3- MÜSTAKİL VE KAPSAMLI TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:
4- ASRIMIZDAKİ DİĞER TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:
5- KUR’AN
ARAŞTIRMALARINA İLİŞKİN ÇALIŞMALAR:
6- TÜRKÇE TEFSİR
USULÜ ÇALIŞMALARI:
7- MÜSTEŞRİKLERİN ÇALIŞMALARI:
3- Kur’an’ın Diğer
İsimleri Ve Vasıfları:
5- Kur'an-ı Kerîm'in Muhtevası:
6- Kur’an’ın İ’cazi Özellikleri:
8- Kur’an İle Kudsi
Hadis Arasındaki Fark:
3) Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy
ve okunmayan vahiy)
5) Allah’ın Meleklere
Vahyetmesinin Keyfiyeti:
6) Vahiy Esnasında Rasulullah’ın
Durumu:
8) Vahyin Yazıldığı
Malzemeler:
Ayet Kelimesinin
Kur’an’daki Anlamları:
7-
Kur’an’ın Tümü Veya Belli Bölümleri:
3- Ayetlerin Sure İçindeki Tertibi:
6- Konu Bakımından İlk Olanlar:
7- Kur’an’ın Bir Defada
İnmemesinin Sebep Ve Hikmetleri:
6- Surelerin Mekki Ve
Medeni Oluşundaki Ölçüler:
7- Mekke’de Nazil Olan
Sureler:
8- Medine’de Nazil Olan
Sureler:
9- Hakkında İhtilaf
Edilen Sureler:
10- Medeni Surelerdeki
Mekki Ayetler:
11- Mekki Surelerdeki
Medeni Ayetler:
12- Mekke’de İnip Hükmü
Medeni Olan Ayetler:
13- Medine’de İnip
Hükmü Mekki Olan Ayetler:
14- Medeni Olanda Mekki
Nüzule Benzeyenler:
15- Mekki Olanda Medeni
Nüzule Benzeyenler:
16- Mekke’den Medine’ye
Taşınanlar:
17- Medine’den Mekke’ye
Taşınanlar:
18- Mekki Ve Medeni
Sureleri Bilmenin Faydaları:
19- Mekki Ve Medeni’nin
Bilinmesi:
20- Mekki İle Medeni
Arasındaki Fark:
21- Mekki Ve Medeni
Surelerin Alametleri:
22- Mekki Ve Medeni Surelerin Özellikleri:
1- Kur’an’ın Rasulullah
Devrinde Yazılması:
2- Kur’an’ın Rasulullah
Devrinde Ezberlenmesi:
3- Kur’an’ın Rasulullah
Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep Ve Hikmetleri:
4- Kur’an’ın Ebu Bekir
Devrinde Toplanması:
5- Kur’an’ın Hz. Osman
Zamanında Çoğaltılması:
6- Kur’an’ın
Harekelenme Ve Noktalanması:
7- Yedi Harf Ve Kıraat
Meselesi:
8- Mushafların Bölüm Ve
Parçalarıyla İlgili Bilgiler:
KONULU TEFSİR
USULÜ ÇALIŞMALARI
A) MUSHAF VE KIRAAT BİLGİSİNE İLİŞKİN ÇALIŞMALAR:
1- MUSHAF’IN YAZISI (RESMÜ’L-MUSHAF)
Resmü’l-Mushaf’a Dair
Kaynaklar:
3- KIRAAT İLMİ (KIRAATU’L-KUR’AN)
B- KUR’AN
İLİMLERİYLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR
1- NÜZUL SEBEPLERİ
(ESBABU’N-NÜZUL)
Nüzul Sebebini Bilmenin Faydaları:
Nüzul Sebeplerinin
Özellikleri:
Nüzul Sebeplerinin Problemleri:
Nasih ve Mensuh İlminin Önemi:
Nasih ve Mensuh Olması
Caiz Olan Şeyler:
Nasih ve Mensuhu Bilme
Şekilleri:
Nesh İle Tahsis
Arasındaki Fark:
İstisna İle Nesh ve Tahsis
Arasındaki Fark:
Müteşabihteki
Gizliliğin Belirdiği Yönler:
1) Müteşabihliğin
Sadece Lafızda Olması:
2) Müteşabihliğin
Sadece Manada Olması:
3) Müteşabihin Hem
Lafız Hem de Manada Oluşu:
Müteşabih Hakkında
Alimlerin Görüşleri:
4- BAŞLANGIÇ HARFLERİ (EL-HURUFU’L-MUKATTA’A)
5- SURE BAŞLANGIÇLARI (FEVATİHU’S-SUVER)
Fevatihu’s-Suver ve
Hurufu Mukatta’a Kaynakları:
7- İ’CAZU’L-KUR’AN (KUR’AN’IN EŞSİZLİĞİ)
2) Kur’an İfadelerinin
Zihinlere Yaklaştırıcı ve Düşündürücü Özelliği:
3) Kur’an’ın Bilimsel
ve Felsefi Bir Dil Kullanmayışı:
4) Kur’an İfadelerinin
İnsanın Zihin, His ve Ruh Dünyasına Birlikte Hitap Edişi:
8- AKSAMU’L-KUR’AN (KUR’AN’DAKI YEMINLER)
Mübhematu’l-Kur’an
Kaynakları:
19- KUR’AN’DA SUAL VE CEVAPLAR
23- AYETLER VE
SURELER ARASINDAKİ UYGUNLUK (TENASUBİ’L-AY VE’S-SÜVER)
Ayetler ve Sureler Arasındaki Uygunluğa
İlişkin Kaynaklar:
1) Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç:
2) Tefsir, Te’vil,
Terceme ve Meal Kelimelerinin Anlamı:
Tefsir İle Terceme
Arasındaki Farklar:
3) Kur’an-ı Kerim’in
Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri:
Latin Harfleriyle
Yapılan Tercemeler:
4) Kur’an-ı Kerim
Tefsirinde İhtilaf Sebepleri:
1) Rasulullah’ın
Zamanında Tefsir:
4) Tabiilerden Sonraki
Zamanda Tefsir:
Vahye
mazhar olan ve arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile
ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman
sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından[1]
doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri
(Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.[2]
Bunun
yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin
teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca
Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını
yasaklaması[3] da
Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.[4]
Bilinen
şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer
(23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde
aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde arap
olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini
ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere
gönderilmiştir.[5]
İşte
Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu
Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini
oluşturmuştur.
Daha
sonra Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin
korunmasına ilişkin kaideleri tesbit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an”
ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.[6]
Sahabeden
sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki
çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Her iki nesilden bu ilmin
temellerini atanları şöyle sıralamak mümkündür:
Dört
Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit
(45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa el-Eş’ari (44/664), Abdullah b.
Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer sahabilerden gelen rivayetlerle
tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte bazı ayetlerin kapalı yönleri
açıklanmıştır.[7]
Mücahid
b. Cebr (104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade
(118/736), Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem
(136/753).[8] Bunlar
Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a
bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini
oluşturmuşlardır.[9]
Hicretin
ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak
te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin
esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.[10] Bu
anlamda tefsirle meşgul olup eser verenler şunlardır:
1) Zeyd b. Harun es-Sülemi (117/735)
2) Mukatil b. Süleyman (150/767) Tefsiru Mukatil[11]
3) Şu’be b. Haccac (160/776).
4) Süfyanu’s-Sevri (161/777) Tefsiru’s-Süfyani’s-Sevri[12]
5) Veki’ b. el-Cerrah (197/812).
6) Süfyan b. Uyeyne (198/813) Tefsiru Süfyan b. Uyeyne[13]
7) Yahya b. Sellam (200/815)
et-Tesarif[14]
8) Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya
(207/822) Meani’l-Kur’an[15]
9) Abdurrezzek b.
Hemmam (211/826) Tefsiru’l-Kur’an)[16]
Sayılan
alimler sahabe ve tabiinin görüşlerini toplayıp eserler te’lif etmişlerdir.[17]
Kendileri aynı zamanda muhaddis oldukları için de tefsirleri hadis
mecmualarının tefsir bölümünde yer almıştır.
Hicri
ikinci asırdan itibaren her asırda, ileride ayrı ayrı ele alacağımız Kur’anî
ilimlere dair yüzlerce eser yazılmış ve yeni yeni ilimler tesis edilmiştir. Bu
durumda tefsir usulü çalışmalarını iki kategoride incelemek mümkündür. 1) Müstakil ve kapsamlı 2)
Konularına göre.
Zerkani’nin
bildirdiğine göre[18]
h. 4. asırdan önce derli toplu bir şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle
Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle
bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta
toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin tamamına sahipti.
Zerkani’nin
bu ifadesinden anlaşıldığına göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif
çalışmaları, konularına göre gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra
başlamıştır.
Zerkani,
müstakil ve kapsamlı tefsir usulü çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin
(450/1038) “El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken[19]
Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri”
ismini de vererek te’lif etmesi açısından İbn Merzeban tarafından yapıldığını
öne sürmüştür.[20]
Ancak
araştırmalar ve incelemelerimize göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif
ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an” adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki
yapılarak neşredilen bu kitabın[21]
belli başlı tefsir usulü konularını ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin
anılan eserini tefsir usulü çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı
çalışmaların başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.
Tefsir
usulünün başlangıcını h. 3. veya 4. asır kabul eden münakaşaları burada
belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde yapılan çalışmaları ve müellifleri
tanıyalım.
Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır. Tefsir usulünün ilki
olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an” adlı eserin sahibidir.
Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı vardır.[22]
1) Muhammed b. Halef el-Merzebân: (309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya
50’den fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin
sahibidir.[23]
2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935) Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin
kurucusudur. Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha
sonra Ehl-i Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin
sahibidir. 300’den fazla eseri vardır.[24]
3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939) Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat
alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid)
ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[25]
4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok
kişiyi öldürdüğü için kassab diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin
sahibidir.[26]
5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998) Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’
fi ulumi’l-Kur’an adlı 20 ciltlik eseri vardır.[27]
1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi: (430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi
ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.[28]
2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103) Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li
Ulumi’l-Kur’an adlı 300 bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil
adlı 6 ciltlik eserin sahibidir.[29]
1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün
yapmıştır. Bağdat’lıdır. Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir.
Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır.
“El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların
sahibidir.[30]
2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b. Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir.
Endülüs’lüdür. Tefsir alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi
Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz” adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi
vardır.[31]
3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir.
Endülüs’lüdür. Maliki mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta,
Tirmizi şerhleri, Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi
Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı eserin sahibidir.[32]
4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir.
Bağdat’lıdır. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat
alimidir. 300’den fazla kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an,
Zadu’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi
Tefsiri’l-Ğarib, Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa
gibi eserlerin sahibidir.[33]
1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi: (716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi
İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[34]
2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir.
Harran’lıdır. Tatar zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir.
Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır.
Mukaddime fi usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların
sahibidir.[35]
3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b. Behadur b. Abdullah
ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir.
Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi
Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[36]
1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b. Ömer b. Rislan b.
Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421)
Kahire’lidir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min
Mevakiu’n-Nucum adlı eserin sahibidir.[37]
2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat
etmiştir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir.
60’tan fazla eseri vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin
sahibidir.[38]
Celaleddin b. Kemaleddin
es-Suyuti: (911/1506) Kahire’lidir.
Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat alimidir. 500’den fazla
eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur,
El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[39]
İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı bir Osmanlı alimidir.
Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili bir eseri vardır.[40]
Ahmed b. Abdurrahim Şah
Veliyyullah ed-Dihlevi: (1176/1764)
Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir. Fethu’r-Rahman,
El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.[41]
1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi: (1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih
alimidir. 30’a yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li
Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[42]
2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948) Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden
mezun oldu. Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[43]
3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir
ve’l-Müfessirin adlı eserin sahibidir.
Asrımızda
Kur’an ilimleriyle ilgili çalışma ve araştırmalarda büyük artış görülmektedir.
Tefsir Usulü ile ilgili bu son dönem çalışmalarından tesbit edebildiklerimiz
şunlardır:
1) Ebu Abdillah Zencani
(1356/1935), Tarihu’l-Kur’an, s. 83.
2) Muhammed Ebu Selame,
Menhecu’l-Furkan, Kahire, 1359/1938.
3) Emin el-Hûli, Et-Tefsir ve
Mealimu hayatihi ve Menhecühü’l-Yevm, Mısır, 1944.
4) Ahmed Adil Kemal,
Ulumu’l-Kur’an, Mısır, 1951, s. 173.
5) Subhi’s-Salih, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1381/1962, s. 440. Said Şimşek tarafından Kur’an
ilimleri adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Konya, ts.
6) İzzet Hüseyin, Ulumu’l-Kur’an,
Dımeşk, 1962.
7) İbrahim el-Ebyari,
Tarihu’l-Kur’an, Kahire, 1965, s. 164.
8) Muhammed Fadl b. Aşur,
Et-Tefsir ve Ricaluh, Tunus, 1972, s. 183.
9) Abdulkahhar Davud el-Ani,
Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an, Bağdat, 1972.
10) Mennau’l-Kattan, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1393/1973.
11) Muhammed Sabbağ, Lemahat fi
Ulumi’l-Kur’an ve İttihacatu’t-tefsir, Dımeşk, 1394/1974.
12) Adnan Zerzur, Tarihu’l-Kur’an
ve Ulumuh, Dımeşk, 1395/1975.
13) Abdulfettah el-Kadı, Min
Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1396/1976.
14) Şaban Muhammed İsmail,
Maa’l-Kur’ani’l-Kerim, Mısır, 1398/1978; El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an
ve’s-Sünne ve Ulumi’l-İslamiyye, c. 2, Kahire, 1400/1980.
15) Mahmut Zalat, Et-Tibyan fi
Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1399/1979.
16) Mahmud İbrahim
Şerif, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.
17) Fehd b. Abdurrahman er-Rumi,
Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye el-Hadise fi’t-Tefsir, Beyrut, 1401/1981;
İtticahatu’t-tefsir fi’l-Karni’r-Rabia Aşere, c. 3, Riyad, 1407/1986.
18) Muhammed Ali es-Sabuni,
et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1405/1985.
19) Abdulmun’im en-Nemr,
Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1403/1983; İlmu’t-Tefsir Keyfe Neşee ve
Tetavvera, Kahire, 1405/1985.
20) Abdullah Mahmud Şehhate,
Tarihu’l-Kur’an ve’t-Tefsir; Ulumu’l-Kur’an ve’t-Tefsir, Kahire 1403/1983;
Ulumu’l-Kur’an, Kahire, 1985; Ulumu’t-Tefsir, Kahire, 1986.
21) Emir Abdulaziz, Dırasat fi
Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1403/1983.
22) Nureddin Itr, Muhadarat fi
Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1404/1984.
23) Abdulğafur Mahmud Mustafa
Ca’fer, Buhus fi Ulumi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1403/1983; Dirasat fi
Ulumi’l-Kur’an ve Menahicü’l-Müfessirin, 1408/1987.
24) Muhammedi Abdurrahman,
El-Mücmel fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır, 1403/1983.
25) Mahmud Bisyuni Fude,
Neş’etü’t-Tefsir ve Menhecuh, Mısır, 1406/1986.[44]
26) A. Ahmed Ali, Müzekkeretu
Ulumu’l-Kur’an.
27) Ahmed Muhammed
Cemal, Ulumu’l-Kur’an.[45]
Kur’an-ı Kerim’in
lafız ve mana derinliklerine nüfuz etmeyi hedefleyen çalışmalara ilk asırlardan
itibaren başlandığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda Kur’an tefsirine ve Kur’an’ın
iyi anlaşılmasına yardımcı olan çalışmalar, başlangıçtan günümüze kadar devam
etmiş, özellikle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. Tefsir usulüne kaynak teşkil
edecek olan ve çoğunlukla Kur’an araştırmaları olarak nitelenen bu eserleri
müellifleriyle kısaca tanıyalım:
1) Mahmud b. el-Ferec en-Nisaburi
(235/850) el-Kur’an[46]
2) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe
(235/849) Sevabu’l-Kur’an[47]
3) Ahmed b. Hanbel (241/855)
Cevabatu’l-Kur’an ve er-Redd ala men İddea’t-Tenakuz fi’l-Kur’an[48]
4) İsmail b. İshak (282/835)
El-İhticac bi’l-Kur’an[49]
5) Ebu Ubeyd el-Belhi, Ahmed b.
Sehl (322/933) Kitabu Kavarii’l-Kur’an; Kitabu İnne Surete’l-Hamd tenubu an
Cemii’l-Kur’an[50]
6) Ebu Bekir en-Nakkaş (355/965)
El-Muvaddıh fi Maani’l-Kur’an[51]
7) Ebu Bekir el-Cessas, (370/980)
Kitabu İlhami’l-Kur’an[52]
8) İmam el-Gazali (505/1111)
Tercümanu’l-Kur’an ve Düreruh[53]
9) Ebu’l-Hüseyin İbnu’d-Dekkak,
Ali b. el-Kasım el-İşbili (605/1208) Müfredatu’l-Kur’an[54]
10) Muhammed b. Ahmed
el-İskenderani (1306/1889) Keşfü’l-Esrari’n-Nuraniyyetü’l-Kur’an[55]
11) Muhammed Abduh (1323/1905)
Durus Mine’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1400/1980.
12) Muhammed Tahir b. Abdulkadir
el-Kürdi el-Mekki, Tarihu’l-Kur’an, Mısır 1372/1953.
13) Ahmed Halil,
Neş’etü’t-Tefsirfi Kütübi’l-Mukaddeseti ve’l-Kur’an, İskenderiyye, 1373/1954.
14) Muhammed Ebu Şuhbe, El-Medhal
li Diraseti’l-Kur’an, 1377/1958.
15) Muhammed
Abdullah Draz, (1958) Dusturu’l-Ahlak fi’l-Kur’an, Tah: Abdussabur Şahin,
Beyrut, 1972; Medhal ile’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt 1400/1980; en-Nebeü’l-Azim
Kuveyt, 1390/1970, Suat Yıldırım tarafından En Mühim Mesaj Kur’an adıyla
Türkçeye tercüme edilmiştir. Akçağ Yayınları, Ankara, 1985.
16) Muhammed el-Gazali, Nazarat
fi’l-Kur’an, Kahire, 1377/1958 s. 83.
17) Muhammed Sadık Urcun,
El-Kur’ani’l-Azim, Hedyuhu, İ’cazuhu fi Akvali’l-Müfessirin, Kahire 1966, s.
328.
18) Muhammed Mahmud Hicazi,
el-Vahdetü’lMevduiyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1390/1970.
19) Abdurrahman Fude, El-Vahyu
ve’l-Kur’an, Mısır 1390/1970, s. 64.
20) Ahmet Halil, Dirasat
fi’l-Kur’an, Kahire, 1972 s. 166.
21) M. Sadık er-Rafii, Tahte
Rayeti’l-Kur’an, 1394/1974, s. 414.
22) İbrahim Abdulhamid Selame,
Kasabi Mahmud Zalat, Abdulhayy Hüseyin, Muhammed Abdulmun’im, Dirasat
Kur’aniyye Mısır, 1396/1976.
23) Muhammed Said
Ramazan el-Buti, Min Ravaii’l-Kur’an, Dımeşk, 1977, s. 351.
24) Abdussalim
Mükrim, Mine’d-Diraseti’l-Kur’aniyye, 1978.
25) Muhammed Kutub, Dirasat
Kur’aniyye, Beyrut, 1979.
26) Muhammed Bisyuni
Fude, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.
27) Ahmed Cemal
el-Umri, Dirasat fi’l-Kur’an ve’s-Sünne, Kahire, 1982.
28) Rauf Şelebi,
Cevahiru’l-İrfan fi’d-Da’ve Ulumi’l-Kur’an, Kahire 1406/1986.
29) Muhammed İzzed
Derveze, el-Kur’an ve’l-Mübeşşirun, s. 467; El-Kur’anu’l-Mecid, Tenziluh,
Uslubuh, Eseruh, Cem’uh, Beyrut, s. 340; Ed-Dusturu’l-Kur’aniyye
ve’s-Sünnetü’n-Nebeviyye fi Şuuni’l-Hayat, Kahire, ts.
30) Ahmed Faiz,
Dusturu’l-Usre fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut ts.
31) Muhammed
Abdulaziz el-Huli, el-Kur’an, Vasfuh, hidayetuh, Eseruh, İ’cazuh, Kahire, s.
108.
32) Salih
el-Büleyhi, El-Hedyu ve’l-Beyan fi
Emsali’l-Kur’an, Riyad.
Tefsir Usulüyle
ilgili türkçe çalışma ve araştırmaların son dönemde arttığı görülmektedir.
Osmanlı alimlerinin çoğunlukla tefsir ve usulüne ilişkin eserleri arapça
yazdıkları görülmektedir. Türkçe olarak tesbit edebildiğimiz Tefsir Tarihi,
Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleriyle ilgili Türtçe eserleri müellifleriyle
tanıyalım:
1) Ahmed b. Muhammed: Tabakatu’l-Müfessirin. Veli Efendi Kütüphanesi no: 427. Türkçe Yazma bir
tabakat kitabı.
2) Buras’lı Mehmed Tahir: (1861-1924) Delilu’t-Tefasir. İstanbul 1325.
Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi ile ilgili öz bilgiler içerir. Üç ciltlik
Osman’lı Müellifleri kitabının da yazarıdır.
3) Bergama’lı Cevdet Bey: (1873-1925) Tefsir Tarihi, İstanbul 1927, s.
152. Daru’l-Fünun İlahiyat Fakultesi’ndeki ders notlarıdır. Ayat-ı Müteşabihe
adlı kitabın da yazarıdır.
4) İsmail Hakkı İzmirli: (1868-1946) Tarih-i Kur’an İstanbul, 1955.
Kelam, Felsefe, Mantık, Dinler ve Mezheplerle ilgili bir çok eseri vardır. 7
dil bilmektedir. Meani’l-Kur’an adlı kitabın da yazarıdır.
5) Ömer Rıza Doğrul: (v. 1952) Tanrı Buyruğu (Kur’an’ın Tercüme ve Tefsiri) İstanbul, 1980, 4.
Baskı. 734 sayfadan oluşan eserin 250 sayfalık bölümü İslam, Kur’an ve Tefsir
usulüne ilişkin konuları ihtiva etmektedir. Kur’an Nedir? İstanbul, 1345/1927,
s. 156. Kur’an’ın tarifi, tertibi, tarihi, Avrupada Arapça olarak basımı ve
batı dillerine tercemesi, Avrupa müsteşrik ve bilginlerine göre Kur’an’ın
değerlendirilişi ele alınıp incelenmiştir.
6)
M, Tayyib Okiç: İlahiyat Fakültesi Tefsir Dersi Takrirleri,
1952.
7) Ömer Nasuhi Bilmen: Büyük Tefsir Tarihi. Bilmen Yayınevi, c. 2, İstanbul, 1973. Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihiyle ilgili iki
ciltlik bir eserdir. Kur’an hakkında umumi bilgiler ve 464 müfessirin hayatı
hakkında bilgiler vardır.
8) Osman Keskioğlu:
(v. 1989) Kur’an Tarihi Nebioğlu Yayınevi, İstanbul, 1953, s. 373. Nüzulünden
Günümüze Kur’an-ı Kerim Bilgileri Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara, 1987,
s. 336.
9) İsmail Cerrahoğlu: Tefsir Usulü. Ankara, 1979, s. 352. Tefsir Tarihi. Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları c. 2, Ankara, 1988.
10) Mehmet Sofoğlu: (1923-1987)
Tefsire Giriş. Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981, s. 388.
11) Süleyman Ateş: İşari
Tefsir Okulu A. Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974, s. 359.
12) Muhammed Hamidullah-Macit Yaşaroğlu: Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler
Bilbiyografyası Yağmur Yayınları, İstanbul, 1965, s. 169.
13) Abdurrahman Çetin: Kur’an İlimleri ve Kur’an-ı Kerim Tarihi Dergâh Yayınları, İstanbul, s.
309.
14) Suat Yıldırım: Kur’an-ı
Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul 1983, s. 240.
Kur'ân, tercih edilen görüşe
göre, "karae" fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh'ın son kitabına
özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir.
Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür:
"Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'ân'ı okurken, acele ederek onunla
beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim
işimizdir. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle" (el-Kıyâme, 75/16-18). [56]
Kur’an kelimesinin kökü ve
anlamıyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşler Kur’an’ın
hemzesiz veya hemzeli oluşuna dayanmaktadır.
1) Hemzesiz
olduğunu iddia edenler ve görüşleri şöyle tanımlanabilir:
a) Ebu Zekeriyya Yahya ibn Ziyad
el-Ferra (207/822)’ya göre Kur’an kelimesi Karine’nin çoğulu olan “Karain”den
türemiştir. Ayetler birbirine benzediği için bu kelime ilahi kitaba alem
olmuştur.[57]
b) İmam Muhammed ibn İdris eş-Şafii
(204/819)’ye göre de Kur’an kelimesi hiçbir kelimeden türememiştir. Hemzesiz ve
“el” harf-i tarifi ile mürtecel isimdir. Yani “Karae” fiilinden türemiş bir
isim değildir. Eğer bu kelimeden türetilmiş olsaydı, her okunana Kur’an
denilmesi gerekirdi. Tevrat ve İncil’e Tevrat ve İncil isimleri verildiği gibi
Kur’an-ı Kerim’e de Kur’an ismi verilmiştir.[58]
c) Ebu’l-Hasan el-Eş’ari
(324/936)’ye göre Kur’an kelimesi, bir şeyi diğer bir şeye katmak ve
yaklaştırmak manasını ifade eden “Karane” fiilinden türemiştir. Zira sureler ve
ayetler yan yana dizilerek birbirlerine eklenmişlerdir.[59]
Ebu Bekir ibn Mücahid (324/936) de, Ebu Amr ibn el-A’la (154/771) Kur’an
lafzını hemzelemezdi, demektedir.[60]
2) Kur’an
kelimesinin hemzeli olduğunu iddia edenler ve görüşleri de şöyledir:
a) Ebu İshak ez-Zeccac (311/923)’a
göre Kur’an lafzı “Fu’lan” vezninde sıfattır. Toplamak anlamına gelen
“Kırae”den türemiş hemzeli bir kelimedir. Gerçekten Kur’an, sureleri topladığı
gibi geçmiş kitapların, hatta bütün ilimlerin de meyvelerini toplamıştır.[61]
“Kitab’ı sana, her şey için bir
açıklama olarak indirdik.” (Nahl: 16/89)
“Biz, Kitab’ta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık.” (En’am: 6/38)
b) Ebu’l-Hasan Ali ibn Hazm
el-Lihyani (215/830) de Kur’an’ın “Ğufran” vezninde hemzeli bir masdar olduğunu
savunmaktadır. Ona göre Kur’an, okumak, anlamına gelen “Kırae”den türemiştir.
Dünyada en çok okunan ve okunacak kitap olduğu için Kur’an denilmiştir. Masdar
olan “Kur’an” ism-i mef’ul anlamını ihtiva etmektedir.[62] İslam alimleri arasında en
kuvvetli ve tercih edilen görüş de budur.[63] Zira Kur’an kelimesinin hemzesiz
okunuşu, onu hafifletmek içindir. Yoksa bu onun hemzesiz olduğuna delalet
etmez.[64] “Karae” fiili ve müştakları
Kur’an’da 75 yerde geçmektedir.
Gerçekte Kur’an lafzı, Kur’an-ı
Kerim’de de tilavet ve kıraat anlamına kullanılmış olup çeşitli ayetler bunu
vurgulamaktadır. Kur’an lafzı, Muhammed’e (s.a.v.) indirilen kitaba tahsis
edilip onun için şahsi alem gibi olmuştur. Lafzi ortaklık sebebiyle, Kur’an’ın
tümüne veya ayetlerinden her ayete “Kur’an” denir. Sen Kur’an’dan bir ayet
okuyan kimseyi işittiğin zaman: “O, Kur’an okuyor”, demen doğrudur.[65]
“Onu toplamak ve sana okutmak
şüphesiz bize düşer. Sana onu okuduğumuz zaman onun okunuşunu izle. Sonra onu
açıklamak bize aittir.” (Kıyamet: 75/17-19)
“Kur’an okunduğu zaman, hemen onu
dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiş olursunuz.”
(A’raf: 7/204)
Kur’an, son vahiy dini olan
İslâm'ın kutsal kitabıdır.
Kur'ân-ı Kerim'in özlü tarifi
şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed'e arapça olarak indirilmiş, bize
kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile
başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.
Kur'ân-ı Kerim'in, Hz Muhammed'in
risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren
en büyük kerem sahibidir" (el-Alâk, 96/1-5).
İlk inen âyetlerin inananları
okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik
mesajı taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur:
"Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan
nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3). [66]
Kur’an, Muhammed’e (s.a.v.) vahiy
yoluyla gönderilen ilahi kitabın adıdır. Bu ad, Kur’an-ı Kerim’e bizzat Yüce
Allah tarafından verilmiştir. Buna işaret eden pek çok ayet vardır.
İslâm'ın kutsal kitabının özel
adı olan Kur'an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış sekiz kadar âyette
kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız:
"Ey Peygamber! Kur'anı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden
kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın, yani
"eûzübillâhimineşşeytânirracîm" de (en-Nahl: 16/98).
"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet
olunasınız" (el-A'râf:
7/204).
"Şüphesiz
bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür. Salih amel işleyen mü'minlere büyük
bir mükâfat olduğunu, âhirete iman etmeyenlere de can yakıcı bir azap
hazırladığımızı müjdeler" (el-İsrâ: 17/9-10).
"Biz
Kur'an'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz.
Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr" (el-İsrâ: 17/82).
“Doğrusu o kitap, Kur’an-ı
Kerim’dir.” (Vakıa: 56/77)
“Doğrusu Kur’an-ı sana indiren
Biziz, Biz!” (İnsan: 76/23)
“Biz onu anlayasınız diye Arapça
Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf: 12/2)
Istılâhta genel olarak:
"Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla Resûl-i Ekrem (sav)'e indirilmiş
olan ve peygamberimizden bize tevatüren nakledilen bir nazmdır"[67]
tarifi uygun bulunmuştur.
Bunun dışında "Müslümanların
mukaddes kitabı olup, Resûl-i Ekrem (sav)'e gelen vahiyleri ihtiva eder"[68]
tarifi de vardır.[69]
“Kur’an,
Rasulullah’a vahiy yoluyla gelen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve
tilavetiyle ibadet olunan en üstün sözdür.”[70]
Kur’an’ın geniş anlamda tarifi budur. Buna göre Kur’an, yirmi üç senelik bir
dönemde Rasulullah’a vahiy yoluyla gelmiştir. Fatiha suresinden Nas suresinin
sonuna kadar bütün sureler mushaflarda yazılmıştır. Tevatürle, yani aksine hiç
bir ihtimalin bulunmadığını belgeleyen doğru bir senetle nakledilmiştir. Namazda
ve başka yerlerde okunmasıyla da ibadet edilen en üstün ve en mükemmel sözdür.
Kur’an, Allah kelamı olup mahluk değildir.
Fatiha
suresinden Nas suresinin sonuna kadar
yazı ile tesbit edilmiş bulunan, kendisine has lafzı, üslubu ve manası
olan bu mukaddes mecmuaya “Mushaf” adı
verilmiştir. Mushafın çoğuluna “Mesahif” denir. İki kapak arasında bulunan sahifeler anlamındadır.
Kur’an-ı
Kerim’in çeşitli isimleri vardır. Bunlar arasında en çok kullanılanı Kur’an’dır.
Ona verilen bu çeşitli isimler Kur’an’da pek çok yerde geçmektedir. Bunlardan
bazısı isim, bazısı da sıfat olarak kullanılmaktadır. Bu mukaddes kitabın isim
veya vasıf olarak 90 küsür isminin olduğu söylenmişse de Zerkeşi Kur’an
isimlerinin 55 olduğunu nakletmiştir.[71]
En meşhurları şunlardır:
1) El-Kitab:
Kalemlerle tedvin edildiği için bu adı almıştır. Bu kelime Kur’an’da 230 yerde
geçmektedir. İslâm
hukukunda Kur'ân için daha çok "Kitap" ismi kullanılır. Birçok âyette
"el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür.
“Elif Lam Mim. Kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için bir
hidayettir.”
(Bakara: 2/1-2)
2) El-Furkan: Bu
kelime ayırmak anlamında bir mastardır. Kur’an, hak ile batılı, helal ile
haramı tam anlamıyla ayırdığı için bu isimle adlandırılmıştır.
“Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren ne yücedir.” (Furkan: 25/1)
3) Ez-Zikr: Anmak ve hatırlamak anlamına
gelen bu kelime, Allah’ı andırıp, tanıttığı ve unutmamak üzere hatırlattığı
için Kur’an’ın ismi olmuştur. Anmak; kalple, dille ve amelle olur.
“Hiç şüphesiz Zikr’i biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten
biziz.” (Hicr:
15/9)
4) Et-Tenzil: Allah katından indirildiği için bu isim
verilmiştir.
“Gerçekten o, alemlerin Rabbinin indirmesidir.” (Şuara: 26/192)
Allah,
Kur’an’ı birçok vasıflarla vasıflandırmıştır. Her adlandırma veya
vasıflandırma, Kur’an’ın manalarından bir manaya göredir:
5-8) El-Huda
(Hidayet), Er-Rahmet, Eş-Şifa, El-Mev’ıza (Öğüt):
“Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici bir kitaptır.” (el-Bakara, 2/2)
“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve
mü’minler için bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yunus: 10/57)
9) En-Nûr:
“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size
apaçık bir nûr indirdik." (Nisa: 4/174)
10) El-Mubarek:
“İşte bu da bizim indirdiğimiz bir Kitab. Mubarek ve
kendinden önceki kitapları tasdik edicidir.” (En’am: 6/92)
11) El-Mubin (Apaçık):
“Gerçekten size Allah’tan bir nûr, apaçık bir kitap
geldi.”
(Maide: 5/15)
12) El-Büşra (Müjde):
“Gerçekten onu, Allah’ın izniyle kendinden öncekileri
doğrulayıcı ve mü’minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine
indiren O’dur.” (Bakara: 2/97)
13) El-Azîz (Kıymetli-Yüce):
“Şüphesiz, kendilerine zikir gelince onu inkâr edenler;
oysa o, azîz bir kitaptır.” (Fussilet: 41/41)
14) El-Mecid (Şerefli-Üstün):
“Hayır; o, şerefli-üstün olan bir Kur’an’dır.” (Buruc: 85/21)
15) El-Beşir en-Nezir (Müjdeleyici-Korkutucu):
“Bilen bir kavim için, müjdeleyici ve uyarıcı olmak
üzere, ayetleri fasıllar halinde açıklanmış Arapça bir Kur’an’dır.” (Fussilet: 41/3-4)[72]
16) er-Ruh:
“Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir
bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi
hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yönelip-iletiyorsun.” (eş-Şûrâ, 42/52)
17) eş-Şifâ:
“Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o,
zalimlere kayıplardan başkasını artırmaz.” (el-İsrâ, 17/82)
18) el-Mesânî:
“Allah, müteşabih, ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi.
Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O’ndan derileri ürperir. Sonra
onların derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu
Allah’ın yoll göstermesidir, onunla dilediğini hidaye erdirir. Allah kimi
saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.” (ez-Zümer, 39/23)
19) Ümmü'l-Kitab:
“Ha, Mim. Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki aklınızı
kullanırsınız diyeArapça bir Kur’an kıldık.” (ez-Zuhruf, 43/1-4)[73]
Kur’an-ı
Kerim’e bunlardan başka isim ve vasıflar da verilmiştir. Bunlardan bazıları
şunlardır:
“El-Müheymin, El-Hakk, El-Hakîm, El-Burhan,
El-Vahy, El-Beyân, El-Belâğ, Et-Tezkire, El-Urvetü’l-Vüskâ, El-Fasl, El-Adl,
es-Sıdk, el-Kasas, Kelâmullah, Hablullah, Ahsenu’l-hadis, el-Kayyim,
Ümmü’l-Kitab.”
Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in sağlığında Kur'an'ın bütününü yazmıştır. İnen her âyeti bizzat Hz.
Peygamber tarafından vahiy katiplerine okunur, onlar da yerlerine yazarlardı.
Ancak Hz. Peygamber (s.a.s), nâzil olan âyetlerin ashabı tarafından
ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashabından ne kadar çok kimse
ezberlemiş olursa olsun, hafıza, daima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan
bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu
gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeble Hz.
Peygamber, vahyi ezberleyenler yanında, onu bir de yanlışsız olarak yazabilecek
kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu katipler
aracılığıyla yazdırmıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b. Affân, Ali
b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Muâviye b. Ebî
Süfyan, Muhammed b. Mesleme, Eban b. Sa'd, Hz. Peygambere vahiy katipliği yapan
sahabilerden bazılarıdır.
Kur'an-ı Kerim, Hz. peygamber
devrinde bizzat vahiy meleği ve Nebi (s.a.s)'in birbirlerine karşılıklı
okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz. Peygamber' in
sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta toplanmasına imkân
yoktu. Çünkü vahyin Hz. Peygamberin ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir.[74]
Hz. Peygamber'in vefatından dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun
vefatıyla son buldu. Böylece Kur'an inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Yüz on dört sûre, altıbin altıyüz
altmış altı âyetten müteşekkildir.
Kur'an sûreleri bazen bir bütün
olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı sûreleri Mekke'de inmesi
dolayısıyla "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiklerinden
"Medenî" diye nitelendirilmiş ve yirmi iki yılda tamamlanmıştır.
Vahyedilen bütün sûrelerin
hafızlar tarafından ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri ve kiremit
inceliğindeki pişirilmiş tuğlalara yazılmak suretiyle korunmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatını
takip eden Yemâme savaşlarında yetmiş kadar hafız (kurrâ)'ın şehid düşmesi
müslümanları telâşa düşürmüştü. Hz. Ömer de hafızların toplanması için halife
Hz. Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz.
Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa'd b. Ebi
Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon
tarafından Kur'an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi.[75]
Hafız ve kâtib olan Zeyd b. Sâbit,
Hz. Ebû Bekir'in talimi, Hz. Ömer'in yardım ve gözetimi altında, elinde yazılı
Kur'an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de
ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden yazıldığına dair iki güvenilir
şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya
getirilmiş ve Kur'an-ı Kerim'in aslî nüshası yazılarak halife Hz. Ebu Bekir'e
teslim edilmiştir. Zeyd b. Sâbit'in çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu aslî
nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Abdullah b. Mes'ûd'un
teklifiyle iki kapak arasında "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma
ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve
güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur'an-ı Kerim her hangi
bir tahrifata uğramadan "Mushaf" haline getirilerek aynı mushaftan
çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.
Hz. Ömer devrinde Kur'an
öğretimine hız verildi. Gerek Medine'de gerekse sınırları günden güne
genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz
sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir. Fakat
zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim
ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş
ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M. 648'de Ermenistan ve Azerbaycan
fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su
yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel
olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Hz. Osman'a başvurarak bu durumun
düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife
Hz. Osman, Rasulullâh'ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında
yalnızca Hz. Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur'ân mushaflarının
kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların
kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Hz. Osman bir önlem olarak da
gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer
tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Hz. Ebû Bekir zamanında
yazılan İmam Mushaf, Hz. Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı
Hz. Hafsa'ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların
yedi nüsha olduğu söylenir.[76]
Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında
çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali'nin Hz. Osman için
"Eğer Osman (r.a) Kur'an'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması
işini yapmasaydı ben yapardım" dediği bilinmektedir.
Kur'an-ı Kerim Fatiha sûresi ile
başlayıp Nâs sûresi ile son bulmuştur. Ondört yerinde tilâvet secdesi yer
almaktadır.[77] Bunlar
okunduğunda tilâvet secdesi yapmak vacibdir.
Hz. Osman (r.a) tarafından
değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu.
Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam
olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile
ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) neşretmiştir.
Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kuran'larla Taşkent'teki Kur'an
arasında tam bir benzerlik, aynılık sözkonusudur.[78]
Hz. Ebû Bekr'in (ö. 13/634)
halifeliği sırasında Kur'an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline
getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes'ud'un (ö.32/652)
"Habeşistan'da bir kitap gördüm, ona Mushaf adını vermişlerdi" demesi
üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur.[79]
Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.[80]
Kur'an yirmi üç yılda parça parça
indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha
çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine,
meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz. Âdem (a.s)'den
beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve
geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada tevhid inancından
ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir: "Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı
ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?" (el-Bakara,
2/170).
Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in,
Hz. Âdem'den sonra peygamber olan Hz. Nuh'tan itibaren devam eden vahiy
zincirinin devamı olduğunu da açıklar:
"Şüphesiz biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen
peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a
da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik" (en-Nisâ, 4/163)
Medine'de inen âyet ve sûrelerde
daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların
birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve savaş halleri bu
âyetlerde açıklanır. Çünkü M. 622 tarihinden itibaren artık Medine'de bu
hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti teşekkül etmişti.
Bu Devlet'in basında da Allah'ın elçisi Hz Muhammed bulunuyordu.
Allah-ü Teala hafifinden ağırına
doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, resûlüllah ve ashabı bunları
geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid
içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu
devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak
şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden gelmemiş, gelenler de giderek
tamamlanmıştır. Mesela: namaz, sabah ve akşam iki vakit iken, sonra beş vakit
olmuştur. İçki önceleri yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu belirtilmiş, sonra
sarhoş iken namaza yaklaşılması yasaklanmış, en sonunda da kesin olarak haram
kılınmıştır.[81]
Kur'an-ı Kerim'de yer alan
hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle buyurulur:
"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yüklemez." (el-Bakara, 2/286)
Hükümlerde başka bir özellik de
kolaylık prensibidir.
"Allah size kolaylık diler. Size güçlük
istemez" (el-Bakara, 2/185)[82]
Hz. Peygamber ayetlerde
belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinir, çeşitli konularda
çok soru soran sahabelere: "Ben sizi
kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın"[83]
buyururdu. Nitekim hac ibadeti farz kılınınca[84] Resûlüllah (s.a.s.) bunu
tebliğ etmiş ve ashab-ı kirama hac yapmalarını bildirmiştir. Bir sahabenin bu
ibadeti için: "Her yıl mı?" sorusuna üç defa tekrarlaması üzerine,
Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur:
"Sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru
sormaları ve aldıkları cevaplarla amel etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır.
Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime
bırakın"[85]
Kur'an'ın parça parça inişi
uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen ayetler
ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalblere yerleştiriyordu. Müşrikler
Kur'an'ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid yönetilince,
kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi:
"İnkar edenler; Kur'an ona bir defada
indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için
azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" (el-Furkan, 25/32)
Ayetlerin olaylar üzerine inişi,
tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı
olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü nüzul). Kur'an
tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.
Kur'an-ı Kerim'i gerek Mekke ve
gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve
bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir
topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda birleşmesi düşünülmeyen
topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve değişikliğe
uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve hafızalarda
kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin
doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu
prensip gereğince Hz. Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken
tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması
için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir.
Bunlardan birisi de yemin ile ilgili; "Bunları
yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir."
(el-Maide, 5/89) âyetinin devamında "mütetâbiat
(peşpeşe)" ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası
ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda)
belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (el-Bakara, 2/233)
âyetindeki "mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem (evlenilmesi yasak
olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan
sayılmaz.[86]
Tevâtür derecesine ulaşamayan bu
gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı
konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini
nakleden sahabe bunu ya Hz. Peygamber' den işitmiştir veya kendi görüşü ve
ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için
vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise
şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin keffâreti olarak
tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve
Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet
sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz.[87]
Kur'ân-ı Kerîm bir benzeri
yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir. Âyetlerde bu
özellik şöyle dile getirilir:
"Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğiniz Kur'an'dan
şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah'tan
başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu
yapın" (el-Bakara, 2/23)
"Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu
diyorlar?" De ki: "Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun
benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah'tan başka gücünüzün yettiği
kim varsa onları da yardıma çağırın" (Yunûs 10/38).
