit o anlam kabul edilir.
İki anlamın farklılık gösterip şer'î
anlamın öncelikle: alınmasına örnek; yüce Allah'ın münafıklar ile ilgili
olarak: "Onlardan ölen hiçbir
kimsenin namazını asla kılma!" (et-Tevbe, 9/84) buyruğudur. Sözlükte
"salat (namaz)" dua demektir. Burada ise şer'î anlamıyla ölünün
üzerinde özel bir şekilde dua etmek üzere ayakta durmak demektir. Bu durumda şer'î
anlama öncelik tanınır. Çünkü bu sözü söyleyenin muhataba yönelttiği bu
tabirden bilinen ve kastedilen anlam budur. Mutlak olarak onlara dua
edilmesinin yasaklığı ise, bir başka delilden çıkartılmaktadır.
Şer'î ve sözlük anlamları farklı olmakla
birlikte delile dayanılarak sözlük anlamının tercih edilmesine örnek de yüce
Allah'ın şu buyruğudur:
"Mallarından
bir sadaka al ki; bununla kendilerini temizleyip, arındırmış olasın. Onlara dua
da et." (et-Tevbe,
9/103)
Burada sözü geçen salât (dua)'dan kasıt,
Muslim'in[32] Abdullah b.
Ebi Evfâ'dan rivayet ettiği şu hadis gereğince dua. Abdullah b. Ebi Evfa dedi
ki: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e
herhangi bir kavmin sadakası (zekâtı) getirilecek olursa onlara dua ederdi.
Babam ona zekâtını getirdi, bunun üzerine: "Allah'ım,
Ebu Evfa ailesine salât eyle (rahmet buyur)" diye dua etti.
Hem şer'i, hem sözlük anlamlarının uyum
arzettiği buyruklara örnekler pek çoktur. Sema, arz, sıdk, yalan, taş, insan
gibi.
Me'sûr (rivâyet yoluyla) tefsirde görülen
ayrılıklar üç türlüdür:
1. Sadece lafızda farklılık olmakla
birlikte anlamın bir olması. Bu ayrılığın âyetin anlamına herhangi bir etkisi
yoktur. Mesela yüce Allah'ın: "Rabbim
şunları hükmetti. Kendisinden başkasına ibadet etmeyin..." (el-İsra,
17/23) buyruğu hakkında İbn Abbas
(hükmetti anlamını verdiğimiz) "kadâ" lafzını “emretti” diye açıklamıştır.
Mücahid “tavsiye etti” er-Rabi b. Enes “vacip kıldı” diye açıklamışlardır. Bu
tefsirlerin anlamı bir ya da birbirine yakındır. Bundan dolayı bu tür açıklama
farklılıklarının âyetin anlamında herhangi bir etkisi olmaz.
2. Hem lafız, hem anlamın farklılığı ile
birlikte aralarında çelişki olmadığından ötürü âyetin her iki anlama gelme
ihtimalinin bulunması. Bu durumda âyet her iki anlama göre ele alınır ve bu iki
anlama göre tefsir edilir. Böyle bir ayrılık; her bir görüşün âyet-i kerimenin
ifade ettiği anlamı örneklendirmek ya da çeşitlerinden birisine işaret etmek
için dile getirilmiş olduğu kabul edilerek telif edilir.
Buna örnek yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Sen
onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp çıkmış, derken
şeytanın kendisine uydurduğu ve sonunda azgınlardan olmuş kimsenin haberini
oku. Eğer biz dileseydik onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o, yere mıhlandı
ve hevâsına uydu." (el-Araf,
7/175-176)
İbn Mesud dedi ki: Sözü edilen kişi İsrailoğullarından
bir adamdır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu Yemenlilerden bir adam imiş.
Bir görüşe göre de Belkâlılardan bir kişi imiş.
Bu görüşler, âyet bunların hepsini
anlatma ihtimalindedir, diye telif edilebilir. Çünkü herhangi bir çelişki
olmaksızın hepsi ihtimal dahilindedir. Bu durumda sözkonusu edilmiş herbir görüş,
bir örneklendirme olmak üzere dile getirilmiştir.
Bir başka örnek de yüce Allah'ın: "Ve dolu dolu kadehler de vardır."
(en-Nebe, 78/34) buyruğudur. İbn Abbas dedi ki: "Dihâka: dolu dolu"
demektir. Mücahid peşpeşe, ardı arkasına diye, İkrime ise: Saf ve katıksız,
diye açıklamışlardır.
Bu görüşler arasında bir aykırılık
yoktur. Âyetin bütün bu anlamlara gelme ihtimali vardır. Dolayısıyla âyet bütün
bu anlamlara göre yorumlanır ve herbir görüş anlamın bir türünü açıklamak için
ortaya konulmuş olur.
3. Lafız ve mana farklı olmakla birlikte
âyetin aynı anda -aralarındaki çelişki dolayısıyla- her iki anlama gelme
ihtimalinin bulunmaması. Bu durumda âyet ya siyâkın (ifade akışının) yahutta başka
bir hususun delâleti ile ikisinden daha çok tercih edilenine göre yorumlanır.
Buna örnek yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"O
size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkasının adı anılarak
boğazlanmış olanları haram kıldı. Kim çaresiz kalırsa saldırmamak ve haddi aşmamak
şartıyla (yiyebilir). Şüphesiz Allah çok mağfiret edendir, çok
merhametlidir." (en-Nahl,
16/115)
İbn Abbas dedi ki: "Meyte
(ölü)" hakkında saldırmamak ve ondan yemesi halinde haddi aşmamak diye açıklamıştır.
Bir diğer açıklamaya göre; o imama karşı çıkmaksızın ve yolculuğunda isyankâr
olmaksızın (bu şartla) zaruret miktarı yiyebilir, demişlerdir.
Tercih edilen açıklama birincisidir.
Çünkü âyet-i kerimede ikincisine delil teşkil edecek bir taraf yoktur. Diğer
taraftan sözü edilenlerin helal kılınmasından maksat, zaruretin bertaraf
edilmesidir. Bu da imama karşı çıkmak halinde de, haram yolculuk halinde de, başka hallerde de sözkonusu olabilir.
Bir diğer örnek:
"Kendilerine
mehir tayin etmiş olduğunuz hanımları onlara dokunmadan önce boşarsanız tayin
ettiğinizin yarısını (onlara) verin. Ancak kendileri veya nikâh akdini elinde
bulunduran kimsenin bağışlama hali müstesnâ." (el-Bakara, 2/237)
Ali b. Ebi Talib Radıyallahu anh nikâh akdini elinde bulunduran kimsenin koca olduğunu,
İbn Abbas da veli olduğunu söylemiştir. Tercih edilen görüş ise birincisidir.
Çünkü mana ona delâlet etmektedir. Ayrıca bu hususta Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den bir hadis
rivayet edilmiş bulunmaktadır.
Sözlükte tercüme hepsi beyan ve açıklama
anlamı çerçevesinde değişik manalar hakkında kullanılır.
Terim olarak, bir sözü başka bir dille
ifade etmektir.
Kur’ân tercümesi: Başka bir dille Kur’ân'ın
anlamını ifade etmek, demektir.
Kur’ân tercümesi iki türlüdür: Birincisi
harfî tercüme olup, herbir kelimenin diğer dildeki karşılığının konulması ile
olur.
İkincisi ise anlam veya tefsir tercümesi.
Bu da sözlerin anlamının, lafızlara ve sıraya riayet etmeden bir başka dil ile ifade
edilmesi demektir.
Meselâ, yüce Allah'ın: "Muhakkak biz onu akıl edip anlayasınız
diye arapça bir Kur’ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/3) âyeti harfî olarak
tercüme edilmek istenirse, bu âyetin herbir kelimesinin karşılığı Kur’ân'daki sırası
ile birer kelime konularak yapılır.
Mana yoluyla tercüme ise, âyetin ihtiva
ettiği mananın tamamının tercüme edilmekle birlikte, herbir kelimenin anlamı ve
sırasının gözönünde bulundurulmamasıdır. Böyle bir tercüme toplu anlamıyla yapılan
tefsire yakın bir muhtevaya sahiptir.
Kur’ân-ı Kerim'in harfî tercümesi çoğu
ilim adamına göre imkânsız bir şeydir. Çünkü bu tür tercümede gerçekleşmesine
imkân bulunmayan birtakım şartlar aranır. Sözkonusu şartlar şunlardır:
a- Kur’ân'ın tercüme edileceği dilde
kendisinden tercüme edildiği dilin karşılığında harfiyyen kelimelerin varlığı.
b- Tercüme edilecek dilde kendisinden
tercüme yapılan dil olan Arapçaya benzer edatların manalarını karşılayacak
edatların varlığı.
c- Kendisinden tercüme edilen dil ile tercüme
yapılacak dilin kelime sıralanışı itibariyle cümle, sıfat ve izafetlerde
benzerlik arzetmesi.
Kimi ilim adamının görüşüne göre harfî
tercümenin, bir âyetin bir bölümünde ya da ona benzer buyruklarda tahakkuku
mümkündür. Fakat bu kadarında bile tahakkuku mümkün ise yine haramdır. Çünkü
anlamın tamamını ifade etmesine imkân olmadığı gibi, Arapça ve herşeyi beyan
eden Kur’ân'ın ruhlara yaptığı tesiri yapmasına da imkân yoktur. Ayrıca böyle
bir tercümeyi gerektiren bir zorunluluk da bulunmamaktadır. Çünkü mana yoluyla
tercüme ona ihtiyaç bırakmamaktadır.
Buna göre harfî tercüme, fiilen bazı
kelimelerde mümkün olsa bile, şer'an kabul edilmemiştir. Ancak özel bir kelime,
terkibin tamamı tercüme edilmeksizin muhatabın anlaması için muhatabın dili ile
tercüme edilmesi hali müstesnâdır. Bunda bir sakınca olmaz.
Mana yoluyla Kur’ân'ın tercümesi ise,
esas itibariyle caizdir. Çünkü bunda bir sakınca yoktur. Hatta arapça konuşmayan
kimselere Kur’ân ve İslâmın ulaştırılmasına araç olacaksa vacip dahi olabilir.
Çünkü bunların ulaştırılıp, tebliğ edilmesi vaciptir. Kendisi olmadan vacibin
yerine getirilmesi mümkün olmayan herbir iş de vaciptir.