Kur'an yalnız Araplar için değil,
yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir. Onun öğretileri
cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur:
"Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) [88]
Bu özelliği Kur'an'ın i'caz
yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur'an'ın insan gücü üstündeki bazı
özellikleri şunlardır:
1. Belâgat: Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve
orijinaldir. Kur'an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri
yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna
aşağıdaki âyetler örnek verilebilir:
"Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet
saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın
emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş
gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok
çetindir" (el-Hac, 22/ 1, 2).
2. Kur'an'ın geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur'an; Hz. Nuh, Lut,
İbrahim peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır.
Yine Hz. Musa ve Fir'avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem'i, Hz. İsa ve
doğumu gibi haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir. Bunlar, diğer semavi
dinlerin kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır. Bütün
bunlar ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz. Muhammed'in
diliyle haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy ürünü olmasını
gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulur:
"Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle
de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi" (el-Ankebût, 29/48).
3. Kur'ân'ın gelecek olayları haber verişi: Kur'an'da haber verilen,
geleceğe ait bir takım olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları
örnek verebiliriz:
İslâm'ın ortaya çıkışı sırasında
Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın güçlü iki ülkesi idiler.
Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak'ın bir bölümü Bizans'a bağlı idi. M.613
tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa girişti. İran galip gelerek
Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirmiş, Anadolu'yu da istilâ ederek
İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti. Bu haber Mekke'ye ulaşınca
müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans'ı yenip perişan ettiği gibi,
kendilerinin müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar hristiyan ve
ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke müşrikleri
İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından dolayı
seviniyorlardı. İşte bu arada Kur'an-ı kerim'in şu âyetleri indi:
"Elif. Lâm. Mîm. Bizanslılar en yakın bir yerde
yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl
arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün
mü'minler Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O
güçlüdür, esirgeyicidir" (er-Rum, 30/1-5).
Hz. Ebû Bekir, üç yıl süre
belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta galip geleceklerini
söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef'le bahse girdi. Bunu haber alan
Rasûlüllah (s.a.s), âyetteki "bıd"' kelimesi üç ilâ dokuz arası
sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi. Kaybedenin
vereceği deve sayısı da yüz'e çıkarıldı. Gerçekten "Bedir" gününde,
Bizanslılar İran'ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey'in varislerinden bu develeri
alarak, Rasûlüllah'ın tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti.[89]
Yine Kur'ân-ı Kerîm'de
müslümanlara Mescid-i Haram'a girecekleri va'dedilmiş ve şöyle buyurulmuştu: "Şüphesiz, Allah, Peygamberinin
rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde,
başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i
Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın
zamanda bir zafer verecektir" (el-Feth, 48/27).
Mekke fethi ve arkasından yapılan
veda haccı ile bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir. Bunun gibi haber
verildiği üzere çıkan pek çok olaylar vardır.[90]
4. Kur'an bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır. Kur'an'ın açıkladığı
öyle bilimsel gerçekler vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin
bunları kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı
Kur'an'da şöyle anlatılır:
"Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık.
Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi
donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler
yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık yaptık.
Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz
öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz" (el-Mü'minûn, 23/12-16).
Yer, gök ve canlıların yaratılışı
hakkında da şöyle buyurulur:
"İnkâr edenler, gökler ve yer birbirine bitişik iken
onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mı? Hâlâ
inanmıyorlar mı?" (el-Enbiyâ. 21/30).
Kur'an'da bunlara benzer
yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları, kitap okumasını
bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed'in başkalarından
öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed gençliğinde
ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak üzere sadece
iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye'ye kadar gidip gelmiştir.
Kur'an'da haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de aynen
doğrulamaktadır. Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar
arasında sayılabilir. Allah'ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını açıklamaya
çalışan bu bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat bilimlerinin
çatışması düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere düşmekten
uzaktır.
Çelişki gibi algılanan noktalar
varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da anlaşılmasında kapalılık veya
yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda ne kastettiği tam
anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin, astronomi ve tıp
ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir edilebildiği
bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve sistemiyle birlikte
evrendeki hareketini sürdürmesi[91], gök cisimleri
arasındaki çekme ve itme gücü[92], rüzgârın bitkileri
aşılayıcı fonksiyonu[93] bunlar arasında
sayılabilir.
Kur'an'da yer alan amelî
hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete bırakılmıştır.
Çünkü Allah'ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin tamamlayıcısıdır. Yüce
Allah; "Peygamber'e itaat eden
Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) buyurur. [94]
Kur'ân-ı Kerim'in mucize olduğu
hususunda hiçbir ihtilâf yoktur.
Ebû Mansur Muhammed el-Matûridî
(rh.a)'ye göre: "Kur'ân-ı Kerîm'in îcaz yönü belâgatının kemâle
ulaşmasıdır. Eğer bu îcaz, belâgat yönünden başka şeylerde olsaydı, benzerini
getirmek için uğraşan Arapları, başka yönleriyle de âciz bırakması gerekirdi.
Gaybtan haber vermesi, tenakûzdan hâli olması ister dünyevî, ister uhrevi olsun
bütün mesalihi ihtiva etmesi gibi yönlerde. Bu zikredilen haller sadece Kur'ân’a
mahsus olmayıp, diğer bütün ilâhi kitaplarda da mevcuttur."[95]
Kur'ân-ı Kerim, İslâm fıkhında
her yönden mutlak asıldır.[96]
İmam-ı Kurtubî, "Kur'ân-ı Kerîm'in îcazlarından birisi de ilimdir. Helâl,
haram vesair hükümlerle, insanlığı ayakta tutan, ailevî ve beşeri münasebetleri
düzene koyan ve saadeti hazırlayan bir ilim" diyerek bu konuya açıklık
getirmiştir.[97] Kur'ân-ı
Kerim'den olduğu sabit olan bir harfi, bir kelimeyi veya bir âyeti inkâr edenin
küfrü üzerinde ittifak vardır.[98]
Dolayısıyla hiçbir ideoloji gösterilemez ki, temelde küfre dayanmasın.[99]
Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı
hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.
Kur'an'da ibadetler icmalî olarak
emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında
sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş, ancak onun vakitleri, rükün
ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah elçisi; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın"[100] Haccın esasları da Hz.
Peygamber tarafından açıklanmıştır: "Hac
ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız"[101] Zekâtı da Allah elçisi bizzat
uygulamış ve zekât memurlarına uygulama şartlarını açıklamıştır.
Keffâretler de temelde ibadet
niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla sağlanmaktadır.
Kur'an'da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin keffâreti[102], bir mü'mini yanlışlıkla
öldürme keffâreti[103] ve zıhar keffâreti.[104]
Evlenme, boşanma, nafaka,
velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle,
ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde
yer alır.
Kur'ân-ı kerim mâlî konularda
haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza esasını getirmiştir.
Allâhü Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Malı aranızda haksızlıkla değil,
karşılıklı rızaya dayanan ticaretle yeyin, haram ile kendinizi
mahvetmeyin" (en-Nisâ, 4/29).
Diğer yandan ticarî yatırımlarda
kârın meşrû oluşu "risk" esasına bağlanmıştır. İslâm, riske
katılmaksızın sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş fazlalığa
"faiz" adını vermiş ve bunu yasaklamıştır. Nakit tasarrufunu
başkasına veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir. Bu takdirde
rizikoya katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı
doğar. Ya da gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm'da riske katılma
yoluyla olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi
gerekir ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest
sözleşmeyle belirlenecek yüzde kadar pay alır.
Aile hukuku ile ilgili hükümler
de Kur'ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında, aile fertlerinin
birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden sonrası için
miras hükümleri belirlenir.
İdare edenlerle idare edilenler
arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve koruma ilkeleri gözetir.
Adalet bütün hakların ve mülkün
temelidir. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Şüphesiz ki, Allah, size emanetleri ehline teslim
etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emreder" (en-Nisâ, 4/58).
Şu âyet de adaletin önemini belirtmektedir:
"Şüphesiz, Allah adaleti, iyilik yapmayı ve
hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden,
zulüm ve zorbalıktan nehyeder" (en-Nahl, 16/90).
Kur'an adaleti, idare edenlerle
idare edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine adaletli
davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil, zenginlik ve
yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları korunur.
Kur'an-ı Kerîm şûrâyı (istişare)
emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Dünyaya ait işlerde onlarla istişare et. Bir kere
karar verince de, artık Allah'a güvenip dayan" (Âlu İmran, 3/159).
"Onların işleri aralarında şûrâ (danışma)
yoluyladır" (eş-Şûrâ, 42/38).
Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin
müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda
âyet, herkesle tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare
heyetinin işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir. Nass'ın
işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır.[105] Burada şûrâ şekil ve
unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği yeni
durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.
Yönetimle toplum ve bütün
mü'minler birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmalıdır. Kur'an'da
şöyle buyurulur:
"Birbirinizle iyilik ve takvada yardımlaşın, günah
işleme ve haksızlıkta yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2).
Toplumun, mal, can, ırz ve
namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu uygulamak ve zayıfı güçlüye
ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.
Sonuç olarak Kur'an-ı Kerîm, fert
ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş, fert ve topluma zarar
verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur'ân'ın okunması, dinlenmesi, açıklanması,
üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin uygulanması birer ibadettir.
Sözünü, iş ve mesleğini ona göre düzenlemek manevî huzur ve mutluluk
kaynağıdır. Ona tutunan en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet yolunu bulmuş olur.
Ancak Kur'an'ın iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara
asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda
gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hakim kılmaya
çalışmaktır. [106]
Kur’an-ı
Kerim ile Kudsi Hadis arasında birçok fark vardır. En önemlileri şunlardır:
1)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın Rasulullah’a lafzıyla beraber vahyettiği
kelamıdır. Onunla Araplara meydan okumuştur. Araplar onun benzeri olan on
sureyi veya bir sureyi getirmekten aciz kalmışlardır. Kur’an ile meydan okuma,
hala devam etmektedir. O, kıyamet gününe kadar kalıcı bir mucizedir. Kudsi
hadis ile meydan okuma ve i’caz vaki olmamıştır.
2)
Kur’an-ı Kerim ancak Allah Teala’ya nisbet edilip: “Allah Teala şöyle buyurdu.”
denir. Kudsi hadis ise Allah’a izafe edilerek rivayet edilir ve nisbet, bu
taktirde, ihbar nisbeti olur. Çünkü Rasulullah bunu, Allah Teala’dan haber
verici olup: “Rasulullah Rabbinden rivayetinde şöyle buyurdu.” denir.
3)
Kur’an-ı Kerim’in hepsi tevatürle nakledilmiştir. Onun
sübutu kesindir. Kudsi hadislerin ise çoğu ahad haberlerdir. Bunların sübutu
zannidir. Kutsi hadis; bazen sahih olur, bazen hasen olur, bazan da zayıf olur.
4)
Kur’an-ı Kerim, lafız ve mana bakımından Allah katındandır. Onun lafzı da,
manası da vahyedilmiştir. Kudsi hadisin ise; manası Allah katından lafzı
Rasulullah’dandır. Sahih olan budur. Onun lafzı değil, manası vahyedilmiştir.
Bunun içindir ki, muhaddislerin çoğunluğuna göre, kutsi hadisin lafzını
gözetmeden sadece manasını rivayet etmek caizdir.
5)
Kur’an-ı Kerim’in tilaveti ile ibadet olunur. O namazda okunur. Nitekim Yüce
Allah: “Kur’an’dan kolayınıza geleni
okuyun.” (Müzzemmil: 73/20) buyurmuştur.
Hadiste bildirildiğine göre, Kur’an’ı okumak; karşılığında Allah’ın sevab ihsan
ettiği bir ibadettir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Allah
Teala’nın kitabından bir harf okursa ona bir hasene vardır. Bir haseneye ise on
kat sevap verilir. Ben elif-lam-mim bir harftir demiyorum, lakin elif bir harf,
lam bir harf ve mim bir harftir.”[107]
Kudsi
hadis namazda kıraat için yeterli olmaz. Allah onun okunmasına genel bir sevap
verir. Kur’an kıraatinde bir harfe verilen on hasene hakkında , hadisi şerifte
bildirilen sevab, kudsi hadis için verilmez.[108]
Allah’ın
son kitabı Kur’an-ı Kerim, Rasulullah’a vahiy yoluyla gelmiştir. İslam vahye
dayalı bir dindir. O, insan aklının, insan hevasının ortaya koyduğu bir şey
değildir. Diğer bütün batıl inanç ve ideolojiler insanlar tarafından
üretilmiştir. Ancak ilahi din olan İslam vahy yoluyla insanlara Allah
tarafından bildirilmiştir.[109]
Vahiy
kelimesi masdar olup, dilde gizli konuşmak, fısıldamak, ilham etmek, emretmek,
ima ve işaret etmek, seslenmek, acele etmek, ortaya çıkarmak, mektup yazmak,
elçi göndermek gibi çeşitli anlama gelmektedir.[110]
Gizli konuşma, işaret etme,
emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme, acele
etme, seslenme. Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini
peygamberlerine bildirmesi anlamında bir Kur'ânî terim.
"Vahiy" kelimesinin
yukarıdaki anlamlarda kullanıldığına ait Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok örnek
vardır. Bunlar şöylece sıralanabilir:
"Zekeriyya mihraptan kavminin karşısına çıkıp sabah
akşam rablerini tesbih etmelerini vahyetti" (Meryem : 19/11).
Buradaki vahiy kelimesi ima
etmek, işaret etmek anlamında kullanılmıştır;
"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman
yaptık. Onlar birbirlerini aldatmak için süslü ve yaldızlı sözler vahyederler" (el-En'am, 6/112).
Şeytanların birbirlerine
vahyetmesi; fısıldama, gizli konuşma anlamlarında kullanılmaktadır;
"Şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmelerini
vahyederler" (En'am, 6/121).
Bu ayetteki "vahiy"
kelimesi teşvik etme, telkin etme, söyleme, anlamlarında kullanılmıştır:
"Her gökte ona ait emri vahyetti" (Fussilet, 41/12);
"Çünkü Rabbin kendisine vahyetmiştir" (en-Zilzal, 99/5)
âyetlerinde geçen "vahiy" kelimesi de emretmek anlamında
kullanılmıştır; "Bana ve Resûlüme
iman edin, diye vahyetmiştim" (el-Maide, 5/111) âyetinde zikredilen
"vahiy" kelimesi ima etme, emretme, manalarını ihya etmektedir.
Musa'nın anasına: "Onu emzir. Eğer onun için korkarsan
onu denize bırakıver, korkma ve mahzun olma. Çünkü biz onu geri vereceğiz ve
kendisini peygamber yapacağız" diye vahyetik" (el-Kasas, 28/7).
Bu âyette geçen "vahiy"
kelimesi de ilham ve rüya anlamlarında kullanılmaktadır.[111]
Dini
terim olarak kullanılan vahiy ise, bu anlamlardaki vahiy değil, Yüce Allah’ın
nebi ve rasullerine emir ve yasaklarını bildirmesi, anlamındaki vahiydir.
Kimilerine
göre vahy, Allah’ın kullarına bildirmek istediği hidayet ve emirlerini, onların
arasından seçtiği nebi ve rasullerine insanların alışık olmadığı bir yolla
bildirmesidir. Vahy, en geniş kapsamıyla şöyle tanımlanabilir: Rabbimizin genel
olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara
ulaştırmak istediği ilahi emir, yasak ve haberlerin tümünü aracı ile veya
aracısız olarak, gizli ve hızlı bir yolla nebi ve rasullerine iletmesidir. Bir
başka yönden vahy, haberci veya işaret gibi herhangi bir aracı ile meramı ifade
etmek demektir. Allah’ın kullarına haber göndermesi demek olan inzal kelimesi
de bazen vahiy yerine kullanılır. Kur’an’da geçen ilim, hikmet, şifa, nur gibi
kavramların da vahy karşılığı olarak kullanıldığını görmekteyiz. Vahy kökünden
gelen kelimelerin geçtiği ayetlerde, bir varlığın diğer bir varlıkla iletişim
ve irtibat kurması, ortak bir özellik olarak gözükmektedir. Vahiy olayında,
kendisine haber ulaştırılan, kendisiyle iletişim kurulan varlık, vahyi aldıktan
sonra onun gereğini yapmak üzere harekete geçiyor. İletilen şey bir bakıma onun
üzerinde etkileyici bir rol oynuyor. Örneğin bir rasul, vahyi aldıktan sonra,
durmuyor, harekete geçiyor ve aldığı vahyi insanlara ulaştırıyor. Onun tebliğ
ettiği vahyi duyup da kabul eden mü’min ise boş oturup beklemiyor, vahiyle
gelen hükümlerin gereğini yapıyor. Demek ki vahy sıradan bir haberleşme, bir
iletişim kurma değil, haberin ulaştığı varlığı aksiyona sevkeden önemli bir
faaliyettir, önemli bir yönlendirici kaynaktır.[112]
Bir
beşer olarak Rasulullah’ın, maddi alemden soyutlanıp, manevi aleme yönelmesi ve
ilahi hitabı dinleyip alması anlamına gelen vahyin hakikatını kavramaya imkan
yoktur. Çünkü ilim ve tekniğin başarılarına rağmen, insanoğlunun ruhi hallere
ait bilgisi çok kısırdır. Fakat hakikatını anlıyamıyoruz diye vahiy hadisesini
inkâr edemeyiz, bizim inancımıza göre vahiy hariçten gelir. Hristiyanlar vahyi
ilham manasına alırlar. Maddeciler de vahyi insanın iç coşkusu olarak tanırlar.
İslam
inancına göre vahiy gerçeğini modern ilim yoluyla halletmek ve münakaşaya
kalkışmak tehlikeli bir çıkmaza götürebilir. Çünkü vahiy metafizik bir
meseledir, tecrübi ve sosyal ilimlerin metodu buna uygulanamaz. Vahiy, fıtri
olan beşeriyyetten bir an sıyrılmaktır. Yine vahy, ruh gibi bir ilahi sırdır.
Kısaca vahy Allah ile rasul arasında kılmış bir sır olduğundan insanoğlunun onu
tam olarak anlaması mümkün değildir.
Kelimeleri
yerli yerinde kullanmamaktan dolayı vahy vakıası ile keşf ve benzeri ilham, sezgi,
bilinç altı ve bilinçsizlik gibi kelimeler arasında kalın bir çizgi çizmeyi
gerekli görüyoruz. Ne yazık ki günümüzün aydınları, yabancılara benzemek
sevdasıyla bu gibi kelimeleri ağızlarına sakız yapıyor ve diğer nebilerle
nebilerin sonuncusu Muhammed’e gelen vahyi büyük bir saflıkla bu gibi
kelimelerle izah etmeye kalkışıyorlar.[113]
Vahyin
gelişi Rasulullah’ın elinde değildir. Kıblenin değiştirilmesi hadisesi ve ifk
olayı bunun en açık kanıtıdır.
İma,
işaret, konuşma ve telkinleri ifade eden vahiylerdir.
a)
“Böylelikle mihrabtan kavminin karşısına çıkıp
onlara: “Sabah-akşam tesbih edin.” diye vahyetti.” (Meryem: 19/11)
Buradaki
vahiy, Zekeriyya’nın (a.s.) milletine yapmış olduğu ima ve işareti belirtmektedir.
b)
“Böylece her nebiye, onları aldatmak için
birbirine süslü sözler vahyeden insan ve cin şeytanlarını düşman ettik.” (En’am: 6/112)
Bu
ayetteki vahiy, cin ve insan şeytanlarının verdiği vesveseler, fısıldamalar,
gizlice söylemeler anlamına gelmektedir.
c)
“Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri
için kendi dostlarına vahyederler.” (En’am: 6/121)
Bu
ayetteki vahiy, telkin etmek, gizli-çağrılarda bulunmak, teşvik etmek ve
söylemek anlamına gelmektedir.
d)
Vücut organlarıyla ima. Şairin şu sözünde olduğu gibi:
“Ona
bir bakış baktım, vasıflarının fevkaladeliğine düşüncenin incelikleri şaştı.
Göz kırpışı ona, onu sevdiğini ima etti. İma, yanaklarında etki yaptı.”
İlahî vahy anlamında kullanılan vahy kelimesinin 71 tanesi Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılan vahy ile ilgilidir. Geriye kalanları ise cansız olan "arz"a yapılan vahy[114], semaya yapılan vahy[115], bal arısına yapılan vahy[116], meleklere yapılan vahy[117], Hz. İsa'nın Havarîlerine yapılan vahy[118], Hz. Musa'nın anasına yapılan vahy [119]'dir.
İlahi
vahiy, Allah tarafından gelen vahiydir. Kur’an’da 5 çeşidine rastlamaktayız:
a)
Yere ve göğe hitaben gelen vahiyler. Allah’ın emretmesi anlamındadır.
“O gün haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona
vahyetmiştir.” (Zilzal: 99/4-5) “Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak
tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti.” (Fussilet: 41/12)
b)
Hayvanlardan bal arısına gelen vahiy. İç güdü, ilham anlamındadır.
“Rabbin arıya: “Dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan
evler edin.” diye vahyetti.” (Nahl: 16/68)
c) Meleklere hitaben gelen vahiy.
Allah’ın emretmesi anlamındadır.
“Rabbin meleklere: “Ben sizinle beraberim.” diye
vahyediyor.” (Enfal: 8/12)
d)
İnsanlardan İsa’nın (a.s.) havarilerine ve Musa’nın (a.s.) annesine hitaben
gelen vahiyler. İma, emir, rüya ve ilham manasındadır.
“Hani Havarilere: “Bana ve rasullerime iman edin.” diye
vahyetmiştim.” (Maide: 5/111) “Musa’nın annesine: “Onu emzir.” diye vahyettik.” (Kasas: 28/7)
e)
Hakiki Vahiy: Allah tarafından nebi
ve rasullerine özellikle Muhammed’e (s.a.v.) ulaştırılan vahiydir. Vahyin dini
terim olarak da anlamı budur. Kur’an-ı Kerim’de çeşitli ayetlerde ilahi vahye
mazhar olan nebi ve rasullerden ve Rasulullah’ın vahye mazhar oluşundan
bahsedilmektedir.
“Nuh’a ve ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi, sana
da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya,
Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u
verdik.” (Nisa: 4/163) “Biz de Musa’ya: “Asanı fırlatıver.” diye vahyettik.” (A’raf: 7/117)
“Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa
vur.” diye vahyettik.” (A’raf: 7/160) “Andolsun biz Musa’ya vahyetmiştik.” (Taha: 20/77)
“Musa’ya: “Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü
izleneceksiniz.” diye vahyettik.” (Şuara: 26/52)
“Kendinden öncekini doğrulayıcı olarak sana Kitap’tan
vahyettiğimiz gerçeğin ta kendisidir.” (Fatır: 35/31)
“Sana ve senden öncekilere vahyolundu ki...” (Zümer: 39/65)
“Ve sizi onunla korkutup-uyarmam için bu Kur’an bana
vahyolundu.” (En’am: 6/19)
“O hevasından konuşmaz. Onun söylediği kendisine
vahyedilenden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)
“Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum.” (Yunus: 10/15)
“Rabbinin Kitab’ından sana vahyolunanı oku!” (Kehf: 18/27)
Hz. Peygamber'in yukarıda
belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi âyetler, bir
kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm sûresi 4. âyette: "O, kendi arzusu ile söylemez, o
(söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir"
buyurulmuştur. Mıkdam b. Ma'dî-Kerib'in rivâyetine göre Hz. Peygamber de: "Bana Kur'ân ve onunla beraber O'nun
gibisi verildi. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın
haram kıldığı gibidir..."[121] buyurmuştur. Bu âyet ve
hadisi delil kabul eden bazı İslâm alimleri, Hz. Peygamber'in hadisleri
hakkında ictihad yapmasının caiz olmadığını ve sünnetin de Allah tarafından
inzal olunmuş vahiy gibi düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak mezhepler
tarihi incelendiği zaman görülür ki, Hz. Peygamber kendisine sorulan sorulara
vahy ile, yoksa kendi re'yi ile ictihâd ederek fetva verirdi. İctihadında hata
olursa Allah onun hatasını vahy yoluyla düzeltirdi. Nitekim Bedir savaşında ele
geçirilen esirler hakkındaki Peygamber ictihâdı, Enfâl sûresi 67, 70 âyetleri
ile tashih edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Peygamber'in ictihadı hatalı
olabilir.[122] Kudsî hadisler ve
hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber'in söylediği sözler ve
şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.
Kur'ân, hadisi kudsî ve hadisin
tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya
koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (a.s) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da
Hz. Peygamber'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna delil ve insanların
hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek
Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs
sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve
Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile
okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz
bulunduğu ilâhî kelamdır. [123]
1) Peygamber (s.a.s)'e uyanıkken Cebrail vasıtasıyla veya
uykuda ve diğer vahy yollarıyla inzâl edilmiştir.
2) Lafız ve manaları Allah tarafındandır,
3) Lafzı arapçadır,
4) Gerek namazda, gerekse namaz dışında okunarak ibadet
edilir,
5) Şekil ve manası Allah tarafından konmuştur,
6) Abdestsiz ve guslü gerektiren bir halde bulunan kimsenin
Ona dokunması haramdır,
7) Boy abdest alması gereken kimse O'nu
okuyamaz,
8) Her harfini (ibadet kasdıyla) okumanın on
sevabı vardır,
9) Belli kısımlarına âyet ve sûre adı verilir,
10) Mushafta yazılıdır,
11) Fâtiha suresi ile başlayıp, Nâs sresi ile
sona ermiştir,
12) Zamanınıza kadar kitap halinde tevatür
yoluyla gelmiştir,
13) Nesilden nesile intikalinden, her türlü değiştirilmeden
Allah'ın koruması ile korunmuştur,
14) Beşer, bir benzerini meydana getirmede acizdir,
15) Lafzı olmaksızın yalnız manasıyla nakli (rivayeti) caiz
değildir.
Kur'ân bu özellikleriyle, vahyi
metluvü (okunan vahyi) meydana getirmektedir. Kurbet niyetiyle namaz ve namaz
dışında okunmakla ibadet edilir. Diğer vahy mahsulü olan kudsî hadis ve
hadislerle namazda okunarak ibadet edilmez. Ancak namaz dışında ilim ve
teberrüken okunabilir. [124]
Allah'ın, manaları Hz.
Peygamber'e (s.a.s) ilham ettiği fakat lafızlarını Peygamber (s.a.s)'in ifade
ettiği, Kur'ân'dan sayılmayan, okunmakla ibadet olunmayan (Kur'ân gibi namazda
okunmaz), ahad yolla (tevatürle değil) Rasûlüllah (s.a.s)' tan nakledilmiş ve
onun tarafından da Allah'a nisbetle ifade edilmiş sözlerdir. Kudsî hadis
hakkında iki görüş vardır:
1- Kudsî hadislerin hem sözleri hem de manası Allah'tandır,
fakat Kur'ân'dan bir âyet değillerdir.
2- Kudsî hadislerin manası, diğer hadisler gibi Allah'tan,
sözleri ise Rasûlüllah’tandır. Bu tür hadislere aynı zamanda "rabbanî ve
ilahî hadisler" de denir. Kudsî hadislerde: "Rabb'ından rivayet
ettiği hadiste Rasûlüllah şöyle buyurdu", "Kendisinden Rasûlüllah'ın
rivayet ettiği hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurdu" gibi ifadeler
kullanılmıştır.
Ebu'l-Bekâ, hadîsi şöyle tarif
eder: Hadîs, tahdis mastarından bir isimdir, haber vermek manasınadır.
Sonraları Rasûlüllah (s.a.s)'e nisbet edilen bir söze veya fiile yahut bir
takrire hadis denmiştir. Sünnet ise lügatte, kişinin takib ettiği yol, pratik
hayatta hal ve tavır, âdet, gidiş, sîret gibi manalara gelir. Hadîs alimlerince
hadîs ile sünnet aynı manada kullanılmıştır. Sünnet kelimesi genelde Allah'a ve
Rasûlüllah (s.a.s)'e nisbet edilir. Allah'a nisbet edildiği zaman âdetullah,
kanun manasında kullanılmıştır:
"Daha evvel geçenler hakkında da Allah bu âdeti
koymuştur" (el-Ahzab : 33/62);
"Biz bunu senden evvel gönderdiğimiz peygamberler
için de sünnet (kanun, kaide) yapmışızdır. Habibim sen bizim sünnetimizde hiç
bir değişiklik bulamazsın" (el-İsra, 17/77; Fatır, 35/43).
Sünnet kelimesi Hz. Peygamber'e
nisbet edildiği zaman da onun sözleri, yani hadis-i şerifleri, fiilleri ve
takriri anlaşılır. Sünnet, dolayısıyla hadis-i şerifler "vahy-i gayrı
metlüv" dür ve özellikleri şunlardır:
1) Yalnız manası Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri
Rasûlüllah (s.a.s)'e aittir.
2) Bu sebeple manayı iyi anlayanların, onu yalnız manasıyla
nakletmeleri caiz görülmüştür.
3) Lâfzı mu'ciz değildir.
4) Okunarak ibadet edilmez (namazda okunsa namaz bozulur).
5) Uykuda ve uyanıkken, meleksiz ve melekle türlü vahiy
şekilleriyle gelmiştir.
6) Kur'an için yukarıda sayılan diğer özellikler burada
aranmaz. [125]
İlk
vahiy geldiğinde Rasulullah 40 yaşında idi (610). Kur’an, Ramazan ayında Kadir
gecesinde Pazartesi günü indirilmiştir. Kur’an, Levh-i Mahfuz’dan dünya
semasına toptan indirilmiştir (inzal). Oradan Cebrail vasıtasıyla Rasulullah’ın
kalbine 23 yıl içerisinde ihtiyaca göre, aralıklı olarak, parça parça
indirilmiştir (tenzil).[126]
Rasulullah
kırk yaşına geldiği sırada daha çok yalnızlığı sevmeye başlamıştı. Zaman zaman
Hira mağarasına giderek orada kendi gönlünce Allah’a ibadet ederdi. Nihayet
Hira mağarasında bulunduğu bir gece kendisine vahiy gelmeye başladı. Melek
Rasulullah’a şöyle dedi:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı kan pıhtısından
yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O kalemle öğretti. İnsana
bilmediğini öğretti.” (Alak: 96/1-5)
İşte
bu ayetler, Rasulullah’a ilk nazil olan ayetlerdir. Bunlarla ona nebiliği
bildirilmiş, fakat tebliğ emri henüz verilmemişti. Nazil olan bu ilk ayetlerden
sonra bir müddet vahiy kesildi. Vahyin gelmediği bu döneme fetreti vahiy
denmektedir. Fetreti vahiy döneminin üç yıl veya kırk gün olduğu rivayet
edilmektedir. Bundan sonra tekrar vahiy gelmeye başladı ve devam etti. Fetreti
vahiyden sonra ilk gelen ayetler ise şunlardır:
“Ey örtüsüne bürünen, kalk uyar. Rabbini tekbir et. Elbiseni temizle. Kötülükten kaçın.
Yaptığın iyiliği çok görme. Rabbin için sabret.” (Müddessir: 74/1-7)
İlk
nazil olan Alak suresinin beş ayetiyle Rasulullah’ın nübüvveti, fetretten sonra
ilk olarak gelen Müddessir suresinin yedi ayetiyle de risaleti başlamıştır.
Rasulullah (s.a.v.) Allah’tan gelen vahyi hiçbir artırma ve eksiltme
yapmaksızın –hatta kendisini uyaran, tehdit eden ayetleri dahi- olduğu gibi
insanlara tebliğ etmiştir.
“Eğer o bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı.
Muhakkak onun sağ elini çekip-alıverirdik. Sonra onun can damarını elbette
keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden
engelleyip-uzaklaştıramazdı.” (Hakka: 69/44-47)
Zemahşeri
şöyle diyor: “Bunun manası şudur: Şayet söylemediğimiz bir şeyi söylediğimizi
iddia etse, kralların kendilerine karşı yalan söyleyeni, azab çektirmek ve
ondan intikam almak gayesiyle eziyet ede ede öldürdükleri gibi, biz de onu
öylece öldürürüz.”[127]
Rasulullah
(s.a.v.) Kur’an ile karışmasın diye başlangıçta kudsi hadislerin bile
yazılmasına karşı çıkmıştır. Daha sonra böyle bir endişe kalkınca bazı
sahabelere yazılması için izin vermiştir.[128]
Allah’ın,
insan topluluklarıyla bir nevi konuşması sayılabilecek kurumsal vahyi, direkt
değil bir başka elçi aracılığıyla gerçekleşir. Canlı ve cansız varlıklara
bildirilen vahyin iki boyutu, -vahyin kaynağı Allah ve onu alan canlı veya
cansız varlık- vardır. Rasullere bildirilen vahyin ise Allah, vahy meleği,
rasul ve onların tebliğ ettikleri insanlar olmak üzere dört boyutu vardır.[129]
Kur’an’ın
bildirdiğine göre Allah insanlarla üç şekilde konuşmaktadır: Ya Allah sözünü
kulunun kalbine düşürür, ya ağacın arkasından Musa’ya nida ettiği gibi perde
arkasından kuluyla konuşur veya bir melek vasıtasıyla konuşur.
“Kendisiyle Allah’ın konuşması bir beşer için olacak
değildir; ancak bir vahiy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip
kendi izniyle dilediğine vahyetmesi başka.” (Şura: 42/51)
İşte
rasullere gelen vahiyler, genel anlamda bu ayette belirtilen şekillerde
olmuştur. Hadislerden ve sahabelerin sözlerinden çıkarılan bilgilere göre
Rasulullah’a vahyin geliş şekil ve tarzları şöyledir:
1) Sadık Rüya:
Vahyin ilk geliş şekli olup, Rasulullah’ın uyku halinde gördüğü ve sabah
aydınlığı gibi apaçık gerçekleşen rüyalarıdır. Aişe’nin (r.a.): “Rasulullah hiç
bir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi çıkmasın.”[130]
sözleri vahyin bu çeşidine işaret etmektedir. İbrahim’in (a.s.) oğlu İsmail’i
kestiğine dair gördüğü rüya olayı ve bu rüyayı gerçekleştirme girişimi,
rasullerin uykuda gördükleri salih rüyanın, uyulması gereken bir vahy olduğuna
delalet etmektedir.[131]
2)
Meleğin görünmeden Allah’ın sözünü Rasulullah’ın kalbine düşürmesi şeklinde
gelen vahiy: Rasulullah’a en zor gelen vahiy şekli bu idi. Zil ve çan sesine
benzer bir ses duyardı. Bu ses devam ettiği müddetçe titrer ve hitabın
heybetinden korkardı. Ses kesildiği zaman, Rasulullah vahyolunan sözleri
kavramış olurdu. Tevhid, tehdit, vaad ve uyarıyı ihtiva eden ayetler bu şekilde
gelirdi. Aişe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Haris ibn Hişam’ın vahyin
gelişi hakkındaki sorusuna Rasulullah şöyle cevab vermiştir:
“Bazen bana zil (çıngırak) sesi gibi gelirdi ki, benim
için en ağırı budur. Benden ayrılınca ne dediğini anlamış olurum. Bazen de
melek bir erkek şeklinde bana gelir, konuşur, ben de onun dediğini anlamış
olurum.”[132]
Böyle bir vahyin geliş anında
Peygamber (s.a.s) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn Abbas'tan rivayet
edilen bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s)'in âyetleri zabtetmekte zorluk çektiği
dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah, Peygamberine "Vahyi çabucak alması için dilini
kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana
Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy" (el-Kıyame, 76/16-18)
uyarısında bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlullah Cebrail'i
dinler, onun gidişinden sonra onun gibi okurdu.
3)
Cebrail’in asli şekliyle görünüp ilahi emri duyurması şeklinde gelen vahiy:
Cebrail bu şekilde iki defa görünmüştür. Birincisi risaletin başlangıcında Hira
mağarasında meydana gelmiştir. Rasulullah bu dehşetli manzara karşısında
dayanamayarak bayılmıştı. İkincisi de Mi’rac gecesi Sidretü’l-Münteha’da
olmuştur. Fakat artık Rasulullah, böyle şeylere alışık olduğu için bu defa
önceki gibi sarsılmamıştı.
4)
Cebrail’in insan şeklinde görünerek getirmiş olduğu vahiy: Bu tür vahiy,
Rasulullah’a en kolay geleni idi. Çoğu zaman Cebrail sahabeden Dıhye’nin
suretinde görünerek gelirdi. Rasulullah
şöyle buyurdu: “Bazen bana delikanlı suretinde
gelirdi.”[133]
5)
Cebrail’in görünmeden, uyanık halde bulunan Rasulullah’ın kalbine ilka ettiği
vahiy: Bu bir ilham değil, vahiydir. Şu hadis bu tür vahyi anlatmaktadır:
Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ruhu’l-Kudüs, kalbime hiçbir nefse rızkını tüketmeden
ölmeyecek, diye üfledi. O halde Allah’tan korkun, rızkı güzel, meşru yoldan
arayın.”[134]
Ruhu'l-Kudüs, Cebrail'dir.
Cebrailin göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de, meleğin görünmeden
vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.
6)
Rasulullah uyanık iken doğrudan doğruya veya perde arkasından Allah’ın kelamını
duyması şeklindeki vahiy: Bu tür vahye Rasulullah, Mi’rac gecesinde mazhar
olmuştur. Namazın farz olması ve Bakara suresinin son üç ayeti vasıtasız olarak
bu şekilde vahyedilmiştir.[135]
“Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü’l-Mühteha’nın
yanında gördü.” (Necm:
53/12)
"Allah Musa ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164).
7)
Cebrail’in, Rasulullah uykuda iken getirdiği vahiy: Müslim’in Sahih’inde Enes’den
rivayet edilen hadiste geçtiği üzere Kevser suresi bu şekilde nazil olmuştur.
Rasulullah’ın yukarıda belirtilen vahiy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi ayetler, bir kısmı ise kudsi hadisler ve hadisi şeriflerdir.
Allah
meleklerle onların anladıkları bir kelam ile vasıtasız bir şekilde konuşmuştur.
Melekler de Allah’ın emirlerine itaat etmişlerdir.
“Hani Rabbin meleklere: “Muhakkak ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım.” demişti. Melekler: “Sen orada bozgunculuk yapacak, kan
dökecek birini mi yaratacaksın? dediler.” (Bakara: 2/30)
“Hani Rabbin meleklere: “Muhakkak ben sizinle beraberim;
haydi iman edenlere destek olun, diye vahyediyordu.” (Enfal: 8/12)
“İş taksim eden meleklere andolsun.” (Zariyat: 51/4)
“İş düzenleyenlere andolsun.” (Naziat: 79/5)
Nevvas
İbn Sem’an’dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teala emri vahyetmek istediği zaman vahy ile
konuşur. Bunun üzerine gökleri, Allah korkusundan, şiddetli bir sarsıntı –veya ravi titreme demiş- alır. Göklerdeki yaratıklar (ehli
semavat) bunu işitince, Allah için secdeye kapanırlar da, başını ilk
kaldıran Cibril olup, Allah ona vahyi ile dilediğini söyler. Cibril, meleklere
uğrar. Her bir göğe uğradığında, oranın melekleri ona: “Rabbimiz ne dedi, ey
Cibril?” diye sorarlar. Cibril de: “Gerçeği söyledi. O, yücedir, büyüktür.”
der. Onların hepsi de, Cibril’in söylediği gibi söylerler. Nihayet Cibril, vahy
ile Allah’ın emrettiği yere varır.”[137]
Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Allah Teala, gökte bir işin yapılmasına hükmetti mi,
melekler, Allah’ın sözüne ihtiram ve inkıyad ederek kanatlarını birbirine
vururlar. Yüce Rabbin işitilen sözü, yalçın bir kaya üzerinde (hareket eden) zincir(in sesi) gibi (heybetli)dir.”[138]
Kur’an-ı
Kerim, Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Ramazan ayında, Kadir gecesinde
indirilmiştir.
“Doğrusu o, şanlı bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfuz’dadır.”
(Buruc: 85/21-22) “Gerçekten
biz onu kadir gecesinde indirdik.” (Kadr: 97/1)
“Ramazan ayı ki Kur’an
o ayda indirildi.” (Bakara: 2/185)
Alimler
Allah’ın, Cibril’e Kur’an’ı vahyetme keyfiyyetinde aşağıdaki görüşlere
ayrılmışlardır:
1)
Ehli sünnete göre Cibril, özel lafzı ile onu Allah’tan işitip çabucak
ezberlemiştir.
2) Cibril onu Levh-i Mahfuz’dan
ezberlemiştir. Bu görüşün bir dayanağı yoktur.
3) Cibril’e sadece mana ilka
edilmiştir. Lafızlar Cibril’e veya Muhammed’e aittir. Bu görüş sünnete nisbet
edilmiştir.
“O, hevasından konuşmaz. Onun söylediği kendisine
vahyedilenden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)[139]
Yüce
Allah’ın hitabı ile karşı karşıya gelmek insan için rahat ve kolay bir iş
değildir. İnsan özelliklerini taşıyarak melekten gelen vahyi almak oldukça güç
bir iştir. Vahiy esnasında Rasulullah’da bir tür korku ve heyecan meydana
geldiği, bazan da buhranlı anlar geçirdiği gözlenmiştir. Vahiy sırasında
heyecan ve dehşetten Rasululah’ın vücudu titrer, yüzünün rengi değişir, en
soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultu ve iniltiye benzer bir
ses çıkarırdı.[140]
Özellikle zil sesi şeklinde gelen vahiy, Rasulullah’a çok ağır gelirdi.
“Gerçekten biz sana ağır bir söz bırakıyoruz.” (Müzzemmil: 73/4)
Vahyin
manevi ağırlığı büyüktü. Eğer deve üzerinde iken vahiy gelmişse, deve buna
tahammül edemezdi. Vahyin manevi ağırlığından deve çöker, Rasulullah inmek
zorunda kalırdı.[141]
Bir defasında Rasulullah’ın dizi Zeyd b. Sabit’in dizi üzerinde iken vahiy
gelmiş, Zeyd büyük bir ağırlık hissetmiş, bu ağırlık altında ayağı kırılacak
gibi olmuştu.[142]
Rasulullah
(s.a.v.) gelen vahyi hemen anlamak ve unutmamak için vahiy esnasında ayetleri
tekrarlamak isterdi. Onun bu endişelerini Yüce Allah şöylece gidermişti:
“Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel Kur’an’ı acele
etme.”
(Taha: 20/114)
“Onu aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma.
Onu toplamak ve sana okutmak şüphesiz bize düşer. Sana onu okuduğumuz zaman
onun okunuşunu izle. Sonra onu açıklamak bize aittir.” (Kıyamet: 75/16-19)
“Sana okutacağız, sen de unutmayacaksın.” (A’la: 87/6)
Vahiy
geldiğinde gözlenen bu tabii olmayan durumu, Rasulullah’ın etrafındakiler de
hissetmişlerdir. Önce kendisini bir titreme alır ve mübarek yüzleri soluk bir
renk alırdı. Hadis mecmuaları, vahy nazil olurken Rasulullah’ın yanında arı
uğultusuna benzer bir sesin işitildiğini kaydetmişlerdir.[143]
Yine vahiy geldiğinde Rasulullah’ın üzerini örterlerdi.[144]
Açılınca, gelen ayetin şiddeti veya yumuşaklığı halinden belli olurdu.
Vahiy
sırasında Rasulullah’da meydana gelen durumu o dönemde Kureyşliler istismar
ederek onu kahin, sihirbaz ve mecnun olarak nitelemişler, daha sonra birçok
Avrupalı müsteşrik de onda sara hastalığının olduğu zannına kapılmışlardır.
Bütün bu sözde değerlendirmeler, onun manevi cephesini anlayamamaktan ileri
gelmektedir.
Rasulullah,
kendisi ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından, vefat edinceye kadar, yazı
bilen bir çok sahabeye vahyi yazdırmıştır. Vahiy katipleri adını alan bu
mubarek kişilerin sayısı kırka kadar varır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ebu
Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zübeyir b. Avvam, Amir b. Füheyre, Amr b. As, Abdullah
b. Erkam, Sabit b. Kays, Hanzala b. er-Rebi’, Muğire b. Şu’be, Abdullah b.
Revaha, Halid b. Velid, Huzeyfe b. Yeman, Muaviye b. Ebi Süfyan, Abdullah ibn
Sa’d ibn Sarh, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Şurahbil ibn Hasene, Muaz b.
Cebel, Cehm ibn es-Salt, Hüseyin en-Nemri, Eban İbn Said, Abdullah b. Zeyd,
el-Alâ ibn el-Hadremî, Muhammed ibn Mesleme.[145]
Mekke’de
ilk vahiy katibi Abdullah ibn Sa’d ibn Sarh idi. Bu şahıs irtidat edip sonradan
yine müslüman olmuştur. Medine’de ise ilk vahiy katibi Ubeyy b. Ka’b idi. Ondan
sonra da devamlı olarak Zeyd b. Sabit yapmıştır.[146]
Rasulullah,
gelen vahiyleri sadece vahy katiplerine yazdırmakla yetinmemiş, nazil olan
ayetleri her sene Ramazan’da Cebrail’e arzederek, ezberindekilerin kontrolünü
yapmıştır. Son Ramazan’da ise bu arzediş ve tekrarlayış iki kez
gerçekleşmiştir.[147]
Böylece Kur’an’ın hem ezber, hem yazım açısından noksansız tamamlanması
sağlanmıştır.
Vahiy
nazil oldukça Rasulullah bunları alışılmış olan bir takım malzemeleri
kullanarak yazdırırdı. O zaman yazı için yaygın malzemeler şunlardı: Hurma
dalları, ince beyaz taşlar, kürek kemikleri, işlenmemiş ince deri parçaları,
bez parçaları, yazı yazmaya elverişli tahta, çanak ve çömlek parçaları, Mısır
papirusünden yapılmış “Kırtas” adı verilen kağıt, parsümen.[148]
“Tur’a andolsun. Satır dizili kitaba. Yayılmış ince deri
üzerine.” (Tur: 52/1-3)
Zeyd
b. Sabit dedi ki: “Biz Kur’an’ı Rasulullah’ın yanında bez parçaları üzerine
telif ederdik.”[149]
Rasulullah’a
çeşitli zaman ve mekanlarda gelen vahiy, geliş durumlarına göre tefsir ilminde
bazı terimlerle ifade edilmiştir. Bu terimleri şöyle sıralamak mümkündür:
1)
Hadarî: Rasulullah’a yolculuk ve misafirlikte olmayıp,
yerleşik durumda iken gelen vahydir. Vahyin çoğunluğu bu şekilde gelmiştir.
2)
Seferî: Rasulullah’a yolculuk veya savaşta iken inen
vahiylerdir. Buna örnek: Enfal suresinin baş kısmı, Tevbe: 9/34, Hac suresinin
başı, Fetih suresi.
3)
Neharî: Gündüz
inen ayetlerdir. Kur’an’ın büyük bölümü gündüz inmiştir.
4)
Leylî: Geceleyin vahyedilen ayetlerdir. Buna örnek: Al-i
imran suresinin son kısımları, Tebük seferinden geri kalan üç kişi hakkında
inen ayetler (Tevbe: 9/117-118), Fetih suresinin baş kısmı.
5)
Sayfî: Yaz mevsiminde nazil olan ayetler. Buna örnek:
Nisa suresinin son ayeti olan Kelale ayeti, Tebük gazvesi hakkında inen
ayetler.
6)
Şitaî: Kış mevsiminde nazil olan ayetler. Buna örnek: İfk
olayı ile ilgili ayetler (Nur: 24/11-26), Hendek savaşı ile ilgili ayetler
(Ahzab: 33/9).
7)
Firaşî: Rasulullah yatağında iken nazil olan ayetler.
8)
Nevmî: Rasulullah uykuda iken nazil olan ayetler.
9)
Ardî: Rasulullah yeryüzünde iken nazil olan ayetler.
Kur’an’ın hemen hemen hepsi bu şekilde indirilmiştir.
10)
Semaî: Rasulullah semada iken nazil olan ayetler. Bakara
suresinin son iki ayeti Mirac’ta iken nazil olmuştur.[150]
Bu
kelimenin aslı, kalbe bir şey atmak anlamına gelir ki, bir şeyi yutturmak, feyz
yoluyla bildirmek, yakalamak, keşfetmek manalarını da kapsar. Kavram olarak
ilham, herhangi bir mananın düşünme ve araştırma olmaksızın insanların kalbine
yerleştirilmesidir.
“Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra
fücurunu ve takvasını öğretene andolsun ki, Onu arındırıp-temizleyen gerçekten
felah bulmuştur.” (Şems: 91/7-9)
İlham
deyince akla daha çok, kalpleri arı ve temiz kimselere duyularla öğrenilen
bilgilerin dışında bildirilen şeyler gelir. Bu da nebi-rasuller ve onların
dışında bazı güzel insanlar için söz konusudur. Ancak nebi ve rasullerle ilgili
olan bağlayıcı, diğerleri ise bağlayıcı değildir.
Kur’an’a
göre bilginin kaynakları aşağıdan yukarı doğru şöyle sıralanabilir: Duyularla
öğrenilenler, akıl ile öğrenilenler, ilham ile elde edilenler ve vahy ile
gelenler. Kabul edilebilecek bir bilgi bazen bu yolların biriyle, bazen
hepsiyle, bazen de bir kaçı ile desteklenir. Akıl ve duyularla desteklenen bir
ilham, sağlam bir bilgiye ulaşır. Ancak görünen o ki ilham, kişinin kendi
gayreti ve araştırması olmadan kalbinde bulduğu bilgidir. Eğer onu duyularla,
akılla ve isbat edebilecek bir başka yolla desteklerse bilgi haline gelir ve
bağlayıcılığı söz konusu olur. Vahy ile ilham bir kaç yönden birbirine benzer,
ancak ikisi ayrı ayrı şeylerdir. Vahy bir ilahi kurumdur ve yalnızca nebi ve
rasullere aittir. Vahy ile gelen her şey kesin ilimdir ve muhtapları bağlar.
Nebi ve rasullerin dışındaki insanlara gönderilen vahy, bilinen anlamda vahy
değil, yukarıda açıkladığımız ilhamdır.[151]
Ayetin
lügat anlamı: Açık alamet, belirti[152],
iz, eser, işaret, nişane, ibret, şaşırtıcı iş, mucize, yüksek bina, cemaat,
burhan ve delil demektir. Kur’an ayetleri, bu anlamların hepsini ifade
etmektedir. Ayet kelimesinin çoğulu “ây” veya “âyât”dır.
Türkçe’de
bellik, Farsca’da nişane kelimeleriyle ifade edilir.[153]
Alamet; zahir ve açık demek olunca, ayet onun daha zahiri demek olur. Mesela;
dağ alamet ise, zirvesi onun ayeti olur. Güneş bir gündüz ayeti; ay, bir gece
ayetidir. Cami bir alamet ise, minare onun ayetidir.[154]
Ayet, bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren
alamettir. Açıkça ortada görülmeyen şey âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu
bilmeyen, o yola ait alametleri bilirse, yolu tanır. Her şey kendi alametiyle
bilinir. Bu açıdan âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin
dışa vurmuş şeklidir denilebilir.
Ayet kelimesinin çoğulu ayât’dır.
Genel olarak bir şeyin tanınmasına sebep olan emare manasına da kullanılır.
Allah’ın (cc) varlığına delalet eden her şeye de "ayet" denilmiştir.[155]
Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını anlarız. Yüzü
kızarmak kızgınlığın âyetidir. Bir şeyin, bir nesnenin ayırdedici özelliklerine
eskiden ‘alamet-i farika’, yani ‘ayırdedici belirti’ denirdi. Bu belirtiler o
nesneyi bize tanıtan, o şeyin ne olduğunu bilmemize yardım eden özelliklerdir.
‘Âyet’, bu şekilde, açık alamet, nişan, belirti, iz,
eser ve işaret anlamlarına
gelmektedir.
Kur’an ilimlerinde ‘âyet’; sûrelerin içinde, başı ve
sonu belli bir veya bir kaç cümleden meydana gelmiş ilâhí sözlerdir
(kelâm’dır).
Istılahi olarak: "Surelerin
içinde; evvelinde ve sonunda munkati olan, mürekkep bir kelamdır."
şeklinde tarif olunmuştur.[156]
Kur’an-ı Kerim’deki bütün ayetlerin; bizzat Rasul-i Ekrem tarafından tertib
olunduğu sabittir. Dolayısıyla bu hususta hiçbir kimsenin ictihadından veya
reyinden söz edilemez.[157]
Mesela; harf-i mukatta’dan Elif-Lam-Mim bir ayet olduğu halde; Elif-Lam-Ra bir
ayet değil, ayetten bir cüzdür. Eğer bu hususta kıyas sözkonusu olsaydı, durum
farklı olurdu. Ayetlerin tertibi tevkifi olduğu gibi, bize ulaşması da tevatür
yoluyla sabittir.[158]
Kur’an yüzondört sûreden meydana gelmektedir. Sûreler
ise Ayetlerden oluşurlar. Sûrelerin içerisindeki âyetler kendilerine mahsus bir
biçimdedirler. Belli kuralları yoktur. Bir kaç harften oluşan âyetler olduğu
gibi, bir sayfa uzunluğunda da âyet vardır. Âyetlerin her biri birer Kur’an
oldukları gibi, hepsi beraber Kur’an’ı meydana getirirler.
Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a ait alametler,
işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu
yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır.
Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da
âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer
âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış
kelime’leridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer
âyettirler. Âyet kavramı Kur’an’da bir kaç anlamda kullanılmaktadır:[159]
Allah’ın
varlığına ve birliğine delâlet eden her şeye âyet denmektedir. Göklerin ve
yerin yaratılması, gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, ay, güneş,
yıldızlar, ağaçlar, çiçekler vs. bütün bunlar Allah’ın varlığını ortaya koyan
birer delildir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana
çıkmış kelimeleridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer
ayettirler. Rasulullah’ın yüce Allah tarafından gönderildiğini ortaya koyan
mucizelere de âyet denmektedir. [160]
Peygamberimiz
(sav) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor.[161]
O ayrıca
buyuruyor ki: “On âyet (alâmet) çıkmadıkça
Kıyamet kopmaz…”[162]
Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir
oluşuma ve evrensel düzene ‘fiilí âyetler’ denmiştir. Bu âyetler, yüce bir
varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. Bu âyetlere ‘kevní âyetler-oluşun
alametleri’ denmektedir. Bunlar bütün kainatta bulunduğu gibi insanın kendi
bünyesinde de bulunmaktadır. Kur’an şöyle diyor:
“Biz
âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde)
onlara göstereceğiz; öyleki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine
apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (Fussilet: 41/53)
İnsanın çevresinde ve bizzat kendi yapısında bulunan
sayısız âyet yani Rabbimizin varlığına ve kudretine işaret eden sonsuz alamet;
onun inanması ve Rabbine boyun eğmesi için yeter.
Peygamberlere indirilen bütün ilâhí kitaplar da ‘kavlí’,
yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet oldğu
gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir. Bu gün âyet deyince
daha çok Kur’an’ın âyetleri akla gelmektedir. Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize
gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden
Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek
alâmetlerdir. Âyetlerin haber verdiği gerçekler ve sundukları hükümler;
varlığın ve mutlak kurtuluşun işaretidir.
Kur’an âyetlerinin sıralanışı, uzunluğu ve kısalığı ve
hangi sûrede yer alacağı kendine özgüdür. Bilindiği gibi Kur’an âyetleri
Allah’ın Rasûlüne bir defada veya toplu bir kitap halinde gelmemiştir.
Peygamber (sav), gelen Kur’an âyetlerinin hangi sûrelere ve hangi âyetten sonra
veya önce yazılacağını Cebrail’in bildirmesiyle, Kur’an’ı yazan vahy
katiplerine söyleyip yazdırıyordu. Şu anda Kur’an’da yer alan âyetler bizzat vahyin
emri ile ait oldukları sûrenin içerisindedirler.
Kur’an’ın ilk gelen âyetleri Alak Sûresinin ilk beş
âyeti, son gelen âyet ise, Maide Sûresinin üçüncü âyetidir.
Kur’an âyetleri Mekke’de gelenler ‘Mekkí’, Medine’de
gelenler ‘Medení’ şeklinde ikiye ayrılırlar.[163]
Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden deliller,
âyet ismiyle anılmaktadır. Buna göre, göklerin ve yerin yaratılması, gece ile
gündüzün peşpeşe gelişi, insanların faydası için denizde yüzen gemiler,
ölümünden sonra toprağı diriltmek üzere yağmurun indirilişi, canlıların var
edilmesi, bulutların boyun eğmiş bir şekilde havada yüzmeleri birer âyettir.[164]
Güneşin bir aydınlık, Ay’ın bir nur (ışık) kılınması
yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit edilmesi birer âyettir.[165]
Tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi,
gecenin dinlenme zamanı yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için
yıldızların bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten
yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvanın var
edilmesi birer âyettir.[166]
Arının çeşitli çiçeklerden topladığı özlerle insanlar için şifa olan bal
yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılması, hayvanlar tarafından insanlara
süt hazırlanması birer âyettir.[167]
“Ve O, yeri
yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin
her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz
bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Râd: 13/3)[168]
“Göklerin ve yerin yaratılması ile renklerinizin ayrı
olması, O’nun ayetlerindendir.” (Rum: 30/22)
Kur’an, peygamberlerin Allah (cc) tarafından gönderilmiş
elçiler olduklarını isbat etmek için gösterdikleri olağanüstü olaylara da
‘âyet’ demektedir. İnsanlar, peygamber olduğunu iddia eden kimselerden bilinen
tabiat olaylarını aşan ve ancak ilâhí kuvvet tarafından yapılabilecek alametler
(isbatlar) istemişlerdir. Peygamberlerin gösterdiği bütün mucize’ler âyet
adıyla anılmaktadır. Çünkü mucizeler, peygamberlerin kendi işi değil, Allah’ın
gücünün göstergeleridir. Hz. İsa (as)’nın çamurdan kuş yapması, körün gözünü
açması, alaca hastalığını iyi etmesi, ölüyü diriltmesi, saklanılan şeylerin
yerini haber vermesi birer âyettir (mucizedir).[169]
Hz. İsa (as)’ya gökten sofra indirilmesi[170],
Semud kavmine deve verilmesi[171],
Hz. İsa (as)’nın babasız dünyaya gelmesi[172],
Hz. Musa (as)’nın elinin Ay gibi parlaması[173]
hep birer âyettir.
Peygamberlerin çabalarına ve gösterdikleri mucizelere
rağmen azgınlığa ve zulümlerine devam edenler, dünyada iken bir takım cezalara
çarptırıldılar. Arkadan gelenler ibret alsın diye onlardan bazı âyetler
(alametler) bırakılmıştır. “Kendilerinden
önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidayete yöneltmedi mi?
(Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihí kalıntılar üzerinde)
gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyet’ler vardır.”
(Tâhâ: 20/128)[174]
“İsrailoğullarına sor, onlara nice açık ayet verdik.” (Bakara: 2/211)
İsrailoğullarına başkan (hükümdar) olarak gönderilen
Talût’un bu görevinin âyeti (alameti), Tabût’un onlara getirilmesiydi. Burada
âyet; alamet, belirti, nişan anlamında kullanılmıştır.[175]
“Onun hükümdarlığın ın ayeti size Tabut’un gelmesidir...” (Bakara: 2/248)
Hz. Isa (as)’nın babasız olarak dünyaya gönderilmesi,
Allah’ın kudretine işaret eden bir âyettir, acayip bir iştir. Bir yönden
mucizedir, diğer yönden insanların görmediği, alışmadığı bir iştir.[176]
“Biz, Meryem’in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık.” (Mü’minun: 23/50)
Talût’un İsrailoğullarına hükümdar olması, bunun belgesi
olarak Tabut’u bularak onlara getirmesi, inananlar için gerçekten ibret verici
bir durumdur. Buna benzer bütün olaylar hem mucizedir hem de ibret verici
şeylerdir.[177]
“Elbette bunda iman edenler için gerçekten ayetler
vardır.” (Hicr: 15/77)
Bir takım kimseler ellerinde firsat varken iman
etmezler. Allah'ın bazı âyetleri geldiği
zaman iman ederseler bu imanları kabul olmaz. En’am: 6/158. âyetinde çoğul
olarak geçen ‘âyât’ (âyetler), Kıyamet saatinin belirtisi, alameti şeklinde
anlaşılmıştır.[178]
“Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da
Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar.” (En’am: 6/158)
Kur’an’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli
bölümleri de âyettir. Gerek Kur’an’ın tümü, gerekse her bir âyeti, insanların
hepsi bir araya gelseler bile bir benzerini yazamayacakları bir mucize (âyet
)dir. Kur’an’ın âyeti mucize anlamında da kullandığını tekrar hatırlayalım.
Öyleyse Kur’an, peygamberimizin en büyük mucizesi olmakla birlikte Allah’ın
kudretine alâmet olan bir âyet’idir. Hz. Muhammed (sav)’in hak peygamber
olduğuna delildir. Her bir âyet bir ifadeyi diğerinden ayırdığı, her bir Kur’an
bölümü onun tümünü ve vahyin mucize oluşunu hatırlattığı için âyet denmiştir.
Kur’an, Hz. Muhammed’e indirilen Kitab’ın insanüstü
olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi
bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan
okumaktadır.[179] Öyleyse
O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mucize’dir, hem de onları gönderen
Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir.
Bütün bunlara rağmen Kuran’a inanmayan inkârcılar yine
olacaktır.[180]
Kur’an-ı Kerim’den olduğu sabit
olan; herhangi bir ayeti inkâr eden kimsenin küfrü üzerinde ittifak edilmiştir.[181]
Bu sebeple insanların hevalarından kaynaklanan bir ideolojiye itikad eden
kimsenin müslümanlığından sözedilemez. Çünkü bütün ideolojilerde Kur’an-ı
Kerim’in bir çok ayetini inkâr sözkonusudur. Bunun aksine tek bir delil
göstermek mümkün değildir. Dolayısıyla kelime-i şehadet getiren bir mü’min;
bütün ideolojileri inkâr etmek zorundadır. Aksi takdirde sentez bir itikad ve
irtidat sözkonusu olur. Unutmayalım ki, İslam; bir ideoloji değil, kıyamete
kadar baki olan bir dindir.[182]
“Siz her yüksekçe yere bir ayet dikip oyalanıp eğleniyor
musunuz?” (Şuara: 26/128)
Bu
mana ile ayet kelimesini Araplar, “Haracel-kavmu bi ayetihim: Kavim cemaatiyle
çıktı.” şeklinde kullanırlar.[183]
Tefsir
ıstılahında ise ayet; surelerin içinde yer alan, başından ve sonundan ayrılan,
bir veya bir kaç cümleden oluşan ilahi kelamdır.[184]
Kur’an’ın her
bir ayeti mucizedir. Her ayet onları tebliğ eden rasullerin doğruluğuna birer
delil, düşünen ve kafasını yoranlar için birer ibret; mucize oluşları ve
değerleri itibariyle birer emr-i acib’dir. Ayet; harf, kelime ve cümlelerden
teşekkül ettiği için cemaat manası taşır ve nihayet her biri ilim ve hidayet
kaynağı olduklarından dolayı da Allah’ın kudretine, ilmine ve hikmetine,
Allah’ın elçisinin de sıdk ve doğruluğuna birer delil ve burhandırlar.[185]
Kur’an’ı
ayetlere ayırma kesin bir kaideye tabi değildir. Yani ayetlerin belirlenmesi
vahye bağlı (tevkifî) bir durumdur. Rasulullah’ın emriyle ayetler
belirlenmiştir. Bunun için “Elif Lam Mim Sad” ve “Elif Lam Mim” birer ayet
olduğu halde “Elif Lam Ra” tam bir ayet değildir. “Ya Sin” bir ayettir fakat
“Ta Sin” bir ayet değildir. “Ha Mim Ayn sin Kaf” iki ayet olduğu halde “Kaf Ha
Ya Ayn Sad” bir ayettir. Kendisinden sonra gelen ayetin bir parçasıdır. Bu
yüzden bir çok hükümleri ve cümleleri ihtiva eden uzun ayetler olduğu gibi,
kendi başına bir hüküm ifade etmeyen tek veya iki kelimeden ibaret ayetler de
vardır. Mesela Bakara: 2/282 ayeti bir sayfa olduğu halde, Rahman: 55/64 ayeti
(Mudhammetan) ise bir kelimeden ibarettir.
Bir ayeti diğer
bir ayetten ayıran ve ayetin sonunda bulunan kelimeye fasıla denir. Bunun
çoğulu fevasıl’dır. Fasıla kelimesinin son harfine de harfu’l-fasıla adı
verilir. Bunlar ayetlerin birbirleriyle sağladıkları ahengi yansıtırlar.
Kur’an’da mevcut olan bu fasıla harfleri alfabetik sıraya göre dizilmiş
değildir.[186]
Kur’an-ı
Kerim’deki ayetlerin sayısı Basra, Kufe, Mekke ve Medine bilginlerine göre
farklıdır. Ayetlerin sayısı yuvarlak rakam olarak 6666 olarak tanınmış ise de
bazılarınca daha azdır. Ayetlerin sayısı üzerinde farklı görüşler ileri
sürülmüşse de bu farklar itibaridir, esasta bir fark yoktur. Bazı alimler sure
başlarındaki besmeleyi ve mukatta’a harflerinden bir kısmını müstakil ayet
saymışlardır. Bazıları da secaventle ayrılmış bulunan ayetleri iki ayrı ayet
saydıklarından ayet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. İbn Abbas’tan
gelen rivayete göre ayet sayısı 6616 olmakla birlikte, daha çok kabul gören
görüş bu sayının 6236 olduğudur. Yapılan taksime göre: 1000’er ayet emir,
nehiy, vaad, vaîd, haberler ve kısalar, mesel ve ibretlerle, 500 ayet ahkamla,
helal ve haramla, 100 ayet tesbih ve dua ile, 66 ayet de nasih ve mensuhla
ilgili olmak üzere toplam ayet sayısı 6666’yı bulmaktadır.
Ayetlerin
tertibi tevkifidir, yani vahye dayalıdır. Rasulullah’ın emriyle sıraya
konulmuştur. Bir ayet geldiği zaman bunun hangi sureye ait olduğunu ve bu
surenin neresine konulması gerektiğini, bizzat Rasulullah vahiy katiplerine
yazdırdı. Gelen ayetlerin yerini Cebrail Rasulullah’a işaret eder o da vahiy
katiplerine işaret bildirirdi. Bu hususta ümmetin icmaı vardır. Ayetlerin
tertibinde rey ve ictihad söz konusu değildir. Rasulullah ayetleri namazda
belli bir sıraya göre okurdu. Sahabiler onu tertib edilen sıraya göre ezberler
ve böylece okurlardı. Ebubekir zamanında Kur’an’ın yazılması Osman zamanında da
çoğaltılmasında hep aynı tertibe göre hareket edilmiştir. Bu husuta hiçbir
değişiklik olmamıştır.[187]
Rasulullah’ın,
ayetleri bugünkü sırayla vahiy katiplerine yazdırdığına dair hadisler pek
çoktur. Mesela Buhari’de Rasulullah’ın sabah namazında Bakara, Al-i İmran, Nisa
surelerini; akşam namazında da A’raf suresini okuduğu rivayet edilmektedir. Bu
demektir ki, ayetler belli bir sıraya konulmuştur. Bunları da Rasulullah,
namazlarda belli bir sıraya göre okumuştur. Bu husus artık tevatür derecesine
ulaşmış bulunmaktadır.
Alimlerin
çoğunluğu ilk nazil olan ayetlerin Alak suresinin ilk beş ayeti olduğunu
bildirmektedirler. Bu arada Müddessir suresinin ilk yedi ayeti, Fatiha ve
Besmele’yi ilk nazil olanlar arasında sayan alimler de mevcuttur.
Son nazil olan
ayetler hakkında tam bir ittifak görülmemekle birlikte, kaynaklarda şu
ayetlerin en son olarak nazil oldukları kaydedilmektedir:
“Ey
iman edenler! Allah’tan korkun, eğer iman ediyorsanız ribadan geri kalanı
bırakın.” (Bakara: 2/278)
“Hepinizin
Allah’a döndürüleceği, sonra herkese yaptıklarının tastamam verileceği ve
kimseye haksızlık yapılmayacağı bir günden sakının!...” (Bakara: 2/281-282)
“Senden fetva istiyorlar. De ki: “Allah size
kelaleye dair fetva veriyor. Çocuğu bulunmadığı bir kız kardeşi bulunduğu halde
ölürse bırakılanın yarısı onun içindir. Onun çocuğu yoksa onun tamamına mirasçı
olur. Eğer iki kız kardeşi varsa bu ikisine mirasın üçte ikisi düşer. Onlar
erkek ve kız kardeşler ise erkeğe iki kadın payı vardır. Allah sapmayasınız
diye size iyice açıklıyor. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nisa: 4/176)
“Bu
gün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslam’ı beğendim.” (Maide:
5/3)
“Andolsun,
içinizden size öyle bir rasul geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. Size
düşkün, mü’minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Allah
bana yeter, O’ndan başka ilah yoktur. O’na güvendim. O, büyük arşın sahibidir.” (Tevbe: 9/128-129)
“Allah’ın
kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin...” (Nisa: 4/32)
“Şüphesiz
müslüman erkekler ve müslüman kadınlar...” (Ahzab: 33/35)
“Rableri
onlara şöyle karşılık verdi...” (Al-i İmran: 3/195)
“Kim
bir mü’mini kasıtlı olarak öldürürse...” (Nisa: 4/93)
“Allah’ın
yardımı ve fetih geldiği zaman, Ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga
girdiklerini gördüklerinde, Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret
dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr: 110/1-3)
Bu farklılıklar;
onların hepsinin de Rasulullah’dan en son işittiğini haber vermiş olması, bu
konuda indirilen ayetlerin sonuncusu, bu surenin sonuncusu veya surelerin sonuncusu,
şeklinde izah edilmiştir.[188]
Kadı Ebu Bekir
el-Bakıllani, el-İntisar’da, en son inenler hakkındaki rivayetlerin ayrılığına
ilişkin olarak şöyle demiştir: “Bu kavillerde, Rasulullah’a isnad edilmiş bir
şey yoktur. (Hiç biri merfu değildir) Herkes kendi ictihadi ve zannı galibi ile
konuşmuştur. Belki de bunlar, vefat ettiği gün; ya da hastalanmazdan az önce
Rasulullah’dan duydukları son sözden haber vermişlerdir. Bir kısmı da bizzat
Rasulullah’dan duymamış, fakat sonradan işitmiş olabilirler. Rasulullah’ın en
son okuduğu bu ayetin, diğer ayetlerle birlikte inmesi, bununla beraber inen
ayetlerin, diğerlerinin yazılmasından sonra yazılması, bunun da ayetlerin
tertibinde son indiği zannedilmesi muhtemeldir.”[189]
Alimler, özel
konulara nisbetle ilk inenleri de ele almışlardır. Mesela:
1) Yiyecekler konusunda ilk inenler:
(En’am: 6/145)
(Nahl:
16/114-115)
(Bakara: 2/173)
(Maide: 5/3)
2) İçecekler konusunda ilk inenler:
(Bakara:
2/219)
(Nisa:
4/43)
(Maide:
5/90-91)
3) Savaş hakkında ilk inen:
(Hacc:
22/39)
İlk
ineni ve en son ineni bilmenin faydaları vardır. En önemlileri şunlardır:
1)
Kur’an-ı Kerim’in korunması ve ayetlerinin zabtı bakımından nail olduğu yüksek
ilginin belirtilmesi: Sahabe bu kitabı ayet ayet ezberlemiş, ne zaman indiğini
ve nerede indiğini öğrenmiştir. Onlar, Rasulullah’a inen Kur’an’ı ondan
mü’minlerin dinlerinin asıllarını, imanlarının bahsini, izzet ve şereflerinin
kaynağını almaları gibi alıyorlardı. Kur’an’ın, değişme ve bozulmadan kurtulmuş
olması işte bunun eseridir. “Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı Biz indirdik, Biz! Ve
muhakkak onu biz koruyacağız!” (Hicr: 15/9)
2)
İslami teşri’in sırlarını, onun asli kaynağının tarihi içerisinde anlamak:
Kur’an-ı Kerim ayetleri, semanın hidayetiyle beşeri nefsi tedavi etmiş ve
insanları; kemal merdiveninde nefislerini yükselten hikmetli üsluplarıyla elde
etmiş, onları ilahi ahkamda basamak basamak yükseltmiş, bu ahkam ile hayatları
hak yol üzere dosdoğru olmuş, toplumlarının işleri de en doğru yolda düzene
girmiştir.
3)
Nasıhı, mensuhtan ayırd etmek: Bazen bir tek konuda iki ayet veya daha çok ayet
bulunup, onlardan birindeki hüküm, diğerinden farklı olur. Önce inen ve sonra
inen bilinince, sonra inenin hükmü, önce inenin hükmünü nesh edici olur.[190]
Kur’an’ın
bir defada indirilmeyip 23 yıl kadar süren zaman içinde bazen ayet veya ayetler
bazan da bir sure olarak indirilişinin pek çok sebep ve hikmetleri vardır.
Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1)
Müslümanlara kolaylık sağlanmıştır. Eğer Kur’an’ın tamamı birden indirilseydi,
müslümanlar bir anda hükümlerin tümüyle mükellef tutulacaktı. Bu durumda
asırların birikimi olan bir takım batıl itikad, adet, töre ve alışkanlıklardan
birden kurtulmak gibi, yaratılışa aykırı durumlarla karşı karşıya kalınacaktı.
2)
Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen ümmi arapların ezberleme ve anlamaları
kolaylaşmıştır.
3)
Rasulullah’ın risaletinden vefatına kadar geçen süre içinde meydana gelen
olaylar ve insan gruplarıyla ilgili hükümler konup açıklamalar ve uyarılar
yapılabilmiştir.
4)
Rasulullah’a müslümanlar, müşrikler ve münafıklar tarafından zaman zaman
sorulan hususların cevabı Kur’an diliyle verilebilmiştir.
5)
Çeşitli sıkıntılarla karşılaşan Rasulullah ve müslümanların zaman zaman inen
ayetlerle cesareti artırılmış ve teselli edilmişlerdir.[191]
“Onu bir Kur’an olarak, insanlara dura dura okuman için
ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik.” (İsra: 17/106)
“İnkar edenler dediler ki: “Kur’an ona tek bir defada,
toplu olarak indirilmeli değil miydi?” Biz onunla kalbini
sağlamlaştırıp-pekiştirmek için böylece ve onu belli bir okuma düzeniyle düzene
koyup okuduk.” (Furkan: 25/32)
Surenin
lügat anlamı: Yüksek makam, yüce derece, rütbe, mevki, nişan, alamet, şan ve
şeref, sur, hisar, yapısı güzel ve yüksek bina, binanın kısım veya katları,
duvarın yapısında kullanılan taş, kerpiç veya tuğla gibi malzemenin her bir
sırası demektir. Çoğulu suver’dir.[192]
Istılahta ise, Kur’an-ı Kerim’in biri diğerinden ayrılmış 114 bölümden oluşan
küçük olsun büyük olsun, müstakil parçalarına sure denilir. Gerçekten her sure
Allah’ın kelamını ihtiva etmekte, yüksek ve şerefli bir konumda bulunmaktadır.
Ayetleri toplayan ve birbirinden ayrılan sureler, önemli bir özellik ve
güzelliği sergilemektedirler. Bu kelime ayetlerde şöyle geçmektedir:
“Bu, indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir suredir. Düşünüp
öğüt alasınız diye onda açık açık ayetler indirdik.” (Nur: 24/1)
“De ki: “Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sure
getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.” (Yunus: 10/38)
“Yoksa: “Onu kendisi uydurdu.” mu diyorlar? De ki: “Haydi
siz, yalan üzere uydurulmuş olarak onun benzeri on sure getirin ve eğer doğru
sözlüyseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi çağırın.” (Hud: 10/13)
Sure
kelimesi önce Kur’an kelimesinin anlamında kullanılmakta idi. Daha sonra
ayetlerde de görüldüğü gibi, küçük olsun, büyük olsun Kur’an’ın her müstakil
bölümüne sure denmiştir. Sure kelimesi Kur’an’da dokuz defa geçmektedir. Suver
şeklinde olan çoğulu ise, bir yerde geçmektedir.
Alimlerin
çoğuna göre Kur’an-ı Kerim 114 sureden ibarettir. Bazı alimler Enfal ile
Tevbe’yi, bazıları da Duha ile İnşirah’ı birleştirerek 113 sayarlar. Sure
sayısını 112 veya 115 kabul eden alimler de vardır. Kur’an’ın en uzun suresi
286 ayet ile Bakara suresidir. En kısa sure de 3 ayetle Kevser suresidir.
Surelerin
tertibiyle ilgili, İslam alimleri arasında üç görüş belirtilmiştir:
1)
Alimlerin çoğuna göre surelerin tertibi tevkifidir, yani vahiy yoluyla
Rasulullah tarafından yapılmıştır.
2) Surelerin tertibi sahabelerin
ictihadıyla meydana gelmiştir.
3)
Bu tertib kısmen Rasulullah, kısmen de Sahabe ictihadıyla gerçekleşmiştir.[193]
Bazı
sahabelerde tertipleri farklı nüshaların bulunuşu bu tür farklı görüşlerin
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sayılan bu görüşlerin münakaşa edilebilecek
tarafı mevcut olmamakla birlikte, akla ve olaylara uygun düşen durum, surelerin
çoğunun tertibinin de Rasulullah tarafından yapıldığı, dolayısıyla bir çok
surenin tertibinin tevkifi olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. Kur’an-ı Kerim
Rasulullah zamanında tamamıyla yazılmış ve ezberlenmişti. Ancak bugünkü tertib
üzere sıralanmış değildi. Kur’an-ı toplayan ve yazan heyet, Rasulullah’ın
işaret buyurdukları şekilde sıraya koymuşlardı. Ondan aldıkları talimat üzerine
tertip etmişlerdi. Yoksa sahabeler bunu kendiliklerinden yapmamışlardı.
Rasulullah’ın tertibinin nasıl olduğunu araştırdılar, ona göre tertip ettiler.
Kur’an-ı
Kerim Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına bir defada ve bu tertiple inmişti. Ondan
sonra da duruma göre Rasulullah’a parça parça nazil olmuştu. Aynı zamanda
Rasulullah her sene Ramazan ayında Kur’an’ı Cebrail’e arzederdi. Vefat ettiği
yılda da iki defa arzetmişti.[194]
Bütün bunlar tertipsiz ve sırasız mı yapılmıştı? Yahut Kur’an, Allah nezdinde
Levh-i Mahfuz’da bir tertip üzere iken, yeryüzünde sahabelerin ictihadı ile
başka bir tertibe mi girdi? Yine Osman’ın yazdırmış olduğu mushaf sahabiler tarafından
tasvip görürken, surelerin tertibi üzerinde itiraz edenler mi oldu?
İşte
bütün bunlar gösteriyor ki, ayetlerin ve surelerin tertibi ilahi vahye
dayanmaktadır. Ayetler sureler içinde, sureler Kur’an’ın bütünü içinde en güzel
ve en sağlam bir şekilde sıralanmıştır. O Allah’ın kelamıdır. O’nun ahengini ve
tertibini veren Allah’tır.
Surelerin
tasnifleri uzunluklarına göre yapılmıştır. Buna göre sureler dört kısma
ayrılır:
1)
Tıval: Uzun sureler. Bunlar: Bakara, Al-i İmran, Nisa,
Maide, En’am, A’raf, Enfal ve Yunus sureleridir.
2)
Miun: Ayetleri yüzden fazla veya buna yakın surelerdir.
Bunlar: Tevbe, Nahl, Hud, Yusuf, Kehf, İsra, Enbiya, Taha, Mü’minun, Şuara ve
Saffat sureleridir.
3)
Mesani: Ayetleri yüzden az olan surelerdir. Bunlar: Ahzab,
Hacc, Kasas, Tasin, Neml, Nur, Enfal, Meryem, Ankebut, Rum, Yasin, Furkan,
Hicr, Ra’d, Sebe, Melaike, İbrahim, Sa’d, Muhammed, Lokman, Zümer, Hamimler,
Mümtehine, Fetih, Haşr, Tenzil, Secde, Talak, Nun ve Hucurat sureleridir.
4)
Mufassal: Ayetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan
surelerdir. Bunlar Hucurat suresinden Kur’an’ın sonuna kadar olan surelerdir.
Bunlar da üçe ayrılır: a) Tıval (Uzun):
Hucurat’tan Buruc’a kadar olan surelerdir. b) Evsat (Orta): Buruc’tan Beyyine’ye kadar olan surelerdir. c) Kısar (Kısa): Beyyine’den sonraki
surelerdir.
Sureler,
isimlerini ihtiva ettikleri garip bir kelimeden veya ifade ettikleri manadan
alırlar. Bazı surelerin birden fazla isimleri vardır. Mesela Fatiha suresine
yirmiden fazla isim verilmiştir. Fatihatu’l-Kitab, Fatihatu’l-Kur’an,
Ummu’l-Kitab, Ummu’l-Kur’an, Kur’anu’l-Azim, es-Seb’ul-Mesani, el-Vafiye,
el-Kafiye, el-Kenz, el-Esas, en-Nur, Suretü’ş-Şükr, Suretu’l-Hamd,
Suretu’d-Dua, Suretu’n-Necat, er-Rukye, eş-Şifa, eş-Şafiye, es-Salat gibi.
Enfal suresinin diğer bir ismi Bedir, Tevbe suresinin ki Berae, İsra suresinin
ki Subhan, Neml suresinin ki Süleyman, Fatır suresinin ki Melaike, Mü’min
suresinin ki Ğafir, Muhammed suresinin ki Kıtal, Saff suresinin ki Havariyyun, Mülk
suresinin ki Tebareke, Mearic suresinin ki Seele, Nebe suresinin ki Amme,
Tebbet suresinin ki Leheb veya Mesed’dir.
Bazan
da iki veya daha çok sureye ortak bir isim verilmiştir. Mesela: Bakara ve Al-i
İmran surelerine Zehraveyn, Felak ve Nas surelerine de Muavvizeteyn adı
verilmiştir.
Sureler
bazen baştaki lafzın ismini alırlar. Yasin Tasin gibi. Geçmiş nebi ve rasullere
ait kıssaları ihtiva eden sureler, bu rasullerin adını almıştır. Nuh, Hud,
İbrahim, Yunus, Al-i İmran, Yusuf, Muhammed sureleri gibi. Yine çeşitli
milletleri, varlıkları, değişik karakter sahiplerini anlatan surelere de
onların adı verilmiştir. Suretu Beni İsrail, el-Melaike, el-Cinn, el-Munafikun,
el-Mutaffifun gibi. Fakat bütün sureler ihtiva ettikleri mevzulara göre
adlandırılmış değildir. Musa’dan bahseden Taha, Kasas ve el-A’raf surelerinin
hiçbiri Musa suresi diye isimlendirilmemiştir.
Surelerin
Mekki ve Medeni oluşu şu üç görüş esas alınarak taksim edilmiştir:
1)
Vahyin nazil olduğu mekan dikkate alınmıştır. Buna göre sadece Mekke’de nazil
olanlar Mekki, Medine’de nazil olanlar Medeni’dir. İki şehrin civarında
inenler, yakın olduğu şehrin ismini alarak Mekki veya Medeni kabul edilebilirse
de seferde inen vahiyler bu taksimin kapsamına girmemektedir. Arafat, Mina,
Müzdelife, Taif Mekki, Bedir, Uhud gibi yerler de Medeni sayılmıştır.
2)
Muhataplar dikkate alınmıştır. Bu görüşe göre Mekkelilere hitab eden ayetler
Mekki, Medinelilere hitab eden ayetler ise Medenidir. Başka bir ifade ile “Ey iman edenler” hitabıyla başlayan ayetler Medeni, “Ey
insanlar” hitabıyla başlayan ayetler
ise Mekkidir. Fakat bu hitabların sürekli biçimde Medine ve Mekke’de
inmedikleri tesbit edildiğine göre bu taksim de şumullü görülmemiştir.
3)
Hicret esas alınmıştır. Buna göre, hicretten önce nazil olan vahiyler Mekki,
hicretten sonrakiler de Medeni sayılmıştır. Meşhur ve kapsamlı olan görüş de
budur.[195]
Burada nüzulün yerine itibar edilmemiştir. Mekke dönemi 12 yıl 5 ay 13 gündür.
İşte
belirtilen görüşler ve taksimin ışığında surelerin Mekki veya Medeni olduğu
belirlenmiş olmaktadır. Bu belirlenişin çeşitli faydaları vardır. Mesela
Nasıh-Mensuhun bilinişi, teşri’ tarihinin ortaya çıkışı, Kur’an’ın tahrif ve
tağyirden korunması, Kur’an’ın daha iyi anlaşılması gibi faydalar bu
cümledendir. Kur’an’ın getirmiş olduğu hükümlerin nerede ve ne zaman indiği
bilinirse Kur’an’ın tedrici hikmeti daha iyi anlaşılmış olur. Dini bir hüküm
hakkında, zahirde birbirine karşı imiş gibi görünen ayetlerin nasih ve
mensuhları bilinirse söz konusu problem de çözülmüş olur.
Bu
arada Mekki ve Medeni surelerin sayısı üzerinde de ittifak edilmemiştir. Suyuti
ve Ubey b. Ka’b’ın farklı görüşlerinin yanısıra son olarak Mısır kralı Fuat’ın
bastırdığı Kur’an’da Mekki sure 86, Medeni sure 28 olarak kabul edilmiştir. Bu
arada surelerin tamamı Mekki veya Medeni olduğu gibi Mekki sure içinde Medeni
ayetler ya da Medeni sure içinde Mekki ayetler bulunabilmektedir.[196]
Alak,
Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Fatiha, Leheb, Tekvir, A’la, Leyl, Fecr, Duha,
İnşirah, Asr, Adiyat, Kevser, Tekasür, Maun, Kâfirun, Fil, Felak, Nas, İhlas,
Necm, Abese, Kadir, Şems, Buruc, Tin, Kureyş, Karia, Kıyamet, Hümeze, Mürselat,
Kaf, Beled, Tarık, Kamer, Sad, A’raf, Cin, Yasin, Furkan, Fatır, Meryem, Taha,
Vakıa, Şuara, Neml, Kasas, İsra, Yunus, Hud, Yusuf, Hicr, En’am, Saffat,
Lokman, Sebe’, Zümer, Mü’min, Fussilet, Şura, Zuhruf, Duhan, Casiye, Ahkaf,
Zariyat, Ğaşiye, Kehf, Nahl, Nuh, İbrahim, Enbiya, Mü’minun, Secde, Tur, Mülk,
Hakka, Mearic, Nebe’, Naziat, İnfitar, İnşikak, Rum, Ankebut, Mutaffifin.