Fakat bunun caiz olabilmesi için bazı şartlar
aranır:
1. Bu tercüme, Kur’ân'a ihtiyaç
duyulmayacak şekilde alternatif haline sokulmamalıdır. Buna göre bu tercümenin
yanıbaşında Kur’ân'ın arapça olarak yazılması da gerekir. Böylelikle bu tercüme
Kur’ân'a tefsir gibi olur.
2. Tercümeyi yapan kimsenin her iki dildeki
lafızların medlûlleri ve anlatım bağlamında neleri gerektirdiğini bilen kimse
olması.
3. Kur’ân-ı Kerim'deki şer'î lafızların
anlamını bilen bir kişi olması.
Kur’ân-ı Kerim tercümesi ancak bu hususta
kendisine güven duyulan bir kişi tarafından yapılmışsa kabul olunur. Bu
tercümeyi yapacak kimsenin dininde istikamet sahibi bir müslüman olması
gerekir.
Tefsir ile ün kazanmış pekçok sahabi vardır.
Suyutî bunlar arasında dört halife olan Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali Radıyallahu anhum'u zikretmekle
birlikte, ilk üçünden gelmiş tefsir rivayetleri çok değildir. Çünkü onlar
halifelik görevi ile meşgul olmuşlardı. Ayrıca tefsiri bilenlerin çokluğu dolayısıyla
bu hususta onlardan nakilde bulunmaya ihtiyaç da azdır.
Yine ashab-ı kiram arasında tefsir ile ün
kazanmış olanlardan Abdullah b. Mesud ile Abdullah b. Abbas da vardır. Bu iki
sahabi ile birlikte Ali b. Ebi Talib'in hayat tercümesini verelim:
Rasûlullah'ın Sallallahu aleyhi vesellem'in amcasının oğlu, kızı Fatıma'nın eşidir.
Allah ondan ve eşinden razı olsun. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yakın akrabaları arasında ilk iman
eden odur. O bu ismiyle ün kazanmıştır. Künyesi Ebu’l-Hasen ile Ebu Turab'dır.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem peygamber olarak görevlendirilmeden önce
dünyaya gelmiş, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in himayesinde büyümüştür. Onunla birlikte bütün gazalara
katılmıştır. Pek çoğunda sancağı o taşımıştır. Sadece Tebûk Gazvesine katılmamıştır.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
onu aile halkına bakmakla görevlendirmiş ve ona şöyle demişti: “Sen Harun'un, Musa'ya konumu ne ise bana
göre o konumda olmaya razı değil misin? Şu kadar var ki benden sonra peygamber
gelmeyecektir.”[33]
Ali Radıyallahu
anh hakkında nakledilen menkıbe ve faziletler kadar başkası hakkında
nakledilmiş değildir. Onun sebebiyle iki kesim helâk olmuştur. Ona düşmanlık
yapan ve menkıbelerini gizlemeye çalışan Nâsîbiler ile iddia ettikleri
sevgilerinde mübalağa eden ve kendisinin ihtiyaç duymayacağı hatta düşünüldüğü
takdirde ona bir çeşit hakaret sayılabilecek menkıbeler uydurmuş olan Râfızîler
ve şiiler.
Ali Radıyallahu
anh ilim ve nezahet ile birlikte kahramanlık ve zekâ ile ün kazanmıştır.
Öyle ki mü'minlerin emiri Ömer b. el-Hattab Radıyallahu
anh, Ebu'l-Hasen'in bulunmadığı bir problem ile karşı karşıya kalmaktan
Allah'a sığınırdı. Nahivcilerin kullandıkları mesellerden “Bu öyle bir problem
ki, onu çözmek için Ebu'l-Hasen yok!” diye bir söz dahi meşhurdur.
Ali'den rivayet edildiğine göre o şöyle
dermiş: “Yüce Allah'ın kitabına dair bana soru sorunuz, bana soru sorunuz.
Allah'a yemin ederim ki gece mi gündüz mü indiğini bilmediğim bir âyet dahi
yoktur.”
İbn Abbas Radıyallahu anh dedi ki: Sağlam bir kimse bize Ali'den bir rivayet
nakledecek olursa, onun rivayetine hiçbir şeyi denk kabul etmeyiz. Yine ondan şöyle
dediği rivayet edilmiştir. Ben Kur’ân'ın tefsiri ile ilgili ne öğrendimse Ali
b. Ebi Talib'den öğrendim.
Ömer Radıyallahu
anh'ın aralarından halifeyi tayin etmek üzere adam gösterdiği şura
üyelerinden birisiydi. Abdurrahman b. Avf halifeliği ona teklif etti. Fakat o
birtakım şartlar olmadan kabul etmeyeceğini söyledi. O da bu şartların bazılarını
kabul etmedi. Daha sonra Osman'a bey'at etti, Ali ve diğer insanlar da ona
bey'at ettiler. Osman Radıyallahu anh'dan
sonra halifelik için ona bey'at edildi ve nihayet Kûfe'de Hicri 17 Ramazan 40
gecesi şehid edildi. Allah ondan razı olsun.
Tam adı Abdullah b. Mesud b. Gâfil
el-Iclî'dir. Annesinin adı Um Abd'dır. Bazen ona da nisbet edildiği olurdu.
-Çünkü babası cahiliye döneminde ölmüştü. Annesi ise İslâmın gelişine yetişmiş
ve müslüman olmuştu.-
İslâma ilk girenlerdendi. (Biri Habeşistan'a,
diğeri Medine'ye) iki hicreti yapmış, Bedir ve daha sonraki gazalarda da hazır
bulunmuştur.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’den Kur’ân'ın yetmiş küsur suresini
bizzat öğrenmiş ve Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem kendisine İslâmın ilk dönemlerinde “Şüphesiz ki sen öğretilmiş bir delikanlısın”[34]
demiştir. Yine Rashulullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Her
kim Kur’ân'ı indirildiği tazeliği ile okumayı arzu ederse o, Um Abd'in oğlunun
kıraati gibi okusun."[35]
Sahih-i Buhârî'deki[36]
bir rivayete göre İbn Mesud Radıyallahu
anh şöyle demiştir: “Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'in ashabı da biliyor ki, ben aralarında Allah'ın kitabını
en iyi bilenlerden birisiyim.” Yine o şöyle demiştir: “Kendisinden başka hiçbir
ilah olmayan Allah adına yemin ederim ki, Allah'ın kitabından indirilmiş bütün
surelerin ben nerede indirildiklerini biliyorum. Allah'ın kitabından her ne
âyet indirilmişse şüphesiz ben onun kimin hakkında indirildiğini de biliyorum.
Bir kimsenin Allah'ın kitabını benden daha iyi bildiğini ve develerin onun yanına
beni götürebileceğini bilirsem, şüphesiz deveye biner onun yanına giderim.”
İbn Mesud Radıyallahu anh, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem’e hizmet edenlerden birisi idi. O Peygamberimizin nalınlarını,
abdest suyunu ve yastığını korumakla görevli idi. Öyle ki Ebu Musa el-Eş'arî şöyle
demiştir: Ben ve kardeşim Yemen'den geldik. Uzunca bir süre kaldığımız halde
Abdullah b. Mesud'un Peygamberin ehli beytinden birisi olduğunu zannediyorduk.
Çünkü onun da, annesinin de Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in huzuruna girip çıktıklarını görüyorduk.[37]
Ayrıca Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yanında çokça bulunmasından ötürü
Ondan ve Onun tutum ve davranışlarından etkilenmişti. O kadar ki, Huzeyfe onun
hakkında şöyle demişti: Ben davranışları, hareketleri, yol gösterişi peygambere
Um Abd'in oğlundan daha çok benzeyen bir kimse bilmiyorum.[38]
Ömer b. el-Hattab onu Kûfe'ye, Kûfelilere
dinlerini öğretmek üzere göndermiş, Ammar'ı da emir olarak görevlendirmiş ve şöyle
demişti: Her ikisi de Muhammed Sallallahu
aleyhi vesellem'in ashabının en değerlilerindendir. Siz bu ikisine uyun.
Daha sonra Osman onu Kûfe'ye vali tayin etmiş, arkasından onu görevinden alarak
Medine'ye geri dönmesini emretmişti.
Abdullah b. Mesud Medine'de otuziki yılında
vefat etti ve Baki'de defnedildi. O sırada yetmiş küsur yaşında idi.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in amcası oğlu olup, hicretten üç yıl
önce dünyaya gelmiştir. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in yanında büyümüştür. Çünkü hem onun amcasının oğlu idi,
hem de teyzesi Meymûne Peygamberimizin hanımlarındandı. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem onu bağrına
basmış ve: Allah'ım, ona hikmeti öğret! Bir rivayette:[39]
Kitabı öğret, diye dua etmiştir.
Peygamberimize abdest suyunu hazırlaması
üzerine de; Allah'ım sen onu dinde fakih kıl. (Ona dinin inceliklerini öğret),
diye dua etmiştir.[40]
İşte bu mübarek dua sebebiyle o tefsir ve
fıkıhın yayılmasında etkili, bu ümmetin pek büyük bir ilim adamı haline gelmişti.
Çünkü yüce Allah onu ilme tutku ile bağlanmaya, ilim tahsili için gayret
göstermeye, onu öğrenmek ve öğretmek için de sabır göstermeye muvaffak kılmıştır.
O bu yolla pek üstün bir mertebeye ulaşmış oldu. O kadar ki, mü'minlerin emiri
Ömer b. el-Hattab onu meclislerine çağırır, onun görüşünü kabul ederdi.
Muhacirler: İbn Abbas'ı çağırdığın gibi niçin bizim çocuklarımızı çağırmıyorsun?
deyince, onlara şöyle dedi: Bu olgun ve yaşlıların gencidir. Onun çok soru
soran bir dili, iyice kavrayan, akleden bir kalbi vardır. Daha sonra onları bir
gün huzuruna davet etti. Onlara kendisinin farkında olduğu hususları göstermek
amacıyla İbn Abbas'ı da beraberlerinde oturmak üzere çağırdı. Ömer Radıyallahu anh yüce Allah'ın: "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde..."