Bakara,
Enfal, Al-i İmran, Ahzab,
Mümtehine, Nisa, Zelzele, Hadid, Muhammed, Ra’d, Rahman, İnsan, Talak, Beyyine,
Haşr, Nur, Hacc, Münafikun, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Teğabun, Saf, Cum’a,
Feth, Maide, Tevbe, Nasr.[197]
Mekke’de
veya Medine’de indiği konusunda ihtilaf edilen sureler şunlardır: Fatiha, Ra’d,
Rahman, Saf, Teğabun, Mutaffifin, Kadr, Beyyine, Zelzele, İhlas, Felak, Nas.[198]
Surenin
Mekki veya Medeni diye adlandırılmasıyla onun tamamıyla böyle olduğu
kasdedilmez. Bazen Mekki surede bazı Medeni ayetler, Medeni olanda da bazı
Mekki ayetler bulunabilir. Lakin bu, ayetlerinin ekserisine göre, çoğunluk
bakımından bir vasıflandırmadır. Bunun içindir ki onları adlandırmada: Falan
sure Mekki’dir, ancak şu ayet Medeni’dir ve falan sure Medeni’dir, ancak şu
ayet Mekki’dir, diye varid olur. Nitekim biz bunu mushaflarda görmekteyiz.
Medeni surelerdeki Mekki ayetlere misallerden biri, Medeni olan Enfal suresi
olup alimlerden çoğu Yüce Allah’ın şu
kavlini ondan istisna etmişlerdir:
“Hani bir vakit o inkar edenler, seni tutup bağlamaları,
öldürmeleri ya da çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak
kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzakların en iyisini kurar.” (Enfal: 8/30)
Mukatil
bu ayet hakkında demiştir ki: Bu ayet, Mekke’de indi, zahiri de böyledir. Çünkü
o, müşriklerin, hicretten önce Rasulullah hakkında danışıp görüştükleri sırada
Daru’n-Nedve’de konuşulanları içermektedir. Bazısı şu ayeti de istisna
etmiştir:
“Ey Nebi! Sana ve sana uyan mü’minlere Allah yeter.” (Enfal: 8/64)
Nitekim
Bezzar, İbn Abbas’dan bu ayetin, Ömer İbn Hattab müslüman olduğu zaman indiğini
nakletmiştir.[199]
Mekki
surelerdeki Medeni ayetlere misallerden biri, En’am Suresi’dir. İbn Abbas
demiştir ki bu sure Mekke’de, bir kerede toptan indi. Sure Mekki olup, ancak
ondan üç ayet Medine’de inmiştir (En’am: 6/151-153). Hacc suresi Mekki olup
ancak 19. ayetin başından itibaren üç ayet Medine’de nazil olmuştur (Hacc:
22/19-21).[200]
Alimler
buna, Yüce Allah’ın şu kavli ile misal vermektedirler:
“Ey insanlar! Doğrusu biz
sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi
kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız,
O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah Alim’dir, Habir’dir.”
(Hucurat: 49/13)
Çünkü
bu ayet, fetih günü Mekke’de nazil olmuştur. Hicretten sonra nazil olduğu için
Medeni’dir. Bu ayetteki hitab geneldir. Bu gibi ayetleri alimler, Mekki diye
adlandırmadıkları gibi, özel bir biçimde Medeni diye de adlandırmıyorlar. Ancak
onlar bu gibi ayetler hakkında: Mekke’de inip hükmü Medeni olan, diyorlar.[201]
Alimler
buna da Mümtahine suresi ile misal veriyorlar. Çünkü bu sure Medine’de inmiş
olup mekan itibariyle Medeni’dir. Fakat içindeki hitap Mekke halkının müşriklerine
yönelmiştir. Berae suresinin başı da bunun gibi Medine’de inmiş olup, içindeki
hitap, Mekke halkının müşrikleri içindir.[202]
Alimler
bununla, Medeni surelerde bulunan, üslubu, özellikleri ve genel niteliği bakımından
Mekki sureler tarzında gelmiş olan ayetleri kasdediyor. Medeni olan Enfal
suresindeki Yüce Allah’ın şu sözü bunun misallerindendir: “Hani bir zamanlar: ‘Ey Allah’ım!
Eğer bu Kitab senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır,
yahut bize elem verici bir azap getir.” demişlerdi.” (Enfal: 8/32) Çünkü müşriklerin azabı acele istemeleri
Mekke’de idi.[203]
Alimler
bununla, yukarıda geçen nev’iye mukabil olanı kasdedip buna Necm suresindeki
Yüce Allah’ın şu sözü ile misal veriyorlar. Suyuti demiştir ki: “Fevahiş”
hakkında had, yani mukadder şer’i ceza bulunan her günahtır. “Kebair”, akibeti
cehennem ateşi olan her günahtır. “Lemem” ise, bu iki had arasındaki
günahlardır. Mekke’de ne had, ne de benzeri (şer’i ceza) yoktu.[204]
A’la
suresi bunun misallerindendir. Buhari, Bera İbn Azib’in şöyle dediğini
nakletmiştir: “Rasulullah’ın ashabından bize ilk gelenler; Mus’ab İbni Umeyr ve
İbni Ümmi Mektum’dur. Bu ikisi bize Kur’an okutmaya başladılar. Sonra Ammar,
Bilal ve Sa’d geldi. Sonra Ömer İbni Hattab, yirmi kişi ile hicret edip geldi.
Sonra Rasulullah (Ebu Bekir ve Amir İbn Füheyre ile hicret edip) geldi. Artık
ben Medine halkını, Rasulullah’ın gelmesine sevindiği gibi bir şeye sevindiğini
görmedim. Hatta (Beni Neccar’dan) genç kızlar, Rasulullah geldi, diyerek
sevindiler. Ben de Rasulullah henüz hicret etmeden önce –Mufassal’dan sayılan
surelerle beraber- A’la suresini okumuştum.” Bu mana, muhacirlerin taşıyıp Ensar’a
öğrettikleri her Kur’an için doğrudur.[205]
Berae
suresinin başlangıcı bunun misallerindendir. Şöyle ki, Rasulullah (s.a.v.) Ebu
Bekr’i, hicri dokuzuncu yılda, hacca emir tayin etti. Berae suresinin baş
tarafı nazil olunca Rasulullah bunu, Ebu Bekr’e kavuşup müşriklere tebliğ
etmesi için Ali b. Ebi Talib’e görev olarak yükledi. Ali de müşrikler arasında
bu ayetleri ilan edip, bu yıldan sonra hiç bir müşriğin haccedemeyeceğini
onlara tebliğ etti.[206]
Mekki
ve Medeni’yi bilmenin birçok faydaları vardır. En önemlileri şunlardır:
1)
Kur’an’ın tefsirinde ondan yararlanmak: Her ne kadar sebebin hususi olmasına
değil de, lafzın umumi olmasına itibar edilirse de, nüzul yerlerini bilmek,
ayeti anlamaya ve onu doğru olarak tefsir etmeye yardım eder. İki ayette mana
çeliştiğinde müfessir bunun ışığında nasıh ile mensuhu ayırd etmeye kadir olur.
Çünkü sonra inen, önce ineni nesh edicidir.
2)
Kur’an’ın üsluplarından zevk almak ve Allah’a davet üslubunda onlardan yararlanmak: Çünkü her makamın bir
makali vardır. Halim muktezasını gözetmek, belağat manalarının en
haslarındandır. Kur’an’daki Mekki ve Medeni üslubun özellikleri, okuyup
inceleyen kimseye, muhatabın nefsiyyetine uygun şeylerle Allah’a davette, hitap
yolları için bir metod verir. Aklı ve duyuları ona malik olur. İçini olgun
hikmet ile tedavi eder. Davetin merhalelerinden her merhalenin mevzuları ve
hitab üslubları vardır. Nitekim hitab, insanların sınıfları, onların inançları
ve sosyal durumlarının farklı olmasına göre değişir, farklı olur. Bu,
Kur’an’ın; mü’minler, müşrikler, münafıklar ve ehl-i kitaba hitabındaki çeşitli
üsluplarında açık seçik bir biçimde görülmektedir.
3)
Kur’anî ayetler içinden Siret-i Nebeviyeye vakıf olmak: Rasulullah’a vahyin
ardarda gelmesi; vahyin başlamasından son ayetin inmesine kadar, Mekke ve
Medine devrinde, davet tarihinin olayları ile beraber yürümüştür. Kur’an-ı
Kerim bu siret için temel kaynak olup, siyer alimlerinden kendisine uygun
olarak rivayet edilen olaylarda şüpheye yer bırakmayıp, rivayetler ihtilaf
ettiğinde Kur’an ihtilafı ortadan kaldırır.[207]
Sahabe
ve Tabiin’den gelen haberler ve Kur’an araştırmalarıyla ortaya çıkan bilgilere
göre Mekki ve Medeni surelerin bir takım alamet ve özellikleri vardır:
1)
Kur’an’da “Kella” lafzının geçtiği sureler Mekkidir. Bu lafız 15 surede 33 defa
geçmektedir.
2)
İçinde Secde ayeti bulunan her sure Mekkidir.
3)
Bakara ve Al-i İmran’ın dışında başında heca harfi (Hurufu Mukatta’a) bulunan
her sure Mekkidir. Ra’d suresi ihtilaflıdır.
4)
Bakara suresi hariç içinde nebi ve rasullerin, geçmiş milletlerin, Adem ve İblis’in
kıssasını ihtiva eden her sure Mekkidir.
5)
İstisnasına rağmen çoğunlukla “Ey insanlar!” ibaresi bulunan her sure Mekkidir.
“Ey iman edenler!” hitabının bulunduğu Hacc 77 ayeti konusunda ihtilaf vardır.
1)
Şer’i cezalar (hudud) ve miras paylarını (feraiz) ihtiva eden sureler
Medenidir.
2) Cihad ve
hükümlerini ihtiva eden sureler Medenidir.
3) Ankebut suresi
hariç münafıklardan bahseden her sure Medenidir.[208]
1) Kısa ve
vecizdirler, ezberlenmeleri kolaydır.
2) Şirk ve
putperestliğe karşı kesin tavır alınmıştır.
3) Allah’ın
birliği başta olmak üzere, itikad ve ahiretle ilgili iman esasları işlenmiş,
mü’minler ahlaki yönden yetiştirilmiştir.
4) Geçmiş
ümmetlerin tevhid mücadelesi anlatılarak mü’minlerin müşriklerin eziyetlerine
sabretmeleri istenmiştir.
1) Şeriatın konulması ve uygulanmasına ilişkin
esasları içerir.
2)
İbadetler, muamelatlar ve cemiyet ilişkilerinden bahseder.
3)
Yahudi ve Hristiyanların durumlarını açıklar.
4)
Meseleler ve durumlar uzun ayetlerle belirtilmiştir.[209]
Olaylara
uygun olarak zaman aralıklarıyla inen ve 23 senede tamamlanan Kur’an’ı,
Rasulullah vahiy katiplerine yazdırmıştır. Kendisi okuma yazma bilmeyen, ümmi
rasulün, Kur’an’ı yazdırdığını bir çok belge ve bilgiler ortaya koymaktadır.
Bunların bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
1)
Rasulullah’ın ümmiliğini yani okuma yazma bilmediğini ifade eden ayetler.
“Bundan önce sen hiç kitap okuyan biri değildin ve onu
sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya
kapılırlardı.” (Ankebut: 29/48)
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı
bulacakları ümmin nebi olan rasule uyarlar.” (A’raf: 7/157)
2)
Kur’an’a ancak temiz olanların dokunabileceğini belirten ayetler Kur’an’ın aynı
zamanda birşeyler üzerinde yazılı olmasının gereğini vurgulamaktadır.
“Elbette bu, bir Kur’an-ı Kerim’dir. Saklanmış-korunmuş
bir kitaptadır. Ona temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz.” (Vakıa: 56/77-79)
3)
Gerek hadis gerekse tarih mecmualarında yazım olayına ve kullanılan malzemelere
dair çeşitli haberler yer almaktadır.[210]
4)
Ebu Bekir (r.a.) devrinde, Kur’an’ın cem’i sırasında ayetlerin yazılı olarak
iki şahitle birlikte getirilmesinin istenmesi de yazım olayının açık delilidir.
5)
Ömer’in (r.a.) İslam’a girişi sırasında kız kardeşinin elinde Taha suresinin
yazılı bulunduğu bir sahifeye rastlaması[211],
sefer sırasında düşman toprağında mushafların taşınmasının yasaklanması[212],
yazım olayını teyid etmektedir.
6)
Rasulullah’ın Kur’an’ın dışında hadisler dahil her şeyin yazılmasını
yasaklaması[213],
yazma işinin sadece Kur’an’a hasredildiğini vurgulamaktadır.
Sayılan
hususlar ve benzeri bir çok rivayetlerden anlıyoruz ki bütün Kur’an
Rasulullah’ın hayatında yazılmıştır. Yalnız vahiy devam ettiği için sırayla,
toplamaya imkan olmadığından bu yazılanlar dağınık halde idi. Ayetler
yazılırken Rasulullah’ın yanında kalmak üzere bir nüsha kendisine veriliyordu.
Bazı ashab da kendileri için özel mushaf yazmışlardı. Yalnız bu yazma işi belli
bir kaideye ve tertibe dayanmıyordu. Kaynaklar Kur’an’ı toplayan (cem’ eden)
Sahabilerin isimlerine yer vermişlerdir. Bunlar içinde özellikle Zeyd b. Sabit,
Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b, Ebu Zeyd, Ebu’d-Derda, İbn Mesud, Ali ve Osman
(r.a.) temayüz etmişlerdir. Anılan sahabilerin bir kısmı, Kur’an’ın tamamını
Rasulullah hayatta iken toplamayı gerçekleştirirken bir bölümü de Rasulullah’ın
vefatından sonra tamamlamıştır. Bu kaynaklar, Mushaf’ı özel olarak toplamaya
girişen Sahabenin sayısını dörtten başlayıp yedi ve daha yukarısına
çıkarmaktadırlar.
Bu
arada yazılan Kur’an tümüyle ezberlenmişti. Rasulullah’ın Kur’an’ı öğrenmeye ve
öğretmeye teşvik eden hadisleri, bu yöndeki gayretlere hız katmıştı. Ashab
arasında Kur’an’ı ezber bilenlere “Kurra” adı verilirdi. Sahabeden meşhur olan
29 kurranın isimleri sayılmaktadır. Bunlardan bazıları: Abdullah b. Mes’ud,
Salim, Muaz, Ubey b. Ka’b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme.[214]
Rasulullah
hayatta iken yazılan ve ezberlenen Kur’an’ın resmen bir cilt halinde kitap
haline getirilemeyişinin sebep ve hikmetlerini şöyle sıralayabiliriz:
1)
Rasulullah hayatta olduğu sürece vahiy devam etmişti. Bazı ayetlerin neshedilme
ihtimali mevcuttu. Kitap haline getirilmesi bir takım karışıklıklara sebep
olabilirdi.
2)
Aralıklı olarak indiği bilinen ayetler, bir cilt halinde toplansaydı, bu durum
yazmaya, ezberlemeye ve neşre çalışanlara bir takım zorluklar getirecekti.
3)
Sureler nüzul tarihine göre tertib edilmediği için inen ayetlerin daha önce
inen bir sureye ilave edilmesi gibi durumlar söz konusu olduğundan kitap haline
getirme girişimi karışıklıklara sebep olabilirdi.
4)
Rasulullah’ın müslümanların başında bulunduğu, bir çok sahabinin de Kur’an’ı
ezberlediği bu dönemde böyle bir şeye ihtiyaç da duyulmamıştır.
5)
Vahyin tamamlanmasıyla Rasulullah’ın vefatı arasındaki süre 81 günü, alimlerin
çoğunluğuna göre de 9 gece gibi çok kısa bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu
kadar kısa sürenin Kur’an’ı bir kitap halinde toplamaya yetmeyeceği bir
aşikardır.[215]
“Zikr’i biz indirdik onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr: 15/9)
Rasulullah’ın
vefatından sonra halifeliğe seçilen Ebu Bekir (r.a.) devrinde bir takım yalancı
nebiler türemiş, irtidat hareketleri baş göstermişti. Halife Ebu Bekir bu
karışıklıkları önlemek için bazı teşebbüslerde bulunmuş, bu arada sahte nebi
Müseyleme üzerine de bir ordu göndermişti. Yemame’de (12/633 yılında) yapılan
savaşta 70 kadar hafız şehid düşmüştü. Hatta bu savaştaki şehit sayısının 500,
700 ve daha fazla olduğunu söyleyenler de vardır.[216]
İşte bu durum Ömer’i (r.a.) telaşlandırmış,
endişesini belirtmek üzere Halife Ebu Bekir’e gitmiş ve Kur’an’ın toplanmasını
teklif etmiştir. Ebu Bekir ilk anda Rasulullah’ın yapmadığı bir işi yapma
durumuyla karşı karşıya geldiği için çekinmişse de daha sonra, gönlü bu işe
ısınmış ve Ömer’in düşündüğü gibi düşünmüştür. Hemen Zeyd b. Sabit’i çağırmış
ve ona Kur’an’ı inceleyip toplama görevini vermiştir. Zeyd b. Sabit ilk anda bu
görevi yapmaktan çekinmiş ise de Halifenin telkin ve tavsiyelerine uyarak hemen
Kur’an’ı toplamaya koyulmuştur.[217]
Kur’an’ı
toplama görevi kendisine verilen Zeyd b. Sabit, Rasulullah’ın vahiy katibiydi.
Kur’an’ın tamamını Rasulullah’ın sağlığında toplamıştı. Akıllı, zeki ve
yetişkin bir genç olarak tanınmıştı.
Zeyd
b. Sabit’in Kur’an’ı toplama işiyle görevlendirilişinden hemen sonra, durum
Ömer (r.a.) tarafından halka duyuruldu ve Rasulullah’dan (s.a.v.) alınan
Kur’an’a dair bilgi ve belgelerin getirilmesi istendi. Getirilen ayet ve
surelerin kabul edilebilmesi için şu şartlar aranıyordu:
1)
Getirilen ayetlerin ezberlenmiş olması
2)
Rasulullah’ın huzurunda yazılmış olması
3)
Bunun da en az iki şahidin şehadetiyle isbat edilmesi.
Aranan
prensiplere son derece riayet ederek yazılı metinleri bir araya getiren Zeyd b.
Sabit bu işi yaklaşık bir yılda tamamlamıştır. Toplanan bu sayfalar Ebu Bekir’e
(r.a.) teslim edilmiş, vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır. Böylece
Rasulullah tarafından okunan, tebliğ edilen, yazılan ve ezberlenen Kur’an Ebu
Bekir devrinde, başta Zeyd b. Sabit olmak üzere sahabenin gayretleriyle
toplanıp tek kitap haline getirilmiştir. Toplanan Mushaf’ın Rasulullah devrinde
yazılan ve bilinenlerden hiç farkı yoktur. Yalnız Tevbe suresinin son iki ayeti
ile Ahzab suresinin bir ayeti sahabelerin tevatüren ezberlerinde, Rasulullah’ın
yanındaki mushafta olmasına rağmen sadece Huzeyme b. Sabit el-Ensari’nin
yanında vardı. Rasulullah onun şahitliğini iki kişinin şahitliği yerine saydığı
için sahabeler hiç bir şüpheye kapılmadan istisna olarak bunu almışlardır.[218]
Toplanan
kitap haline getirildikten sonra Mushaf adını alan bu nüshayı şu özellikleriyle
tanımak mümkündür.
1)
En ince ilmi tesbit usulleriyle toplanmıştır.
2)
Nüshaya ancak tilaveti mensuh olmayan ayetler alınmıştır.
3)
Nüshanın doğruluğu, tevatür yoluyla sabittir ve icma-ı ümmet vardır.
4)
Bu nüsha “yedi harfi” içine almaktadır.[219]
Ebu
Bekir’e teslim edilen bu Mushaf, onun vefatından sonra Ömer’e, Ömer’den sonra
da kimin halife seçileceği belli olmadığı için kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.
İstinsah sırasında Osman istemiş, sonra iade etmiştir. Hafsa’nın vefat
etmesinden sonra Medine valisi Mervan b. Hakem tarafından da yaktırılmıştır.
Bunun sebebi, istinsah edilen nüshalarla bu nüsha arasında muhalefet
olabileceği iddialarını ve bu yönde doğacak fitneyi ortadan kaldırmaktır.
Osman
(r.a.) Devrinde İslam Devleti sınırları Arabistan’ı aşmış, fetihler sebebiyle
insanlar grup grup İslam’a girmiş, her şehir halkı Kur’an-ı Kerim’i o beldedeki
kurra sahabenin okuyuşuna göre okumaya başlamıştı. Çünkü sahabenin Kur’an-ı
Kerim’deki bazı kelime ve harfleri Rasulullah’ın ağzından farklı şekilde
rivayet etmeleri farklı kıraat vecihlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.
Başlangıçta ümmete kolaylık olmak üzere Rasulullah’ın uyguladığı bu farklı
okuyuş, daha sonra bir takım tereddüt ve şüpheleri beraberinde getirmiş, her
belde insanları başka kıraatleri görünce şaşırmışlar kendi kıraatlarının daha
doğru ve fasih olduğunu iddia etmişlerdir. Öyle ki, farklı okuyuş sebebiyle
insanlar birbirlerini günahkarlık ve hatta küfürle itham edecek kadar ileri
gitmişlerdir.
Nitekim
Ermenistan ve Azerbeycan fetihlerine (25/646) katılan kumandan Huzeyfe b.
Yeman, bu durumu açıkça görmüş ve derhal halife Osman’a müracaat ederek,
ümmetin arasında yahudi ve hristiyanlar arasındaki ihtilafların benzeri
çıkmaması için, bu işin çaresine bakmasını istemiştir. Bunun üzerine Osman
Hafsa’ya haber göndermiş, Mushaf’ın sonradan iade edilmek üzere kendisine
gönderilmesini istemiştir. Hafsa da Mushaf’ı halife Osman’a göndermiştir.
Osman (r.a.)
gönderilen Mushaf’ı istinsah edip çoğaltmaları için şu dört kişiyi
görevlendirmiştir: Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As, Abdurrahman
b. Haris. Bunlardan Zeyd Medine’li Ensar’dan, diğerleri ise Mekke’li olup
Kureyşlilerdendi. Bazı haberlerde bu heyetin 12 kişiden oluştuğu
bildirilmektedir.
İstinsah
heyetine halife tarafından ihtilaf halinde Kureyş lehçesinin esas alınması
talimatı verilmiş, heyet de aşağıdaki prensipleri göz önünde bulundurarak
çoğaltma işlemini gerçekleştirmiştir:
1)
İstinsah, Ebu Bekir zamanında toplanan mushaf esas alınarak yapılacaktır.
2)
Son arzadaki durum gözetilerek, tilaveti mensuh olan ayetler alınmayacaktır.
3)
İhtilaf halinde Kureyş lehçesi tercih olunacaktır.
4)
Mushaf’ın istinsahı bir kaç nüsha halinde yazılarak gerçekleştirilecek ve
muhtelif beldelere gönderilecektir. Gönderilen Mushaflara uymayan ve tashihi
mümkün olmayan sayfa ve Mushaflar imha edilecektir.
5)
Sureler, bugün elimizde bulunduğu şekliyle tertib edilecektir.
6)
Bu Mushaflara, daha önceki Mushaf veya sayfalara yazılmış, açıklama
mahiyetindeki ibareler yazılmayacaktır.
Komisyon
belirtilen esaslar çerçevesindeki çalışmasını bir rivayete göre beş sene
zarfında tamamlamış, çoğaltılan nüshalardan birisi Medine’de bırakılmış,
diğerleri Kufe, Basra ve Şam’a gönderilmiştir. Bu arada çoğaltılan nüshaların
sayısının 5 veya 7 olduğu söylenerek, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de Kur’an
nüshalarının gönderildiği belirtilmiştir.
İstinsah
işlemi tamamlanınca esas Mushaf, Hafsa’ya iade edilmiş, çoğaltılan Mushaflar üzerinde
Ashab ve Tabiilerin icmaı gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Osman’ın gerek
kendisinde bulundurduğu ve gerekse diğer şehirlere gönderdiği bu Mushaflar
derhal benimsenmiş, kısa zamanda bunlardan istinsahlar yapılarak, birçok
müslümanın elinde Kur’an nüshaları görülmeye başlamıştır. Bugün taşıdığımız ve
okuduğumuz Kur’an-ı Kerim nüshaları Osman’ın (r.a.) çoğalttığı nüshaların
aynısıdır.[220]
Osman
(r.a.) zamanında çoğaltılan Mushaflar, harekesiz ve noktasız olarak yazılmıştı.
Bunun gerekçesi de Kur’an’ın çeşitli kıraat vecihlerine göre harekesiz ve
noktasız metinde okunabilmesini sağlamaktı.
Fakat
Arap olmayanların İslam’a girmeleri ve bunların Arapçaya vakıf olmamaları
sebebiyle Kur’an-ı Kerim’i yanlış okuma olaylarına sık sık rastlanılır olmuştu.
Dolayısıyla Kur’an’ı sağlıklı ve kolay okumayı sağlayacak nokta ve hareke gibi
bir takım düzenlemelere gitmek gereği belirmişti.
Kur’an’ı
ilk defa harekeleme yoluna giden Ebu’l-Esved ed-Düeli (69/688)’dir. Bu zat
başlangıçta Basra valisi Ziyad b. Ebih’den gelen teklifi kabul etmemiş, daha
sonra bir şahsın Tevbe suresinin 3. ayetinde yer alan “Ve rasuluhu” kelimesini “Ve rasulihi” şeklinde okuduğunu
duymuş, hemen vali Ziyad’a başvurarak harekeleme işine girişmiştir. Çünkü geçen
ayetin “Allah ve Rasulü müşriklerden beridir.” şeklindeki anlamı, duyduğu okuyuşa göre “Allah müşriklerden de
Rasulünden de beridir.” şekline dönüşmüştü. Bu yüzden Mushaf yazısındaki
renkten farklı bir mürekkeple fetha hareke için harfin üstüne bir nokta, kesre
için altına bir nokta, zamme için önüne bir nokta koymak suretiyle bu işi
tamamladı. Tenvin için de iki nokta kullanılmıştı.
Harekeleme
işinden hemen sonra da harflerin noktalanması işi gerçekleştirilmiştir. Bu işi
de Irak valisi Haccac b. Yusuf (95/713)’un emriyle Düeli’nin talebesi Nasr b.
Asım (89/708) yapmıştır. Bazı rivayetlerde de bu noktalama işini Yahya b.
Ya’mer (129/746)’in gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Şu var ki Basra’da bu
iki zatın başlattıkları noktalama hareketi, daha sonra Medine’ye ve diğer İslam
beldelerine yayılmıştır.
İlk
dönemlerde uygulanan ve noktalarla gösterilen hareketlerle, benzer harfler için
uygulanan noktalar Mushaflarda farklı renklerle işaretlenmiştir. Bir süre devam
eden bu uygulama Halil b. Ahmed (175/791)’in bildiğimiz hemz, teşdid, sıla,
revm ve işmam gibi diğer noktalama işaretlerini tamamlamasıyla son şeklini
almıştır.
Kur’an-ı
Kerime hareke ve nokta konulması meselesi başlangıçta tartışma konusu olmuş
aralarında Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ud ve İmam Malik’in de bulunduğu
bir grup selef alimleri bu hareketi hoş karşılamamışlardır. Fakat sonraki
dönemlerde, hareke ve noktalama hareketinin Kur’an-ı Kerim’e herhangi bir zarar
değil, yarar getireceği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Bu yüzden nokta ve harekelemeye
ruhsat verilmiş, hatta müstehap olduğu söylenmiştir.
Halife
Velid (86-96) mushafların yazılışı için, hattının güzelliğiyle şöhret bulan
Medine’de Mescid-i nebevi’nin mihrabındaki hattın sahibi olan Halid b.
Ebi’l-Heyyac’ı gönderdi. Hicri dördüncü asrın sonlarına kadar hattatlar
mushafları kufi yazısıyla yazmaya devam etti. Hicri beşinci asrın başlarında
onun yerini güzel nesih yazısı aldı. Günümüzde kullanmakta olduğumuz nokta ve
harekelerin hepsi bu yazıda mevcuttur. Kur’an’ın ilk baskısı 1530 yılında
Bındıkiyye’de gerçekleşmiş lakin kilisi bunu hemen yok etmiştir. Müslümanlar
tarafından ilk baskısı 1787 yılında Rusya’nın Saint-Petersbourg şehrinde Mevlay
Osman tarafından gerçekleştirilmiştir. 1828 yılında ilk taş baskı Tahran’da
yapılmıştır.1877 yılında İstanbul’da basıldı. 1923 yılında Kahire’de Kral
Fuat’ın emriyle Ezher ulemasının eşliğinde Hafs rivayeti ile Asım’ın kıraatine
göre basılan Kur’an’ı İslam alemi çok beğendi ve neredeyse tek nüsha durumuna
geçti.[221]
Kur’an’ın
nokta ve harekelenmesiyle ilgili bir çok eser yazılmıştır. Bunlar arasında
Ed-Dani (444/1053)’nin “El-Muhkem fi Nakti’l-Mesahif” adlı eseri meşhur
olanıdır.[222]
Kur’an-ı
Kerim’in kıraatıyla doğrudan ilgili meselelerden olan yedi harf ve kıraat
meselesi ilgili alimlerin en çok üzerinde durdukları konular arasında yer
almıştır. Bu iki konu birbirine karıştırılmış, bazen aynı şeyler olduğu
söylenmiş, bazen de ayrı ayrı şeyler oldukları belirtilmiştir. Kanaatimizce
birbirinden ayrı olan bu meseleleri anahatlarıyla anlatalım:
Bize
21 sahabiden ulaşan ve sayısı 46’yı bulan hadislerde rivayet edildiğine göre
Kur’an-ı Kerim yedi harf üzerine inmiştir. Özellikle Ubey b. Ka’b ve Ömer’den
(r.a.) rivayet edilen hadislerde bu durum vurgulanmıştır. Nitekim Ubey b.
Ka’b’ın rivayet ettiği hadiste belirtildiğine göre Cebrail Rasulullah’a üç defa
gelmiş ve her gelişinde Kur’an’ın bir, iki ve üç harfle okunuşuna ilişkin ilahi
emri tebliğ etmiştir. Rasulullah, Kur’an’ın üç harfle okunuşunun bile ümmete
zor geleceğini Cebrail’e bildirmesi üzerine melek dördüncü gelişinde şöyle
demiştir: “Allah
sana ümmetinin Kur’an’ı yedi harf üzere okumasını emrediyor, hangi harfle
okurlarsa doğruyu bulmuşlardır.”[223]
Ömer’in
(r.a.) rivayet ettiği hadiste ise, Hişam b. Hakim’in Furkan suresini okuyuşuna
ilişkin olarak Ömer’in gösterdiği tepki anlatılmış, karşılıklı tartışan bu iki
sahabinin Rasulullah’ın huzuruna gelerek anılan sureyi farklı biçimde
okudukları nakledilmiş, sonunda da Rasulullah’ın şöyle buyurduğu
kaydedilmiştir: “Bu Kur’an yedi harf üzerine indirilmiştir. Bunlardan hangisi kolayınıza
gelirse onu okuyunuz.”[224]
Yedi
harfin ne anlama geldiği ve neye delalet ettiği hususunda alimler farklı
görüşler öne sürmüşlerdir. Konuyla ilgili görüşleri 40’a kadar çıkaranlar varsa
da bunların belli başlıları şunlardır:
1)
Yedi Harf tabiri kendi başına müşkil bir terimdir. Bu kapalılık hem harf, hem
de yedi kelimesinden gelmektedir. Çünkü harf kelimesi, bir çok anlamlara gelen
müşterek bir lafızdır. Yedi rakamı ise, bilinen sayı olduğu gibi, çokluktan
kinaye olarak kullanılabilir.
2)
Yedi Harf, meşhur yedi lehçedir. Bu lehçeler ise, Kureyş, Huzeyl, Sakif,
Hevazin, Kinane, Temim ve Yemen kabilelerine aittir.
3)
Yedi Harf, yedi vecihtir. Yani bir şeyin aynı anlama gelen çeşitli lafızlarla
söylenmesidir. “Akbil, Helümme, Teal” lafızlarının “Gel” anlamını ifade etmesi
gibi.
4)
Yedi Harf, yedi çeşit kelamdır. Emir, nehiy, helal, haram, muhkem, müteşabih ve
emsal gibi.
5)
Yedi Harf, Kur’an’ın mutlaka yedi lehçe ile değil, yer yer farklı lehçelerle
okunabileceğinin ifadesidir.
6)
Yedi Harf, kıraat imamlarına nisbet edilen yedi kıraat değildir.
7)
Yedi Harf, Kur’an’ın okunuşu hususunda Yüce Allah’ın, Rasulullah’ın isteğini
kabul ederek kullarına tanıdığı bir ruhsat, kolaylık ve genişliktir.
8)
Yedi Harf, Kur’an’daki bazı kelimelerin okunuşlarında görülen bir tür
çeşitliliktir. Bu çeşitlilik hiç bir zaman, anlamda herhangi bir çelişkiye ve
farklılığa sebep olmamaktadır.
Şimdi
de Yedi Harf uygulamasına ilişkin bazı örnekler verelim: “Ekvemu kîla” ayetini
“Esvebu kîla” şeklinde okuyarak “Ekvemu, Esvebu ve Ehbe’e” kelimelerinin aynı
anlama geldiğini belirtmiştir. Ömer (r.a.) “Fes’av” kelimesini “Femdu”
biçiminde okumuştur. Ebu’d-Derda “Taamu’l-Esîm” kelimelerini bir türlü okuyamayan
kimseye “Taamu’l-Facir” okumasını söylemişti. Ayette geçen “Zehrafe”
kelimesinin yerine İbn Mesud’un “Zehebe” kıraatine rastlanmıştır.
Sonuç
olarak Yedi Harfle ilgili şunu söyleyebiliriz: Birinci asrın ilk yarısından
itibaren Kureyş lehçesinin ve eğitiminin yaygınlaşması üzerine Yedi Harf
meselesi, önemini kaybetmiştir. Zaruretten dolayı, kısa bir süre için ruhsat
olarak getirilen bu uygulama artık sona ermiştir. Bugün ise, ilmi bir mesele
olarak incelenmekten başka bir değeri yoktur.[225]
Kur’an
kelimeleri üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’rab yönünden farklı
okuyuşlara kıraat denmiştir. Osman (r.a.) zamanında çoğaltılarak belirli
merkezlere gönderilen Mushafların harekesiz ve noktasız oluşu muhtelif
kıraatlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hicri 1. asrın ikinci yarısından
itibaren Medine, Mekke, Kufe ve Basra’da kıraat mektepleri açılmaya başlanmış,
2. asrın başlarından itibaren de çok çeşitlenen kıraatler içinde tercih edileni
belirtmek üzere Yedi Kıraat (Kıraat-ı Seb’a) tabiri yaygınlaşmıştır. Konuyla
ilgili çalışmalar yapılmış, yazılan eserlerle kıraat bir ilim olarak tesbit
edilip uygulanmıştır. Nihayet Ebu Bekir b. Mücahid (324/925) yazdığı
“Kitabu’s-Seb’a” isimli eseriyle kıraatları yedide sınırlarken sahih kıraatları
da toplamıştır. Yalnız bu yedi kıraatin Yedi Harften ayrı olduğu, aralarında
bir ilginin kurulmaması gerektiği unutulmamalıdır. Daha sonra İbnü’l-Cezeri
(833/1429) başta olmak üzere bir grup alim, Yedi İmama üç meşhur imamın da
kıraatlarının eklenmesini uygun bulmuşlar, dolayısıyla kıraatların sayısı ona
(Kıraat-ı Aşere) yükselmiştir. Böylece Yedi Harfin yedi kıraatla açıklanmasına
yönelik arayışlar da sona erdirilmiştir. Bu on kıraate dört kıraatın da ilave
edilmesiyle 14’ü bulduğu görülmektedir.
Belirtilen
ve sayısı 14’ü bulunan sahih kıraatlarda müslümanlar için ezberleme, anlama ve
hüküm çıkarma gibi kolaylıkların söz konusu olduğu bilinmelidir. Kıraat
uygulaması sünnettir. Farklı kıraatlere Rasulullah tarafından müsaade
edilmiştir. Kıraatler sahih ve şazz olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Tevatür
derecesine ulaşan sahih kıraatlere “mütevatir”, tevatür derecesine ulaşmayan
veya gramer ölçülerine göre ortaya konan kıraatlere de “şazz” denir. Kıraat
imamlarının arasındaki ihtilaf “kıraat” adını alırken, ravilerin ihtilaflarına
“rivayet” denilmiştir. Diğer ihtilaflara ise “vecih” denilmiştir. Kıraat
imamlarına “Kari, Kurra” veya “Mukri, Mukriun” denilirken, rivayet edenler de
“Ravi. Ruvat” diye isimlendirilmişlerdir.
Kur’an
kelimelerinin madde ve lafızda değil, sadece şekil ve suretinde beliren
kıraatle ilgili bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Harflerin tek veya çift
noktalarının, harflerin üst veya altında yer alması (Ya, Ta, Bâ ve Nûn
harflerindeki gibi.)
2)
Hareke değişmeleriyle ilgili olabilir. “Bi’l-buhli” kelimesinin “Bi’l-behali”
şeklinde okunuşu gibi.
3)
“Hum” zamiri harekelendirilir. “Aleyhimu, minhumu” gibi.
4)
Lehçe farkları gözetilebilir. “Berie-Berae” gibi.
Mütevatir
sayılan on kıraatın imamları ise şunlardır:
1)
Ebu Abdurrahman Nafi (169/785) Nafi’nin ravileri, Kalun ve Verş’tir.
2)
Abdullah b. Kesir (120/738)
3)
Ebu Amr (154/771)
4)
Abdullah b. Amir (118/736)
5)
Asım b. Ebi’n-Necud (127/745) Asım’ın ravisi Hafs’dır.
6)
Hamza b. Habib (156/773)
7)
Ali b. Hamza el-Kisai (189/805)
8)
Halef b. Hişam (229/844)
9)
Ebu Ca’fer el-Ka’ka (130/748)
10)
Ebu Muhammed Ya’kub b. İshak
Sayılan
on mütevatir kıraatin bugün üç tanesi fiilen kullanılmakta olup diğerleri bir
ilim olarak tetkik edilmektedir. Pratik olarak uygulanan üç kıraat şunlardır:
1)
Ebû Amr kıraatı, sadece Sudan’ın bir kısmında kullanılan bu kıraat yaygın
değildir.
2)
Nafi’ kıraatı, Mısır hariç Kuzey Afrika’da tutunmuş bir kıraattir.
3)
Asım kıraatı, yeryüzündeki müslümanların büyük çoğunluğu Asım kıraatını ve Hafs
rivayetini kullanmaktadır. Mushaflar da bu kıraata göre basılmaktadır.[226]
Bir
kıraatın sahih olabilmesi için onun, üç vasfa sahih olması gerekir:
1)
Rasulullah’dan sahih senedle rivayet edilmesi.
2)
Osman’ın (r.a.) mushafına takdiren de olsa uygun olması.
3)
Arapçanın kaidelerine uygun olması.[227]
Kur’an-ı
Kerim’in 114 sure 6666 (veya 6236) ayetten meydana geldiğini görmüştük. Şimdi
de Kur’an’ın bölümleri ve parçalara ayrılışına ilişkin bazı bilgiler verelim:
1) Kur’an’daki kelime sayısı:
77.934 veya 77.437’dir.
2) Kur’an’daki harf sayısı:
326.048 veya 323.671’dir. Kelime ve harf sayısındaki farklılık, imla ve
kıraattaki ihtilaftan ileri gelmektedir.
3) Cüz: Mushaflar 30 cüze
ayrılmıştır. Her cüz 20 sayfadan oluşmaktadır. Mushafların sol tarafındaki
sayfa kenarına konan işaretlerle gösterilmiş, içine cüz yazısı ve sayısı
yazılmıştır.
4)
Hizib: Cüzün dörtte birini oluşturan beş sayfalık bölümün
adıdır. Toplam hizib sayısı 120’dir. Bunlar sayfa kenarlarına konulan ve içine
hizib yazılan işaretlerle gösterilir.
5)
Kur’an’ın bölümleri: Kur’an’ın ilk
ve ikinci yarısı, birinci, ikinci ve üçüncü üçte birleri, birinci, ikinci,
üçüncü ve dördüncü dörttebirleriyle, beş, altı ve yedide birleri çeşitli
eserlerde gösterilmiştir.[228]
6)
Duraklar: Ayetleri birbirinden ayırmak için konulan
işaretlerdir. İlk zamanlarda Mushaflarda bulunmayan duraklar, daha sonra daire
meyilli çizgiler halinde yapılmıştır. Daha sonraları yalnız daire halinde
gösterilmiştir. Zamanla bu daireler gül şeklini almış veya içi süslü daireler
olarak kalmıştır. Zamanımızda basımı yapılan Mushaflarda çeşitli şekillerde
durak işaretlerine rastlanmaktadır. Çoğunlukla da bu durakların içinde ayet
numaraları yazılıdır.
7)
Secavendler: Okunan yerin anlamı göz önünde bulundurularak
konulmuş bir tür noktalama işaretleridir. Secavendler, işaretlerin büyük
bölümünü ilk defa uygulayan Muhammed b. Tayfur Secavendi (560/1165)’nin ismiyle
anılmışlardır. Her bir vakf ve vaslın çeşitli durumlarıyla, konulan ifade eden
bu işaretler “Mim, Tı, Cim, Sad, Kaf” gibi harfler, “Kıf” ve “Sıl” gibi
kelimeler veya üçlü noktalarla gösterilmiştir.
8)
Tahmis ve Ta’şir: Surenin her beş ayetinin sonuna “Hams”
kelimesinin yazılmasına “Tahmis”, her on ayetin sonuna da “Aşr” kelimesinin
yazılmasına “Ta’şir” denilir. Bunların “Ha” ve “Ayn” harfleriyle işaretlendiği
de görülmektedir.[229]
Türkiye’de basılan Mushaflarda bu işaretlere rastlanmamaktadır. Ancak bu
mushaflarda görülen “Aşr” işaretinin ise konu başlangıç ve bitimini ifade eden
“Ruku alametleri” olduğu bilinmektedir.
9)
Sure başlıkları: Her surenin başında o surenin adının, nerede
nazil olduğunun ve ayet sayısının belirtildiği kısımdır.
10)
Secdeler: Kur’an’da 14 yerde geçen secde ayetini belirten
işaretlerdir. Bu işaretler secde ayetinin hizasına konulmuş ve içine “Secde”
yazılmıştır.
Konularına
göre Tefsir Usulü çalışmaları deyince, Kur’an tefsiriyle yakından ilgili olan
veya Kur’an’ın kendi yapısına ait ilimler üzerindeki araştırmalar anlaşılmaktadır.
Kur’an ilimlerini konularına göre ele alıp inceleyen ve bu şekilde Tefsir Usulü
içinde yer alan Kur’an ilim dallarını tesis eden çok sayıda araştırmacı alim
bulunmaktadır. Bu konuların her biri, müstakil olarak tedvin edilmiş eserlerle
tanıtılmıştır.
Konularına
göre Tefsir Usulü Çalışmalarını, A)
Mushaf ve Kıraat bilgisine ilişkin çalışmalar B) Kur’an ilimleriyle ilgili çalışmalar olmak üzere iki gruba
ayırmak mümkündür. Şimdi bu iki gruba giren ilim dallarını, alimlerini ve
geliştirilen literatürü tanımaya çalışalım.
Kur’an-ı
Kerim’le doğrudan bağlantılı olan ilimlerdir ki bunları Resmü’l-Mushaf, Tecvid
İlmi, Kıraatu’l-Kur’an, Vakf ve İbtida şeklinde tasnif edip inceleyeceğiz.