(en-Nas, 110/1) suresi hakkındaki görüşünüz nedir, diye sordu. Kimileri: Yüce
Allah bize Mekke'yi fethetmeyi nasip ederse kendisine hamdedip, ondan mağfiret
dilememizi emretti, dedi, kimileri de sustu. Bu sefer Ömer, İbn Abbas'a: Sen de
böyle mi diyorsun? diye sordu. İbn Abbas: Hayır dedi. Ömer: Peki ne diyorsun?
diye sorunca, İbn Abbas şu cevabı verdi: Burada sözkonusu olan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ecelidir.
Yüce Allah ona Allah'ın yardımı ve Mekke'nin fethi demek olan fetih geldiği
takdirde bu senin ecelinin alametidir, diye bildirdi. Bunun üzerine sen de
hamdiyle Rabbini tesbih et ve ondan mağfiret dile! Çünkü o tevbeleri çokça
kabul edendir, diye açıkladı. Ömer dedi ki: Benim de ona dair bildiklerim,
senin bildiklerinden farklı değildir.
İbn Mesud Radıyallahu anh dedi ki: İbn Abbas Kur’ân'ın ne güzel bir tercümanıdır!
Eğer o bizim yaşlarımıza erişirse bizden kimse onunla boy ölçüşemez. Bununla
birlikte İbn Abbas, Abdullah b. Mesud'dan sonra otuzaltı yıl daha yaşadı. Ondan
sonra elde ettiği ilim hakkında acaba ne düşünülür?
İbn Ömer bir âyet hakkında kendisine soru
soran birisine: İbn Abbas'a git ona sor. Çünkü o hayatta kalanlar arasında
Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'e
indirilenleri en iyi bilen kimsedir, demişti.
Ata dedi ki: Fıkhı itibariyle üstün, haşyet
itibariyle büyük, İbn Abbas meclisiyle boy ölçüşebilecek bir meclis göremedim.
Fıkıh öğrenmek isteyenler onun yanında, Kur’ân öğrenmek isteyenler onun yanında,
şiir öğrenmek isteyenler onun yanında idi. Onların hepsine oldukça geniş bir
vadiden bilgiler sunuyordu.
Ebu Vâil dedi ki: İbn Abbas hac
mevsiminde emir olduğu sırada (Osman Radıyallahu
anh tarafından hac emiri olarak görevlendirilmişti) Nur suresini okumaya başladı.
Bir taraftan okuyor, diğer taraftan tefsir ediyordu. Kendi kendime şöyle demeye
başladım: Ben bu adamın sözleri gibi bir söz duymadım, böyle birisini görmedim.
Eğer bunu İranlılar, Bizanslılar, Türkler dinleyecek olsalar hiç şüphesiz
müslüman olurlardı.
Osman Radıyallahu
anh otuzbeş yılında hac emiri, Ali Radıyallahu
anh da onu Basra valisi olarak görevlendirmişti. Ali Radıyallahu anh öldürülünce Hicaz'a gitti, Mekke'de ikamet etti.
Sonra oradan çıkıp Taif'e gitti. Taif'te altmışsekiz hicri yılında, yetmişbir
yaşında vefat etti.
Tabiînden tefsir bilgileriyle meşhur olmuş
pekçok kimse vardır. Bunların bir kısmı:
A- Mekkelilerden:
Bunlar İbn Abbas'a tabi olanlardı. Mücahid, İkrime ve Ata b. Ebi Rebâh
bunlardandır.
B-
Medinelilerden: Bunlar
Ubey b. Ka’b'a tabi olanlardı. Zeyd b. Eslem, Ebu'l-Âliye, Muhammed b. Ka’b
el-Kurazî gibi.
C-
Kûfelilerden: Bunlar da İbn
Mesud'a tabi olanlardı. Katade, Alkame ve Şâbî gibi.
Bunlardan iki kişinin, Mücahid ile
Katade'nin kısa biyografilerini verelim:
Adı Mücâhid b. Cebr el-Mekkî'dir. Mahzum
oğullarından es-Saib b. Ebi's-Saib'in azadlısıdır. Hicretin 21. yılında dünyaya
geldi. Kur’ân tefsirini İbn Abbas Radıyallahu
anh'dan öğrendi. İbn İshak ondan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben
mushafı Fatiha'dan sonuna kadar İbn Abbas'a üç defa arzettim. Herbir âyet başında
onu durduruyor ve ona âyet hakkında soru soruyordum.
Süfyan es-Sevrî şöyle derdi: Sana tefsir
rivayeti Mücahid'den diye ulaştığı takdirde o sana yeter.
Şafii ve Buhârî onun tefsirlerine itimat
etmiştir. Buhârî, Sahih'inde ondan çokça nakilde bulunur.
Zehebî onun tercemesinin sonlarında şunları
söylemektedir: Mücahid'in imamlığı ve onun söylediklerinin delil oluşu üzerinde
ümmet icmâ etmiştir. Mekke'de 104 yılında 83 yaşında secde halinde iken vefat
etti.
Adı Katade b. Deâme es-Sedûsî olup Basralıdır.
61 yılında anadan doğma kör olarak dünyaya geldi. İlim talebi hususunda büyük
bir gayret gösterdi. Güçlü bir hafızası vardı. Öyle ki o, kendisi hakkında şöyle
demiştir: Bana hadis nakleden hiçbir kimseye: Benim için bir daha tekrarlar mısın
asla demedim. Kulaklarım neyi duyduysa mutlaka kalbim de onu bellemiştir.
İmam Ahmed onu sözkonusu etmiş ve uzun
uzadıya anlatmıştır. Onun ilmini, fıkhını, tefsir ile ilgili farklı görüşlere
dair bilgisini yayıp durmuş, onu hafız ve fakîh diye nitelendirmiş ve şöyle
demiştir: Onun önüne geçecek bir kimse bulabilmek ihtimali çok azdır. Onun gibi
bir kişi belki bulunabilir.
Yine İmam Ahmed onun hakkında şunları
söyler: O Basralılar arasında en çok hadis bellemiş birisi idi. Her neyi işittiyse
onu bellemiştir.
Muvâsıt şehrinde 117 yılında 56 yaşında
vefat etmiştir.
Muhkemlik ve müteşabihlik bakımından Kur'ân-ı
Kerim üç çeşittir:
Birincisi
yüce Allah'ın Kur’ân'ın
bütünü için bir nitelik olarak sözkonusu ettiği genel muhkemlik. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi:
"Bu,
âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da hükmü sapasağlam (hakim) ve herşeyden
haberdar olan (Habîr) Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir kitaptır." (Hud, 11/1)
"Elif,
Lâm, Râ. İşte bunlar hikmet dolu (oldukça muhkem) kitabın âyetleridir." (Yunus, 10/1)
"Muhakkak
ki o katımızdaki ana kitapta çok yücedir, çok muhkemdir." (ez-Zuhruf, 43/4)
Buradaki "muhkemlik" lafız ve
manaları itibariyle sağlamlık ve güzellik demektir. O fesahat ve belağatin en
ileri derecesindedir. Verdiği haberlerin hepsi doğru ve faydalıdır. Bunlar arasında
yalan, çelişki, boş ve hayırsız hiçbir şey yoktur. Onun bütün hükümleri
adalettir. Onun hükmünde haksızlık, çelişki olmadığı gibi, akılsızca bir hüküm
de yoktur.
İkinci
tür: Kur’ân-ı Kerim'in
tümüne nitelik olan genel müteşabihliktir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah
sözün en güzelini müteşâbih, tekrar edilen (mesânî) bir kitap halinde indirmiştir.
Ondan dolayı Rablerine kalbten saygı duyanların derileri ürperir. Sonra Allah
anıldığı için derileri ve kalpleri yumuşar..." (ez-Zümer, 39/23)
Burada sözü geçen "müteşabihlik"in
anlamı, Kur’ân'ın tümünün mükemmellik, güzellik ve öğülmeye değer amaçları bakımından
birbirine benzediğidir. Esasen "eğer
o Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler
bulurlardı." (en-Nisâ, 4/82)
Üçüncü
tür ise Kur’ân
âyetlerinin bir bölümüne mahsus muhkemlik ile bir diğer bölümüne mahsus müteşâbihliktir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi:
"Sana
kitabı indiren odur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Bunlar kitabın anasıdır.
Diğer bir kısmı da müteşabihtir ama kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne
aramak ve onu tevil etmeye kalkışmak için onun müteşâbih olanına uyarlar.
Halbuki onun (müteşabih âyetlerinin) tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde
derinleşmiş olanlar ise: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz nezdindendir' derler.
Olgun akıllılardan başkası ibretle düşünemez." (Âl-i İmran, 3/7)
Burada sözü edilen muhkemlik, âyet-i
kerimenin herhangi bir kapalılığı sözkonusu olmadan açık seçik bir şekilde anlaşılması
demektir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Ey
iman edenler! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanışasınız
diye uluslara ve kabilelere ayırdık..." (el-Hucurât, 49/13)
"Ey
insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin ki, takvâ
sahibi olasınız." (el-Bakara,
2/21)
"Halbuki
Allah alışverişi helâl, ribâyı haram kılmıştır." (el-Bakara, 2/275)
"Leş,
kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlananlar... size haram kılındı." (el-Mâide, 5/3)
Bunun örnekleri pek çoktur.
Buradaki çerçevesiyle müteşabihliğin
anlamına gelince, âyetin anlamının gizli olması ve çeşitli anlamlarından
birisinin tayin edilmesinde güçlük bulunması demektir. Öyle ki herhangi bir
kimse yüce Allah hakkında yahut onun kitabı ya da Rasûlü hakkında uygun olmayan
birtakım anlayışlar vehmedebilir, derin ilim sahibi kimse ise bundan farklı bir
mana çıkartır.
Yüce Allah ile ilgili buyruklar hakkında
kişinin olmadık yanlış anlayışları çıkartabileceği buyruklara örnek olarak: "Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır."
(el-Mâide, 5/64) buyruğudur. Yanlış anlayan bir kimse, yüce Allah'ın iki elinin
yaratılmışların ellerine benzeyen iki el olduğunu zanneder.
Yüce Allah'ın kitabı ile ilgili olana
örnek olarak şunları gösterebiliriz: Bir kimse: "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da
kendindendir." (en-Nisâ, 4/79) buyruğu yanında: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa: 'Bu Allah'tandır' derler. Şayet
onlara bir kötülük dokunursa: 'Bu sendendir' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tandır.'"
(en-Nisa, 4/78) buyruklarını okuyunca bunları anlamakta zorlanan bir kişi
Kur’ân'da çelişki ve bir bölümü ile diğer bölümleri arasında tutarsızlık olduğunu
sanır.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile ilgili olanlara örnek: Herhangi bir
kimse yüce Allah'ın: "Eğer sana
indirdiğimizden şüphede isen senden önce kitabı okuyanlara sor. Andolsun ki hak
sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!" (Yunus,
10/94) buyruğunu okuyunca Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'i kendisine indirilen buyruklar hakkında şüphe ettiğini
sanması verilebilir.
İlimde derinleşmiş olanlarla kalplerinde
eğrilik bulunanların müteşâbih buyruklara karşı tutumlarını yüce Allah açıklamış
bulunmaktadır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar hakkında: "Ama kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf şüphe aramak ve onu
tevil etmeye kalkışmak için onun müteşâbih olanına uyarlar." (Âl-i
İmran, 3/7) diye buyurmaktadır. İlimde derinleşmiş olanların tutumu hakkında
da: "İlimde derinleşmiş olanlar ise:
'Biz ona inandık. Hepsi Rabbimiz nezdindendir' derler." (Âl-i İmran,
3/7) diye buyurmaktadır.
Buna göre kalplerinde eğrilik bulunanlar,
bu müteşâbih âyetleri yüce Allah'ın kitabına dil uzatmak, insanları bu kitaptan
çevirmek ve yüce Allah'ın maksadına uygun olmayan bir şekilde tevil etmek
(yorumlamak) için bir araç olarak kullanırlar. Bunun sonunda da hem kendileri
sapar, hem başkalarını saptırırlar.
İlimde derinleşmiş olanlar ise, yüce
Allah'ın kitabında yer alan her bir şeyin hakkın kendisi olduğuna, onda herhangi
bir ayrılık veya bir tutarsızlık bulunmadığına inanırlar. Çünkü bu kitapta ne
varsa Allah'tan gelmiştir. "Eğer o
Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler
bulurlardı." (en-Nisâ, 4/82)
Müteşâbih olarak gelen buyrukları ise,
muhkem buyruklara göre ele alırlar. Böylelikle Kur’ân-ı Kerim'in bütün
buyrukları muhkem olmuş olur.
Birinci örnek ile ilgili olarak şöyle
derler: Şüphesiz yüce Allah'ın celal ve azametine yakışan gerçek manada iki eli
vardır. Onun bu elleri yaratılmışların eline benzemez. Tıpkı onun bir zatının
olduğu ve bu zatın yaratılmışların zatına (sıfatına) benzemediği gibi. Çünkü
yüce Allah: "Onun benzeri hiçbir şey
yoktur. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir." (eş-Şârâ, 42/11) diye
buyurmaktadır.
İkinci örnek hakkında da şöyle derler: İyilik
te, kötülük te hepsi yüce Allah'ın takdiri iledir. Fakat iyiliğin sebebi yüce
Allah'ın kullarına lütufta bulunmasıdır. Kötülüğün sebebi ise kulun yaptıklarıdır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Size
isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir. Çoğunu ise
affeder." (eş-Şûrâ,
42/30)
Buna göre kötülüğün kullara izafe
edilmesi, bir şeyin sebebine izafe edilmesi kabilindendir. Onu takdir edene
izafe edilmesi kabilinden değildir. Hem iyiliğin, hem kötülüğün yüce Allah'a
izafe edilmesi, ise bir şeyin onu takdir edene izafe edilmesi kabilindendir.
Böylelikle izafet cihetleri farklı olması sebebiyle iki âyet arasında tutarsızlık
ve aykırılık olduğu vehmi ortadan kalkmış olmaktadır.
Üçüncü örnek ile ilgili olarak da şöyle
derler: Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem kendisine indirilen buyruklar hakkında asla şüphe etmiş değildir.
Aksine o insanlar arasında onu en iyi bilen ve ona en güçlü bir şekilde inanan
bir kimse idi. Nitekim yüce Allah bizzat aynı sûrede şöyle buyurmaktadır:
"De
ki: 'Ey insanlar! Eğer benim dinimden bir şüphe içinde iseniz (bilin ki), ben
sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam...'" (Yunus, 10/104)
Yani eğer sizler onun hakkında bir şüphe
taşıyorsanız, ben ondan yana kesin bir inanca ve kanaate sahibim. Bundan dolayı
ben sizlerin Allah'tan başka ibadet ettiklerinize tapmam. Aksine onları inkar
eder ve yalnız Allah'a ibadet ederim.
Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Eğer sana indirdiğimizden şüphede
isen..." (Yunus, 10/94) buyruğundan Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in şüphe etmesinin mümkün ya da fiilen
vukua gelmiş olması gerekmez. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır:
"De
ki: 'Rahman’ın bir evlâdı olsaydı ibadet edenlerin ilki ben olurdum." (ez-Zuhruf, 43/81)
Acaba yüce Allah'ın evlâdının bulunması
mümkün müdür, yoksa böyle bir şey olmuş mudur? Kesinlikle hayır, böyle bir şey
olmamıştır. Yüce Allah için bunun mümkün olduğu da düşünülemez. Nitekim bir başka
yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki
Rahman’a evlâd edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahman’ın
huzuruna ancak kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/92-93)
Yüce Allah'ın: "O halde sakın şüphe edenlerden olma!" (Yunus, 10/94)
buyruğu, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'in fiilen şüphe etmiş olmasını gerektirmez. Çünkü bir işi yapmamış
bir kimseye bir hususun yasaklanması mümkündür. Nitekim yüce Allah şöye
buyurmuyor mu:
"Allah'ın
âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar ve
(insanları) Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma!" (el-Kasas, 28/87)
Bilindiği gibi onlar Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'i Allah'ın
âyetlerinden alıkoyamamışlardır. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem ise herhangi bir şekilde şirke bulaşmamıştır. Böyle bir işi
yapması sözkonusu olmayan bir kimseye böyle bir yasaklamayı yapmaktan maksat,
bu işi fiilen yapanları eleştirmek ve onların izledikleri yoldan başkalarını
sakındırmaktır.
İşte bu yolla aradaki müteşâbihlik ve
Allah Rasûlü ile ilgili uygun olmayan zanlar bertaraf edilmekte, ortadan
kalkmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim'de görülen müteşabihler
iki çeşittir.
Birinci tür, hakiki müteşâbihtir. Bu
insanların bilmelerine imkân bulunmayan hususları kapsar. Yüce Allah'ın sıfatlarının
hakikatleri gibi. Bizler her ne kadar bu sıfatların anlamlarını biliyor isek
dahi, bunların hakikatlerini ve keyfiyetlerini idrâk edemeyiz. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Onlar
onu bilgileri ile kuşatamazlar."
(Tâhâ, 20/110)
"Gözler
onu idrâk edemez. O ise bütün gözleri idrak eder (onları kuşatmıştır). O lütuf
sahibidir, herşeyden haberdardır." (el-En'âm, 6/103)
Bundan dolayı İmam Malik (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun)'e yüce Allah'ın: "Rahman
arşâ istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) buyruğu hakkında nasıl istivâ etti
diye sorulunca, şöyle cevap vermiştir: “İstivâ bilinmeyen bir şey değildir.
Fakat keyfiyeti akıl ile kavranılamaz. Ona iman etmek ise farzdır. Buna dair
soru sormak da bid'attir.”
Bu kabilden olan müteşâbihlerin açıklanması
için soru sormanın anlamı da yoktur. Çünkü böyle bir bilgiye ulaşmak imkansızdır.
İkinci tür müteşabih ise nisbî (göreceli)
müteşâbih olandır. Bu ise bir kısım insanlar için müteşâbih görülmekle birlikte
bazıları için öyle görünmeyendir. Bu durumda ilimde derinleşmiş olanlar bunu
bilirken, başkaları bilmeyebilir. Bu tür müteşâbihlerin açıklanması ve vuzuha
kavuşturulması için soru sorulabilir. Çünkü buna dair bilgiye ulaşmak
mümkündür. Zira Kur’ân-ı Kerim'de insanlardan hiçbir kimse için manası açıklık
kazanmayacak bir şey yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bu
insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür." (Âl-i İmran, 3/138)
"Ve
biz ona bu kitabı herşeyi açıklayan bir hidâyet... olmak üzere kısım kısım
indirdik." (en-Nahl,
16/89)
"O
halde biz onu (Cebrail aracılığı ile) okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy!
Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." (el-Kıyâme, 75/18-19)
"Ey
insanlar, size Rabbinizden bir burhân (apaçık bir belge) geldi. Size apaçık bir
nur da indirmişizdir."
(en-Nisâ, 4/174)
Bu tür buyrukların örneği pek çoktur.
Bunlardan birisi de yüce Allah'ın: "O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğudur. Çünkü sıfatları
ta'tîl edenler bu buyruktan yüce Allah'ın sıfatlarının bulunmadığı anlamını çıkartmışlar
ve sıfatların varlığının kabul edilmesi halinde benzerlik sözkonusu olacağı
iddiasında bulunarak, yüce Allah'ın sıfatlarının bulunduğunu ortaya koyan
pekçok âyet-i kerimeden yüz çevirmişlerdir. Halbuki mananın esas olarak kabul
edilmesi, benzerliği gerektirici değildir.
Yine bu türden müteşâbih buyruklara bir
diğer örnek de yüce Allah'ın: "Kim
bir mü'mini kasten öldürürse cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir.
Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır."
(en-Nisa, 4/93) buyruğudur. Çünkü bu buyruk, el-Vaîdiyye diye bilinen fırka
tarafından müteşâbih görülerek, burdan mü'mini kasten öldüren bir kimsenin
ebediyyen cehennemde kalacağını anlamışlardır. Daha sonra bunu devam ettirerek
bütün büyük günahlar hakkında geçerli kabul etmişler ve şirkten daha aşağı
bütün günahların affedilmesinin, yüce Allah'ın dilemesine bağlı olduğuna
delâlet eden âyetleri görmezlikten gelmişlerdir.
Bu türden bir diğer âyet-i kerime de yüce
Allah'ın: "Bilmezmisin ki Allah
gökte ve yerde olan herşeyi bilir. Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitaptadır.