Kur’an’ın
yazısıyla ilgili olarak doğan ilme “Resmü’l-Mushaf”
ismi verilmiştir. Kur’an’ın kendine mahsus bir yazı şekli vardır ki, buna “Resmü’l-Osmani” denir. Bu yazı şekli Osman (r.a.) zamanında
istinsah edilen Mushafta da belirlenmiş ve günümüze kadar aynen muhafaza
edilmiştir. Müslümanlar da başlangıçtan beri bu Mushafların yazısına titizlikle
uymuşlar ve imla tarzına sadakatle bağlı kalmışlardır.
İşte
bu titizlik sebebiyle ilk asırlardan itibaren Kur’an’ın yazısıyla ilgili olarak
müstakil eserler yazılmıştır. Yazılan eserlerde, Kur’an’ın yazısının kendine
mahsus özellikleri anlatılmakta, kelime ve harflerin çeşitli durumlarda nasıl
yazılmış oldukları inceden inceye tesbit edilmektedir.
Osman
(r.a.) zamanında yazılıp çoğaltılan Mushafların yazısında arapça kaidelere
uymayan bazı yerlerin bulunduğu bilinmekle birlikte bir kısım alimler,
Mushafların bu şekilde yazılmasının çeşitli hikmetlere dayandığını
söylemektedirler. Bazı bilginler de bu imla tarzının o devirde yazının olgunlaşmamış
olmasından ileri geldiğini söylemektedirler.[230]
Ancak
alimlerimizin çoğunluğuna göre Mushafın imla tarzına uymak vaciptir. Mezhep
imamları da bu yazıya uymanın sünnet olduğunu ve korunmasının gerektiğini,
başka bir yazıyla Mushafın yazılmasının haram olduğunu belirtmişlerdir.[231]
Kur’an’ın
bütününün yazısıyla ilgili olarak müslümanlar arasında icmâ’ meydana geldiğine
göre, artık bu yazının değiştirilip yerine başka bir yazının konması mümkün
değildir. Buna göre Kur’an’ın latin harfleriyle yazılması caiz görülmemektedir.
Üstelik arap yazısının dışında bir yazı, Kur’an-ı Kerim harflerinin
mahreçlerine ve tecvid kaidelerine uygun biçimde okunmasına yeterli olmadığı
gibi kıraat vecihlerini de ifade edemez. Bu arada şimdiki yazının Kur’an’ı
ezberleme hususunda hafızaya büyük yardımı olduğu bilinmektedir.
Yüzyıllar
boyunca Kur’an-ı Kerim, Osman (r.a.) Mushaflarına uygun olarak meşhur hattatlar
tarafından çok güzel yazılarla yazılmıştır. Özellikle Türk hattatlar bu uğurda
üstün maharet göstermişler, yazıya en güzel ve en mükemmel şeklini vermişler,
adeta sanat yarışına çıkmışlardır. İstanbul, Kahire, Paris, Londra, Vatikan,
Berlin, Petersburg, Gırnata vb. kütüphanelerde çok kıymetli Mushaflar
bulunmaktadır.
Mushaf,
ilk defa Avrupa’da basılmıştır. Elde en eski baskı, 1694 yılında tab’ edilen
Hamburg nüshasıdır. Muhtelif vilayetlerde ve değişik tarihlerde tab’ edilen
Mushaflarla birlikte İstanbul’da ilk basım (1288/1871) ile (1291/1874)
tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Kahire basımı ise (1281/1864)’dür.[232]
1)
37)
Tecvid,
harflerin mahrec ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur’an-ı Kerim’i hatasız
okumayı öğreten ilimdir. Kur’an-ı Kerim’i okumak apayrı bir özellik arzeder. Bu
okuyuşun herkesin kolayına geldiği şekilde bir okuyuş olmayıp, lüzumlu
kaideleri öğrenmeyi sağlayan Tecvid ilmine bağlı bir okuyuş olarak
gerçekleştirilmesi gerekir. Müzzemmil suresinin 4. ayetinde “Kur’an’ı tertil ile
(açık açık, tane tane) oku.”
buyrulurken tertil kelimesi, tecvid ve vakfı bilmek şeklinde yorumlanmıştır.[233]
Yani ayette tecvid ile Kur’an okuma gereğine işaret edilmiştir.
Nitekim Rasulullah da Kur’an’ı tecvid ile
okumuş ve tecvidin lüzumunu belirtmiştir. Ashab-ı Kiram da tecvid ile okumuş,
tecvid konusunda icma’ hasıl olmuştur.[234] Bu durumda tecvidi inkâr etmek
küfürdür. Ona gereken önemi vermemek ve saygı göstermemek de büyük günah
sebebidir. Tecvid ilmi olarak öğrenmek farz-ı kifayedir. Açık hatadan (Lahn-ı
Celi) kurtaracak kadar tecvide riayet etmek de farz-ı ayndır.
Tecvid
hem teorik hem de pratik yönü olan bir ilimdir. Nazari yönü tek başına
öğrenilse bile ameli yönü mutlaka tecvidi bilen bir üstadı gerektirir.
Birçok
alim tecvid ilmini kıraat ilminin bir parçası saymışlarsa da tecvid, kıraat
ilminden ayrı olarak değerlendirilmelidir. Çünkü kıraat ilminde ağırlıklı
olarak kelimeler, tecvid ilminde ise harfler ve onların çıkış yerleri
(mahrecler) incelenmekte ve uygulanmaktadır.[235]
Bir çok kıraat kitabında tecvidle ilgili bilgiler yer almakla birlikte müstakil
eserler de yazılmıştır. Bunlardan bazılarını kronolojik olarak tanıyalım.
1)
31)
Kur’an-ı
Kerim’in kelimelerinin okunuşlarını ve ihtilaflarını nakledenlerine nispet
ederek bildiren ilme “Kıraetü’l-Kur’an” veya “Kıraat
İlmi” denir.[236]
Kıraat İlmi, Kur’an-ı Kerim’le doğrudan meşgul olan ilimlerin en başında
gelmektedir.
Kıraat
İlminde kelimelerin telaffuz ve okunuşları incelenmekte, mütevatir ihtilafları
elde edip koruma melekelerini kazandırma hedeflenmektedir. Böylece kelime
telaffuzlarında hata, tahrif ve tağyir ihtimalleri ortadan kalkmış olur. Ayrıca
kıraat imamlarının da herbirinin okuyuş biçimleri öğrenilir. Kıraat ilmi
sayesinde Kur’an’ın okunuş ve şekilleri de bilinir. Bu ilmin ihmal edilmesi
durumunda, kıraatlere dayalı olarak çıkarılan dini hükümlerle, birtakım fıkhi
konuların dayanakları yitirilmiş olur. Meydana gelmesi istenmeyen böyle bir
kötü sonuç, ancak Kıraat İlmiyle önlenir.
Konusu
doğrudan doğruya Kur’an olması bakımından, Kıraat ilmiyle asırlar boyu müslümanlar
meşgul olmuşlardır. Asr-ı Saadette müslümanların ilk öğrendikleri ilmin Kur’an,
dolayısıyla Kıraat İlmi olduğu bellidir. Sahabe de Kur’an’ı ve onun kıraatını
öğrenmiş ve ezberlemiştir. Bu bakımdan Kıraat İlmi İslami ilimlerin ilki ve en
kıdemlisidir.[237]
Hicri
3. asırdan itibaren kıraat alanında pek çok eser yazılmıştır. Bunlardan bir
kısmı matbudur. Ancak çok büyük bir kısmı ise yazma halinde kütüphanelerde
korunmaktadır. Tesbit edebildiğimiz bazı eserleri kronolojik sıra içinde
tanıyalım.
Kur'an'ın mütevatir olan on
kıraati (Kıraat-i Aşere)nin dışında kalan kıraatlerdir.
Suyûtî ve Zerkeşî şâzz kıraati
şöyle tarif ederler: "Mütevatir kıraatlere mahsus olan üç şarttan birisi
eksik olursa o şâzzdır"[238]
Mütevatir kıraatlere ait üç şart
şunlardır:
1- Bir
vecihden bile olsa Arapça'nın gramerine uygun olmalıdır.
2- Takdiren
olsa bile, Hz. Osman'a nisbet edilen mushaflardan birinin resm-i hattına uygun
olmalıdır.
3- Meşhur
yedi ve on kurranın kıraatinden başka olsa bile, sahîh ve muttasıl bir senedle
Rasûlullah (s.a.s.)'a ulaşmalıdır.[239]
İşte bir kıraatte bu şartlardan
birisi eksik olursa ona "şâzz kıraat" denir.
Şâzz kıraate örnek:
İbnü's-Sümeylâ'nın Yûnus sûresinin 92. âyetini, "fe'l-yevme nünahhîke
bi'bedenike litekûne limen halefeke âyeten" diye okuması.
1- Muhammed
b. Abdurrahman b. Muhaysın (İbn Muhaysın).
2- Ebû
Muhammed Yahya b. el-Mübarek b. el-Muğîre el-Adevî el-Basrî (Yezîdî).
3- Ebû Saîd el-Hasen b. Yesâr el-Basrî
(Hasen-i Basrî).
4- Ebû Muhammed Süleyman b. Mihran el-A'meş
el-Esedî el-Kûfi (el-A'meş)[240]
1- Sahabenin icmaına dayanan, fakat tevatür
derecesine çıkamayan kıraatlerdir. Bunlara "Âhâd" kıraatler denir.
Bunlar da ikiye ayrılır:
a) Meşhûr olan şâzz kıraatler.
b) Meşhûr olmayan şâzz kıraatler.
Bu kıraatler bütün imamlara göre muteber
sayılmazlar ve dinî hükümlere delil olarak kullanılamazlar.
2- Gramer bakımından tashîh tekliflerinden
ibaret olan ve hiçbir dinî esasa dayanmayan şâzz kıraatler.[241]
Mekkî b. Ebî Tâlib ve İbnü'l-Cezerî, şöhret
bulması şartıyla şâzz kıraatin kabul edilip okunabileceğini söylemekle[242]
beraber ulema, şâzz kıraatin okunamayacağında icma etmiştir. Ulemadan bir
kısmının bu konudaki görüşleri şöyledir:
İbnü's-Sübkî: "Şâzz kıraatleri okumak
caiz değildir. Kur'an olmadıkları için namazda ve haricinde okunamazlar."
İmam Nevevî: "Namazda ve namaz dışında
şâzz kıraatleri okumak caiz değildir. Çünkü onlar Kur'an değildir. Kur'an ancak
tevatürle sabit olur. Şâzz kıraat ise mütevatir değildir. Bundan başkasını
söyleyen ya yalancıdır veya cahildir. Eğer bunu kabul etmeyip de bir kimse şâzz
kıraatle okursa, namaz ve onun dışındaki kıraatî reddedilir."
Bağdat fakihleri, şâzz kıraatle okuyan
kimsenin tevbe etmesinin lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir.
İbn Abdi'l-Berr, şâzz kıraatle namaz
kıldıranın arkasında namazın sahih olmayacağı konusunda müslümanların icmaının
bulunduğunu nakleder.
Zerkeşî, Mâlikî mezhebinde olanların da
aynı görüşte olduklarını ve İmam Mâlik'in mushafın hattına uymayan, İbn Mes'ûd
ve diğer sahabeden birinin kıraati ile okuyan kimse hakkında, "Onun
arkasında namaz kılınmaz" dediğini nakleder.
Subhi es-Salih, Kur'an'ın âyetlerinin
sayısını, Kur'an'daki en uzun ve en kısa kelimelerin hangisi olduğunu,
Kur'an'daki harekeli harflerden en çok hangilerinin olduğunu tesbit etme
çalışmaları yanında şâzz kıraatlerle uğraşmayı da bir nevî ilmî israf olarak
niteledikten sonra, "Değilse onlar da kesin olarak biliyorlar ki, Kur'an
olması kesinleşmeyen bir kıraat, kendileri için de, başkaları için de, onu
namazlarda veya diğer zamanlarda okumak caiz değildir ve hiç kimse bunlara
inanmaya mecbur tutulamaz" demektedir.[243]
1)
42)
Durmak anlamına
gelen vakf, okumaya tekrar başlamak niyetiyle nefes alacak kadar bir süre için
sesi kesmekten ibarettir. Başlama anlamına gelen İbtida ise, ilk defa okumaya
başlamak veya vakftan sonra tekrar başlamak demektir.
Vakf ve ibtida,
Kur’an’ın manasının iyice anlaşılabilmesi için gereken önemli bir husustur. Bir
şiir veya nesrin durulacak ve başlanacak yerlerine, başka bir deyişle noktalama
işaretlerine riayet edilmeden okunmasının, o metni ne kadar anlaşılmaz ve
çirkin hale getireceği bilinmektedir. O halde sözlerin en yücesi ve güzeli
Kur’an’ı okurken vakf ve ibtida’ya uymak son derece önemli bir keyfiyettir.
Rasulullah’dan
gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre, tilavette vakf ve ibtida’ya riayet
etmek gereği vurgulanmış, riayet etmeyenler suçlanmıştır.[244]
Aynı şekilde Ali’den (r.a.) gelen bir rivayet, vakf ve ibtida’nın önemini
göstermektedir.[245]
Öte yandan bütün alimlerimiz vakf ve ibtida’yı bilmenin lüzumuna işaret
etmişlerdir.[246]
Vakf ve İbtida
konusuyla ilgili iselerde, Kur’an’ın kelimeleri ve ayetleri üzerinde vakf ve
ibtida yapmanın hükümleri ve çeşitleri anlatılmıştır.
1)
17)
Kur’an-ı Kerim,
pek çok ilimler için feyizli bir kaynak olduğu herkesin malumudur. Her isteyen
ondan kendi kabiliyeti nisbetinde istifade edebilir. Onda mevcut olan esaslar,
düsturlar, umdeler sayesinde bir çok ilimler için istinbatlar yapılabilir.
Bizim asıl konumuz bu değil, Kur’an-ı Kerim’in tefsiriyle yakından ilgili olan
veya Kur’an’ın bünyesine ait ilimlerdir. Bunların adedi pek çoktur. Biz burada
onlardan birkaç tanesine, bir öğrencinin bilmesi lazım geldiği kadarıyla temas
edeceğiz. Bu konuların herbiri, müstakil olarak tedvin edilmiş eserlerle teyid
edilmiştir. Biz, bu ilimlerden muhtasar olarak bahsettikten sonra, bu konuda
yazılmış eserleri de kaydetmeye çalışacağız.[247]
Bazı ayet ve
surelerin ne gibi sebeplerle indirildiğini bildiren ilim dalına Esbabu’n-Nüzul
denir. Aslında Kur’an-ı Kerim’in bir kısım ayet ve sureleri, meydana gelen bazı
olaylar ve Rasulullah’a sorulan sorulara cevap olmak üzere indirilmiştir. İşte
Rasulullah’a sorulan bir soru veya bir hadise dolayısıyla bir kaç ayetin veya
surenin tamamının nazil olmasına sebep olan şeye nüzul sebebi denir. Bir sebebe
bağlı olarak inenlerin dışında kalan büyük bölüm ise herhangi bir soru veya
onay olmadan doğrudan indirilmiştir. Yani bu tür ayetler, ihtiva ettikleri
anlamı anlatmak için nazil olmuştur.[248]
Allah Teala her
şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bunların bazısını biz görebilir, bazısını da
göremeyiz veya izah edemeyiz. İşte Kur’an ayetlerini de bu bağlamda ele almak
gerekir. Naslarda ve vesikalarda tarihi hakikatler gizlidir. Vakıalara en doğru
olarak şehadet eden tarihdir. Tarih ise yalnız başına neticelere ulaşamaz. Bir
neticeye ulaşabilmek için, tabiî sosyal ve edebî ilimler, tarihle müştereken
çalışırlar. Bu bakımdan tefsir ilmindeki sebeb-i nüzul bahsini sadece tarihi
yönden mülahaza etmemek gerekir. Hüküm teşrii, hüküm tahsisi, Allah’ın
kelamının anlaşılması gibi yönler de düşünülmelidir.[249]
Kur’an’daki ayet
ve surelerin iniş sebeplerini bilmenin, onları anlamada büyük faydaları vardır.
Bu açıdan tefsirde nüzul sebeplerini bilmek, ayetlerin izah edilip açıklanması
yönünden son derece önemli ve gerekli kabul edilmiştir. Gerek İslam Tarihi açısından
gerekse kasdedilen mananın anlaşılıp şüphelerden kurtulması bakımından
Esbabu’n-Nüzulü bilmek gereklidir. Bu yüzden başlangıçta tefsir ilmi büyük
ölçüde nüzul sebeplerini bilmekten ibaretti. Sahabiler Rasululah’ın yanında
bulunan kişiler olarak hükümlerle sebepler arasındaki münasebetleri kurabilmiş
ve tefsiri gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla nüzul sebebi bilinmedikçe, gerçek
manasını anlamak mümkün olmaz. Buna karşılık nüzul sebebi bilinince de
anlaşılması kolaylaşır.[250]
Bilhassa tefsir
ilminde, sebeb-i nüzulün ayeti izah ve beyan etmesi bakımından lüzumu çok
önemlidir. Zaten tefsir sahasında sahabeyi yükselten en mühim
amil de budur. Onlar Rasulullah’a bir ayet nazil olduğunda, nüzule sebep olan
hadiseyi ve sebebini, sual soranın durumunu ve suali sormasındaki sebebi
bilirlerdi. Değişik sebeplerle ve çeşitli hadiselere göre nazil olan ayetler
ayrı ayrı hükümleri ihtiva ederlerdi. Sahabenin bazısı ve bilhassa daima
Rasulullah’ın yanında bulunan sahabe, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti
tesis edebilmişti. İşte bizim de sebeb-i nüzulden kastımız budur. Bidayetteki
tefsir ilmi, sebebi nüzulü bilmekten ibaretti şeklinde bir söz hakikatın
ifadesinden başka bir şey değildir. Zira hadis mecmualarının tefsir babları
hemen hemen sebeb-i nüzule tahsis edilmiş gibidir. Onlar çok kere hükümleri
sebeplere bağlayamadıklarından, hükümler mütenakız gibi görünmüştür. Sebepleri
bilinmeyen hükümler arasındaki ihtilaflar onları düşünmeye ve muhakemeye
sevketmiştir. Sahabe devrinden sonra gelenler ve hatta sahabe devrinde dahi
bazı kimselerin ayetleri tefsir ve izahtan çekinmelerinin en mühim sebebi,
hükümlerle sebepler arasındaki irtibatı temin edememelerinden ileri
gelmektedir. Muhammed b. Sirin (110/728)’den rivayet edildiğine göre
“Kur’an’dan bir ayeti Ubeyde b. es-Selmani (72/691)’den sordum. Bana:
“Allah’tan sakın. Kur’an’ın ne şey için nazil olduğunu bilenler gitti
(kayboldu)” dedi.[251]
El-Vahidi:
“Bu gün, bu hususta konuşanlar, ayetin sebeb-i nüzulünü bilmeden konuşmanın
tehlikesini düşünmeksizin cehalet yularını takıyor ve yeni şeyler icad edip
yalanlar uyduruyorlar.” sözünü de ilave etmektedir.[252]
Keza yine bu şahıs “Bir ayetin sebeb-i nüzulü bilinmedikçe, onun hakiki
manasını anlamak mümkün olamaz.” demiştir.[253]
İbn Teymiyye de: “Nüzul sebeplerini bilmek ayetlerin anlaşılmasını
kolaylaştırır.”[254]
diye söylemiştir. İbn Dakik el-Iyd de “Nüzul sebeplerinin beyanı, Kur’an’ın
manasını anlamaya kuvvetli bir yoldur.” demektedir.[255]
Nüzul
sebebini bilmenin faydalarını şöyle sıralayabiliriz:
1)
Kur’anı-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır, mü’minin imanı
kuvvetlenir, müşrikin de doğru yolu bulmasına vesile olur.[256]
2)
Ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale
edilmiş olur. Mesela: İçkinin haram kılındığını bildiren ayetler (Maide:
5/90-91) nazil olunca, Rasulullah’a daha önce içki içip ölmüş kişilerin durumu
sorulmuştu. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştu: “İman edip salih amel
işleyenlere... tattıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur.” (Maide: 5/93)[257]
Bu
ayetin nüzul sebebini bilmeyen Osman b. Kudame b. Maz’un ve Amr b. Ma’dikerib,
ayeti genel manada değerlendirerek, şarabın mübah olduğunu ileri sürdüler.
Nüzul sebeplerini bilmemeleri onları işte bu yanlış anlaşılmaya götürmüştür.[258]
Şarabın haram olmasına dair ayet nazil olunca, sahabenin zihninde beliren
tereddüdü izale etmek için bu ayet nazil olmuştu.[259]
3)
Hasr tevehhümü bertaraf edilir. Kur’an’da ayetin zahiri hasr ifade edebilir.
Fakat sebeb-i nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş
olur. Mesela:
“De ki: “Bana vahyolunan içinde, yiyen bir kimsenin
yiyeceği için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti –ki bu gerçekten murdardır- ya
da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında , haram kılınmış bir şey
bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa, -saldırmamak ve
haddi aşmamak şartıyla- Şüphesiz senin Rabbin Ğafur’dur, Rahim’dir.” (En’am: 6/145)
Bu
ayete bakarak sadece sayılan dört şeyin haram kılındığı, bunun dışında yiyecek
ve içeceklerden haram kılınan başka bir şeyin olmadığını söylemek doğru
değildir. Çünkü bunların dışında da haram kılınanlar vardır. İmam Şafii bu
ayette hasr maksud olmadığı görüşünü savunmaktadır. Bu ayetin sebeb-i nüzulü
tetkik edilecek olursa görülür ki, inad ve kafirliklerinden dolayı, Allah’ın
helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal kılan kimseler hakkında
nazil olmuştur. Yani bu ayet onların istediklerinin zıt yönünden nazil
olmuştur. Cenab-ı Hak bu ayetle onlara: “Helal ancak sizin haram saydıklarınız,
haram ise, sizin helal kabul ettiklerinizdir.” demek istemiştir. İmam eş-Şafii
de bu görüştedir.[260]
4) Nüzul sebebi ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.
Mesela: Mücadele suresinin başındaki zıhar ayetlerinin nüzulüne sebep olan Evs
b. Samit ve karısı Havle, bu ayetlerin kendilerine veya benzeri kişilere tahsis
edilebileceğini belgelemişlerdir.[261]
5) Ayetlerin kolayca anlaşılıp
ezberlenmesi sağlanır.[262]
Sebeb-i
Nüzulü bilmenin en sağlam yolu sahih olan haberlere istinad etmektir. Bu
hususta söz söylemek için, Kur’an’ın nüzulüne şahid olan ve onun sebeplerini
bilen kimselerden rivayet edilmiş olması veyahutta onlardan işitilmiş olması
şarttır. Bu gibi rivayetlerin de sahabeye kadar ulaşmış olması lazım gelir.
Sebeb-i nüzul hakkındaki haberler Merfu olarak Rasulullah’a ve sahabeye
ulaşmazsa makbul addedilmezler.[263]
Nüzul
sebebini kesin olarak gösteren tabirler şunlardır: “Sebebu Nüzuli’l-Ayeti
keza...” “Fenezelet...” “Feenzelellah” Bazen de Rasulullah’a sual sorulur ve
arkasından vahiy gelir ve sorulan sual cevaplandırılmış olur. Hadisenin cereyan
tarzından bu ayetin nüzulüne sebep olduğunu anlayabiliriz. Nüzul sebebini kesin
olarak açıklamayan deyim ise: “Nezelet Hazihi’l-Ayetü fi keza...” ifadesidir.[264]
Hadis
mecmuaları ve tefsir kitaplarında, bir ayetin tefsir sebebi nüzulüne ait vakıa
itibariyle uygun fakat, şahıslar, zaman ve mekan itibariyle değişik bir kaç
sebep zikredildiğini görmekteyiz. Ez-Zerkeşi bu hususu şöyle izah etmektedir:
“Sahabe ve tabiun’un adetindendir ki, onlardan biri şu ayet şunun için nazil
oldu dedikleri vakit, ondan kastettikleri şey, o ayetin şu hükmü tazammun
ettiğini ifade etmek istemeleridir. Yoksa bu hadise ayetin sebebi nüzulü demek
değildir.”[265]
Müfessirlerin
nüzul sebeplerine ilişkin olarak belirledikleri ve göz önünde bulundurdukları
ilkeler şunlardır.
1)
Sebepleri değişik tek ayet: Mesela Bakara: 2/121 ayetinin nüzul sebebi olarak
şunlar söylenmiştir: Bunlar: a)
İbn Abbas’a göre Ca’fer b. Ebi Talib’le Habeşistan’a hicret eden 40
müslümandır. b) Dahhak’a göre
Yahudilerden iman edenlerdir. c)
Katade ve İkrime’ye göre Rasulullah’ın ashabıdır.[266]
Böyle
bir durumda:
a)
Rivayetlerin sahih olanı alınır, diğeri terkedilir.
b)
İki rivayet de sahihse, rivayetler arasındaki tercih sebebine itibar edilir.
Mesela ravilerden birinin olayı görmüş olması tercih sebebidir.
c)
İki rivayet sahih, tercih sebebi de yoksa rivayetlerin arası cem’ edilir,
hadisenin ayet inmeden önce cereyan ettiğine hükmedilir.
d)
Rivayetler sahih, tercih sebebi de yok, cem’ de edilemiyorsa, bu taktirde
ayetin mükerrer olarak nazil olduğuna hükmedilir.[267]
2) Tek sebeple inen çok ayet: Bu durumda tek sebep iki ayetin inmesine sebep olabildiği gibi, ikiden fazla
ayetin inmesine de sebep olabilir.[268]
1) Nüzul sebeplerinde bazı tarihi
uyuşmazlıklar göze çarpmaktadır. Tarihi olaylarla uyuşmayan bu nakillerin
tahkiki yapılmadan bazı tefsirlere girdiği görülmektedir.
2) Nüzul sebeplerinin kendi
muhtevası içinde bazı karışık ve izahı güç meseleleri bulunmaktadır. Bu
karışıklık ve güçlük, nüzul sebebini ve hadisesini, Rasulullah veya ondan
sonraki dönemlere de dayandırma anlayışından kaynaklanmaktadır.
3)
Nüzul sebepleri fırkaların ortaya çıkmasında rol oynayan amillerden biri
olmuştur. Dolayısıyla fırkalar, kendi görüşlerinin doğruluğunu ispat etmek için
nüzul sebeplerini tahrif ederek kendi yönlerinde kullanmak istemişlerdir.[269]
Sebeb-i
nüzul ilminde bazı tarihi uyuşmazlıklar da göze çarpmaktadır. Mesela: “Allah’ın mescitlerinde
O’nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan
daha zalim kim olabilir? Onların içlerine korkarak girmekten başkası değildir.
Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azap vardır.” (Bakara:
2/114) bu ayet hakkında Katade der ki:
“Bu ayet Babil’li Buhtu’n-Nasr ve ashabı hakkında nazil oldu. Onlar Yahudilerle
harbettiler ve Kudüs’ü de harab ettiler. Rumlardan olan nasaralar da bu işde
ona yardımcı oldular.”[270]
Yani burada, Kudüs’ü tahrib etme hususunda hristiyanlarla Buhtu’n-Nasr birlikte
hareket ettikleri söylenmek istenmektedir. Halbuki Buhtu’n-Nasr’ın yahudilerle
mücadelesi ve Kudüs’ü tahribi Miladdan 633 sene evvele tesadüf etmektedir. Daha
o zamanda hristiyanlık diye bir şey yoktu. Bu gibi hataya El-Vahidi düştüğü
gibi, Tarihçi olan Et-Taberi de bu haberi tefsirinde zikretmiştir.[271]
Zerkeşi
şöyle diyor: “Bir şey, şanını yüceltmek ve sebebi tekerrür ettiğinde unutulması
korkusuyla onu bir daha hatırlatmak için iki defa inebilir. Nitekim Fatiha
suresinin bir defa Mekke’de, bir defa da Medine’de olmak üzere iki defa indiği
rivayet edilir. Yine İhlas suresinin Mekke’de müşriklere, Medine’de de Kitap
ehline cevap olarak indiği rivayet edilir. Ebu Talib’in Mekke’de iman
etmemesine rağmen Rasulullah’ın “Nehyolunmadığım müddetçe senin için Allah’tan mağfiret
dileyeceğim.” buyurması üzerine inen
Tevbe: 9/113 ayetinin Medine’de indiğine dair ittifak vardır. Demek ki bu ayet
te iki defa inmiştir.[272]
Yukarıda
zikrettiğimiz gibi, nüzul sebeplerinde de bazı karışık ve izahı güç meseleler
vardır. Bu husuta bir kolaylık olmak üzere Şah Veliyyullah ed-Dihlevi şu izahatı
vermektedir: “Zor mevzilerden biri de sebeb-i nüzulü bilmektir. Buradaki
zorluğun yönü mütekaddimun ve müteahhirunun muhalefetlerinin bulunuşudur ki, bu
da sahabe ve tabiunun sözlerini araştırmakla meydana çıkar. Onlar şu ayet şu
hususta nazil oldu, lafzını, Rasulullah zamanında vaki olan bir hadiseye has
olarak kullanmadılar. Bu sözlerle belki onlar, Rasulullah zamanına veya
Rasulullah’dan sonra ayetin tasdik ettiği şeylerin bazısını zikredip, bu
hususta nazil oldu diyorlar. Burada bütün esaslara uygunluğa lüzum yoktur,
belki hükme olan intibak kâfidir.[273]
Fırkaların
ortaya çıkışında rol oynayan amillerden biri de nüzul sebepleridir. Gerek
ayetlerin nüzul sebeplerine iyi vakıf olunamama gerekse kasti olarak tahrif
edilmeleri yönünden, tefsirlerde yanlış hükümler verilmesine vesile olmuştur.
Bukeyr, Nafi’ye İbn Ömer’in Haruriyye fırkası hakkında görüşü nedir diye
sorduğunda, O, onları Allah7ın mahlukatının en şerlisi olarak görüyordu. Zira
onlar, kâfirler hakkında nazil olan ayetleri, mü’minlere aitmiş gibi addetme
yoluna gittiler, şeklinde cevaplandırmıştır.[274]
Her ayet için bir nüzul sebebi aramaya lüzum yoktur. Ayetler ihtiva ettikleri
manayı anlatmak için nazil olmuş olabilirler. İbn Teymiyye bu hususu şöyle
teyid etmektedir. “Bazı ayetlerin sebebi nüzulü bilinmez. Bu taktirde ayetin
sebebi nüzulü doğrudan doğruya ayetin manasıdır. Yani o ayet ihtiva ettiği
manayı anlatmak için nazil olmuştur.”[275]
Tefsir sahasında şöhret yapmış olan Abdullah b. Mes’ud “Allah’a yemin ederim
ki, Kitab’da nazil olan ayetlerin kim için ve nerede nazil olduklarını en iyi
ben biliyorum.” demektedir.[276]
Burada İbn Mesud’un en iyi ben bilirim demesi, Kur’an-ı Kerim’i iyi
anlayabilmek için, sebeb-i nüzulü bilmenin lüzumuna bir işarettir. Vahidi,
Kur’an tefsirinde sebeb-i nüzulün ehemmiyetini belirtmek için “Ayetin tefsiri
ona ait hadiseye vakıf olmadan ve sebeb-i nüzulü bilmeden mümkün olamaz.”[277]
Yine bu zat “Bir ayetin sebebi nüzulü hakkında konuşmak rivayet ve sema ile
olur, aksi taktirde söylemek helal olmaz.”[278]
demektedir. İşte bu bakımlardan sebeb-i nüzul, sahabe devrinden itibaren tefsir
hareketinde ve ihtilaf zuhurunda rol oynayan mühim bir amil olmuştur.[279]
1)
12)
Nesh: Lügat manası: İzale[280],
bertaraf, ibtal ve yok etme; izale edilen şeyin yerine başka birinin konulması
veya konulmaması, nakletme[281],
kaldırma, hükümsüz kılma, istinsah etme, değiştirme, tahvil etme[282]dir.
Nesehe fiilinin mastarıdır. Nesh kelimesinin bu manalardan hangisinde hakikat,
hangilerinde mecaz olduğu konusu ihtilaflıdır. Bazı ilim adamları “izale ve
iptal etme” manasında hakikat, diğerlerinde mecaz olduğunu söylemektedirler.[283]
Şer’i manası: Bir nassın hükmünün ya yerine bir nass gelerek veya hiçbir nass
gelmediği halde belli bir zaman sonra kaldırılmasıdır. Bu önceki farzla amel
etme müddetini, bu farzla amelin ne zaman bittiğini ve sonrakiyle amelin ne
zaman başladığını belirtir. Onun ne zaman biteceği Allah katında bilinir, fakat
biz onun hükmünün sürekli olacağını düşünürüz. Onu nesheden ayet gelince onun
hükmünün bittiğini anlarız. Bu da bizim ilmimizde bir değişmedir. Fakat Allah
katında bir değişme yoktur.[284]
Mukaddes bir metnin ilgası manasında da kullanılır.[285]
Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldırılan delile nasih, hükmü kaldırılan
delile de mensuh denilir.[286]
Keza
günlük konuşmalarımızda da, güneş gölgeyi izale etti, ihtiyarlık gençliği
giderdi, asırlar ve zamanlar birbirlerini neshetti gibi lafızları
kullanmaktayız. Ruhların bir bedenden diğerine intikaline inananların
kullandığı tenasuh kelimesi de, intikal manasını ifade etmektedir. Bir kitabı
istinsah etmek te nakilden başka bir şey değildir. İşte nesh kelimesi, şu
yukarıda verdiğimiz manalardan her biri yerinde kullanılabilir. Bazıları, onun
bu çeşitli manalarda kullanılışının mecazi olduğunu söylemişlerdir.[287]
Alimlerden
bir kısmı neshi üç bölüme ayırır.
1)
Neshin Kur’an’daki şer’i manalarından birincisi Arapçadan alınan şeklidir.
“Güneş gölgeyi neshetti”, yani onu sildi ve kaldırdı, yayılarak onun yerini
aldı. Bu mana Kur’an’da ya lafzını ve hükmünü silmesi ve onun yerine geçmesi
şeklinde -Buna örnek olarak “Beş emzirme ayetini” gösterebiliriz- ya da lafzını
değil de sadece hükmünü kaldırması şeklinde kullanılır.
2)
Arapçadan alındığı şekliyle “Rüzgar izleri neshetti”. -Bunu silip götürdüğünde
yağmur için de kullanabiliriz.- Bu silme kaldırma bakımından güneşin gölgeyi
neshetmesi gibidir. Fakat yerine geçmek bakımından aynısı değildir. Çünkü
rüzgar genellikle sildiği şeyin yerine geçmez. Bu mana ya lafzını silip hükmünü
bırakma şeklinde -Recm ayeti gibi- ya da her ikisinin de kaldırılması şeklinde
Kur’an’da da kullanılır.
3)
Arapçadan alındığı şekliyle “Kitabı neshettim”, yani lafız ve hece harfleriyle
beraber aktardım. Mekki lakabıyla bilinen Ebu Muhammed, en-Nasih ve’l-Mensuh
isimli kitabında “Bu şeklin Kur’an’da bulunması doğru olmaz.” demiş ve
Kur’an’da bunun mümkün olduğunu söyleyen Cafer Ahmed İbn Nehhas’a karşı
çıkmıştır. Buna neshedenin, nesholunanla aynı lafızda olmayıp başka bir lafızla
gelmesini delil göstermiştir. Kitabu’l-İcaz kitabının yazarı da İbn Nehhas’ı
destekleyerek şöyle der: “Ebu Cafer’in dediğinin Kur’an’da kullanıldığı
doğrudur.” Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Biz sizin
yaptıklarınızı neshetmekteyiz.” (Casiye: 45/29)
Yani yazmaktayız.
“O
katımızda bulunan ana kitaptadır.” (Zuhruf: 43/4) Vahiyle
Rasulullah’a indirilen, kitapların anası olan Levh-i Mahfuz’da bulunanın
aynısıdır.
“O,
korunan kitaptadır ve ona temiz olandan başkası dokunamaz.” (Vakıa: 56/79)
“O,
dilediğini siler ve bırakır. Kitabın anası O’nun katındadır.” (Ra’d: 13/39)
Bu, zikredilen
manadaki neshin Allah’ın kitabında caiz olacağına dair kuvvetli bir delildir.
Bu açıklamaya
göre Kur’an Levh-i Mahfuz’da lafız ve hece harfleriyle taşınmak suretiyle
neshedilmiştir-aktarılmıştır. Arap dilinde herşeyin anası demek aslı demektir.
Mekki’nin bu şekildeki neshin caiz olmadığına dair gösterdiği delil Kur’an-ı
Kerim’in Levh-i Mahfuz’dan mushaflara aktarılmasına zıt değildir. İcaz
kitabının yazarının Mekki’nin söylediklerini reddetmek, İbn Nehhas’ı
desteklemek için verdiği cevapta şüphe vardır. Çünkü bu, üzerinde ittifak
edilen bir meseledir. Neshin bu şekline göre Kur’an’ın tamamı neshedilmiştir.
Çünkü o, Levh-i Mahfuz’dan nakledilmiştir. Ya da Mekki’nin itiraz ettiği
Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan nakledilmesi değildir. Çünkü Mekki bunu inkara
kalkacak kadar cahil değildir. En iyisi Mekki’nin “Kur’an’da bu şekilde nesh
caiz değildir.” sözünden kastının, Kur’an’ın Ruhu’l-Emin’le rasullerin
efendisinin kalbine indirilmesinden sonra Kur’an’da bu şekilde neshin caiz olmayacağı
şeklinde anlaşılmasıdır. Son zikredilen manadaki nesh, yani Rasulullah’ın
vefatından sonra Kur’an’ın kelime ve harfleriyle nesh kesin olarak
reddedilmiştir. Mekki’nin sözünden kastedilen bu ise isabetlidir. Fakat İbn
Nehhas’ın itiraz etmesi “İcaz” kitabının yazarının Mekki’nin sözünü geçen
şekilde yorumlamasından dolayı isabetli değildir. O zaman gerçekte bir ihtilaf
yotur.[288]
İcaz kitabının
yazarı şöyle dedi: Sahih senedle rivayet edilmiştir ki Ali (r.a.) mescitte insanlara
İslam’ı anlatan bir adam gördü. Ali ona: “Sen nasih ve mensuhu biliyor musun?”
diye sordu. Adam: “Hayır, bilmiyorum.” dedi. Ali ona: “Sen helak oldun ve
insanları helake sürüklüyorsun.” dedi. Ondan sonra adamı mescitten çıkarttı ve
ona bir daha insanlara İslamı anlatmayı yasakladı. Bu rivayetin benzeri
Abdullah İbn Abbas hakkında rivayet edildi. İbn Abbas hakındaki rivayette ise,
Adam nasih ve mensuhu bilmediğini söyleyince İbn Abbas onu tekmeledi ve ona:
“Helake uğradın ve insanları helake sürüklüyorsun.” dedi.
“Kime
hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara: 2/269)
ayeti hakkında İbn Abbas şöyle dedi: Ayetteki hikmet’ten kasıt, Kur’an’ı, nasih
ve mensuhu, muhkemi-müteşabihi, mücmeli-mufassalı, daha önce nazil olanı-daha
sonra nazil olanı, haramı-helali ve Kur’an’da verilen misalleri bilmektir.
Huzeyfe İbn
Yeman (r.a.) şöyle dedi: “İnsanlara fetva veren kişiler üç türlüdür.
1) Kur’an’ın
nasihini ve mensuhunu bilen kişi.
2) Kadı olarak
tayin edilmiş ve başka çaresi olmayan kişi.
3) Fetva makamına
layık olmayan fakat fetva veren kişi. Ben birinci ve ikinci
kişilerden değilim. Üçüncü kişi olmaktan da Allah’a sığınırım.”
Şeyh
Hibetullah İbnü Selame Nasih ve’l-Mensuh kitabında şöyle dedi: Selef
alimlerinden şöyle bir söz nakledilmiştir: “Kitap ilmini öğrenen fakat nasih ve
mensuhu bilmeyen kişinin ameli eksiktir. Çünkü böyle bir kişi yasaklananla
emredileni, mübah olan ile haram olan şeyleri karıştırır.”[289]
Bu
husustaki tartışmaları şöyle özetleyebiliriz:
1)
Nesh, aklen ve naklen mümkün müdür?
2)
Şayet caiz ise bilfiil vuku bulmuş mudur?
3)
İslam’da, yani Kur’an ve sünnette nesh caiz midir?
4)
Şayet İslam’da nesh caiz ise vukubulmuş mudur?
5)
İslam’da nesh caiz ve vukubulmuş ise nerelerdedir?
Nesh
konusunda ihtilaf edenler bu soruların cevabını vermeye çalışmışlar ve her bir
görüş sahibi delillendirmek suretiyle bu sorulara müsbet veya menfi cevaplar
vermeye çalışmışlardır. Müslüman alimlerin cumhuru neshin hem eski şeriatlerde,
hem de İslam’da caiz ve vaki olduğunu kabul etmişlerdir. Neshin en şiddetli
karşıtları Yahudilerdir. Zira Yahudi alimleri, neshi kabul ettikleri taktirde
bunun, kendi şeriatlerinin neshedilmiş olduğu neticesine varacağını çok iyi
anlamış durumundaydılar. Bu yüzden nesh konusu gündeme gelince buna şiddetle
karşı çıkmışlardır. Bunun yanında daha İslam’ın ilk intişarı yıllarında
müşrikler neshi İslam için bir kusur olarak görmüşler ve “Görmüyor musunuz,
Muhammed ashabına dün emrettiğini bugün değiştiriyor; bugün yapılmasını
emrettiği bir şeyi yarın kaldırıyor!” diyerek İslam ile alay etme yolunu
tutmuşlardı. Rasulullah (s.a.v.) İslam’ın eski şeriatları kaldırdığını ve
hükümsüz bıraktığını ilan ettiği zaman Yahudiler kendi dinlerinin kıyamete
kadar baki kalacağı ve Muhammed’in getirmiş olduğu kendi dinlerini
neshedemeyeceğini ileri sürerek karşı çıktılar.
Rasulullah’ın
ashabı ve tabiun içinde nesh aleyhinde konuşan, onun aklen ve naklen caiz olup
olmadığı konularında gerek müsbet, gerekse menfi fikir ileri sürenlere
rastlamıyoruz. Diğer taraftan neshin aklen ve naklen caiz olup olmadığı
konularında müslümanlar arasında yine herhangi bir görüş ayrılığı
görülmemektedir. Ancak, neshin nerelerde olup olamayacağı, Kur’an ve hadiste
nerelerde nesh meydana geldiğinde bazı ihtilaflar mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de neshin
caiz olmadığını ilk ileri süren, Mu’tezile alimlerinden olan Ebu Müslim
Muhammed İbn Bahr el-İsfahani (322/934)’dir. Daha sonra gelen Hindistan’lı alim
Şah Veliyyullah Dihlevi (1176/1762) de Ebu Müslim’in şüphelerine dayanarak bu
hususta bir takım iddialar ortaya atmış ve Kur’an’da neshin olamayacağını,
mensuh sayılan ayetlerin aslında mensuh olmayıp muhkem olduklarını, bazılarında
tahsis veya te’lifin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Son zamanlarda Mısır’ın
tanınmış alimlerinden Dr. Muhammed Tevfik Sıdkı da Kur’an-ı Kerim’de neshin
vukuunu şiddetle reddedenler arasındadır. 1906 senesinde el-Menar dergisinde
neşrettiği “en-Nasıh ve’l-Mensuh” adlı makalesinde bu nazariyesini geniş bir
şekilde ve müdellel olarak izah etmiştir. Türkiye’de “Tanrı buyruğu” adlı
Kur’an-ı Kerim mealinin müellifi Ömer Rıza Doğrul da bu nazariyeyi
destekleyenlerdendir. Günümüzde de bazı ilim adamları aynı nazariyeyi
benimsemiş görünmekte ve Kur’an-ı Kerim’de neshi kabul etmemektedirler.