Gerçekten bu Allah'a çok kolaydır." (el-Hac, 22/70) âyetidir. Çünkü bu
buyruk Cebriyye tarafından müteşâbih olarak anlaşılmış ve bundan kulun amelini
yapmaya mecbur olduğu anlamını çıkarmışlar, onun o ameli işlemek için irade ve
kudretinin varlığının sözkonusu olmadığını ileri sürmüşlerdir. Kulun bir irade
ve bir kudret sahibi olduğuna delil teşkil eden âyetleri ve kulun biri kendi
ihtiyarı (seçim ve tercihi) ile diğeri ihtiyarı bulunmamaksızın olmak üzere iki
tür fiili olduğunu görmezlikten gelmişlerdir.
İlimde derinleşmiş akıl sahibi kimseler
ise müteşâbih gibi görülen bu âyet-i kerimeleri diğer âyetlerle bağdaşacak şekilde
nasıl açıklayabileceklerini ve böylelikle Kur’ân-ı Kerim'in bütünü ile müteşâbihlik
sözkonusu olmaksızın muhkem bir bütün halinde nasıl anlaşılacağını iyi
bilirler.
Eğer Kur’ân'ın tamamı muhkem olsaydı, bu
sefer hem tasdik hem de amel yönü ile Kur’ân'la sınama hikmeti sözkonusu olmazdı.
Çünkü Kur’ân'ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı fitneyi aramak ve Kur’ân'ın
tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşâbihlere sarılmaya
imkân bulunmazdı.
Şayet bütünüyle müteşâbih olsaydı, bu sefer
Kur’ân'ın bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması sözkonusu olmazdı.
Gereğince amel etmeye de imkân bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akîde bina
edilemezdi.
Fakat yüce Allah hikmetiyle onun bir kısım
âyetlerini muhkem olarak indirdi. Müteşâbih görülen âyetlerin açıklanması için
bu muhkem âyetlere başvurulur. Diğer âyetler ise kullara sınav olmak üzere müteşâbihtirler.
Böylelikle imanında samimi olanlar ile kalblerinde eğrilik bulunanlar
birbirinden açık bir şekilde ayrılmış olur. İmanında doğru ve samimi olan bir
kimse Kur’ân'ın bütünüyle yüce Allah tarafından geldiğini kesinlikle bilir.
Allah tarafından gelen herşeyin hakkın ta kendisi olduğunu, onda bâtıl diye bir
şeyin ya da çelişkinin bulunmasının imkânsız olduğunu kesin olarak bilir. Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Önünden
de, arkasından da batıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde lâyık
olan tarafından indirilmedir."
(Fussilet, 41/42)
"Eğer
o Allah'tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler
bulurlardı." (en-Nisâ,
4/82)
Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler ise,
müteşâbihten hareketle muhkem buyrukları tahrif etmeye yeltenirler. Haberler
hakkında şüphe uyandırmak için hevâlarına tabi olmaya, hükümlere karşı
büyüklenmeye kalkışırlar. Bundan dolayı akide ve amelleri itibariyle sapık
kimselerin, çoğu zaman bu sapıklıklarına bu tür müteşâbih âyetleri delil
gösterdiklerini görürüz.
Tearuz (çelişki, çatışma); iki âyetin
birisinin ifade ettiği hususu, diğerinin ifade ettiğini imkansız kılması
demektir. Meselâ; bir âyet bir hususu tespit ederken, diğeri aynı hususu
nefyeder.
İkisinin de ifade ettiği muhteva haber
vermek mahiyetinde olan iki âyet arasında bir teâruzun ortaya çıkması imkânsızdır.
Çünkü bu durumda birilerinin yalan olması gerekir. Bu ise yüce Allah'ın verdiği
haberler hakkında imkânsız bir şeydir. Yüce Allah: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" (en-Nisâ, 4/87) ve "Allah'tan daha doğru sözlü kim
olabilir?" (en-Nisâ, 4/122) diye buyurmaktadır.
Her ikisi bir hükme delâlet eden iki âyet
arasında bir teâruzun olması da imkânsızdır. Çünkü bu iki âyetten sonra gelen
âyet birinci geleni neshedicidir. Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Biz
bir âyeti nesheder veya unutturursak ya ondan daha hayırlısını ya da onun
benzerini getiririz."
(el-Bakara, 2/106)
Nesh sabit olduğuna göre birinci âyetin
hükmü artık devam etmez ve ikinci âyetin hükmü ile çelişki arzetmez.
Bu kabilden tearuz izlenimi veren âyetler
görüldüğü takdirde, her iki âyetin birlikte telif edilmesine gayret edilir. Eğer
bu sağlanamayacak olursa, o takdirde bu hususta herhangi bir yargıya varmadan işi
bilene havale etmek gerekir.
İlim adamları -Allah'ın rahmeti
üzerlerine olsun- teâruz (çelişki) izlenimini veren pekçok örnekler sözkonusu
etmiş ve bu hususta âyetlerin birlikte nasıl telif edileceklerini açıklamışlardır.
Benim bu konuda gördüğüm en kapsamlı eser Şeyh Muhammed el-Emin eş-Şenkîti
-yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-'nin: "Def’u Îhami'l-Izdırâb an
Âyi'l-Kitap" adlı eseridir.
Bu türden örneklerden birisi yüce Allah'ın
Kur’ân-ı Kerim hakkında: "O takvâ
sahipleri için bir hidayettir." (el-Bakara, 2/2) buyruğu ile: "O ramazan ayı ki Kur’ân onda indirilmiştir.
O insanları hidayete erdirmek, doğru yolu... açıklamak üzere indirilmiştir."
(el-Bakara, 2/185) buyruklarıdır. Birinci âyette Kur’ân-ı Kerim'in hidayeti
özel olarak takvâ sahipleri için sözkonusu edilmişken, ikincisinde genel olarak
bütün insanlar için sözkonusu edilmiştir.
Bu iki âyetin birarada anlaşılmalarına
gelince: Birinci âyette sözü edilen hidayet tevfik hidayeti ve faydalanma
hidayetidir. İkincisinde sözkonusu edilen hidayet ise açıklama ve irşad
hidayetidir.
Bu iki âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın
Rasûlü hakkındaki: "Muhakkak ki sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir."
(el-Kasas, 28/56) buyruğu ile yine onun hakkındaki: "Ve muhakkak ki sen doğru yola hidayet edersin (iletirsin)."
(eş-Şûrâ, 42/52) buyruklarıdır. Birinci âyet-i kerimede sözkonusu olan tevfik
hidayetidir. İkincisinde sözkonusu olan ise, beyân ve açıklama hidayetidir.
Yüce Allah'ın: "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adaleti ayakta
tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de". (Al-i İmran, 3/18)
"Allah'tan
başka hiçbir ilah yoktur."
(Al-i İmran, 3/62)
"O
halde Allah ile birlikte başka bir ilaha dua etme!" (eş-Şuara, 26/213)
"Rabbinin
emri gelince Allah'ı bırakıp da dua ettikleri ilahları onlara bir fayda sağlamadı,
zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de arttırmadılar." (Hud, 11/121) âyetleri de bu türden
örnekler arasında sayılır.
Çünkü ilk iki âyette yüce Allah'ın dışındaki
ilâhların ulûhiyetleri reddedilmekte iken, sonraki iki âyette onun dışındaki
varlıkların ulûhiyetlerinden sözedilmektedir.
Bu iki yaklaşım şöylece açıklanır: Yüce
Allah'a has olan ulûhiyet, hak olan ulûhiyettir. Ondan başka varlıklar hakkında
sözkonusu edilen ise, bâtıl ulûhiyettir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bunun
sebebi şudur. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Ondan başka onların dua
ettikleri (taptıkları) ise bâtıldır ve muhakkak Allah çok yücedir, çok
büyüktür." (Lukman,
31/30)
Yine yüce Allah'ın: "De ki: 'Allah hiçbir zaman hayasızlığı emretmez." (el-Araf,
7/28) buyruğu ile: "Bir ülkeyi helâk
etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına
emrederiz de orada fâsıklık ederler. Artık üzerlerinde söz (azab) hak olur. Biz
de onu kökünden yıkar, helâk ederiz." (el-İsra, 17/16) buyruklarıdır.
Birinci âyet-i kerime'de yüce Allah'ın
hayasızlığı emretmeyeceği belirtilmektedir. İkinci âyetin zahirinden ise,
Allah’ın fâsıklık olan bir takım hususları emrettiği anlaşılmaktadır.
Bu iki âyetin arası şöylece telif edilir:
Birinci âyet-i kerimede sözkonusu edilen emir, şer’î emirdir. Yüce Allah ise
koyduğu şer’î emirlerde hayasızlığı emretmez. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Şüphesiz
ki Allah adaleti, ihsanı akrabaya vermeyi emreder. Hayasızlığı, münker ve haddi
aşmayı yasaklar." (en-Nahl,
16/90)
İkinci âyet-i kerimedeki emir ise, kevnî
emirdir. Yüce Allah ise hikmetinin gereğine uygun olarak dilediği kevni emri
verir. Çünkü o şöyle buyurmaktadır:
"O
bir şeyi diledi mi ona emri sadece 'ol' demesidir. O da oluverir." (Yâsîn, 36/82)
Kim bu hususta daha çok örnek görmek
istiyor ise eş-Şankiti'nin az önce işaret edilen eserine başvurabilir.
Kasem; yemin demek olup, herhangi bir hususu
tazim olunan bir sözü vav ya da benzeri diğer edatlardan birisini sözkonusu
ederek tekid etmektir. Yemin edatları üç tanedir:
Vav: Yüce Allah'ın: "Göğün ve yerin Rabbi hakkı için (vav) o sizin konuştuğunuz gibi
kesin bir gerçektir." (ez-Zâriyât, 51/23) buyruğu gibi.
Bu yemin edatı ile birlikte amilin
hazfedilmesi vaciptir. Bu harfin akabinde ancak açık bir isim gelir.
Be: Yüce Allah'ın: "Hayır... kıyamet gününe yemin ederim (be)" (el-Kıyame,
75/1) buyruğu gibi, Bu durumda bu örnekte görüldüğü gibi âmilin sözkonusu
edilmesi mümkündür. Yüce Allah'ın: "Dedi
ki: İzzetin hakkı için (be) hepsini mutlaka azdıracağım." (Sad, 38/82)
diye İblis’in söylediklerinin nakledildiği buyrukta olduğu gibi, hazfedilmesi
de caizdir.
Yine verdiğimiz bu örnekte görüldüğü gibi
bu edatın hemen akabinde açık bir ismin gelmesi de mümkündür: "Allah benim Rabbimdir ve ben ona (be)
yemin ederek söylüyorum ki o, mutlaka mü'minlere yardımcı olacaktır."
sözümüzde olduğu gibi, bu edattan hemen sonra zamir de gelebilir.
Te: Yüce Allah'ın: "Allah'a andolsun ki, huzura geldiğiniz şeylerden elbette sorguya
çekileceksiniz." (en-Nahl, 16/56) Bu edat ile birlikte amilin
hazfedilmesi vâciptir ve ondan sonra ancak Allah ya da Rab ismi gelir. Meselâ,
Ka’be’nin Rabbi hakkı için (ve) yüce Allah'ın izniyle mutlaka hacca gideceğim.
Aslolan adına yemin edilenin (muksemu'n-bih’in) zikredilmesidir. Önceki
örneklerde görüldüğü gibi bu, pek çoktur.
Meselâ; "mutlaka çalışacaksın diye
sana and veriyorum" sözünde olduğu gibi sadece muksemu'n-bih’in hazfedildiği
de olur.
Bazan âmil ile birlikte hazfedildiği de
olur. Bu da çokça görülür. Yüce Allah'ın: "Sonra
andolsun, o günde nimetlerden elbette sorulacaksınızdır." (et-Tekâsur,
102/8) buyruğunda olduğu gibi.
Yine aslolan kendisi dolayısıyla yemin
edilen şeyin (muksemun aleyh)in sözkonusu edilmesidir. Yüce Allah'ın: "De ki: 'Hayır, Rabbim hakkı için
elbette diriltileceksiniz." (et-Teğâbun, 64/7) buyruğunda olduğu gibi.
Bazan da kendisi sebebiyle yemin edilenin (muksemun aleyh’in) caiz olarak
hazfedildiği de olur. Yüce Allah'ın:
"Kaf, çok şerefli Kur’ân'a yemin ederim ki..." (Kaf, 50/1) buyruğunda
olduğu gibi. İfade: ...Mutlaka helâk edileceklerdir, takdirindedir.
Eğer muksemun aleyh daha önce geçmiş
yahutta ona gerek bırakmayacak ifadeler yer almış ise, hazfedilmesi vaciptir. İbn
Hişam, Muğni'l-Lebîb adlı eserinde böyle demiş ve buna: "Zeyd ayaktadır
vallahi” ile “Zeyd vallahi ayaktadır" gibi örnekler vermiştir.
Kasemin iki faydası vardır:
Birincisi, adına yemin edilenin (muksemun bih)
azametini açıklamak.
İkincisi, kendisi sebebiyle yemin edilenin
(muksemun aleyhin) önemini açıklamak ve onu tekid etmek istemek. Bundan dolayı
kasem ancak aşağıdaki hallerde güzeldir:
1. Muksemun aleyhin önemli olması
2. Muhatabın bu hususta tereddüt içinde
bulunması
3. Muhatabın böyle bir şeyi (yani hakkında
yemin edilen hususu) inkâr ediyor olması.
Kasas ve kass (kıssa anlatmak) sözlükte
izi takip etmek demektir. Terim olarak; ardı arkasına gelen birtakım aşamalara
sahip bir hususa dair haber vermektir.
Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan
daha doğru sözlü kimdir?"
(en-Nisa, 4/87)
Bu ise Kur’ân kıssalarının vakıa ile
eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.
Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz
sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz." (Yusuf, 12/3)
Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta
mükemmellik, anlamda üstünlük derecelerinin en yücesini kapsamaktadır.
En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun
ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yusuf, 13/111)
Çünkü Kur’ân kıssalarının kalplerin ıslâhı,
amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri vardır.
Kur’ân kıssaları üç kısma ayrılır:
Bir kısmı peygamberler, rasûller, onların
kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kafirlerle, başlarından geçen
olaylarla ilgilidir.
Bir diğer kısım başlarından ibretli
olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını
bize nakletmiştir. Meryem ve Lukman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış
bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası (bk. el-Bakara, 2/259),
Zulkarneyn, Karun, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Fil, Ashab-ı Uhdûd ve daha başka kıssalar
gibi.
Bir başka kısım da Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem döneminde
meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab
gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Harise, Ebu
Leheb ve başka kimselere ait kıssalar gibi.
Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça
büyük, pekçok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1. Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtiva ettiği
hikmeti açıklaması. Çünkü yüce Allah: "Andolsun
onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir." (el-Kamer,
54/4) buyurmaktadır.
2. Yalanlayanları cezalandırmak suretiyle
yüce Allah'ın adaletinin açıklanması. Çünkü yüce Allah yalanlayıcılar hakkında:
"Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar
kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları
ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." (Hud, 11/101) diye buyurmaktadır.
3. Mü'minleri mükâfatlandırmak suretiyle
yüce Allah'ın lütfunun açıklanması. Çünkü yüce Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Lut’un
ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak
üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri biz böyle mükâfatlandırırız." (el-Kamer,
54/34-35) diye buyurmaktadır.
4. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına
karşı teselli edilmesi. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
seni yalanlıyorlarsa onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri
onlara apaçık delillerle (mucizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla
gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azabım nasıldır!?" (Fâtır, 35/25-26)
5. Mü'minlerin iman üzere sebat etmeleri ve
imanlarını arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce
geçen mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların ilâhî yardıma
mazhar olarak zafere eriştiklerini öğrenmiş bulunuyorlardı. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır:
"Biz
de duasını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle
kurtarırız." (el-Enbiyâ,
21/88)
"Andolsun
ki biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık
delillerle geldiler. Biz de günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım
etmek ise zaten üzerimize bir haktır." (er-Rûm, 30/47)
6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Acaba
onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna
bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin)
benzerleri vardır."
(Muhammed, 47/10)
7. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in risaletini ispatlama. Çünkü geçmiş
ümmetlere dair haberleri ancak yüce Allah bilir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bunlar
sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen
biliyordun, ne de kavmin."
(Hûd, 11/49)
"Sizden
öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının
bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" (İbrahim, 14/9)
Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa
geçmektedir. Lukman kıssası, Ashab-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen
ihtiyaca ve maslahata binaen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu
tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı,
sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde
zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmemektedir.
Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin
bazıları şunlardır:
1. Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak.
Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.
2. İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi
için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi.
3. Bu kıssalara muhatap olanların durumlarını
ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî surelerde
geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslup serttir. Fakat Medine döneminde inen
surelerde bunun aksini görüyoruz.
4. Kıssaların durumun gerektirdiğine uygun
olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması suretiyle Kur’ân
belâğatinin açığa çıkması.
5. Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun yüce
Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa,
herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış
bulunmaktadır.
İsrâiliyât, İsrailoğullarından olan
yahudilerden -ki çoğunlukla görülen budur-, yahut hristiyanlardan nakledilen
haberlerdir. Bu haberler üç türdür:
A. İslâmın kabul ettiği ve doğru olduğuna
tanıklık ettiği kıssalar haktır.
Buna örnek: Buhârî ve başkalarının
rivayetine göre İbn Mesud Radıyallahu anh
şöyle demiştir: Yahudi alimlerinden birisi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e gelip dedi ki: Ey Muhammed, bizler
(kitabımızda) yüce Allah'ın semavatı bir parmağında, yerleri de bir parmağında,
bütün ağaçları bir parmağında, suyu ve toprağı bir parmağında, diğer mahlukatı
da bir parmağında tutarak ve: Benim melik! diye buyuracağına dair bilgi
okuyoruz. Bunun üzerine Peygamber bu yahudi aliminin söylediklerini doğruladı.
Ve azı dişleri görününceye kadar güldü. Daha sonra Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem: “Onlar Allah'ı gereği gibi takdir
edemediler. Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile onun kabzasındadır. Gökler
ise onun sağ eli ile dürülmüş olacaktır. O, şirk koştuklarından münezzehtir ve
çok yücedir." (ez-Zümer, 39/67) âyetini okudu.[41]
B. İslâm’ın kabul etmeyip, yalan olduğuna
tanıklık ettiği haberler. Bunlar da bâtıldır.
Buna örnek: Buhârî, Câbir Radıyallahu anh'dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Yahudiler erkek hanımıyla, arka tarafından cimâ’ ettiği
takdirde çocuğun şaşı geldiğini ileri sürüyorlardı. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır.
O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." (el-Bakara, 2/223) âyeti
indi.[42]
C. İslâm’ın kabul etmemekle birlikte red de
etmediği haberler hakkında ise hüküm vermemek icap eder. Çünkü Buhârî'nin[43]
rivayetine göre Ebu Hureyre Radıyallahu
anh şöyle demiştir: Kitap ehli Tevrat'ı İbranice okuyorlar ve müslümanlara
arapça açıklıyorlardı. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bunun üzerine: Kitap
ehlini tasdik de etmeyin, onları yalanlamayın da ve biz Allah'a, "bize
indirilene ve size indirilenlere iman ettik" (el-Ankebut, 29/46) deyiniz.
Fakat herhangi bir sakıncadan korkulmadığı
takdirde bu kabilden İsrâiliyâta dair haberleri anlatmak caizdir. Çünkü
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur:
"Benden
bir âyet dahi olsa tebliğ ediniz. İsrailoğullarından da haber
nakledebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur. Bununla birlikte kim kasten benim
aleyhime yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın." Hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[44]
Onlardan bu kabilden nakledilen
rivayetlerin birçoğunun dinde hiç bir faydası yoktur. Ashab-ı Kehf'in
köpeklerinin rengini tayin etmek ve benzeri haberler gibi.
Dine dair herhangi bir husus hakkında
kitap ehline soru sormaya gelince bu haramdır. Çünkü İmam Ahmed'in[45]
rivayetine göre Câbir b. Abdullah Radıyallahu
anh şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Kitap
ehline herhangi bir şey hakkında soru sormayınız. Çünkü kendileri sapıtmışken
onlar sizi asla doğruya götüremezler. Sizler ise (size cevap verdikleri
takdirde) ya bir batılı tasdik edeceksiniz yahut bir hakkı yalanlayacaksınız.