Neshin
caiz olduğu görüşünde olanlar bunu, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetlerle
delillendirmektedirler:
“Biz, bir ayeti ondan daha iyisini veya onun gibisini
getirmeden neshetmeyiz veya unutturmayız.” (Bakara: 2/106)
“Biz bir ayeti diğer bir ayetin yerine tebdil ettiğimiz,
değiştirdiğimiz zaman –Allah ne indireceğini en iyi bilir- derler ki: ‘Sen bir
müfterisin.’ Hayır onların pek çoğu bilmezler.” (Nahl: 16/101)
“Yahudilerin zulümleri onların birçoğunu Allah yolundan
alıkoymaları, nehyedilmelerine rağmen faiz almaları, halkın mallarını haksız
yere yemeleri sebebiyledir ki Biz, kendilerine helal kılınan temiz ve güzel
şeyleri onlara haram kıldık.” (Nisa: 4/160-161)
“Ayetlerimiz onlara apaçık deliller olarak okunduğu zaman
bize kavuşmayı ummayanlar: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir, yahut onu
değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak
şeydir. Ben, bana vahyolunagelenden başkasına tabi olmam. Eğer Rabbime isyan
edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım.” (Yunus: 10/15)
“Biz seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın. Ancak
Allah’ın dilediği müstesna. Çünkü O, aşikarı da bilir, gizliyi de.” (A’la: 87/6-7)
Neshin
Kur’an-ı Kerim’de olmadığını iddia hükümlerinin sonradan kaldırılmasından daha
tabii ne olabilir? Kaldı ki nesh keyfiyeti, ebedi olan akidelere dokunmayıp
sadece ahkamdaki emir ve yasaklara inhisar etmektedir. Aynı zamanda bu
değiştirme mü’minlerin, dini vecibelerini daha kolay ve pratik bir şekle sokma
maksadıyla meydana gelmiştir. Bu yüzden nesh keyfiyetini Allah’a yakıştırmamak
gibi bir düşüncenin temeli yoktur. Zira bu edenler bu ayetlerin neshin
Kur’an’da vukuuna değil de neshin aklen caiz olduğuna delil kabul eder veya bu
neshi geçmiş şeriatlere tahsis ederler. Aralarında meşhur müfessirlerin de
bulunduğu ve müslüman alimlerin ekseriyetinin sahip olduğu görüş, neshin cevazı
ve vukuudur. Bunlara göre Kur’an, kendinden evvel indirilmiş semavi kitapları
neshettiği gibi yeni kurulmaya başlanan İslam toplumunun inkişaf ve tekamülü
icabı emir ve yasakları ihtiva eden bazı ayetlerin nesh keyfiyeti Allah teala’ya
nazaran değil, kullara nazarandır.
Nesh
konusunda ittifak halinde olan İslam alimleri nasih ve mensuh hakkında ihtilaf
etmişlerdir. Nasih hakkında ihtilafları daha ziyade hadislerin Kur’an
ayetlerini nesh edip edemeyeceği konusundadır. İmam Şafii’nin de içlerinde
bulunduğu bir grup müctehid, Kur’an ayetini ancak yine bir Kur’an ayetinin
neshedebileceği görüşündedirler. Bunlara göre mütevatir de olsa bir hadis
herhangi bir Kur’an ayetini neshedemez. Diğer bir kısım alimler ise Necm
suresinin 4 ve 5. ayetlerinde: “O, kendi arzusuna göre konuşmaz. Onun sözü kendisine
gelen vahiyden başka birşey değildir.”
Buyrulmasını delil göstererek Rasulullah’ın sözlerinin de nihayet vahye
müstenid olduğunu, lafzı Rasulullah’a, manası Allah’a ait kudsi hadislerin
bulunduğunu, dolayısıyla bunların da birer vahiy olduğunu göz önünde
bulundurarak Rasulullah’ın sözlerinin Kur’an ayetini neshedebileceğini ileri
sürmüşlerdir. Yalnız burada bir şart ileri sürülmektedir ki buna göre Kur’an
ayetini neshedebilecek hadisin Rasulullah’ın şahsi ictihadına dayanmaması
gerekir. Allah Rasulünün bizzat kendi ictihadı olduğunu belirttiği söz ve
sünneti Kur’an ayetini neshedemez.[290]
Tevrat’ta
Adem’in çocukları hakkında birbirleriyle evlenmesine izin verilmişken, sonradan
bunlar neshedilmiştir. Aynı şekilde yahudiler için Cumartesi günleri iş yapmak
yasaklanmışken, İncil’de böyle bir yasak mevcut değildir.[291]
Kur’an’da
neshi reddedenlerin görüşlerini şöylece sıralayabiliriz:
1)
Nesh aklen caiz olmakla birlikte, Kur’an-ı Kerim’de bilfiil vaki olmamıştır.
2)
Kur’an’da nesh meselesi İslam akideleriyle ilgili olmayıp, ancak tefsir ilminde
bir sitem (mezhep) tir. Zira akaide ait bir mesele olsaydı inkar edilmezdi.
3)
Mensuh ayetlerden maksat, Tevrat ve İncil’deki, yani eski şeriatlerdeki hükümlerdir.
4)
Kur’an’daki şu veya bu ayetin, şu veya bu ayeti neshettiğine dair bir sarahat
yoktur.
5)
Neshi kabul edenler, mensuh ayetin önce, nasihin ise sonradan nazil olduğuna
dair birçok defalar kat’i bir delile malik değillerdir. Nitekim Bakara suresindeki
(240 ve 224) iddet meselesine ait ayetlerde olduğu gibi bazı ayetlerin mensuhu
nasihten sonra nazil olduğu da müşahade edilmiştir.
6)
Şu veya bu ayetin, şu veya bu ayetle neshedildiğini sarih ve kat’i bir şekilde
teyid edecek Rasulullah’dan sadır olmuş olan ve müttefekun aleyh olarak kabul
edilen bir hadis de mevcut değildir.
7)
Nasih ve mensuh ayetlerin sayıları hakkında bile bir ittifak hasıl olmuş
değildir.
8)
Neshi kabul edenler, bir taraftan neshin ancak emir ve nehiylere ait ahkama
inhisar ettiğini iddia ederlerken, diğer taraftan ahbara ait lafızların bile
nesh olunduğunu kabul etmektedirler.
9)
Ahad rivayetiyle Kur’an-ı Kerim’in ayetleri isbat olunamadığı gibi, inkar da
olunamaz. Bu sebepten Fatiha ile Muavizetan surelerinin Kitabullahtan addedilmediğine
dair bu gibi bazı rivayetler nazarı itibara alınmamıştır.
10)
Rasulullah, kendisine nazil olan Kur’an-ı Kerim’i halka tebliğ etmiş, katiplere
yazdırmış, diğer bazı sahabiler de kendileri için mukaddes metni istinsah
etmiş, bir çoğu da ezberlemiş bulunuyordu. Kur’an metinleri namazlarda,
hutbelerde ve diğer bazı ahvalde, Rasulullah tarafından pek çok defa
tekrarlanmış olduğu gibi, esasen daha hayatta bulunduğu sıralarda bütün
surelerin hangi ayetlerden teşekkül ettiği de tesbit edilmiş bulunuyordu.
Rasulullah’ın vefatından sonra da Kur’an metinleri biraraya toplanmıştı. Osman
(r.a.) tarafından, elimizdeki şekliyle yazılmasına emir verilmişti. Bu suretle
ince bir tetkikten ve hafızların da sıkı bir kontrolünden geçirildikten sonra
ortaya konulmuş bulunan bu mushafların bir kaç nüshası muhtelif bölgelere
gönderilmişti. Esasen bu bölgelerde Kur’an’ı ezber bilen ve evvelden yazı ile
tesbit olunmuş parçalara sahip bulunan sahabiler de mevcuttu. Bunlar Osman’ın
gönderdiği mushafları muvafık bulduklarından dolayı itiraz etmediler. Eğer bu
mushaflarda bir kusur görülseydi, muhakkak daha o zaman reddedilir, belki de
kanlı savaşlara yol açılır ve bu sebepten dolayı Osman öldürülürdü. Halbuki hiç
te böyle olmamıştır. Bu mushaflar Rasulullah tarafından tebliğ edilen Kur’an’ın
ta kendisidir. İçinde nasih ve mensuh ayetlerin mevcut olduğunu isbat etmek
için ileri sürülen delillerden başka daha çok kuvvetli deliller göstermek
icabeder.[292]
Neshi
ilk olarak kabul etmeyen Ebu Müslim el-İsfehani delil olarak şu ayeti getirmiştir:
“Batıl ona, önünden de
ardından da gelemez. Hakim
ve Hamid tarafından indirilmiştir.” (Fussilet: 41/42)
Ebu Müslim bu
ayete ters düştüğünü sandığı nesh çeşitlerini reddetmiştir. Allah’ın indirdiği
Kur’anî bir hükmün ortadan kaldırılmasından sakınmak için neshe tahsis ismini
vermiştir.[293]
İnsa
(Rasulullah’ın hafızasından bir ayetin silinmesi) keyfiyeti üzerine bazı
görüşler ileri sürülmüş ve bazı haberler nakledilmiştir. Hatta M. Abduh
“Evvelce Kur’an’da iken sonradan neshedilmiştir.” Veya “gece nazil olan
ayetleri, Rasulullah gündüzleri unuttuğundan dolayı üzülürmüş” şeklindeki
haberleri kabul etmemektedir. Zira bu gibi haberler Rasulullah’ın masumiyetine
ve “Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr: 15/9) ayetine muhaliftir. [294]
Zerkeşi,
Müşriklerden yüz çevirmeyi, onlara karşı sabırlı davranmayı emreden ayetlerin
seyf (Tevbe: 9/5) ayeti ile neshedildiğini belirten alimlerin görüşlerinin
zayıf olduğunu belirtir. Çünkü burada nesh değil, nes’ vardır. Yani, o hükme o
hükmü ilgilendiren bir illetten dolayı belli bir zamana kadar o hükme uyma
emredilmiş ve illet kalktıktan sonra başka bir hüküm devreye girmiştir.
Görüldüğü gibi bu nesh değil, nes’tir. Çünkü nesh bir daha uyulması caiz
olmayacak şekilde de hükmü kaldırmaktır.[295]
Mensuhun
kısımları altı tanedir.
1) Yazılışı
kaldırılıp yerine başka bir şey gelmeyen fakat icma ile hükmü baki kalan.
Mesela recm ayeti. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Vallahi Rasulullah’ın zamanında
şu ayeti okumuştuk: “Babalarınızdan yüz çevirmeyin bu sizin için küfürdür. Eğer
yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ederse, Allah’tan bir ceza olarak onları
mutlaka recmedin. Muhakkak Allah Aziz’dir, Hakim’dir.”[296]
Rasulullah (s.a.v.) evli iki kişiyi recmetmiştir. Ayetteki yaşlı erkek, yaşlı
kadından kasıt evli erkek, evli kadındır.[297]
Bu konudaki nesh İbn Hibban’ın sahihindeki Ubeyy b. Ka’b’dan rivayet edilen bir
hadisi şerife dayanmaktadır.[298]
Kadı Ebu Bekir, Zerkeşi gibi alimler haberi ehad’ın Kur’an’ı neshedemeyeceğini
söylemiş ve neshin bu türünü kabul etmemişlerdir.[299]
Ebu Cafer en-Nehhas, Muhammed Hudari Bey, Dr. Muhammed Suad ve Dr. Mustafa Zeyd
gibi alimler de bu tür neshi kabul etmemektedirler.[300]
2) Başka bir
ayetin hükmüyle hükmü kaldırılan ve Kur’an’da yazılışı kalan ayetler. İcma ile
her iki ayet de yazılışı ve okunuşu ile beraber Kur’an’da bulunur. Mensuhun en
yaygın şekli budur. Vefattan sonraki iki iddet ayeti gibi. Hibetullah bu
şekildeki neshin Kur’an’da 63 surede bulunduğunu söyler.[301]
Bakara: 2/115 ayeti Bakara: 2/144 ve Bakara: 2/149. ayetlerle neshedilmiştir.[302]
Muhakkik Sami
Ata Hasan şöyle dedi: “Hükmün kaldırılıp tilavetin kalması manasındaki neshin
bu çeşidi, bu konuda araştırma yapan araştırmacılar için önemli bir mevzu
teşkil eder. Bundaki hikmet şudur: “Kur’an kendisindeki hükümlerin bilinmesi
için okunduğu gibi, okumaktan sevap almak için de okunur. Tilavetin kalıp
hükmün kaldırılmasının hikmeti budur. Çünkü nesih daha çok hafifletmek içindir.
Okunuş ta bu nimeti hatırlatmak için bırakılmıştır. O nimet, neshedilen ayetin
hükmünün bir sonucu olan meşakkatin kaldırılmasıdır. Neshin bu çeşidini çok az
bir grup kabul etmemiştir. Kabul etmeyenler delil olarak: “Okunuş ve hüküm
beraberdirler. Birinin kaldırılıp diğerinin kaldırılması mümkün değildir.”
derler. Buna şöyle cevap verilir: “Okunuş ve hüküm arasındaki ilişki, birinin
kalkmasının diğerinin de mutlaka kalkmasını gerektirmez. Okunuş hükmün üzerine
bina olunmuştur. Başka bir delilden dolayı tilavetin kalıp, hükmün kaldırılması
caizdir.”
Ayetin
okunuşunun kalıp hükmünün kaldırılmasını kabul etmeyenler ayrıca delil olarak,
mükellefin nesholunan bir hükümle amel etme cahilliğine maruz bırakılmasını
gösterdiler. Yani mükellef hangi ayetin nesholunup hangisinin nesholunmadığını
bilemeyeceğinden nesholunan hükümle amel edebilir. Yine okunuşun faydadan
yoksun bırakılmasını da delil gösterdiler. Onlara şu şekilde cevap verilir:
“Kaldırılan hüküm yerine başka bir hüküm bulunmasından dolayı, mükellefin
kaldırılan hüküm hakkındaki cehaleti kalkar. Tilavetin kalıp ta hükmün
kaldırılmasına gelince bunda Kur’an okuma ibadeti ve nesholunan hükmün nesheden
hükümden daha şiddetli olduğunu hatırlatma nimeti vardır.”[303]
3) Hükmü ve
yazılışı kaldırılan ve ezberlenmesi kalplerden silinen ayetler. Bu şekilde
nesholunan ayetler ancak haber-i ehad hadislerinden bilinir. Ebu Musa
el-Eş’ari’nin rivayetinde olduğu gibi. O şöyle demiştir: “Tevbe suresi gibi bir
sure indirildi. Daha sonra da kaldırıldı.”
Hibetullah
Bağdadi kitabında Enes İbni Malik’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Rasululah (s.a.v.) zamanında tevbe suresi büyüklüğünde bir sure okuyorduk. O
sureden bir ayetten başka ayet hatırımda kalmadı. Ayet şudur: “Ademoğlunun
iki vadi dolusu altını olsaydı bu ikisine ek olarak bir üçüncüsünü isterdi. Üç
vadi dolusu altını olsaydı bir dördüncüsünü isterdi. Ademoğlunun karnını
topraktan başka birşey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.”[304]
İbn Mesud da şöyle
nakletmiştir: “Rasulullah bana bir ayet okuttu. Ben de onu ezberledim ve
mushafıma yazdım. Gece olup hafızama müracaat ettiğimde onu hatırlayamadım.
Mushafıma varıp baktığımda sayfalarının bembeyaz olduğunu gördüm. Bunu
Rasulullah’a haber verdiğimde bana şöyle dedi:
“Ey
İbni Mesud! O, dün kaldırıldı.” Sahabeler şöyle demiştir:
“Ahzab suresi
Bakara Suresi gibiydi. Daha sonra birçoğu kaldırıldı.”[305]
Muhakkik Sami
Ata Hasan şöyle dedi: “Alimlerden bazıları neshin bu çeşidinin Kur’an-ı
Kerim’de bulunmasının caiz olduğunu söylediler. Taberi şöyle rivayet etmiştir:
Said Katade’den bize şöyle tahdis etti:
“Herhangi
bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha
hayırlısını veya benzerini getiririz.” (Bakara: 2/106)
Ayette geçtiği
gibi bir ayet daha sonra gelen bir ayetle neshedilirdi. Rasulullah bir veya
daha fazla ayet okur, sonra bu kendisine unutturulur ve kaldırılırdı. Doğru
olan, neshin bu çeşidinin Kur’an’da bulunmasının caiz olduğudur. Bunun bir
sonucu olarak bazı ayet ve sureler yazılış ve okunuşuyla beraber
kaldırılmıştır. Bu Kur’an’da bir eksiklik olduğunu göstermez. Çünkü onu kısmen
veya tamamen değiştirilmekten korumayı Allah üzerine almıştır. Tabii bu
kaldırılma Kur’an’ın Rasulullah’a indirilmesi esnasındaki kaldırılmasıdır.
Rasulullah’ın ölümünden sonra ondan bir tek kelime bile kaldırılmamıştır.
Neshin bu çeşidini kabul etmeyenler şöyle derler: Güvenilir sahabeler bunu
sahih senedle rivayet etmişlerdir. Fakat bu hadistir, Kur’an değildir. Bu ümmet
Kur’an-ı Kerim’in Osman’ın (r.a.) Mushafı’nın iki yaprağı arasındaki Kur’an
olmasında ittifak etmişlerdir. Onun dışındaki, Kur’an olarak sayılmaz ve onunla
Kur’an olarak amel edilmez.”[306]
4) Yazılışı ve
hükmü kaldırılıp kalplerden ezberlenmesi silinmeyen ayetler. Bu tür nesh ile
nesholunan ayetlerle amel edip etmeme hususunda alimler arasında ihtilaf vuku
bulmuştur. Bu türlü nesh ancak ahbar-ı ehad yoluyla bilinir. Aişe’nin (r.a.)
rivayet ettiği gibi “Allah’ın indirdiklerinde ancak on tam emzirme ile süt
kardeş olunur.”[307]
hükmü vardı. Daha sonra bu “Beş emzirme ile süt kardeş olunur.” hükmüyle
neshedildi. Ancak on emzirme ile süt kardeş olunacağı hükmüyle amel edilmemesi
hususunda icma vardır. İhtilaf ise “Emmede kardeşleriniz.” (Nisa: 4/23) ayeti hususunda süt kardeş olmanın bir emme ile mi yoksa beş emme ile
mi olacağı hususundadır. Ayetin zahiri manasını alarak Hanefiler ve Malikiler
evlenme bir emmeyle haram olur, demişlerdir. Aişe hadisini delil alarak Şafii
ve Hanbeliler beş emmeyle evlilik haram olur, demişlerdi.[308]
Geçmiş şeriatların neshi de bu kısma dahildir. Çünkü o şeriatlerin kitaplarının
da hem tilavetleri, hem hükümleri nesdedilmiştir.[309]
Muhakkik Sami
Ata Hasan şöyle dedi: “Alimlerden bir grup neshin bu şeklini kabul
etmemişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: “Aişe’nin rivayeti sahih hadis
kitaplarında geçen ve ona dayandırılan bir rivayettir. Fakat senedin sıhhati
her halukarda metnin sıhhatini gerektirmez. Aynı zamanda bu hadis haber-i
ehaddır. Kur’an-ı Kerim haber-i ehad ile sabit olamaz. Çünkü onun sabitliği
kesindir. Kadı Ebu Bekir ve Ebu Abdullah İbn Hazm şöyle demişlerdir: Aişe’nin
“Allah’ın indirdiklerinden” sözünden Allah’ın sadece Kur’an’ı indirdiği
anlaşılmaz. Biz biliyoruz ki Rasulullah’a indirilenler Kur’an olduğu gibi
hadisi kudsi veya hadisi nebevi de olabiliyordu. Bunların hepsi de Allah
katındandır. “O, hevasından
konuşmaz. Ona vahyedilen vahiyden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4) Şeyh Muhammedu’s-Saidi hatıratında şöyle
demiştir: Aişe’den rivayet edilen hadis bu tür nesh için delil olmaz. Çünkü
Rasulullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Kur’an’ın tilavetinden birşey
neshetmenin caiz olmadığı hususunda ittifak vardır.”[310]
5) Amel bir illete
binaen farz kılınmış daha sonra ameli gerektiren illet ortadan kalkınca amel
terkedilmiş fakat okunuşu ve yazılışı kalmış olan ayetler. Allah’ın şu ayetleri
gibi: “Onlara harcadıkları
şeyi verin.” (Mümtahine: 60/10) “Eğer eşlerinizden herhangi bir şey kafirlere
geçer , böylece siz de ganimete kavuşursanız, eşleri gidenlere harcama
yaptıklarının bir mislini verin. Kendisine iman ettiğiniz Allah’tan sakının.”
(Mümtahine: 60/11) Bunların hepsi
Kureyş müşrikleriyle Rasulullah arasında olan barış anlaşması sebebiyle
emredilmiştir. Daha sonra illet olan barış anlaşmasının kalkmasından dolayı, bu
hükümler kalkmıştır.[311]
6) Ayetten
anlaşılan mana neshedilmesine rağmen, neshedilen ayetin manasıyla beraber
Kur’an’da bulunması şeklindeki nesh. Allah’ın şu ayetleri gibi: “Sarhoş olduğunuz zaman namaza
yaklaşmayın.” (Nisa: 4/43) Bu ayetten
namaza yaklaşılmadığında sarhoşluğun caiz olduğu anlaşılır. Ancak bu anlam
Allah’ın şu kavliyle neshedilmiştir: “Artık vazgeçtiniz mi?” (Maide:
5/91) Bu ayet içkiyi haram kılmıştır.
Sarhoşluk ise içkidendir. Dolayısıyla bu ayet sarhoşluğu da haram kılmıştır.
Fakat “Sarhoşken namaza yaklaşmayın.” ayeti
neshedildiği halde manasıyla beraber hala okunmaktadır.[312]
Kur’an’da nesh
üç kısma ayrılır:
1) Neshedenin farz olması neshedilenin farz olması ve nesh eden
geldikten sonra, neshedilenle amel etmenin caiz olmaması hali. Allah’ın şu sözü
gibi:
“Kadınlarınızdan
fuhuş yapanlara karşı dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları
ölünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.” (Nisa: 4/15)
Ayetteki ölüme
kadar hapsetme hükmü celd (sopa vurma) ayetiyle neshedilmiştir. Alimlerden
bazıları şöyle demişlerdir: “Allah bu ayetin başını, sonuyla neshetmiştir.
Nesheden Allah’ın şu kavlidir: “Ya da Allah onlara bir yol kılıncaya
kadar.” Yolu da celd ayeti açıklamıştır.[313]
2) Nasihin de, mensuhun da farz olması ve neshedilen
farzla amel etme veya etmeme hususunda muhayyer olmamız hali. Allah’ın şu sözü
gibi:
“Eğer
sizden yirmi sabreden kişi olursa iki yüz kişiye galip gelir.” (Enfal: 8/65)
Bu ayette bir
mü’mine müşriklerden on kişiden kaçamayacağı hükmü farz kılındı. Sonra bu
Allah’ın şu sözüyle neshedildi:
“Eğer
sizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüz kişiye galip gelir. Eğer sizden bin kişi olursa iki bin kişiye galip gelir.” (Enfal: 8/66)
Buna
göre bir mü’mine iki müşrikten kaçamayacağı hükmü farz kılındı. Bu nesholunan
farzla amel etmek bize haram olmayıp caizdir. Ve bundan dolayı ecir alırız.
Eğer mü’minlerden birisi Allah’ın vaadetmiş olduğu zaferi bekleyerek ve sevap
umarak müşriklerden on kişiye karşı durursa günahkar olmaz. Aksine yaptığı işin
ecri büyüktür.
“Nice az topluluk nice büyük toplulukları yendi.” (Bakara: 2/249)
Bazı
alimler şöyle demiştir:
“Allah’ın şu kavli de
bunun gibidir: “Sizden kim hilali görürse oruç
tutsun.” (Bakara: 2/185)
Bu
ayet bizden öncekilere farz kılınan aşure orucu ve her ay üç gün oruç tutma
hükmünü neshetmiştir. Bu da farzı nesheden farza örnektir. Burda da
nesholunanla da amel etmemiz caizdir ve bundan dolayı ecir alırız.[314]
3) Nasihin daha önce farz olan bir şeyle amel edilmesini
terk etmeyi emretmesi ve bizim nesholunanla amel etmek veya terketmek hususunda
muhayyer olmamız ve onunla amel etmemizin daha efdal olması durumu. Daha önce
farz olan gece namazının neshedilmesi böyledir. Yine bunun gibi daha önce
müslümanlar üzerine farz kılınan Ramazan ayında uyuduktan sonra yemek, içmek ve
cimanın haram oluşu hükmü neshedildi. Burada nesheden nesholunanla ameli
terketmeyi emretmiştir. Fakat nesholunan hükümle de amel etmek caizdir.
Bir
kısım alimler bu üç kısma bir dördüncüsünü daha ilave etmişlerdir. O da;
Neshedilen hükmün müstehap iken bu hükmün nesheden hükümle farz kılınması
durumudur. Buna örnek olarak savaş gösterilebilir. Savaş önceleri müstehap iken
daha sonra farz olmuştur. Bir kısım alimler bu konuda şöyle demiştir: Aslına
bakılırsa bu nesh olarak isimlendirilmez. Çünkü cihad emri kesin bir emirdir ve
bu hususta hiçbir ruhsat yoktur. Onu terkeden asidir ve cezalandırılır. Birinci
yani müstehap olan kıtalde onu terkeden onun ecrinden mahrum olur. Sonraki
savaş emrinde ise savaşın farz oluşu hakkında emir açıktır.[315]
Gelen
ayetin öncekinden daha hayırlı olması veya benzerinin getirilmesu üç şekilde
olur:
1)
Ağır olan hükmün hafifletilmesi ile, gece namazının farzdan nafileye
indirilmesi gibi. Bunun hikmeti cömert olan Allah’ın, emrini hafifletmesine
rağmen kullarına rahmet olarak bu amelin ecrini çoğaltmasıdır.
2)
Yeni hükmün şekil olarak ağır fakat ahiretteki sevap açısından daha büyük
olmasıyla; önceden bir kaç gün tutulan farz orucun, Ramazan ayında bir ay
tutulması gibi.
3)
Herhangi bir hükmün ağırlaştırma ya da hafifletme olmaksızın başka bir hükümle
değiştirilmesiyle; kıblenin Kudüs’ten Ka’be’ye çevrilmesi gibi.
Bu beş
kısımdan müteşekkildir.
1) Kur’an’ın
Kur’an’la neshi: Bu icma ile sabittir. Allah’ın şu ayetinde
görüldüğü gibi: “Biz bir ayet neshedersek veya onu unutursak” ayetinin hükmü şöyle açıklanabilir: Onu neshetmiyoruz, terkediyoruz ya
da kendisiyle belli bir süre amel edilen hükmü erteliyoruz. “Ondan daha
hayırlısını getiririz.” Yani ondan daha yararlı olanı getiririz.
Daha sonra Allah (c.c.) şöyle der:
“Bilmezmisiniz ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 2/106)
Yani
nasih ve mensuh meselesi hakkında her şeye kadirdir. Kur’an’da bu ikisinin
kabul edilmesi Allah’ın birliğine delildir. “Yaratma da
emir de O’na aittir.” (A’raf: 7/54)[316]
Buna Bakara: 2/180 ayetinin Nisa: 4/11 ayeti ile neshi örnek verilebilir.[317]
Muhakkik
Sami Ata Hasan şöyle dedi: “Alimler neshin bu şekli hususunda ittifak
etmişlerdir. Akli olarak da nakli olarak da bunu kabul etmişlerdir. Akli olarak
bunun caiz olmasına şunu delil getirmişlerdir: Kur’an’ın ayetleri, hüküm ve
gerektirdikleriyle amel etmenin vacipliği bakımından birbirine eşittirler.
Öyleyse akli yönden onların birbirini neshetmelerine hiçbir engel yoktur. Nakil
olarak da buna nesheden ayetlerin varlığını delil göstermişlerdir.”[318]
2)
Sünnetin Kur’an’la neshi: Bu konuda
alimler arasında ihtilaf vardır. Onlardan bir kısmı kabul etmemiş fakat
alimlerin çoğu bunu caiz görmüştür. Kabul etmeyenler delil olarak şunu ileri
sürerler: “Sünnet Kur’an’ı açıklayıcıdır. Açıklayanın açıklananla nesholunması
caiz olmaz. Açıklayanın neshedilmesiyle açıkladığı şeyler açıklanmamış olur.
“İnsanlara; onlara indirileni açıklaman için.” (Nahl: 16/44)
“Rasul size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse
ondan kaçının.” (Haşr: 59/7)
Bunlara
cumhurun yerine ben (Mer’i b. Yusuf el-Kermi) cevap vereyim: Bunu kabul etmemek
için söyledikleri şeyler gerçekte kabul etmemelerine bir engel teşkil etmez.
Kur’an’ın Kur’an’ı neshetmesi caiz olduğuna göre ve Kur’an’ı indiren Allah’ın
bida yapması caiz olmadığına göre, bida yapması caiz olan Rasulullah’ın
sözünün, bidası caiz olmayan Allah sözü olan Kur’an’la neshedilmesi daha
evladır.
Rasulullah’ın
gazvelerde muta nikahını üç gün için helal kıldığını ve müslümanların namazda Kudüs’e
dönmelerini emrettiğini ve barış anlaşması sebebiyle müşriklerden gelen
muhacirleri kabul etmediğini görmüyor musun? Bu ve bunun gibi hükümleri Allah
ona indirdiği ayetlerle neshetmiştir. Bunun gibi Allah Rasulullah ve
sahabelerin namazda konuşmalarını şu ayetiyle neshetmiştir:
“Allah’ın huzurunda saygıyla ve sessiz olarak durun.” (Bakara: 2/238)
Yine
Rasulullah’ın amcası için bağışlanma dilemesi de böyledir. Bu da Allah’ın şu
sözüyle neshedilmiştir:
“Ne nebinin ne de onunla beraber olan mü’minlerin
müşrikler için bağışlanma dilemeleri doğru değildir.” (Tevbe: 9/113)
Bu
gibi hadiseler Kur’an’da çoktur.
Onların
söylediklerinin sonucuna bakılırsa gerçekte iki fırka arasında fark yoktur.
Çünkü Kur’an’ın sünneti neshetmesini caiz görenler, neshedilecek sünneti
genelleştirmişler, yani genişletmişlerdir. Kur’an sünneti neshetmez diyenler
ise sünneti genelleştirmeyip sadece Kur’an’ı açıklayan sünneti kastedip bunun
nesholunamayacağını söylemişlerdir. Şüphesiz Kur’an’ı açıklayan sünnet
nesholunmaz. Şayet bunu kabul edecek olursak o zaman Kur’an’ın Kur’an’la neshi
sonucuna varırız. İyice düşünülürse iki fırka arasında bir fark olmadığı
anlaşılır. Bu iki fırkanın sözlerini birleştirmede bir engel görmedim. Bazı
alimlerin şu sözü de söylediklerimi destekliyor: Kur’an-ı açıklayan sünnet
başlı başına ayrı bir gruptur. Nasih ya da mensuh olarak isimlendirilmez.[319]
İmam
Şafii sünnetin Kur’an’la neshini, nesheden ayetle beraber bir sünnet olduğu
zaman caiz görür. O tek başına Kur’an’ın sünneti neshetmesini kabul etmez.
Risale kitabında şöyle der: “Rasulullah’ın sünneti böyledir. Onu ancak
Rasulullah’ın sünneti nesheder. Çünkü Allah Rasulullah’ın sünnet kıldığı
birşeyin aksine birşeyi sünnet kılmak isteseydi, Rasulullah’ın bunu sünnet
kılmasını emrederdi ve bu yeni sünnete muhalif olan daha önceki sünnetin
neshedildiğini de insanlara açıklamasını emrederdi. Bu, Rasulullah’ın
sünnetinde bu şekilde cereyan etmiştir.[320]
Neshin
bu türünü kabul eden alimlerin cumhuru ise şunu delil göstermişlerdir: Kur’an
ve sünnetin ikisi de Allah’dan vahiy iledir. Fakat Kur’an, okunan vahiydir.
Sünnet ise okunmayan vahiydir. Akıl bunların birinin diğerine neshine bir engel
görmez. Gelen rivayetler bunun bu şekilde olduğunu gösteriyor. Kudüs’e doğru
yönelme Kur’an’da geçmez. Bu sünnetle sabittir. Fakat onu nesheden hüküm
Kur’an’dadır. İşte sünnetin Kur’an’la neshi bu şekildedir.[321]
Rasulullah’ın
kendi re’yi ile Mekke-i Mükerreme’de Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kılarken daha
sonraları bunun Bakara: 2/144 ayeti ile neshedilip kıblenin Ka’be’ye çevrilmesi
örnek gösterilebilir.[322]
3) Kur’an’ın
mütevatir sünnetle neshedilmesi: Bu konuda alimler arasında
bir çok ihtilaf vardır. Bir kısmı kabul eder, bir kısmı kabul etmez. Kabul
edenler şöyle der: Rasulullah’ın “Mirasçı için vasiyet
yoktur.”[323] sözü, Allah’ın şu sözünü neshetmiştir: “Sizden birinize ölüm geldiği vakit, eğer mal bırakıyorsa
, muttakilere bir borç olarak, ana-babaya ve yakınlara örfe uygun bir şekilde
vasiyette bulunmak farz kılındı.” (Bakara: 2/180) Delil olarak ta “Rasul
size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan kaçının.” (Haşr: 59/7) “O, hevasından birşey konuşmaz. O, ancak
vahyedilen bir vahiydir.” (Necm: 53/3-4) ayetlerini gösterdiler. Allah bu ayetlerden sadece Kur’an’ı değil,
aynı zamanda sünneti de kasdetmiştir. Bunun için Rasulullah’ın her söylediğini
kabul etmemiz gerekir.
Bu
türlü neshi kabul etmeyenler şöyle dediler: “Kur’an mucizedir, sünnet ise
mucize değildir. İcaz olan Kur’an, icazı olmayan sünnetle neshedilemez. Delil
olarak şunu gösterdiler: “Eğer bir ayeti nesheder
veya unutturursak onun aynısını veya ondan daha hayırlısını getiririz.” (Bakara: 2/106) Sünnet Kur’an gibi değildir. Çünkü o
mahluktur, fakat Kur’an mahluk değildir.
Ben
(Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi) derim ki: Bu delil zahire göredir. Kabul edilebilir
de edilmeyebilir de. Neshin bu türünü kabul etmeyenler bu tür neshi kabul
edenlerin getirdikleri delillere şöyle cevap vermişlerdir: Haşr: 59/7 ayeti
hakkında şöyle derler: Bu ayetten kasıt; ona kitapta indirilenden size neyi
verdiyse onu alın, onu kabul edip tasdik edin, demektir. Necm: 3/4 ayeti
hakkında ise şöyle derler: Rasulullah’ın Kur’an’dan size getirdikleri Allah
katındandır. Onu kendisi söylememiştir. O, ancak ona vahyedilen vahiy iledir.
Neshin bu türünü kabul etmeyenler, miras ayeti hakkında ise onun hadisle değil,
veraset ayetiyle nesholunduğunu söylerler. İmam Malik’in şu sözü de bunu
destekler: “Miras ayeti ana-babaya vasiyet ayetini neshetti. Buna dayanarak
denilir ki: Kur’an kendisi gibi olan Kur’an ile neshedilir. Sünnet ise nesheden
ayetin açıklayıcısı konumundadır. Bu türlü neshi kabul etmeyenlerin delili daha
kuvvetlidir ve Allah’ın izniyle hak olan da odur. Bazı alimler de Rasulullah’ın
“Zimmet ehlini öldürmeyin.”
hadisi Allah’ın “Müşrikleri öldürün.” (Tevbe: 9/5) ayetini neshetmiştir, derler. Fakat bunda
şüphe vardır. Çünkü bu nasıh değil, tahsistir.
Sünnetin
Kur’an’ı neshetmesini caiz gören alimler şöyle demişlerdir: Neshedilen lafız
değil hükümdür. Ayetten çıkan hüküm de mütevatir değil haber-i ehad gibi
zannidir. Bu sözde şüphe vardır. Çünkü Kur’an, üzerinde ihtilafa mahal
bırakmaksızın icma ile kesindir. Mushaflarda yazılmış, dillerde okunmuş,
kalplerde ezberlenmiştir. Allah onun hükümlerine şahitlik etmiş ve onu
koruyacağını haber vermiştir. Rasulünü de onda unutma ve yanlışlıktan masum
kılmıştır. Sünnet ise bunun tam tersidir. O ehli kıblenin tamamından merfu
olarak değilancak bir veya ikisinden gelmiştir. Başka bir deyişle: Onu rivayet
edenlerin sayısı Kur’an üzerinde icma edenlerin sayısına ulaşmamıştır. Kur’an
ve sünnet kesinlikle icaz, hıfz ve nakilde birbirine eşit değildir. Bir kısım
alimler de şöyle derler: Söylenenlerin en iyisi: “Sünnet neshedici değil,
açıklayıcıdır.” sözüdür. Rasulullah’a gelen zina edenler hakkındaki ayet
böyledir. Allah şöyle buyuruyor: “Ya da Allah onlara bir
yol gösterinceye kadar.” (Nisa: 4/15)
Rasulullah bu ayeti açıklayarak şöyle demiştir: “Benden alın. Allah
onlara bir yol göstermiştir.” Bundan
sonra da celd ayetiyle gösterilen yolu açıklamıştır.[324]
İmam
Malik, Ebu Hanife’nin öğrencileri ve cumhuru mütekellimin bu tür neshin caiz
olduğu görüşündedirler. İki görüşünden birinde İmam Şafii ile İmam Ahmed, İbn
Hanbel ve Zahirilerin çoğu da bu tür neshin caiz olmadığı görüşündedirler.[325]
4)
Sünnetin
sünnetle neshi: Bu konuda alimler arasında ihtilaf yoktur. Bu
şekilde nesh çoktur. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizi kabir ziyaretinden nehy
etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz.”[326] Neshin
bu çeşidini alimler rivayetler yoluyla bilirler.[327]
5) Kur’an’ın icma, icmanın icma
ve kıyasın kıyas ile neshi: İlimde derinleşmiş alimlerin
çoğu neshin bu şeklini kabul etmediler. Hanefiler ve Malikiler bunları usul
kitaplarında zikrettiler.[328]
Muhakkik
Sami Ata Hasan şöyle dedi: “İcma: Rasulullah’ın vefatından sonra ümmetin
müctehidlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. Tanımından da anlaşılacağı üzre
icma ancak Rasulullah’ın vefatından sonra mümkündür. Vefatından önce mümkün
değildir. Aslolan, icma ile Kur’an’ın neshedilmesinin caiz olmayışıdır. Çünkü
icma kesin bir delildir. Onun hükmü de katidir. Eğer onu nesheden kati bir nass
olursa o zaman zaten icmaya mahal kalmaması gerekir. İcma ile amelin şartı o
konuda bir nass olmamasıdır.
İcmanın
diğer bir icma ile nesholunabilmesi için ilk icmanın hatalı olması gerekir.
Birbirinin aksi iki icmanın bulunması imkansızdır. İcmanın başka bir icma ile
nesholunması caiz olmaz. Çünkü o zaman ikinci icmanın ya birinci icmanın
hükmünü kaldıran bir delile dayanması ya da bir delile dayanmaması gerekir.
Eğer bir delile dayanmazsa o zaman bu hata olur. Müslüman ümmet bu hatadan
masumdur. Eğer nesh nasdan bir delille ise o zaman bu nassın bu iki icmadan
önce olması gerekir. Bu nass da ancak Rasulullah sağ iken ortaya çıkabilir. O
zaman hüküm icma ile değil nass ile sabit olur. Cumhurun görüşü ise bu hususta
neshin caiz olmadığı şeklindedir. Delil olarak ta şöyle derler: İcmayı nesheden
ancak ya bir nass ya bir icma ya da bir kıyasın hükmü olabilir. Bir nassın bir
icmayı neshetmesi imkansızdır. Çünkü nass Rasulullah zamanında mevcuttur. Fakat
icma ise onun vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Rasulullah’ın vefatından sonra
bir nass gelmesi de mümkün değildir. Kıyasın nesh edici olması da caiz olmaz.
Çünkü aslı sabit olan bir kıyasın tersine bir icma olursa bu yanlış şey
üzerinde icma demektir ve İslam ümmeti bu yanlış icmadan uzaktır.[329]
Nasih ve Mensuhu Anlamanın Yolları:
Nasih ve mensuhu anlamak için Kur’an ve sünnette ihtiyaç duyulan şey; Kur’an
ayetleri ve sünnetlerin tarihi ile ilgili bilgidir. Önceki nass daha sonraki
nasla neshedilir. Çünkü daha sonraki nassa itibar edilir. Mushaftaki ayetlerin
diziliş sırasına itibar edilmez. Kur’an’ın dizilişinde nesheden nesholunandan
önce gelebilir. Vefat iddeti hakkındaki iki ayet gibi. Mekki ve Medeni ayetleri
de bilmemiz gerekir. Çünkü bu nasih ve mensuhun bilinmesinde önemli bir temel teşkil
eder. Mekke’de inen bir nass ancak ondan önce yine Mekke’de inen bir nassı
neshedebilir. Medine’de inen nass ise, hem Mekke’de hem de Medine’de daha önce
inen nasları neshedebilir. Nesholunan ayetlerin çoğunu, Mekke’de inen ayetler,
nesheden ayetlerin çoğunu da Medine’de inen ayetler teşkil eder.[330]
Nasih
ve Mensuh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:
1)
Nasih ve mensuh delillerin nüzul veya vürud zamanlarının bilinmesi. Bu da
delilin kendi ibaresinde mevcut bir ifadeden, ya sahabeden, iki delilden
birinin diğerinden daha sonra nazil veya varid olduğuna dair gelen sarih bir
haberden, ya da herhangi bir asırda iki delilden birinin diğerinden muahhar
olduğuna dair vaki olan icmadan anlaşılabilir. Dolayısıyla zaman itibariyle
muahhar olan delil ötekini neshetmiştir.
2)
Nasih olan delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dairaçık ifade
bulunması.
3)
Sahabeden “Şu veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir.” Diye
açık ve kat’i bir rivayetin bulunması.
Bunlar
bilinmeden veya bu bilgiler olmaksızın bir müfessirin veya bir müctehidin re’y
veya sözüne dayanılarakveya Mushaftaki sıralarına bakılarak ayetlerin nasih
veya mensuh olduklarına hükmedilemez.[331]
Kur’an-ı
Kerim’de neshin caiz olduğu görüşündeki alimlerin en zayıf tarafı Kur’an-ı
Kerim’de ne kadar mensuh ayet olduğu konusunda ve hangi ayetlerin mensuh
olduğunda ittifak edememiş olmalarıdır. Mensuh ayetlerin beş yüz civarında
olduğunu söyleyenler yanında bunları dörde kadar indirenler de vardır. Mesela
Abdurrahman İbn Ali İbnu’l-Cevzi (597/1201) mensuh ayetlerin sayısını 274
olarak verirken, Hibetullah ibn Selame (410/1019) 235, Muhammed İbn Hazm
(456/1064) 214, Ebu Ca’fer en-Nehhas (338/949) 138, Abdulaziz el-Bağdadi 66 olarak
vermektedir. Ancak müteahhir bir çok alim Celaleddin es-Suyuti’nin vermiş
olduğu 22 sayısını aynen naklederken, Abdulkerim ez-Zerkani bunlar üzerinde
yaptığı değerlendirmeler neticesi bir kısmının nesh olmadan aralarının te’lif
edilebileceğini söyler ve mensuh ayetlerin sayısını ancak yedi olarak gösterir.[332]
Muhammed Suad Celal de mensuh ayetlerin sadece dört olduğunu iddia eder.[333]
Şah Veliyyullah Dihlevi mensuh ayetlerin sayısını beşe indirmiştir.[334]
İmam Suyuti’ye göre ise, sadece: Bakara: 2/115, 180, 183, 184, 217, 240, 282,
Al-i imran: 3/102, Nisa: 4/8, 15-16, 53, Maide: 5/2, 42, 106, Enfal: 8/65,
Tevbe. 9/41, Nur: 24/3, 58, Ahzab: 33/52, Mücadele: 58/12, Mümtehine: 60/11 ve
Müzzemmil: 73/2-4 ayetleri olmak üzere 22 ayet mensuhtur.[335]
Kur’an’da neshi kabul edenlerin, hepsinin mensuh olduğunda ittifak ettikleri
dört ayet Nisa: 4/15-16, Enfal: 8/65, Mücadele: 58/12 ve Müzzemmil: 73/2-4
ayetleridir.[336]
Hükmü
genel olan bir nassın daha sonraki bir delil, bir işaret veya bir icma ile
hükmünün, lafzın kapsadığı bütün fertlere değil de, belirli fertlere has
olduğunun belirtilmesidir. Bu da genellik ifade eden amm bir lafzın özel (hass)
bir emir ile açıklanmasıdır. Allah’ın şu sözü gibi: “Allah çocuklarınız hakkında size
erkeğe iki dişinin hissesi kadar vasiyet eder.” (Nisa: 4/11) Bu amm olan bir lafızdır. Fakat Allah bunu
hadislerle tahsis etmiştir. Şöyle ki, ayetteki “Evlad” kelimesi kafir olan
çocukları da kapsar. Rasulullah’ın: “İki ayrı dine sahip olanlar
birbirlerine mirasçı olamazlar.”[337]
hadisi bu hükmü müslüman olan çocuklara, “Katil için miras yoktur.”[338]
hadisi de ana-baba katli olmayan çocuklara tahsis etmiştir.[339]
Neshde,
bazı zamanlarda hükmün tahsisine benzeyen bir şey tahsisde ise, fertlerin
bazısından hükmün kaldırılmasına benzeyen bir şey vardır. İşte şu zikrettiğimiz
şeyler birbirine benzemektedirler. Bu benzerlikten dolayı bazı alimler şeriatta
neshin vukuunu inkar etmişlerdir ve nesh olarak zikredilen şeyler tahsisten
başka birşey olmadığı zannına kapılmışlardır.[340]
Tahsis;
kasdedilen şeyleri belirtmek, nesh ise amellerin zamanının bitip başlama
tarihini belirtmektir.[341]
Emredilen şey bir tek olduğu zaman tahsis olmaz. Çünkü bir tek şeyden bir çok
şey çıkarmak mantıksızdır. Nesh ise bunun aksidir. Çünkü tek başına olan hüküm
nesh ile kaldırılabilir. Nesh olunan şeylerle bir daha ebediyyen amel edilmez.
Fakat tahsis bunun tersidir. Çünkü tahsis edilen hükümle amel edilir. Tahsis
ictihat ve kıyas ile mümkündür. Fakat nesh ancak nass ile sabit olur. Kur’an ve
sünnet dışındaki şeylerle nesh olmaz. Çünkü onlarda yalan olabilir. Nesh içinde
haber ifade eden nasslar da olmaz. Çünkü o zaman haber yalan olmuş olur. Fakat
haberlerde tahsis olur.[342]
İstisna
harflerinden sonra gelen hükmün, istisna harflerinden önce gelen genel hükümden
çıkarılması veya istisna edilmesidir.
Nesh
ancak nesheden nass, nesholunan nassdan ayrı olduğu zaman olur. Tahsis ise hem
bitişik, hem ayrı olabilir. İstisna ise ancak daha öncekine bitişik olduğunda
mümkün olur.
Nesh İle Bida Arasındaki Fark: Allah
farz kıldığı şeyleri bilir. Yine bu farzı ne zaman kaldıracağını, birinci farzı
nesheden hükmün ne zaman geleceğini, bu ibadetin süresinin ne zaman biteceğini
de bilir. Ona hiçbir şeyin ilmi gizli değildir. O işlerin sonunun nereye
varacağını bilir. Herşey O’nun katındaki Ümmü’l-Kitap’ta yazılıdır. Bida ise
bunun tam tersidir. Çünkü o yaratılmışların sıfatıdır. İnsanlar işlerinin
sonunun nereye varacağını bilmezler. Misal olarak: Bir adam, diğer bir kişiye
emir verip: “Şu işi yap.” dese, adam o işi yapmaya başladıktan sonra, emreden
kişi yaptırdığı işin aksinin daha uygun olduğunu ve yaptırdığı işin,
yapılmamasının daha evla olduğunu anlayabilir. Kişi birinci emri verdiğinde
ikinci emir hiç kalbinde yoktu. Kendisi için iyi olanın ancak ilk emrettiği
şeyden dönmek olacağını bilmiyordu. Bununla birlikte o iki emirden hangisinin
onun için hayırlı olacağını da bilmez, birinciye devam etmek mi daha hayırlıdır
yoksa ikinciye başlamak mı? Bilakis o tercihlerini ancak zanna, aklın ürünü
olan kıyasa ve geçmiş tecrübelerine dayanarak yapar. Kıyasta yanlış yapan ve bu
konuda hataya düşen çoktur. Bu aklın eşyaların hakikatını anlama hususunda aciz
olmasından dolayıdır. Çünkü eşyanın hakikatını anlamak, yarattıklarına değil
yalnız Allah’a ait olan bir sıfattır.
Bazı
alimler de şöyle der: İnsanların çoğunun nesh ile bida arasındaki farkı
bilememelerinden dolayı tasavvufçulardan ve usulcülerden Ebu Müslim İsfehani
gibi bir kısım taife neshin Kur’an’da caiz olmadığını iddia etmişlerdir. Fakat
daha önceki şeriatlerin neshini kabul etmişlerdir. Onların dedikleri: “Ey
Fulan, sen verdiğin haberlerde hem doğru hem yalan söylüyorsun.” diyen kişinin
sözü gibidir. Bunun sebebi onların yalnız Allah için caiz olan nesh ile
yaratılmışların sıfatı olan bida arasındaki farkı kavramamış olmalarıdır.
Kur’an’da neshi inkar eden kişi bida ile nesh arasındaki farkı anlasaydı bu
bozuk olan inancından dönerdi.[343]
Bida,
gizlilikten sonra açıklık, mevcut olmayan bir görüşün meydana gelmesidir. Bu
hususa örnek olarak Zümer. 39/47-48 ve Yusuf: 12/25 ayetlerini örnek
verebiliriz. İlmiyle herşeyi ihata eden Allah için gizli bir şey olmayacağına
göre, yukarıda tarifini yaptığımız bida Allah için muhaldir.[344]
Usul
alimi ve fakihlerin çoğuna göre geçmiş ümmetler hakkındaki bilgi ve kıssalar,
gelecekle ilgili gaybi haberler hususunda nesh olmaz. Böyle söyleyenler
arasında Mücahid ve Said İbn Cübeyr de vardır. Nesh ancak Allah’tan kullarına
bir lütuf olmak üzere emir ve nehiy hususunda olur. Bazı alimler şöyle der:
Nesh emir ve nehiy bildiren haberlerde de olabilir. Böyle diyenler arasında
Dahhak İbn Müzahim de vardır. “Zina eden bir erkek,
ancak zina eden bir kadınla evlenebilir.” (Nur: 24/3) ayetinin ve iddet ayetinin neshedilmesi bu
şekildedir. Bazı alimler de şöyle der:
Nesh her türlü sözde olabilir. Bu görüş Zeyd İbn Eslem’e aittir. İbn-i
Bakıllani: “Allah ve Rasulullah’ın verdiği haberlerde nesh caiz olmaz.”
demiştir. El-Kadi haberin neshi hususunda şöyle der: Allah’ın sıfatları, geçmiş
ümmetlerin haberi, gelecek hakkındaki haberler gibi sadece bir manası olabilen
lafızların neshi caiz olmaz. Ancak değişmesi mümkün olabilen (Bir kişi mü’min
midir? Ya da namaz vacip midir, değil midir? gibi konularda) caiz olur. Bazı
alimler bu güzel bir kavildir, demişlerdir. Muhasebe ve Musabara ayetleri bu
şekildeki ayetlerdir.[345]
Hareket metodu ve akaidle ilgili konularda da nesh olmaz.
Hafif
olan hükmün ağır olan hükümle ve ağır olan hükmün de hafif olan hükümle neshi
caizdir. Hafif olan hükmün ağır olan hükümle neshinin hikmeti: Ağır olan emre
uymak suretiyle ecri kat kat artırmak, sabır ile dereceleri yükseltmektir. Ağır
olan hükmün hafif olan hükümle neshinin hikmeti; cömert olan Allah’ın emri
hafifletmesine rağmen kullarına rahmet olarak ecrini çoğaltmasıdır. O halde
nesh kulların helalden harama veya haramdan helale, mübahtan yasağa veya
yasaktan mübaha, hafiften ağıra veya ağırdan hafife çevrilmesidir. Bunların
hepsi Allah’ın kulların maslahatını daha iyi bilmesindendir.[346]
İcma
ile kabul edilmiş bir hükmü inkar etmek veya icma ile belli bir zaman mübah
kılınmış ancak daha sonra haramlığı kesinleşmiş bir şeyin hükmünü haram ya da
belli bir zaman haram kılınmış ancak daha sonra mübahlığı kesinleşmiş bir şeyin
hükmünü mübah kabul etmemek küfürdür. Fakat alimlerin usul farklılıklarından
dolayı teorik olarak neshi inkar etmek küfür değildir.
1)
57)
Muhkem:
Lügat manası sağlam, manası açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez anlamında
if’al vezninde, arapça ismi mef’ul bir kelimedir. Muhkem ayetler, manası açık
olan, manasında ihtilaf edilmeyen, manalarının anlaşılması için açıklamaya
ihtiyaç duyulmayan, manası herkes tarafından anlaşılabilen ayetlerdir.
Müteşabih:
Birden fazla manaya gelen, manası açık olmayıp manasında kapalılık bulunan,
açıklamaya ihtiyaç duyulan veya muhkem ayetlere ters gibi görünen
ayetlerdir.
Muhkem
ve müteşabih kelimeleri Kur’an’da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Buna göre:
1)
Kur’an’ın tamamı muhkemdir.
“Bu kitap öyle bir kitap ki, onun ayetleri muhkem
kılınmıştır.” (Hud: 11/1)
Bu
ayete göre Kur’an’ın bütün ayetleri muhkemdir. Bundan kasıt; onun hak kitap
olduğunu, onda bir eksiklik bulunmadığını, lafızlarının fasih, manalarının
sahih, bütün ayetlerinin ise hikmetle dolu olduğunu bildirmektir.
2)
Kur’an’ın tamamı müteşabihtir.
“Allah en güzel sözü indirmiştir. O müteşabih bir
kitaptır.” (Zümer: 39/23)
Bu
ayete göre Kur’an’ın hepsi müteşabihtir. Müteşabih kelimesi birbirine benzer
manasındadır. Buna göre bu ayetteki müteşabihten kasıt; Kur’an’ın bütün
ayetleri güzellik, doğruluk ve hidayeti gösterme bakımından birbirine benziyor
demektir. Her ayetin bir manası vardır. Fakat bu manalar hiç bir zaman
birbirine zıt değildir.
3)
Kur’an’ın bir kısmı muhkem, bir kısmı ise müteşabihtir.
“O sana kitab'ı indirendir. Ondaki ayetlerin bir kısmı
muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtirler. Kalplerinde
eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onun tevlini aramak için müteşabih
olanlarına tabi olurlar. Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde
derinleşmiş olanlar da derler ki: "Biz, ona iman ettik; hepsi Rabbimizin
katındandır. Akıl sahiplerinden başkası düşünmez." (Al-i İmran: 3/7)
Yani
Ey Muhammed! Kur’an’ı sana Allah indirdi. Hiçkimsenin bu konuda şüphesi
olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir hüküm yoktur. Ayetleri
birbirleriyle çelişkili değildir. Kur’an’daki ayetlerin bir kısmı muhkemdir ki
onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar manası ve tefsiri bilinen, tek mana
ifade eden, başka mana verilemeyen, manası tahrif edilip saptırılamayan, başka
delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan anlaşılan, haramı, helali,
emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezaları, ögütleri ve ibretleri belirten,
nesheden, kendisiyle amel edilen ayetlerdir. Kur’an’ın çok az bir kısmı da
müteşabihtir. Bunlar gerçek manasını Allah’tan başka kimsenin bilmediği, birkaç
manaya gelen, manası tahrif edilmeye, değişik manalar verilmeye müsait olan,
anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulan, Kur’an’ın
yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve kendisiyle pratik hayatta
amel edilmeyen ayetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı bulunan, hakkı istemeyen
kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için müteşabih ayetleri heva ve
heveslerine göre te’vil ederler. Halbuki müteşabih ayetlerin gerçek tevilini
Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olan kimseler ancak Allah’ın
dilediği oranda cüz’i bilgiye sahip olurlar. Onlar şöyle derler: "Biz, muhkemiyle
müteşabihiyle Kur’an ayetlerinin tamamına iman ettik; hepsi Rabbimizin
katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl sahiplerinden başkası böyle
düşünmez."
Er-Ragıb
el-İsfehani (502/1108) müteşabih ayetlerin manasına vukuf yönünden üç kısımda
incelenebileceğini ifade eder. Birincisi, bilinmesi mümkün olmayan
müteşabihlerdir ki, bunu ancak Allah bilir. Kıyametin vakti gibi. İnsonoğlu
sebeplere tevessül ederek onun manasını bilebilir. Mesela garib kelimeler,
muğlak hükümler gibi. Üçüncüsü, yukarıda zikrettiğimiz iki madde arasında
olanlardır ki, bu da ilimde rusuh sahibi olan bazı zevata tahsis edilmiş,
diğerlerinden ise gizlenmiştir. Mesela Rasulullah İbn Abbas için “Allah’ım onu dinde fakih
kıl. Ona tevili öğret.” şeklindeki
duası gibi.
Genel
olarak usul uleması müteşabihatı iki kısıma ayırmışlardır:
1)
Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen ayetler.
2)
Hakikatını bilmeye imkan bulunmayan ayetler.[347]
Mücahid bunları şöyle tarif eder: “Muhkem ayetler helal ve harama dair olan
ayetlerdir. Müteşabihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden
ayetlerdir.”[348]
İbn Ebi Hatim de Ali b. Ebi Talha tarikiyle İbn Abbas’dan şöyle rivayet
etmektedir: “Muhkemler nasih, helal, haram, hudud, feraiz, iman edip amel
edilen hususlardır. Müteşabihler ise , mensuh, mukaddem, muahhar, emsal,
yeminler ve iman edilip salih amel edilmeyen hususlardır.[349]
Müteşabihteki
gizlilik şu yönlerde belirebilir:
Müteşabih
olan lafız ya müfred veya mürekkeb olabilir. Müfreddeki gizlilik ise kelimenin
garabetinden veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Mürekkebdeki gizlilik
ise mürekkebin muhtasar olmasından, itnab veya tertib cihetlerinden olabilir.
Şimdi bunlara birer örnek verelim: Garabeti ve az kullanılması sebebiyle müfred
lafızdaki teşabühe örnek: Abese: 80/31’deki “Ebben” kelimesi bu ayeti takip
eden ayet yardımıyla hayvanların otladığı mer’a manasına kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Müşterek olması sebebiyle teşabühe örnek: Saffat: 37/93 ayetindeki “yemin”
kelimesi sağ el, kuvvet ve kasem manaları arasında müşterektir. Bu üç manadan
hangisi verilirse verilsin manası caiz olur. Mürekkebdeki teşabühe örnek:
“Elhamdulillahillezi enzele ala abdihi’l-kitabe velem yec’al lehu ivecen
kayyimen” (Kehf: 18/1) Bu ayetteki gizlilik “ivecen” kelimesiyle “Kayyimen”
kelimelerindeki tertibdedir. Eğer bu tertib şöyle olsaydı daha zahir olurdu:
“Elhamdulillahillezi enzele ala abdihi’l-kitabe kayyimen velem yec’al lehu
ivecen.”[350]
Bu
kısmın açık örneklerini, Allah’ın sıfatları, kıyametin ahvali, cennet
nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı,
yaratanın sıfatlarının hakikatını ve diğer hususların durumunu ihata edemez. [351]
Bunun
için de pek çok örnekler vardır. Mesela: “İyilik
evlere arkalarından gelmeniz değildir.” (Bakara: 2/189) Eğer bir kimse arapların cahiliyye dönemindeki
adetlerini bilmezse Kur’an’ın bu nassını anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi
ayetlerin anlaşılması hem lafızlara hem de manalara ait tarihi, ictimai, ahlaki
vs. gibi bir çok şeylerin bilinmesine bağlıdır. Cahiliyyet devrinde araplar
ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan bir delik açıp
oradan girip çıkarlardı. Cenab-ı hak bunun için bu ayeti inzal etti. Bu ayetin
hem lafzında ihtisardan dolayı bir teşabbüh, hem de manasında bir teşabbüh
vardır. Eğer lafız “İyilik hac veya umre ihramında olduğunuz halde
evlere arkalarından gelmeniz değildir.” şeklinde olsaydı daha açık olurdu. Cahili arap
adetini bilemezsek bu ayete bir mana vermek imkanına da sahip olamayız.[352]
Müteşabih
olan sıfatlar konusunda ulema iki görüşe ayrılmıştır.
Allah’ın
isim ve sıfatlarını teşbih, te’vil, ta’tiyl, tekyif ve temsil etmeden, olduğu
gibi iman ederler. Bu konuda hiçbir yorum yapmazlar. Onlara göre Allah’ın isim
ve sıfatları zatına bağlıdır. Allah’ın zatının mahiyetini bilemiyeceğimiz için
bu isim ve sıfatların mahiyetini de bilemeyiz. İmam Malik b. Enes’e istiva
hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür,
ondan sual etmek bid’attır. Senin kötü bir insan olduğunu zanndiyorum, onu
benden uzaklaştırın.”
Allah’ın
isim ve sıfatlarını Arap dil kaidelerine uygun olarak zatına layık bir şekilde
te’vil ederler. Halef mezhebinin öncüleri İmamu’l-Harameyn, Abdu’l-Melik b. Ebi
Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cüveyni eş-Şafii, Ebu’l-Meali (478/1085) ve
ona tabi olanlardır.
Her
iki mezhebi vuzuha kavuşturmak için müteşabih sıfatlarla ilgili bazı ayetleri
zikretmek isteriz.
“Rahman Arş’a istiva etti.” (Taha: 20/5)
“O, kulları üzerinde kahredici olandır.” (En’am: 6/61)
“Rabbin geldi ve melekler de saf saf olarak.” (Fecr: 89/22)
“Allah yanında işlediğim kusurlardan dolayı vay halime!” (Zümer: 39/56)
“Celal ve ikram sahibi
Rabbinin vechi baki kalacaktır.” (Rahman: 55/27)
“Gözümün önünde
yetiştirilmen için.” (Taha: 20/39)
“Allah’ın eli onların
ellerinin üzerindedir.” (Fetih: 48/10)
“Allah size kendi
nefsinden korkmanızı emrediyor.” (Al-i İmran: 3/28)
Selef
Allah’ı kendisi için mümteni olan bu gibi zahir şeylerden tenzih eder ve gayb
aleminde, Allah’ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatlerinin ilmini O’na
havale eder. Sonraki alimler ise, İslamiyeti ifsat etmek isteyen kimselerin
müteşabih ayetleri gelişi güzel tefsir etmeleri üzerine halef alimleri devreye
girmişler istiva’ya, istikrar, istevla, suud, ı’tidal; Allah’ın gelişini,
Allah’ın emrinin gelişi; Allah’ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet
yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi zatıdır, Aynı inayetidir; yed
kudretidir; nefs ukubetidir gibi manalar vermişlerdir.[353]
Bu alimlere göre müteşabih ayetlerin tevil edilmesi caiz görülmezse de,
Kur’an’da işaret buyrulduğu vecihle, caiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın,
niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla yapmak istedikleri
tevillerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhakemeye, dinin esaslarına uygun olarak
yapılan teviller makbul ve lazımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam iman
kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma’kul bir şekilde ortadan kaldırmak icab
etmiştir.[354]
Alimlerin
çoğunluğuna göre, müteşabih ayetlerin te’vilini, Allah’tan başka kimse bilemez.
Bunlara göre Al-i İmran: 3/7’deki vakf, bu anlamı verecek biçimde
gerçekleştirilir. Müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, üzerinde
durulmaz. Rasulullah’ın ve sahabinin anlayışı ve uygulaması bu yönde olmuş,
müteşabihlerin kurcalanmaması istenmiştir.[355]
Ebu’l-Hasan el-Eş’ari ise ayetteki vakfın “Ve’r-rasihune fi’l-ilmi” de olması
lazım geldiğini ve rasihlerin de müteşabih ayetlerin te’vilini
bilebileceklerini söylerler.[356]
Bu görüşü Ebu İshak eş-Şirazi daha vazıh bir şekilde açıklamıştır.[357]
Selef Mezhebi görüşü olarak da tanımlanan anlayışın yanısıra Halef Mezhebi diye
bilinen ve çoğunlukla kelamcıların savunduğu görüşe göre müteşabihler tevil
edilebilir. Gerek Allah’ın müteşabih sıfatları, gerekse hurufu’l-mukattaa
te’vil edilebilir. Üstelik yapılacak te’villerin çeşitli yönlerden faydaları
mevcuttur. Bu faydaları şöyle sıralamak mümkündür:
1)
Bu ayetler sayesinde insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir hürriyetine
izin verilmiş olmaktadır. Böylece insanın şerefi yükseltilmektedir.
2)
Müslümanlar daha çok öğrenmeye ve başka bilgiler edinmeye sevkedilmiştir.
3)
Dinin tebliğ ve tesisine engel olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar
verilmek suretiyle, meydana gelecek fesatların önüne ilk günden set
çekilmiştir.
4)
Müteşabihler insan oğlu için bir deneme olmuş, onların iman veya inkar
etmelerinin bir ölçüsü kabul edilmiştir.
5)
Müteşabihler insan oğlunun güç ve yeteneği, ilim ve irfanı ne olursa olsun aciz
bir yaratık olduğunun canlı delilidir.
6)
Müteşabih lafızlar, Kur’an’ın ciltler dolusu kalın kitaplardan oluşmasını
önlemiş, mevcut haliyle ezberlenmesi ve korunması kolay bir kitap olmasını
sağlamıştır. Üstelik bu durum çeşitli dil bilimlerinin öğrenilmesine de amil
olmuştur.[358]
İlk
devirlerde müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde
durulmazdı. Zira Kur’an bu gibi ayetleri kurcalayanların kalpleri hasta
olduğunu beyan etmektedir. Rasulullah da müteşabih ayetlere tabi olanlardan
sakınmayı emretmektedir. Aişe’den (r.a.) rivayetle Rasulullah (s.a.v.) Al-i
İmran: 3/7 ayetini okudu ve şöyle buyurdu: “Onun müteşabih olanına uyanları
gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah’ın isimlerini koyduğu kimselerdir,
onlardan sakınınız.”[359] Bu
işi Ömer (r.a.) de sıkı tutmuştur. İbn Subeyg adında biri, bir gün Medine’ye
gelip Kur’an’ın müteşabihatı hakkında sualler soruyormuş, bunu haber alan Ömer
(r.a.) onu çağırtıp, yaş hurma dallarıyla başını kanatıncaya kadar dövmüş ve
onu Medine’den memleketine göndermiş, bu şahısla hiç kimsenin görüşmemesini Ebu
Musa el-Eş’ari’ye emretmişti.[360]
1)
23)
Bazı
surelerin başında bir veya başka harfin birleşmesinden meydana gelen kesikli
harflere “El-Hurufu’l-Mukatta’a” denir. Surelerin bazısının bu şekilde
başlayışı İslamın başlangıcından beri müslüman alimleri meşgul ettiği gibi,
sonraki dönemde şark ve garb alimlerinin çalışma ve araştırmalarına konu
olmuştur. Bütün alimler bu harflerin müteşabih lafızlardan olduğunda ittifak
halindedirler.
Bu
harfler Kur’an-ı Kerim’in 27’si Mekki 2’si (Bakara, Al-i İmran) Medeni olmak
üzere 29 suresinin başında bulunmaktadır. Tamamı 14 çeşit harften meydana
gelmiştir. Sure başlarında tek, iki, üç, dört ve beş harfli olmak üzere 13
değişik halde görülürler. Harf sayılarına göre şu örnekleri verelim:
1)
Tek harfli: Sâd (Sad) Kâf (Kaf) Nûn (Kalem)
2)
İki harfli: Tâ-Sîn.
(Neml) Yâ-Sîn (Yasin) Hâ-Mîm (Mü’min, Fussilet, Casiye, Ahkaf, Zuhruf, Duhan)
Tâ-Hâ (Taha)
3)
Üç harfli: Elif-Lâm-Mîm.
(Bakara, Al-i İmran, Ankebut, Rum, Lokman, Secde) Elif-Lâm-Ra. (Yunus, Hud,
Yusuf, İbrahim, Hicr) Tâ-Sîn-Mîm. (Kasas, Şuara)
4)
Dört harfli: Elif-Lâm-Mîm-Sâd.
(A’raf) Elif-Lâm-Mîm-Ra. (Ra’d)
5)
Beş harfli: Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. (Meryem) Hâ-Mîm-Ayn-Sîn-Kâf
(Şura)
Hurufu
Mukatta’alar, bir kelime gibi yazıldığı halde, ayrı ayrı harflerinin isimleri
sayılarak okunurlar. Yalnız her biri birer isim sayıldığından cer, nasb ve raf
halinde okunabileceğine dair görüşler vardır. Ayrıca i’rab alametlerine dikkat
edilmeksizin vakf halinde de okunabilirler.[361]
Başlangıçta
harflerinin tam bir ayet olup olmadığı ihtilaflı olmakla birlikte, tercih
edilen görüş, bunların ayet olmayıp, kendilerini izleyen ayetin bir bölümü
olmalarıdır. Basralılar hiçbirini tam ayet olarak kabul etmezken, Kufeliler,
Elif-Lâm-Mîm. (Bakara, Al-i İmran, Ankebut, Rum, Lokman, Secde) Hâ-Mîm (Mü’min,
Fussilet, Casiye, Ahkaf, Zuhruf, Duhan) Tâ-Sîn-Mîm. (Kasas, Şuara)
Elif-Lâm-Mîm-Sâd. (A’raf) Yâ-Sîn (Yasin) Tâ-Hâ (Taha) Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd.
(Meryem) müstakil bir ayet, Sâd (Sad) Kâf (Kaf) Nûn (Kalem) Tâ-Sîn. (Neml)
Elif-Lâm-Ra. (Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim, Hicr) Elif-Lâm-Mîm-Ra. (Ra’d) bir ayetin cüzü kabul ederler. Zemahşeri,
meseleyi kıyasi değil, tevkifi bir ilim olarak ele alır.[362]
Hurufu
Mukatta’a hakkında başlangıçtan beri öne sürülen fikirleri iki grupta toplamak
mümkündür.
1)
Bu harfler Kur’an’ın esrarındandır, manasını ve muradını Allah bilir. Ebu
Bekir, İbn Abbas, İbn Mes’ud ve Hulefa-i Raşidin’e dayandırılan rivayetler, bu
harflerin sırlı ve gizli bir ilim olduğunu vurgulamaktadır.
2)
Bu harfler müteşabih ayetler grubuna girmektedir. Müteşabihlerin de üzerinde
durulup, düşünülüp te’vil edilmesi gerekir. İlimde derinleşen alimler bu tevili
gerçekleştirebilirler. Mütekellimler bu görüşü savunmaktadır. Belirtilen
görüşten hareketle, Hurufu Mukatta’a hakkında öne sürülen fikir ve
değerlendirmeleri şu şekilde sıralamak yerinde olur:
1)
Halil b. Ahmed ve Sibeveyh’e göre bu harfler surelerin isimleridir. Hangi
surenin başında gelmişse o surenin ismini belirlemiştir.
2)
İbn Abbas’a göre bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından
birine delalet ettiği gibi, Allah’tan başka isimlere de delalet eder. Mesela
“Elif-Lam-Mim”deki “Elif” Allah’a, “Lam” Latif sıfatına, “Mim” de Mecid ve
benzeri sıfatlara delalet etmektedir. Yine burada “Elif” Allah’a, “Lam”
Cebrail’e, “Mim” ise Muhammed’e işaret etmektedir.
3)
Bu harfler Allah’ın ismi A’zamı’dır.
4)
Kelbi, Süddi ve Katade’ye göre bu harfler Kur’an’ın isimleridir.
5)
Ahfeş’e göre bu harflerle Allah yemin etmektedir.
6)
Ferra, Kutrub ve Müberred’e göre bunlar münferit harflerdir, gayesi müşriklerin
ilgi ve dikkatini çekmektir, onlara meydan okumaktır.
7)
Birer tenbih edatıdır.
8)
Bazı cümel hesapları ve bir kısım olayların istihracına yardımcı olan
hususlardır.
Belirtilen
görüşlerden anlaşılıyor ki, bu konuda açık ve kesin neticelere ulaşılmamıştır.
Harfler hakkında geçmişte ve halde bir çok şeyler söylenmiş, gelecekte de pek
çok şeyler söylenecektir. Ortaya atılan görüşler bazı yönlerden akla uygun
geliyorsa da hemen hemen hepsinin tenkide açık yönleri bulunmaktadır.Rasulullah
da bu hususta bir şey söylemediğine göre, bu konuda bizlere düşen şey, Hurufu
Mukatta’a’nın Allah ile Rasulü arasında bir şifre olduğunu söylemekten
ibarettir.[363]
Dinleyicinin
ilgisini çekmek için söze tatlı, akıcı, ince ve güzel bir üslupla başlamak
esastır. Belağatın ana ilkelerinden olan söze güzel başlamak prensibi, Kur’an-ı
Kerim’de sure başlarında en güzel ve en olgun örneklerini vermiştir.
Kur’an’daki 114 surenin tamamını Suyuti (911/1505) Başlangıç itibariyle 10
grupta toplayıp, şu başlıklar altında incelemiştir:
1) Allah’ı övme ile başlayan sureler:
14 tanedir. a) Elhamdulillah ile
başlayanlar: Fatiha, En’am, Kehf, Sebe’, Fatır. b) Tebareke ile başlayanlar: Furkan, Mülk. c) Tesbih ile başlayanlar: İsra, Hadid, Haşr, Saff, Cuma,
Teğabun, A’la.
2) Hurufu Mukatta’a ile başlayan sureler:
29 tanedir. a) Tek harfliler:
Sâd (Sad) Kâf (Kaf) Nûn (Kalem) b) İki
harfliler: Tâ-Sîn. (Neml) Yâ-Sîn
(Yasin) Hâ-Mîm (Mü’min, Fussilet, Casiye, Ahkaf, Zuhruf, Duhan) Tâ-Hâ (Taha) c) Üç harfliler: Elif-Lâm-Mîm.
(Bakara, Al-i İmran, Ankebut, Rum, Lokman, Secde) Elif-Lâm-Ra. (Yunus, Hud,
Yusuf, İbrahim, Hicr) Tâ-Sîn-Mîm. (Kasas, Şuara) d) Dört harfliler: Elif-Lâm-Mîm-Sâd. (A’raf) Elif-Lâm-Mîm-Ra.
(Ra’d) e) Beş harfliler:
Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. (Meryem) Hâ-Mîm-Ayn-Sîn-Kâf (Şura)
3) Nida ile başlayan sureler: 10
tanedir. a) Ey insanlar ile
başlayanlar: Nisa, Hac b) Ey
iman edenler ile başlayanlar: Maide, Hucurat, Mümtahine c) Ey Nebi ile başlayanlar: Ahzab, Talak, Tahrim d) Ey bürünüp sarınan ile başlayanlar:
Müzzemmil, Müddessir.
4) Haber cümlesi ile başlayan sureler:
21 tanedir. İsim, fiil veya edatlarla başlatılmıştır. Enfal, Tevbe, Nahl, Enbiya,
Mü’minun, Nur, Zümer, Muhammed, Fetih, Kamer, Rahman, Mücadele, Hakka, Mearic,
Nuh, Abese, Kadr, Beyyine, Karia, Tekasür, Kevser.
5) Yemin ile başlayan sureler: 17
tanedir. a) Vav ile başlayanlar:
Saffat, Zariyat, Tur, Necm, Mürselat, Naziat, Buruc, Tarık, Fecr, Şems, Leyl,
Duha, Tin, Adiyat, Asr. b) La
Uksimu ile başlayanlar: Kıyame, Beled.
6) Şart ile başlayan sureler: 7
tanedir. “İza” ile başlar. Vakıa, Münafikun, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Zilzal,
Nasr.
7) Emir ile başlayan sureler: 6
tanedir. a) Kul ile başlayanlar:
Cin, Kâfirun, İhlas, Felak, Nas. b)
İkra ile başlayan: Alak.
8) Soru ile başlayan sureler: 6
tanedir. a) “E” ile başlayanlar:
İnşirah, Fil, Maun. b) Hel ile
başlayanlar: İnsan, Ğaşiye. c)
“An” ile başlayanlar: Nebe.
9) Dilek ile başlayan sureler: 3
tanedir. a) “Veyl” ile
başlayanlar: Mutaffifin, Hümeze. b)
“Tebbet” ile başlayan: Leheb.
10)
Ta’lil ile başlayan sureler: 1 tanedir. Kureyş.[364]
1) Muhammed b.
Muhammed el-Gazali (505/1111)
2) İbn
Ebi’l-Esbağ, Zekiyyuddin Abdu’l-Azim el-Kayravani el-Mısri (654/1256),
el-Havatiru’s-sevanih fi Esrari’l-Fevatih.
3) Tacuddin b. Ebu
Duveyhen el-Mevsıli eş-Şafii (762/1361) Kenzü’d-Dürer fi Hurufi Evaili’s-Suver.
Ğarib kelimesi,
yabancı, anlaşılmaktan uzak ve kapalı anlamına gelmektedir. Kur’an’da yer alan,
araplar arasında da yaygın bir şekilde kullanılmadığı için pek bilnmeyen
kelimelere ğarib denilmiştir. Kur’an’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin
bulunuşu, ekseriyeti teşkil eden Kureyş lehçesinin dışında, diğer lehçelerden
de birçok kelimelerin yer alması “Ğaribu’l-Kur’an” meselesini ortaya
çıkarmıştır.
Çok zengin bir
yapıya sahip olan Arap dilinin muhtelif lehçelerine herkes vakıf olamaz. Bir
insan bir dili ne kadar bilirse bilsin, her kelimenin manasını anlayamaz. Arap
diliyle indirilen Kur’an[365]
için de aynı durum söz konusudur. Nitekim sahabeden bazıları bunu itiraf
etmişlerdir. Mesela ashabın ileri gelenlerinden Abdullah b. Abbas “Fatır”
kelimesinin, başlamak anlamını ifade eden bir isim olduğunu iki arap köylüsünün
bir kuyu başındaki münakaşası sonrasında öğrendiğini söylemiştir.[366]
Ömer (r.a.) da Abese: 80/3 ‘deki “Ebben” kelimesinin manasını bilemediğini
itiraf eder. Bu kelime çeşitli dil ve lehçelerde müşterek bir lafız olduğundan
ihtilafa sebep olmuştur. Aşağı yukarı buna yedi çeşit mana verilmiştir.
İnsanların yemeyip hayvanların yediği ot, saman, arz üzerindeki her nevi nebat,
meyvanın dışındaki şey, yaş meyva, kuru meyva, nasıl meyva insanlar içinse,
hayvanat için olana da “el-eb” denir.[367]
Kur’an’da bu
çeşit garib kelimelerin anlaşılması için, sahabe devrinden itibaren eski Arap
şiirine baş vurmak zarureti hasıl olmuş ve öyle yapılmıştır. Nitekim birçok
ayetin manası kendisine sorulan İbn Abbas’ın bu soruları beyitler şahit getirerek
cevapladığı nakledilmektedir.[368]
Rasulullah çeşitli Arap kabileleriyle görüşmüş onlarla anlaşmış hatta onların
lehçe özelliklerini kullanmıştı. Sahabe de bilmedikleri şeyleri ona
sormuşlardı. Sahabe devrinin sonuna kadar arab dili asliyetini muhafaza
etmişti. Artık yeni beldeler fethedilmiş, ayrı dil, din ve kültüre sahip
insanlar İslam’ın bünyesi içerisinde toplanmıştı. Bunların tabii bir neticesi
olarak arab lisanı, yabancı dillerle karışmaya başlamıştı. Zaman geçtikçe bu
karışıklığın arttığını gören maarif ehlinden bir cemaat, Arap dilini bir
kaideler sistemi içine almaya koyuldu. Bu konuda ilk eser yazan Ebu Ubeyde
Ma’mer b. el-Müsenna’dır (210/825).[369]
Kur’an-ı
Kerim’de yabancı kelimelerin olup olmadığı meselesi ihtilaflara yol açmıştır.
Aralarında İbn Cerir, eş-Şafii ve Ebu Ubeyde’nin bulunduğu bir kısım alimler,
Allah kelamında arapçadan başka, tek yabancı kelimenin mevcut olmadığını iddia
etmişlerdir. Bir kısım alimler ise Kur’an’da yabancı kelimelerin varlığını
kabul etmektedirler. Arapların gerek ticaret ve gerekse diğer vesilerle, zaman
zaman temas ettikleri yabancılardan bazı kelimeleri almış oldukları ve kendi
dillerinde kullandıkları düşünülebilir. Kur’an-ı Kerim de arapların
konuştukları dil ile nazil olduğuna göre, onda bazı yabancı kelimelerin
bulunması tabiidir.[370]
Kur’an’da geçen
ğarib kelimelere bir kaç örnek vermek gerekirse bunları şöyle sıralayabiliriz:
Sefih kelimesi
Kinane lehçesinde cahil manasına gelir.
Saika kelimesi
Umman lehçesinde ölüm manasına gelir.
Riczen kelimesi
Tayy lehçesinde azab manasına gelir.
Bağy kelimesi
Temim lehçesinde hased manasına gelir.
Refese kelimesi
Mezhec lehçesinde cima manasına gelir.
Nihle
kelimesi Kays lehçesinde farz manasına gelir.
Musafaha
kelimesi Kureyş lehçesinde zina manasına gelir.
Tasdiye
kelimesi Kureyş lehçesinde alkış manasına gelir.
Ve
Kıyde kelimesi Habeş lehçesinde noksan manasına gelir.
Siccil
kelimesi Furs lehçesinde çamur manasına gelir.
Er-Rakîm
kelimesi Rum lehçesinde kitap manasına gelir.
El-Yemmu
kelimesi Kıbt lehçesinde deniz manasına gelir.
Tûr
kelimesi Süryani lehçesinde dağ manasına gelir.
Sinîn
kelimesi Nabat lehçesinde güzel manasına gelir.
El-Mühl
kelimesi Berber lehçesinde kızgın yağ manasına gelir.[371]
1)
48)
İ’caz
kelimesi lügatte, aciz bırakmak anlamına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan
aciz bırakan şeye de mu’cize denir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim Rasulullah’ın en
büyük ve ebedi mucizesidir. Onun bir benzerini meydana getirmek mümkün
değildir. Çünkü Kur’an en büyük şairleri ve ünlü hatipleri dahi hayrete
düşürmüş, hiç kimse ona benzer veya ona yakın bir eser meydana getirememiştir.
Dolayısıyla Kur’an, Rasulullah’a indirilen en büyük sürekli akli mu’cize olma
özelliğini kazanmıştır. Geçmiş rasullerin mucizeleri sadece o devirde
yaşayanlar ve orada hazır bulunanlar tarafından müşahade edilebilirdi. Kısaca
ifade etmek lazım gelirse, onların bu mucizeleri sürekli değil, geçici ve hissi
idi. Mesela, sihirin revaçta bulunduğu ve ünlü sihirbazların yaşadığı bir
devirde Musa’ya sihirli bir asa verilmiş, bununla sihirbazlar mağlub edilmişti.
İsa’nın tıb alanında gösterdiği büyük mucizeler ise, onun zamanında tıbbın ve
hazik tabiblerin en yüksek derecelere ulaştıklarını gösteren bir delildir.[372]
Kur’an-ı
Kerim’in i’cazını şu yönlerde aramak mümkündür:
1) Uslûbu, Dili ve Fesâhatı: Tüm
insanlar bir araya gelip, Kur’an’a benzer bir eser meydana getirmek için
çalışsalar bile yine de onun benzerini meydana getiremiyecekleri bizzat
Kur’an’ın diliyle açıklanmıştır.[373]
Fakat ayetlerin bu şekilde meydan okuyuşuna hiçbir kimse karşılık vermeye
cesaret edememiştir. Edebiyatta ileri bir seviyede olmalarına rağmen Arap
müşrikleri, üslup, belağat, fesahat ve beyan bakımından Kur’an’ın benzeri
kısacık bir sure dahi olsa meydana getirememişlerdir. İşte bu Kur’an’ın en
büyük i’caz yönüdür.
Kur’an’ın
üslub özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
1)
İnsanların te’lif ettiği eserlerin uslubuna benzemediği gibi diğer indirilen
kitapların üslubundan farklıdır.
2)
Kur’an gönüllere hoş gelen üslubuyla dost ve düşmanın dinlemekten kendini
alamadığı kitap olmuştur. Bu yüzden Velid, Lebid, el-A’şa, Ka’b b. Züheyir gibi
belağat üstadları hayret ve takdir hislerini gizleyememişlerdir. Ayrıca Velid
b. Muğire, Ahnes b. Şerik ve Ebu Cehil gibi İslam düşmanları onu dinlemekten
vazgeçememişlerdir.
3) Kur’an’ın üslubuna yalnız
müslümanlar değil, arapça bilen ve bilmeyen gayri müslimler, hatta müsteşrikler
bile hayran kalmışlardır.
4) Gönüllere hoş gelişi,
muhtevası, dünya ve ahiret saadetini sağlayan prensipleriyle Kur’an, Arap dilini de basit mantık alanından
ileri seviyede medeniyet ve kültüre kaynaklık edecek seviyeye yükseltmiş,
dolayısıyla Arap edebiyatının ilk ve ölmez şaheseri olmuştur.[374]
2) Te’lif yönündeki eşsizlik: 20 yılı aşkın süre içinde
aralıklarla parça parça nazil olmasına rağmen ayet ve sureler arasında eşsiz
bir vahdet ve insicam vardır.
3) İhtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı:
4) Beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılaması: Kur’an insanların akidesini,
ibadetlerini, ahlaklarını ıslah edip kardeşliği ve üstünlüğün ancak takva
yönünden olduğunu bildirir. Adaleti tesis eder, mali işleri ıslah eder, kadın
ve zayıfları himaye eder, akıl ve fikirleri hürriyete kavuşturur.
5) Tabiat ilimlerine temas ve işarette bulunması:
6) Geçmiş, gelecek ve hal ile ilgili gaybi haberlerinin gerçekleşmesi: Bu üç çeşittir:
a)
Eski milletlerin haberleri.
b)
Rasulullah zamanında içyüzleri açığa vurulan münafıkların durumu
c)
Bizanslıların İran’la yapacakları savaşta galip gelecekleri, Allah’ın
Rasulullah’ı ve Kur’an’ı koruyacağı haberi.