Gerçek şu ki, eğer Musa aranızda hayatta bulunsaydı, ona dahi bana tabi
olmaktan başka bir tutum, helâl olmazdı."
Yine Buhârî[46]
Abdullah b. Abbas Radıyallahu anh'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey müslümanlar! Sizler nasıl kitap ehline
herhangi bir şey hakkında soru sorarsınız. Halbuki Allah'ın peygamberinize
indirmiş olduğu kitabınız Allah'tan gelmiş haberlerin en yenisidir ve katıksızdır.
Hiçbir şey ona bulaşmamıştır. Allah da sizlere kitap ehlinin Allah'ın kitabını
başkasıyla değiştirdiklerini, kitaplarında tahrifât yaptıklarını size anlatmıştır.
Kendi elleriyle yazdıklarını az bir bedel karşılığında satmak için bu Allah
tarafındandır, demişlerdir. Size gelmiş olan ilim sizleri onlara soru sormaktan
alıkoymaya yetmiyor mu? Allah'a yemin ederim, onlardan herhangi bir kimsenin
size indirilene dair soru sorduğunu görmedim.
İlim adamlarının, özellikle de
müfessirlerin bu türden olan İsrâiliyâta karşı çeşitli tutumları vardır.
A- Kimileri İsrâiliyâttan olan bu tür
rivayetleri senetleriyle birlikte çokça zikretmiş olup, senetlerini kaydetmek
suretiyle bu hususta sorumluluktan kurtulduğunu kabul etmiştir. İbn Cerir
Taberî gibi.
B- Kimileri bu tür İsrâiliyâtı çokça
zikretmekle birlikte çoğunlukla senetlerini de kaydetmemiştir. Dolayısıyla
böyle bir kimsenin durumu geceleyin odun toplayan kimsenin haline benzer. Beğavî
buna örnektir. Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye onun tefsiri hakkında şunları
söylemektedir:[47] O
Sa’lebi'nin Tefsirinin muhtasarıdır. Fakat Tefsirine uydurma hadisler ile
bid'at ehlinin görüşlerini almamıştır. Sa’lebî hakkında da şunları
söylemektedir: O geceleyin odun toplayan birisine benzer. Tefsir kitaplarında
sahih, zayıf, uydurma ne bulduysa nakleder.
C- Kimisi de bu tür rivayetlerin pek çoğunu
zikretmekle birlikte, bazılarının akabinde zayıf olduklarını belirtmiş ya da onları
reddetmiştir. İbn Kesir gibi.
D- Kimisi de bu tür rivayetleri reddetmekte
aşırıya gitmiş ve bunlardan Kur’ân'a tefsir olarak değerlendireceği hiçbir şey
zikretmemiştir. Muhammed Reşid Rıza gibi.
Zamir: Sözlükte ya zayıflık demek olan
"ed-dumûr"dan gelmektedir. Çünkü harfleri azdır. Yahutta gizlemek
anlamındaki "el-idmar"dan gelmektedir. Çünkü zamir gizli, saklıdır.
Terim olarak; ifadeyi kısaltmak amacıyla
zâhir yerine kullanılandır. Zamir; (hazır ve gaib için kullanılan isimlerin)
köklerinden olmamakla birlikte hazır ya da gaib oluşa delâlet edendir, diye de
tanımlanmıştır.
Hazırda olana delâlet eden iki çeşittir:
Birincisi, mütekellim (birinci şahıs)
için kullanılanlar:"Ben işlerimi
Allah'a ısmarlıyorum." (el-Mü'min, 40/44) buyruğundaki zamirler gibi.
İkincisi ise muhatap (ikinci şahıs) için
öngörülenlerdir. "Kendilerine nimet
verdiğin kimselerin yoluna." (el-Fâtiha, 1/7) buyruğundaki zamirler
gibi.
Bu iki zamirin hazır oluşun delâletleri
ile yetinilerek mercia (zamirlerin ait olduğu kişiye gönderilmelerine)
ihtiyaçları yoktur.
Gaib (üçüncü şahıs)a delâlet eden zamir
ise, gaib için kullanılması öngörülen zamirlerdir. Bunun ise ait olacağı bir
merciinin bulunması kaçınılmazdır. Mercide aslolan, lafız ya mertebe itibariyle
zamirden önce geçmesi, lafız ve mana itibariyle de ona uyum arzetmesidir. "Nuh, Rabbine seslendi." (Hud,
11/45) gibi.
Zamir bazen daha önce geçmiş fiilden de
anlaşılabilir. Yüce Allah'ın: "Adalet
yapın. Çünkü o takvâya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)
Zamirin mercii bazan rütbe (cümle
içerisinde gelmesi gereken sıra) itibariyle değil de, lafız itibariyle daha
önce geçebilir."Hani İbrahim'i
Rabbi... imtihan etmişti." (el-Bakara, 2/124) buyruğunda olduğu gibi.
Bazen de lafız itibariyle değil, rütbe
itibariyle önce zikredilmiş olabilir. "Kitabını öğrenci taşıdı"
ifadesinde olduğu gibi.
Bazen zamirin mercii, ifadelerin akışından
anlaşılabilir. Yüce Allah'ın: "(Ölenin)
çocuğu varsa anne ve babasının herbirine geriye bıraktığından altıda biri
verilir." (en-Nisa, 4/11) buyruğu gibi. Burada zamir "geriye bıraktığı"
lafzından anlaşılan "ölü"ye aittir.
Bazen zamir mercii ile uyumlu (ona mutabık)
olmayabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Andolsun
ki biz (ilk) insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta
yerleşen bir nutfe kıldık."
(el-Mu'minun, 23/12-13)
Burada zamir lafız itibariyle insana
aittir. Çünkü nutfe halinde yaratılan ilk insan değildir.
Eğer zamir mercii, hem tekil, hem çoğul
bir zamirin dönmesine elverişli ise, zamirin bu iki şekilden birisi ile mercie
ait olması mümkündür. Yüce Allah'ın: "Kim
Allah'a iman edip salih amel işlerse onu altından ırmaklar akan cennetlere,
kendileri orada ebedi ve devamlı kalmak üzere koyar. Allah on(lar)a gerçekten
güzel bir rızık vermiştir." (et-Talâk, 65/11)
Eğer zamirler birden çok olursa, aslolan
zamir merciinin bir olmasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Ona
çetin güçler sahibi öğretti. O büyük bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğruluverdi
ve o en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaşıp sarktı. Böylece iki yay (boyu) kadar
veya daha da yaklaştı. Kuluna vahyettiğini vahyetti." (en-Necm, 53/5-10)
Bu âyetlerdeki bütün ref (özne) zamirleri
"çetin güçler sahibi" olan Cebrail'e aittir.
Aslolan zamirin daha önce sözü edilmiş en
yakın mercie dönmesidir. Ancak izafetlerde böyle değildir. Bu durumda muzâfa
avdet eder. Çünkü sözkonusu edilen odur.
Birincisine örnek: "Biz Musa'ya da kitabı verdik ve onu ... İsrailoğullarına bir
hidâyet kıldık." (el-İsra, 17/2)
buyruğudur.
İkincisine de: "Allah'ın nimetlerini saymaya kalkarsanız onu (onları) sayamazsınız."
(İbrahim, 14/34 ve en-Nahl, 16/18) buyruğu örnek olarak gösterilebilir.
Bazen eğer öncesinden delâlet edecek bir
delil geçmiş ise, bu konudaki asıl kaideler dışında da zamir kullanılabilir.
Aslolan zamir gelmesi gereken yerde zamir
kullanmaktır. Çünkü böylesi anlamı daha açık ortaya koyar, lafzan daha kısadır.
Bundan dolayı yüce Allah'ın: "Allah
onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (el-Ahzab,
33/35) buyruğunda zamir kendisinden önce geçmiş yirmibeş kelimenin yerini
tutmaktadır.
Bazen zamir yerine açıkça isim getirildiğide
olur. İşte "zamir kullanılacak yerde açık isim kullanmak" diye adlandırılan
husus da budur. Bunun, anlatımın akışına göre ortaya çıkacak pekçok faydaları
vardır. Bazıları şunlardır:
1. Açık ismin gerektirdiği şekilde onun
mercii hakkında hüküm vermek.
2. Hükmün illetini açıklamak.
3. Açık, ismin gerektirdikleri niteliklere
sahip herkes için hükmü umumîleştirmek.
Örnek olarak yüce Allah'ın şu buyruğu
gösterilebilir:
"Kim
Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa, şüphesiz
Allah o kafirlerin düşmanıdır."
(el-Bakara, 2/98)
Bu buyrukta yüce Allah: "Allah o
kimseye düşmandır" diye buyurmamıştır. Açıktan açığa zamir yerine ismin
zikredilmesi ayrıca şu hususları ifade etmektedir:
1. Allah'a, meleklerine, peygamberlerine,
Cebrail'e ve Mikâil'e düşmanlık eden kimse hakkında kâfir olduğu hükmünün
verilmesi.
2. Küfürleri sebebiyle Allah'ın bunlara düşman
olduklarının belirtilmesi.
3. Kâfir olan her kimseye Allah'ın düşman
olduğunun açıklanması.
Bir başka örnek, yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Bir
de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar var ya! Şüphesiz biz ıslâh
etmeye çalışanların mükâfatını zayi etmeyiz." (el-A’raf, 7/170)
Yüce Allah’ın burada: "Onların
ecrini zayi etmeyiz" diye buyurmaması, şu üç hususu ifade etmektedir:
1. Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı
dosdoğru kılanlar için ıslah yaptıkları hükmünün verilmesi.
2. Allah ıslah yapmaları sebebiyle onları
mükâfatlandıracaktır.
3. Islah eden herkes’in Allah nezdinde boşa
çıkarılmayacak bir mükâfatı vardır.
Bazen de zamir yerine açık ismi zikretmek
ve tayin etmek icap eder. Eğer zamirden önce herbirisi de zamirin dönmesine
elverişli iki merci gelecek olup da maksat onlardan birisi ise, ismin açıkça
zikredilmesi gerekir. Mesela: Allah'ım, müslümanların yöneticilerini ve o
yöneticilerin yakın danışmanlarını ıslah et, demek gibi. Çünkü sadece
"onların danışmanlarını" denilecek olsaydı, müslümanların danışmanlarını
ıslah et, diye kastedildiği izlenimini verirdi.
Fasıl zamiri, munfasıl ref’ zamiri (özne
konumundaki ayrı zamir) şeklinde bir harf olup, her ikisi de marife oldukları
takdirde mübtedâ ile haber arasında yer alır.
Bu durumda fasıl zamiri bazen mütekellim
(birinci şahıs) zamiri olarak gelebilir. Yüce Allah'ın: "Ben, evet ben Allah'ım! Benden başka ilah yoktur." (Taha,
20/14) buyruğu ile: "Muhakkak biz
saf saf duranlarız." (es-Sâffât, 37/165) buyruklarında olduğu gibi.
Bazen muhatap (ikinci şahıs) zamiri de
kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Onlar
üzerinde gözetleyici sen oldun." (el-Maide, 5/117) buyruğunda olduğu
gibi.
Bazen gâib (üçüncü şahıs) zamiri de
kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "İşte
onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (el-Bakara, 2/5) buyruğunda
olduğu gibi.
Bunun üç faydası vardır:
1. Te'kid (ifadeyi pekiştirmek): Çünkü
"Zeyd o senin kardeşindir" cümlesi, "Zeyd kardeşindir"
cümlesinden daha vurguludur.
2. Hasr: Bu zamirden önceki ifadenin, zamirden
sonra gelecek ifadeye has ve ona munhasır olduğunu anlatır. Çünkü; “Çalışan
odur ki başarılı olur” (anlamındaki) ifade, başarının çalışana has olduğunu
anlatır.
3. Fasl ifade eder. Yani zamirden sonra
gelen ismin haber ya da tabi olduğunu anlatır. Çünkü "Zeydun el-fâdıl"
ifadesinde "el-fâdıl"ın Zeyd'in sıfatı ve haberin sonra gelme
ihtimali vardır. Bununla birlikte "el-fâdıl" lafzının haber olma
ihtimali de vardır. Eğer "Zeyd huvel’l-fadıl" denilecek olursa, bu
durumda arada fasıl zamirinin varlığı sebebiyle fazilet sahibinin Zeyd olduğu
anlaşılır.
İltifât: Böz üslubunu bir şekilden bir başka
şekile dönüştürmek demektir. Bunun çeşitli şekilleri vardır. Bazıları şunlardır:
1. Gaibten muhataba iltifât (geçiş): Yüce
Allah'ın: "Hamd, alemlerin Rabbi,
rahman, rahim ve din gününün maliki olan Allah'ındır. Yalnız sana ibadet eder,
yalnız senden yardım dileriz." (el-Fatiha, 1/2-5) buyruğunda ifade
gaibden sözetmekte iken, "yalnız sana" ifadesiyle muhataba geçilmiş
olmaktadır.
2. Muhatabtan gaibe geçiş şeklinde iltifât:
Yüce Allah'ın: "Hatta siz gemilerde
bulunduğunuz zaman onlar da içindekileri ... götürüp ..." (Yunus,
10/22) buyruğunda ifade muhatabtan "onlar da götürüp" ifadesiyle
gaibe geçiş yapılmıştır.
3. Gaibten mütekellime iltifat (geçiş): Yüce
Allah'ın: "Andolsun Allah İsrailoğullarından
söz almıştı. Biz içlerinden oniki de nakîb (temsilci) dikmiştik." (el-Mâide,
5/12) buyruğunda ifadeler, gaib iken "dikmiştik" buyruğu ile
mütekellime geçilmiştir.
4. Mütekellimden gaibe geçilerek yapılan
iltifat: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok
ki biz sana Kevser’i verdik. O halde Rabbin için namaz kıl." (el-Kevser,
108/1-2) buyruğunda, mütekellimden "Rabbin için" buyruğu ile gaibe
geçiş yapılmıştır.
İltifatın birtakım faydaları vardır. Bazıları
şunlardır:
1. Üslîp değişikliği dolayısıyla muhatabın
dikkat etmesini sağlamak.
2. Muhatabın anlam üzerinde düşünmesini sağlamak.
Çünkü üslûbun değişmesi bunun sebebi üzerinde düşünmeye götürür.
3. Muhatabın usancını ve bıkkınlığını
gidermek. Çünkü üslûbun aynı şekilde devam etmesi çoğunlukla usanç vericidir.
Bunlar bütün şekillerinde iltifâtın genel
faydalarıdır.
Özel faydaları ise, anlatımda sözkonusu
edilenlere uygun olarak, herbir şeklinde özel birtakım faydalar ortaya çıkar.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Allah Peygamber efendimiz Muhammed'e,
onun aile halkına ve bütün ashabına salât ve selâm eylesin.
Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.
[1] Yine ism-i mef’ul yani “toplanmış” anlamına gelmesi de
mümkündür. Çünkü Kur’ân, mushaflarda ve kalplerde toplanmış bir kitaptır.
[2] Buhârî, Vahyin Başlangıcı Kitabı I. Bâb; Muslim, İman
kitabı 73.Bâb.
[3] Buhârî, Vahyin Başlangıcı Kitabı I. Bâb; Muslim, İman
Kitabı 73. Bâb.
[4] Buhârî, Tefsir Kitabı 3. Bâb; Muslim, İman kitabı 73.
Bâb.
[5] Taberânî rivayet etmiştir. Senedinde Ali Yezid el-Elhânî
bulunmaktadır. O da metruktur.
[6] Bu hadisi İbn Kesîr tefrisinde (2/368) ve Taberî
(10/172) zikretmiştir.
[7] Buhârî, İlim Kitabı, hadis no: 125; Muslim,
Münafıkların Sıfatları ve onlara Dair Hükümler Kitabı, hadis no: 2794.
[8] Buhârî, Tefsir Kitabı, hadis no: 334; Muslim, Hayz
Kitabı, hadis no: 367.
[9] Buhârî, Teyemmüm Kitabı, hadis no: 334; Muslim, Hayz
Kitabı, hadis no: 367.
[10] Buhârî.
[11] Buhârî, Hac Kitabı, Safa ile Merve arasında sa’y etme
bâbı; Muslim, Hac kitabı, hadis no: 1278.
[12] Buhârî, Şehadât Kitabı, hadis no: 2571.
[13] Buhârî, Tefsir Kitabı, hadis no: 423; Muslim, Lian
Kitabı, hadis no: 1492
[14] Buhârî, İman Kitabı, hadis no: 45 Muslim, Tefsir
kitabı, hadis no: 3015.
[15] Buhârî, Tefsir Kitabı, hadis no: 4530.
[16] Ahmed (399); Ebû Dâvûd (786); Nesâî, Sunenu’l Kubrâ
(7008); Tirmizî (3086)
[17] Muslim, Yolcuların Namazı Kitabı, hadis no: 882.
[18] Buhârî, Ezan Kitabı, İki Sûreyi Bir Rek’atta Cem Etme
Bâbı.
[19] Buhârî, Cihad Kitabı, hadis no: 3064.
[20] Buhârî, Tefsir Kitabı, “size bir Rasûl Geldi...” âyeti
bâbı.
[21] Buhârî, Kur’ân’ın Faziletleri kitabı, hadis no: 4987.
[22] İbn Ebi Dâvûd “Kitabu’l-Mesâhif/ 22’de; Hatîb “el-Fasl
li vusûli’l-Mudrek” de (2/954) rivayet etmiştir. Senedinde Muhammed ibn Âban
el-Ca’fî vardır. İmam İbn Muîn hakkında “zayıf” demiştir. (Bkz. Cerh ve’t-Ta’dil/er-Razi
7/20).
[23] İbn Ebi Dâvûd, Kitabu’l-Mesahif 16.
[24] İbn Ebi Hatim tefsirinde (2/1945) Lalekâî Usûlu
i’tikad da (2/31458) rivayet etmiştir.
[25] Taberî tefsirinde (15/69), hadis no: 17633 Lalekâî
Usûlu’l-İ’tikad 2. cild 3/456.
[26] Taberî tefsirinde (15/68) hadis no: 17 Lalekâî
Usûlu’l-İ’tikad 2. cild 3/456-457.
[27] Muslim, İman Kitabı, 80. Bâb, hadis no: 449.
[28] Muslim, İmare Kitabı, 52. Bâb, hadis no: 4946.
Tirmizî, Kur’ân’ın Tefsiri Kitabı, hadis no: 3083. Ebû Dâvûd, Cihad Kitabı,
hadis no: 25 14. İbn Mâce, Cihad Kitabı, hadis no: 2813.
[29] Abdurrezzak, Musannef, 1/134 İbn Ebi Şeybe, Musanef
1/192.
[30] Mecmûu’l-Fetâvâ
[31] Mecmûu'l-Fetâvâ.
[32] Buhârî, Meğâzî Kitabı, 36. Bâb, hadis no: 4166; Muslim
Zekât Kitabı, 54. Bâb, hadis no: 2496.
[33] Buhârî, Meğâzî Kitabı, hadis no: 4416; Muslim,
Sahabinin Faziletleri Kitabı, hadis no: 6218.
[34] Ahmed (1/379).
[35] İbn Mâce 128.
[36] Buhârî, Kur’ân’ın Faziletleri Kitabı, 8. Bâb, hadis
no: 5000.
[37] Buhârî, Nebi’nin Ashabının Faziletleri Kitabı, hadis
no: 3763; Muslim, Sahabilerin Faziletleri Kitabı, hadis no: 2460.
[38] Buhârî, Nebi’nin Ashabının Faziletleri Kitabı, hadis
no: 2762.
[39] Buhârî, Nebi’nin Ashabının Fazileteri Kitabı, hadis
no: 3756.
[40] Buhârî, Abdest Kitabı, hadis no:143.
[41] Buhârî, Tefsir Kitabı, hadis no: 4811; Muslim, Münafıkların
Sıfatları ve Onlara Dair Hükümler, hadis no: 2876.
[42] Buhharî, Tefsir kitabı, hadis no: 4528; Muslim, Nikah
kitabı, hadis no: 1435.
[43] Buhârî, Tefsir Kitabı, 11. Bâb, hadis no:4485.
[44] Buhârî, Nebilerin Sözleri Kitabı, 50. Bâb, hadis no:
3461.
[45] Ahmed (3/338).
[46] Buhârî, Şehadât Kitabı, hadis no: 2685.
[47] Mecmûu’l-Fetavâ (13/304).