7) Kur’an’ın Rasulullah tarafından tebdil edilmemesi:
Rasulullah vahye bağlı kalarak sadakat göstermiş, yer yer kendisinin dikkatini
çeken ve tenkid eden ayetleri bile aynen tebliğ etmiştir. İfk hadisesi, Ümmü
Mektum olayı, Bedir esirleri meselesi, Tebük seferine gitmek istemeyenlere izin
vermesi, Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması vb.
İşte
Kur’an’ın bütün bu özellik ve meziyetlerinden geniş bir şekilde ve delillere
dayanarak bahseden ilme “İ’cazu’l-Kur’an” adı verilmiştir.[375]
Kur’an
edebi açıdan bir şaheserdir. Bu sadece müslüman alimlerin fikri de değildir.
İslam’ı din olarak seçmemiş olan pek çok insan da, Kur’an’ın eşsizliğini,
i’cazını kabul etmiştir.
Bilindiği
gibi Kur’an’ın indirildiği dönemde Hicaz bölgesinde söz sanatları, çok ileri
seviyedeydi. Arap dil ve edebiyatı adeta altın çağını yaşıyordu. O dönemde Arap
şiirininin en güzel örnekleri Ka’be’nin duvarlarına asılıyordu. Yedi Muallaka
(Yedi Aslı Şiir) bunlara bir örnektir.[376]
O sıralarda yine Ukaz, Zu’l-Mecaz ve Mecenne gibi panayırlarda şir ve edebiyat
müsabakaları yapılıyordu. Kur’an, edebi sanatların böylesine inkişaf ettiği bir
bölgede tarih sahnesine çıkıyordu. Bütün güzelliklerin kaynağı olan ve insana
dil zevkini, şiir zevkini veren Yüce Yaratıcı’nın kelamı, tabiatıyla çok daha
üstün ve büyüleyici olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Kur’an’ın ifade kudreti
karşısında şairler, acizliklerini itiraf ettiler.
Ömer
(r.a.) Kur’an’ın bu eşsiz üslubunun tesiriyle müslüman olmuştur.[377]
Velid b. Muğire, Kur’an’dan etkilenip tam müslüman olmak isterken Ebu Cehil,
ona mani olmuştur. Fakat Velid, Kur’an hakkında arkadaşlarına şunları
söylemiştir:
“Onun
hakkında ne diyeyim? Vallahi hiçbiriniz şiiri, onun recezini ve cin şiirlerini
benden iyi bilemezsiniz. Vallahi onun söyledikleri bunun hiçbirine benzemiyor.
Vallahi sözünde bir tatlılık, bir güzellik var. O, altında olanları kırar,
yükselir, onun üstünde bir söz olamaz.”[378]
Kur’an’ın
etkileyici, sürükleyici ve büyüleyici üslubu o kadar üst seviyededir ki,
Kur’an’ın inzal edildiği ilk dönemlerde müşrikler onu gizli gizli dinlemekten
kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden aralarında, Kur’an okunurken onu
dinlememe ve gürültü çıkarma kararı almışlardır.[379] “Kafirler
şöyle dediler: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, onda gürültü edin, belki galip
gelirsiniz.” (Fussilet: 41/26)
Bu şu
şekillerde olur:
a)
Benzetmelerle
b)
Kıssalarla
c)
İnsanbiçimci (Antropomorfist) bir dil kullanmakla. Mutlak varlık Allah,
Kur’an’da özellikle Zatından bahsederken muhatapların anlayabileceği bir dil
kullanmıştır. Allah, kendini, olduğu gibi, hiç benzetme yapmaksızın nazari bir
çerçevede tanıtsaydı insanlar O’nun zatı ve sıfatları hakkında, sağlam bir
fikre sahip olamazlardı. Bu bakımdan Allah Kur’an’da kendinden bahsederken,
insanlarda bulunan bazı uzuvları ve bazı vasıfları, kendine izafe etmiştir.
Teknik tabiriyle antrapomorfist
(insanbiçimci) bir dil kullanmıştır. Bu, mutlakın mukayyed bir varlığa kendini
anlatma, tanıtma zaruretinden doğmuştur.
Allah,
el, yüz, göz, nefs gibi kelimeleri kendine izafe etmiştir. Gelmek, yönelmek,
istiva etmek gibi tabirleri de, kendine isnad etmiştir. Ayrıca kendisine ait
bir kürsi’den ve arş (taht)’tan bahsetmektedir. Yine görmek, işitmek, intikam
almak, gazab etmek gibi fiilleri de kendisi için kullanmıştır. Dikkat edilirse
bu fiiller de, insanın fiilleridir. Şu halde Allah, kendini insanlara
tanıtırken insanlarda bulunan bazı hususiyetleri, kendisi için kullanmada bir
beis görmemiştir. Bu anlatma tarzıyla, muhataplar, kendi tecrübe sahaları
dahilindeki kavramlar sayesinde, Allah hakkında bir fikre ve tasavvura sahip
olmuşlardır.
Allah,
kürsisi’nin gökleri ve yeri ihata ettiğinden bahsederken kendini, adeta son derece
kudretli bir hükümdar gibi tanıtmaktadır. Böylelikle muhataplar, gökleri ve
yeri ihata eden bir kürsiye sahip olan bir varlığın, ne kadar büyük ve ne kadar
güçlü olduğunu zihinlerde rahatlıkla canlandırabilmektedirler. Bu ifade onların
Allah karşısında ne kadar küçük varlıklar olduklarını da kolayca hissetmelerini
sağlamaktadır. Allah, arşa istiva ettiğinden, arşının etrafında meleklerin
varlığından bahsederken de yine insanların zihninde, özel adamları olan güçlü
bir padişah imajını canlandırmaktadır.
Allah
ortalama insanın anlayabileceği, sade, açık ve anlaşılır bir dil kullanmıştır.
Ama kullandığı bu dil aynı zamanda sengin ve derin manaları ihtiva eder.
Dolayısıyla farklı kültür ve bilgi seviyesinden insanlar, o ifadeleri, kendi
zihin ve ruh dünyasında farklı alğılayabilirler.
Mesela
Allah “Dağları
birer kazık yapmadık mı?” (Nebe: 78/7)
ifadesiyle, dağları vasfediyor. Kazık tabiri ilmi bir terim değildir.
Dolayısıyla okuyucu dağlara bakıp onların gerçekten kazığa benzediklerini ve
onları Allah’ın yarattığını anlamaktadır. Burada Allah’ın asıl anlatmak
istediği, tabiatta insanların gözleri önünde bulunan bazı varlıklara dikkat
çekmek, bütün bunların, Allah tarafından yaratıldığını ve O’na ait olduğunu
anlatmaktır. Ortalama insan, Allah’ın söz konusu ifadedeki bu mesajını algılar.
Öte
yandan jeolojik açıdan coğrafi açıdan veya diğer bilimler açısından dağlarla
meşgul olan insanlar, söz konusu ayetteki kazık kelimesinden, biraz daha farklı
sonuçlara ulaşabilirler.
Mesela
onlara göre kazık, bir şeyi sağlama ve emniyete almak için vardır. Dağlar da
yerkürenin yörüngesindeki istikrarına, yörüngesinden ayrılmamasına yardım eder.
Yeryüzünün alt tabakalarındaki kızgın magma tabakaları için tepeler, çıkış yeri
vazifesi görür. Yeryüzünün denge kanununda dağlar, mühim bir unsurdur. Öte
yandan yine o insanlara göre dağlar, suyun deposudur. Havayı zararlı gazlardan
temizler. Dolayısıyla havanın tarağıdır. Şu halde dağlar, canlıların yaşaması
için zaruri şartların oluşmasında rol oynamaktadırlar.[380]
Allah
bazen insanın akılcı yanına, bazen gerçekçi yanına, bazen de onun hissi yanına
hitap etmektedir. Mesela Allah, birliğini anlatırken son derece akli bir deli
getiriyor:
“Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı,
göklerin ve yerin nizamı bozulurdu.” (Enbiya: 21/22)
Bu
ayeti şu ayetle birlikte değerlendirmek daha sıhhatli bir sonuca varmamızı
sağlar:
“De ki: “Eğer söyledikleri gibi O’nunla birlikte ilahlar
olsaydı, onlar arşın sahibine mutlaka bir yol ararlardı.” (İsra: 17/42)
Bu iki
ayeti birlikte değerlendirirsek ayetlerin, gerçekten insanın aklına, mantığına
hitap ettiklerini görürüz. Tanrılar çok olsaydı, her bir tanrı üstün bir
tanrısal güce sahip olacağından, mutlaka birbirlerine üstün gelmeye
çalışırlardı. Çünkü hiçbir tanrı diğer bir tanrının hakimiyeti ve idaresi
altında yaşayamaz. Bu taktirde onun tanrılık iddiası anlamsız olur. İnsan,
mahlukatın gücüyle mukayese edilemeyecek kudretteki tanrıların alemde
birbirleriyle savaşını düşündüğünde gerçekten varlık aleminin kaosa
sürükleneceğini ve kainatta nizam diye bir şey kalmayacağını bir anlık bir
düşünmeyle kavrayabilir.
Kur’an’ın
gönüllere hitap eden bir ifadesini ele alalım:
“Dikkat edin, ancak Allah’ı anmakla kalpler huzur bulur.” (Ra’d: 13/28)
Bu
ifade bir tecrübeyi, bir yaşantıyı dile getiriyor. Bu hal yaşanır, tecrübe
edilir ve hissedilir. Bu bir gönül işidir. İnsan Allah’ı andıkça, hatırladıkça,
gönlünün mutmain olduğunu, huzur bulduğunu, ancak yaşayarak, egzerzis yaparak
hiseder. Bu iki ile ikinin çarpımının dört ettiğini bilen akılla ilgili olan ve
sadece onun bilmesine ve anlamasına sunulmuş bir ifade değildir.[381]
Alemden
kasıt Allah’ın yarattığı her varlık ve oluştur. Alem temelde iki kategoride ele
alınır:
Görünen
alemde insanlar, hayvanlar, bitkiler, madenler, diğer gezegenler, güneş, ay,
kısaca uzayda bulunan ve bizim, hakkında bilgi elde edebileceğimiz veya
görebileceğimiz varlıklar ve oluşlardır.
Melekler,
cinler, kabir hayatı, ruhun durumu vb. gaybi hadiseler.
Allah
tüm mahlukatın yaratıcısıdır. O, alemin bir nizam içinde varlığını devam
ettirmesi için tabii kanunlar koymuştur. O, her an alemle ilgili bir iştedir.
Alem, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuştur. Göklerde ve yerde olan hiçbir
şey O’nun koyduğu kanunların dışına çıkamaz. Her şey, Allah’ın bilgisi ve programlaması
dahilindedir. Allah, vakti gelince alemde köklü değişiklikler yapacak, alem
başka bir alem olacaktır.
Bu üç
çeşittir.
Yaratanla
yaratılanlar ve yaratılanlarla yaratılanlar arasındaki münasebeti içine alır.
Allah insanı nutfeden yaratmış, ona güzel bir şekil vermiş, onu rızıklandırmış,
onu iyiye ve kötüye eğilimli olarak yaratmıştır.
Allah
ilk insan olan Adem’den son rasul Muhammed’e kadar bir çok nebi ve rasul vasıtasıyla
insanları bilgilendirmiştir.
Allah
insanın düşüncesine, inancına ve davranışlarına göre ona muamele eder ve
karşılık verir. İnananları sever onları cennet nimetleriyle mutlu eder, inkar
edenlere ise buğzeder ve onları cehennem azabıyla cezalandırır. Bu varoluşsal
ilişkiyi sıhhatli bir şekilde yürütebilmek için Kur’an’ın koyduğu iki ilke iman
edip salih amel işlemektir.
Bu iki
çeşittir.
Kur’an’ın
ahlak anlayışıyla ahlaklanan insanlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde edrler.
Kur’an ahlakıyla ahlaklanmayan insanlar ise hem dünyada hem de ahirette rezil
olurlar, çeşitli cezalara çarptırılırlar.
Kur’an
bir hukuk kitabı olmamasına rağmen hukukun tüm konularında genel ilkeleri
belirler. Evlenme, boşanma, miras, eşya, borçlar hukuku gibi şahsi hükümlerin
yanında idari, cezai gibi umumi hükümler de içerir.
Allah
insanın mahlukat ile olan ilişkilerini belirleyici kurallar bildirmiştir.[382]
1)
55)
Kur’an’ın
bazı ayetlerinde Allah’ın kendi yüce ismi üzerine, rasullere, Kur’an’a,
meleklere, kıyamet gününe, tabiatta bulunan önemli varlıklara yemin edilmiştir.
Kur’an’da yeminlerin bulunmasındaki sebepler şöyle açıklanmıştır:
1)
İslam’dan önceki Arapların toplum hayatında yeminin büyük rolü vardır.
Arapların öteden beri alıştıkları bu usulü Kur’an-ı Kerim muhafaza etmiştir.
2)
İndirilen ayetler yeminlerle teyid edilip ayetler ve öngördüğü hususlar
vurgulanmıştır.
3)
Yemin edilen şeyin kıymet ve önemine işaret edilmiştir.
4)
Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için kullanılmıştır.[383]
Kur’an’da
17 surenin başında yemin bulunmaktadır. Bunlar şunlardır: Melekler (Saffat),
Felek (Buruc, Tarık), Feleğin levazımı (Necm, Fecr, Şems, Leyl, Duha, Asr),
Hava (Zariyat, Mürselat), Toprak (Tur), Bitki (Tin), Hayvanı nâtık (Naziat),
Hayvan (Adiyat)[384]
Ayrıca
sure içlerinde de bir çok yemin mevcuttur. Bunlardan bazıları:
1)
Allah’ın kendi ismine yemin etmesi: Hicr: 15/92, Zariyat: 51/23, Yunus: 10/53,
Teğabun: 64/7, Meryem: 19/68, Nisa: 4/65, Mearic: 70/40
2)
Rasulullah’ın yemin etmekle emredilmesi: Teğabun: 64/7, Sebe’: 34/3, Yunus:
10/53.
3)
Kur’an üzerine yemin edilmesi: Yasin: 36/2-4, Vakıa: 56/75-77, Zuhruf: 43/1-3.
4)
Rasulullah üzerine yemin edilmesi: Yasin: 36/2-4.
5)
Melekler üzerine yemin edilmesi: Mürselat: 77/1-7.
6) Tevhid için
yemin edilmesi: Saffat: 37/1-4.
7) Ceza, va’d ve
vaid için yemin edilmesi: Zariyat: 51/1-5, Tur: 52/1-8.
Kur’an’da kasemi
(yemini) ifade eden ayetler “vav” veya “la” harfleriyle başlamıştır. Yemine
“La” nefiy harfiyle başlanması eski arap yeminlerinde de vardı. Kasem fiiline
ilave edilen bu harfle söz takviye , i’zam ve te’kid edilmiş olur. Bu şekilde
ilave, müfessirler tarafından şöyle izah edilmiştir:
1)
Kelamın ahengini tezyin için ziyade kılınan ve nefiy manası kasdedilmeyen
ziyade bir “La”dır.
2)
Bunun aslı te’kid lamı yani ibtidaiye lamıdır. Vakf halinde olduğu gibi,
fethası işba’ edilmiştir. Buna göre kelime “La uksimu” değil “Le uksimu” dur.
3)
Bu harf nefiy içindir. “La vallahi” denildiği gibi, aslı üzere nafiyedir. Son
görüşe göre bu harfe şu manalar verilmektedir.
a)
İş öyle onların zannettikleri gibi değil, yemin ederim...
b)
Artık başka söze lüzum yok, yemin ederim..
c)
Şu söyleyeceğim söz o kadar mühim ve büyüktür ki, bunun büyüklüğünü tanıtmak
için kasem etmek bile onu hakkıyla büyültemez...
d)
İş o kadar açıktır ki, yemin bile etmiyorum...
e)
Bunu kasemden evvel muhatabın zihnini tahliye manası ile de izah edebiliriz ki,
şimdi zihninden bütün muhalif fikirleri sil, söylenecek ve dinlenecek başka bir
şey yok, ancak söyleyeceğim şu hakikat vardır. Kasem ederim ki...
1)
Şemseddin İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye (751/1350), et-Tibyan fi Aksami’l-Kur’an,
Tah: Taha Yusuf Şahin, Kahire, ts. 280, Mekke, 1321, Kahire, 1933, Tah:
Muhammed Hamid el-Fıkhi.
2)
Abdulhamid el-Ferahi, İman fi Aksami’l-Kur’an, Kahire, 1349, Hindistan, 1329,
s. 55.
Allah,
muhataplarına tevhid ve ahlak ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatırken,
öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metodu kullanmıştır. Bu da tarihte
yaşanan hadiseleri, dini ve ahlaki bir muhtevayla insanların önüne koyan
kıssalar yoluyla gerçekleşmiştir.
Kıssa
kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hadiseyi veya
bir haberi bildirmek ve nakletmektir.[385]
Bu manayla alakalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebi ve rasullerin
yanında başından geçen hadiseleri anlatan Kur’an birimlerine kıssa denir.[386]
Kur’an-ı
Kerim’de geçmiş nebi-rasuller ve milletlere dair kıssalar yer almaktadır.
Ayrıca Rasulullah’ın zamanında meydana gelen hicret, Uhut, Mekke’nin Fethi, İfk
Hadisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kısasu’l-Kur’an” adını
alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını
sağlamaktır. Yoksa tarihi bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gaye
edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı bir kaç kere tekrar edilmiştir. Bu
tekrarlarla ahlak ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü
kıssalarda önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükafat
verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip
öğretilmiştir. Bu arada geçmiş nebi-rasullerin ve toplumların başına gelenler
anlatılmış ve sonunda hakkın galip geldiği açıklanmıştır.
“Sana elçilerin haberlerinden –kalbini sağlamlaştıracak-
doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı
gelmiştir.” (Hud: 11/120)
Kur’an-ı
Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte
yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkanı getirilmiştir. Birçok surelerde
ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan
daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen
birçok gerçek dışı motiflerle dolduran olaylar en ciddi ve doğru şekliyle
anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak
gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de en veciz ve en güzel
şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen
kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
1)
Adem ile melekler ve şeytan, Adem ile Havva, Adem ve iki oğlu (Habil ve Kabil)
hadisesi.
2)
Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Eyyub’un hayatı ve tevhid mücadelesi.
3)
Lokman’ın oğluna yaptığı öğütler.
4)
İbrahim ve oğulları’nın kıssası, Kabe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in
kurban edilmesi hadisesi.
5) Yusuf’a karşı kardeşlerinin
kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen
hadise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi.
6)
Musa’nın rasullüğünden önceki hayatı, risaleti, mucizeleri, Firavun’un inadı,
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır kıssası.
7)
Davut ve Süleyman’ın kıssası, Süleyman ve Belkıs.
8)
İsa’nın doğumu, risaleti, sofrası.
9)
İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud, Ashab-ı Fil.
10)
İsra, Hicret, Bedir, Uhud, Beni Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk
Hadisesi ve Münafıklara ait kıssalar.
Kur’an’daki
kıssaların tarihi gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların
sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermek durumundayız.[387]
1)
10)
Kur’an-ı
Kerim’de bazı kelime ve ayetlerin bir veya birkaç yerde tekrar edilmiş olması
“Tekraru’l-Kur’an” terimi ile ifade edilmiştir. Tekrarın sebebi tekrar edilen
şeye önem vermek ve dikkat çekmektir. Tekrarın gayesi de teşvik etmek,
sakındırmak, rağbeti artırmak, şükre önem vermek, haber verilenleri teyid edip
kuvvetlendirmektir. Arap edebiyatında “Tekrar” ın lüzumlu bir keyfiyet olduğu
da bilinmektedir. Bu tekrarlarla her defasında geçmişteki olayların insanlara
daha açık ve etkili bir şekilde ibret dersi vermesi de sağlanmış olmaktadır.
Kur’an-ı
Kerim’de tekerrür eden bazı ayetler şunlardır:
1) “Şu halde benim azabım ve uyarılarım nasılmış!?” (Kamer: 54/16, 18,
21, 30) 4 defa.
2)
“Andolsun biz Kur’an’ı zikir için kolaylaştırdık.
Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer: 54/17, 22, 32, 40) 4 defa
3)
“O gün yalanlayanlara veyl olsun.” (Mürselat: 77/15, 19,
24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49) 10
defa.
4)
“Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz.” (Rahman: 55/13, 16,
18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59,
61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77.) 31 defa.
5)
“Gerçek şu ki ben size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Artık Allah’tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben
sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnız alemlerin Rabbine aittir. Artık
Allah’tan korkup sakının ve bana itat edin.” (Şuara: 26/107-110; 125-127,
131; 143-145; 162-165; 178-180) Bu
ayetler 5 rasulün kendi ümmetlerine hitabı olarak beş yerde tekrar edilmiştir.
6)
Nebi ve rasullerin hayatları değişik surelerde çeşitli bölümler halinde anlatılmakta
ve her surede olaya değişik yönden bakılmakta ve çeşitli dersler verilmektedir.
Mesela Adem’in (r.a.) kıssası Bakara suresinde, Allah’ın nimetlerini; A’raf’da,
Allah’ın nimetlerine karşı insanların şükürlerinin azlığı; Hicr’de, Allah’ın
insanı topraktan cinni ateşten yaratıp bu iki maddenin birbirinden üstün
olmadığını ve İblis’in kendini Adem’den hayırlı telakki etmesinin de bir
aldanma ve cehalet eseri sayılması lazım geldiği; İsra’da, insanların
fitnelerini; Kehf’de insanın düşmanı olan İblis ve onun cinsinden olanlarla
dostluk tesis etmenin ne kadar kötü bir şey olduğu; Taha’da, insanın zaaf
hallerini ve bundan dolayı her zaman Allah’ın yardımına muhtaç bulunduğunu
hatırlatmaktadır.[388]
1)
2)
3)
4)
Mesel
kelimesi lügatta şibih, nazir, delil, hüccet, bir nesnenin sıfatı, halk
arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir –ki bunlara Türkcede
atasözleri denir-, bunların irad edilip söylenmesine de “darb-ı mesel” denir,
çoğulu ise emsaldir.
Kur’an-ı
Kerim’de pek çok meseller vardır. Bunlardan çeşitli yönlerden
istifade edilir. Tezkir, va’z, his, zecr, ibret gibi yönlerden gidilerek ahlaki
bir netice çıkarmak için insanları tenbih ve teşvik etmektir. Kur’an’daki bu
meseller, medih ve zem üzerine olduğu gibi, sevab ve ikab, işin ehemmiyetini
yüceltmek veya tahkir etmek, işin tahkiki veya ibtali üzerine olabilir.
Beyhaki’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir haberde Rasulullah şöyle
buyurdu: “Kur’an
beş vecih üzerine nazil oldu: helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal. Helali
işleyin, haramdan kaçının, muhkeme tabi olun, müteşabihe inanın ve emsallerden
de ibret alın.”[389] İmam
Şafii bu ilmi, müctehidin bilmesi lazım gelen Kur’an ilimlerinden biri olarak
kabul eder.[390]
Zemahşeri de “Kur’an’daki bu emsaller, insanları manaları keşfetmeye yöneltir.”
demektedir.[391] Kur’an’daki mesellerin
ifadesinden onların gayesi gayet açık olarak anlaşılır:
“İşte misaller, biz onları insanlar düşünsünler diye irad
ediyoruz.” (Haşr: 59/21)
“Andolsun biz bu Kur’anda insanlar için nasihat kabul
etsinler diye her misalden gösterdik.” (Zümer: 39/27)
“İşte misaller, biz onları insanlar için irad ediyoruz,
alim olanlardan başkası onları anlamaz.” (Ankebut: 29/43)
Kur’an-ı
Kerim’de ebedi şekillerden biri olan mesel, yani teşbih, mühim bir yer işgal
eder. Kur’an’daki bu güzel teşbihler hakkında F. Buhl hakiki temsil ve
kinayenin inkişaf etmiş olduğunu ifade eder, demektedir.
Kur’an’daki
emsalleri başlıca iki gruba ayırabiliriz. a) Sarih ve zahir olanlar b)
Kamin, gizli, remizli ve imalı olanlar ki, herkes bunu idrak edemez. Sarih
emsale örnek olarak şu ayeti ele alabiliriz.
“Gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca
çağlayıp aktı. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya meta sağlamak
için ateşte üzerine yakıp-erittikleri şeylerde de bunun gibi bir köpük vardır.
İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır
gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah
örnekleri böyle vermektedir.” (Ra’d: 13/17)
Bu
ayet-i kerimede, Hak Teala, hakkı ve hak sahiplerini gökten yağan ve yerde
türlü menfaatler sağlayan sulara, batılı ve batıl olanları ise hak üstünde kısa
bir müddet içinde yükselmiş olmakla beraber, çabuk kaybolan köpüklere teşbih
etmektedir. Hakkın ve batılın birinci teşbihi budur. İkinci teşbih ise, hak,
insanlara zinet ve fayda temin eden muhtelif aletler ve kaplar imaline
elverişli madenlere, batıl ise, erimiş madenlerin üstündeki kir ve köpüklere
benzetilmektedir.[392]
Gizli
emsale örnek olarak ta şu ayeti ele alalım:
“Güzel şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü
olandan ise kavruktan başkası çıkmaz. İşte biz, şükreden bir topluluk için
ayetleri böyle çeşitli biçimlerde açıklıyoruz.” (A’raf: 7/58)
İbn
Abbas’a göre bu ayette mü’min ile kafir için bir mesel irad edilmiştir. İyi
toprağın mahsulü iyi olduğu gibi, iyi mü’minin de ameli iyidir. Çorak toprağın
mahsulü kıt ve kötü olduğu gibi, kafirin de ameli kötüdür.
Es-Suyuti,
kamin emsal için şunları nakleder.[393]
El-Maverdi der ki, Hasan ibnu’l-Fadl’a soruldu: “Sen arap ve acem mesellerini
Kur’an’dan çıkarıyorsun, öyleyse sen “İşlerin en hayırlısı orta olanıdır.” meselini Allah’ın kitabında bulur musun? O
da: “Evet, dört yerde.” buyurdu.
1)
“O ne pek yaşlı ne de genç ikisi arası
dinçliktedir.” (Bakara: 2/68)
2) “Onlar harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar;
ikisi arasında orta bir yoldur.” ‘Furkan: 25/67)
3)
“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün
de açık tutma. Sonra kınanır, hasret içinde kalakalırsın.” (İsra: 17/29)
4)
“Namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma, bu
ikisi arasında bir yol benimse.” (İsra: 17/110)
Kendisine
yine soruldu Allah’ın kitabında “Bir şeyin cahili olan, ona düşman olur.”
sözünü bulabilir miyiz? Cevap olarak: “Evet iki yerde.” dedi.
1)
“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve
kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.” (Yunus: 10/39)
2)
“Onunla hidayeti kabul etmedikleri için de “bu
eski bir yalandır,” diyeceklerdir.” (Ahkaf: 46/11)
Bunun
gibi daha pek çok sualler sorulmuş ve bunların Kur’an’daki yerlerinin tayini
istenmiştir.
Kamin
mesel için en iyi örneklerden biri de “Allah,
göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 24/35)
ayetidir. Bu ayete bakarak, Allah’ı göklerin ve yerin nuru olarak görmek veya
Allah’ı nurla bir tutmak doğru değildir. Çünkü “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve nuru kılan Allah’adır.”
(En’am: 6/1) bu ayette Allah gökleri
ve yeri aydınlatan olarak vasıflandırılmaktadır. Bu bakımdan, mesellere hakikat
diye bağlanıp kalmamalı, onların ötesindeki hakikatı sezmeye çalışmalıdır.[394]
Daha çok tasavvuf ehli bu konulara dalmıştır, fakat malesef bir çoğu aşırılığa
gitmiştir.
1)
9)
Kur’an-ı
Kerim’de kelimeler hakiki manalarında kullanıldıkları gibi, bazen de mecazi
manalarda kullanılırlar. Kelimelerin hakiki manalarında kullanılmış olmasında
bir ihtilaf yoktur. Kelimelerin mecazi kullanılışına gelince bu hususta görüş
ayrılıkları belirmiştir. İslam alimlerinin çoğunluğu, kur’an’da mecazın
varlığını kabul etmişlerdir. Fakat bir Şafii alimi olan Ebu’l-Abbas Ahmed b.
Ahmed et-Taberi (335/946), bir Maliki fakihi olan Huveyzimendad (400) Zahiri
mezhebinin kurusu olan Davud b. Ali b. Halef el-İsbahani (270/883) ile oğlu
Muhammed (297/910) ve Mutezile fukahasından olan Ebu Müslim Muhammed b. Bahr
el-İsbahani (370/980) gibi zevat, mecazın Kur’an’da olamayacağını
söylemişlerdir. Onlara göre mecaz, yalanın kardeşidir. Kur’an ise bu gibi
şeylerden münezzehtir. Konuşan kimse, bir hakikatı ifade etmek için sıkıntıya
düşerse ariyet olarak mecazı kullanır. Böyle bir durum Allah için bahis konusu
olamaz. Böyle bir şey onun için muhaldir. Eğer böyle bir şey kabul edilirse
Allah için noksanlık teşkil eder, derler.
Yukarıda
da söylediğimiz gibi pek çok kimse bu görüşü kabul etmez ve onun batıl olduğunu
söylerler. Muhaliflerin söylediği gibi Kur’an’dan mecazı kaldıracak olursak,
onun güzellik yönü de ortadan kalkmış olur. Belağat sahipleri, mecazın
hakikatten daha beliğ olduğunda ittifak etmişlerdir. Kur’an’ın ibaresinin
tatlılığı ve çekici güzelliği, biraz da kendisinde mevcud olan mecazlardan
ileri gelir.
Mecaz
iki kısımda mütalaa edilir:
1)
El-Mecazu fi’t-Terkib veya El-Mecazu’l-Akli’dir. Mesela: “Ticaretleri onlara kâr getirmedi.”
(Bakara: 2/16) Bu ayetteki ticaret ve
kâr mecazdır. Manası şudur: “Onlar ticaretlerinde kazanamadılar.”
2) El-Mecazu
fi’l-Müfred veya el-Mecazu fi’l-lüğavi’dir. Bir lafzın başka bir manada
kullanılmasının çeşitleri sayılamayacak kadar çoktur. Mesela, bütünü ifade eden
bir kelimenin, bir cüz için kullanılışına ait bir örnek verelim “Parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.”
(Bakara: 2/19) Bu ayetteki parmak
mecazdır. Manası şudur: “Parmak uçlarını kulaklarına tıkıyorlar.” Cüz
ifade eden bir ismin kül üzerine ıtlakı da mümkündür. Mesela “O’nun vechi hariç her
şey yok olacaktır.” (Kasas: 28/88) ayetindeki
vech=yüz’den maksat, halef ulemasına göre Allah’ın zatıdır.[395]
1)
5)
Eş-Şerif er-Radiyy (406/1015) Telhisu’l-Beyan fi Mecazi’l-Kur’an, Bağdat, 1955,
s. 389. Bu kitapta 583 ayetin mecazi anlamda kullanıldığı bildirilmiştir.
Kur’an-ı
Kerim ayetleri arasında ilk bakışta ihtilaf ve tenakuz gibi görünen durumları
inceleyen ilme Müşkilu’l-Kur’an denilir. Aslında Allah’ın kelamında böyle bir
halin mevcudiyeti bahis konusu olamaz. “Onlar hala Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer
o, Allah’tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar
bulacaklardı.” (Nisa: 4/82) Eğer kişi
cehaleti sebebiyle ayetler arasında bir çelişki hissederse, zıt mana taşıdığı
sanılan ayetlerin bağdaştırılması gerekir. Bu yöndeki tereddütlerin giderilmesi
de “Müşkilu’l-Kur’an” ilmiyle sağlanmıştır.[396]
Gazali’ye yukarıdaki ayetin manası sorulduğunda ihtilaftan maksat, manalar arasındaki müşterek lafızların
ihtilafıdır. Yoksa bu husustaki insanların ihtilaflarını nefyetmek değil, belki
Kur’an’ın zatı hakkındaki ihtilaflara nefiydir. Hakikatte herhangi bir şey
hususunda insanların görüşleri çeşitli olabilir. Dünyayı bazıları medhederken
bazıları da zemmedebilir. İşte insan kelamı ihtilaflardan beri olamaz. Çünkü
insanlar arasındaki bu ihtilaf A’raz ve ahval ihtilafıdır. Fakat Kur’an, tek
bir menşeden aynı metod ve aynı gayeyi tahakkuk ettirmek için geldiğinden, önü
ve sonu arasında bir ihtilafın vukuu bahis konusu olamaz.[397]
Ayetler
arasında tenakuz gibi görülen hususa bir iki örnek verelim:
1)
“Hani Musa ile kırk gece vaadleşmiştik.” (Bakara: 2/51)
“Musa ile otuz gece vaadleştik ve ona bir on gece daha
kattık.” (A’raf: 7/142)
Bu
ayetlerde Cenab-ı Hak, Musa ile vaadleşmeyi birinde kırk diğerinde ise otuz gün
olarak vermektedir. İki rakam birbirini tutmadığı için sanki bir tenakuz varmış
gibi görülmektedir. A’raf suresindeki ayette Allah 30 gün vadediyor ve ona 10
gün daha ilave ederek toplam 40 da istikrar buluyor. Halbuki Bakara suresindeki
ayet ise istikrar bulmuş olan bu adedi bize bildirmektedir.
2)
“Şayet adaleti gözetemeyeceğinizden endişe
ederseniz o zaman bir tane ile yetinin.” (Nisa: 4/3)
“Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adalet
göstermeye gücünüz yetmez.” (Nisa: 4/129)
İlk
ayetteki adaletten maksat, eşler arasındaki hukuku eşit derecede tutmaktır, bu
vukuu mümkün olabilecek bir şeydir. İkinci ayetteki ise kalbi bir meyildir.
Erkek zevceleri arasından birine karşı olan meyline mani olmaya muktedir
olamaz. İbn Atıyye, bu ikinci ayetteki adl kelimesini, tam adalet diye
vasıflandırmıştır.[398]
3) “Böylece asasını
fırlatınca, anında apaçık bir ejderha oluverdi.” (A’raf: 7/107)
“Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de o, açıkça bir
ejderha oluverdi.” (Şuara: 26/32)
“Asanı bırak” onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini
görünce, geriye doğru kaçtı ve arkasına bakmadı.” (Neml: 27/10)
“Asanı bırak” onun şimdi bir yılan gibi hareket ettiğini
görünce, arkasına dönüp bakmaksızın kaçmaya başladı.” (Kasas: 28/31)
Bir
şeyin aynı anda hem küçük hem büyük olması mümkün olmayacağından bu ayetler
arasında bir tutarsızlık var gibi görülmektedir. Ama Musa’nın asasının ejderha
kadar büyüklüğüne rağmen küçük bir yılan kıvraklık ve çevikliği taşıdığı
düşünülürse bu çelişkili durum ortadan kaldırılmış olur.[399]
Ayetlerin
birbirine zıt gibi görünüşlerini izale etmek için bazı kaideler vazedilmiştir.
Ebu İshak el-İsferayini (418/1027) iki ayet birbirine tearuz halinde bulunursa,
iki ayetin nüzul tarihlerine bakılır, önce olan terk olunur, der. İhtilaf
konusundaki tercih kaidesini şöylece sıralayabiliriz:
1)
Hüküm hususunda Medeni olanlar Mekki olanlara tercih olunur.
2)
İki hükümden biri Mekke ehli ahvaline, diğeri Medine ehli ahvaline ait olursa,
Medine ehli ahvali takdim olunur.
3)
İki hükümden birinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer ayetin lafzı bunu
iktiza ederse, müstakil hüküm ifade eden tercih olunur.
4)
İki ayetten her biri zahirde kastedilen şeyi yüklenmiş olarak umum ifade
ederse, bu taktirde onlardan birinin başka bir maksadı tahsise gideni varsa o
tercih edilir.
Ayetler
arasında zıtlık varmış gibi bir vehme düşmenin sebepleri nelerdir. Veya başka
bir ifade ile, bu çeşit ayetleri hangi şekiller altında görebiliriz:
1)
Vuku bulan şeyin muhtelif hallerde ve çeşitli şekillerde görünmesi: Mesela,
Adem’in yaratılışı toprak (Al-i imran: 3/59), kuru çamur-balçık (Hicr: 15/26,
28, 33), cıvık-yapışkan bir çamur (Saffat: 37/11), ateşte pişmiş gibi kuru bir
çamur (Rahman: 55/14). Bu durum aslında bir çelişki değildir. İlk yaratılışın
safhaları anlatılmaktadır. Asli cevher itibarıyla hepsinin menşei topraktır ve
yukarıda zikredilen haller topraktan neşet etmiş ve derecelenmiş oluyor.
2)
Mevzu ihtilafı. Mesela “Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz.” (Bakara: 2/174) “Rabbine andolsun,
onların tümüne soracağız. Yapmakta oldukları şeyleri.” (Hicr: 15/92-93) İlk ayette Allah onlarla konuşmaz
denilirken, diğerinde onlara soracak ifadesi bir tenakuz teşkil eder gibi
görünüyorsa da, birinci olumsuzluk ikram ve lütuf manasındadır. İkinci ayetteki
olumluluk ise tevbih ve ihanet makamındadır. Bunlar ise birbirini nefyetmez.
3)
Fiil yönünden ayetteki ihtilaf. “Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü.”
(Enfal: 8/17) Bu ayette katl kesb ve
mübaşeret yönünden insanlara izafe edilmiş ve yine onlardan tesir cihetinden
nefyedilmiştir. Buna dayanarak, fiiller Allah’ın mahlukudur, diğer bir ifade
ile, Allah kulların fiillerinin yaratıcısıdır, denilir.
4)
İhtilaf gibi görülen husus, bazen de hakikat ve mecaz yönünden olur. Mesela: “İnsanları sarhoş olmuş
gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir.” (Hacc: 22/2) Ayette,
kıyametin dehşetine izafetle mecaz olarak insanları sarhoş gibi görürsün
denilirken, sarhoşluğun, şarabtan geleceği düşünülerek hakikate izafetle de
onlar, sarhoş değildirler denilmektedir.
5)
İki vecihle çeşitli ayrılıkları cem etmesi. Mesela:
“Rasullerimiz
onun hayatına son verirler.” (En’am: 6/61) “Melekler onların canlarını
aldıkları zaman” (Nahl: 16/28) “Allah canlarını alır.” (Zümer: 39/42) “Size
vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek.” (Secde: 32/11) Bu ayetlerde, nefislerin rasuller, melekler,
ölüm meleği ve bizzat Allah tarafından öldürüldüğü zikredilmektedir. Müfessir
Beğavi, bu ayetlerin arasını şöyle cem eder. Meleklerin öldürmesi kabz ve nez’,
ölüm meleğinin öldürmesi dua ve emir, Allah’ın öldürmesi ise, ölümü yaratmış
olması sebebiyledir.[400]
1)
13)
Kur’an
kelimelerinin cümle içinde bulundukları yere göre gramer yönünden incelenmesi
ve tahlillerinin yapılması “İ’rabu’l-Kur’an” ilmini meydana getirmiştir. Bu
yolla cümlenin fiil, fail ve mef’ulleri belirlenir, Kur’an’ın doğru olarak
anlaşılmasına yardımcı olunur. Kur’an-ı anlamak isteyen bir kimsenin,
kelimelerin sigasına bakması, bulundukları yerde ne olduğunu bilmesi gerekir.[401]
1)
22)
Mücmel, lügat manasından da
anlaşıldığı gibi, müphem bir lafızdır. Ondan ne murad edildiği anlaşılamaz.
Mücmel olan ayette de manalar izdiham eder ve onlardan hangisi olduğu açık bir
şekilde belli olmaz. Manası kapalı bir şekilde olan ayetler Kur’an’da
mevcuttur. Davud ez-Zahiri, mücmel ayetlerin Kur’an’da varlığını kabul etmez.
Kur’an’daki mücmeller için umumiyetle şu sebepler bahis konusu edilebilir:
1)
Kelimenin iki zıt manada birleşmesi. Mesela: Tekvir: 81/17’deki “As as”kelimesi
hem gelen hem de geçen anlamına gelir. Bakara: 2/228’deki “Kuru” kelimesi hem
hayız hem de temizlik haline delalet eder. İşte bu gibi haller ayetin
mücmelliğine işaret eder.
2)
Zamirin mercii ihtilafı. “Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu
yükseltir.” (Fatır: 35/10) “Yerfeahu: Yükseltir” daki bu zamirin Allah’a mı,
güzel söze mi, yoksa iyi işe mi raci kılınacağı hususndaki ihtilaf dolayısıyla
ayet mücmel olur.
3)
Atıf ihtimali veya istinaf sebebiyle. Mesela: Al-i imran: 3/7’deki “ve’r-Rasihune”
kelimesinin başındaki “vav” harfi atıf ise manası “O’nun te’vilini ancak Allah
ve ilimde ruhsat verilenler bilir.” şeklinde olur. Eğer “vav” harfi istinafiyye
ise manası “O’nun te’vilini ancak Allah bilir, ilimde ruhsat verilenler ise
buna iman ettik derler.” Bu ihtilaf ayetin mücmel olması sebebiyledir.
4)
Lafzın garabeti. Mesela: Bakara: 2/232’deki “Fela ta’duluhunne” kelimesi.
5)
Lafzın çok kullanılmaması. Mesela: “Yesmeune” yerine “Es-sem’a” (Şuara: 26/223)
“Mütekebbir” yerine “Saniye ıtfihi” (Hac: 22/9) “Nadimen” yerine “Fe esbeha
yukallibu keffeyhi” (Kehf: 18/42) kullanılması gibi.
6)
Takdim ve tehir: Mesela: “Velevla kelimetun sebekat min Rabbike lekane lizamen
ve ecelun musemma.” (Taha: 20/129) ayeti “Velevla kelimetun ve ecelun musemma lekane
lizamen” şeklinde, keza “Yes’eluneke keenneke hakkun anha” (A’raf: 7/187) ayeti
de takdim ve tehirsiz “Yes’eluneke anha kezalike hakkun” şeklinde olması lazım
gelirdi.
7)
Asıl lafzın başka bir şekle kalbolması. Mesela “Sina” kelimesi “Tur-i Sinin” (Tin:
95/2), keza “Ala ilyas”ın “Ala il yasin” (Saffat: 37/130) şekline girmesi gibi.
Birkaç
madde halinde zikretmeye çalıştığımız şu haller, ayetlerin anlaşılmasını
güçleştirmekte ve onları mücmel kılmaktadır.
Mübeyyen ise, lügat manasından da
anlaşılacağı üzere, açıklama, beyan etme manasındadır. Ayetlerdeki müştereklik,
müşkil, mücmel, hafi gibi hususları açıklayan ayetlere de mübeyyen ayetler
denir. Mübeyyen ayet veya lafız, kapalı, bir ayeti ya muttasıl veyahut ta
munfasıl bir şekilde tebyin eder. Bunlara ait bir kaç örnek verelim. Mesela: “Beyaz iplik siyah ihlikten ayırt edilinceye kadar.” (Bakara: 2/187) Bu ayet mücmeldir. Ayetin hemen arkasından
gelen “Fecrin” lafzı bu
mücmelliği açıklamaktadır. Görüldüğü gibi, bu örnekte, mücmeli beyan eden
lafız, hemen mücmelin akabinde ve aynı ayette gelmektedir. “Tarık’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?”
(Tarık: 86/2) ayeti de mücmeldir. Bu
ayeti takib eden “Delen
yıldızdır.” (Tarık: 86/3) bu
mücmelliği beyan etmektedir. “Boşanma
iki defadır.” (Bakara: 2/229)
ayeti de mücmeldir. “Yine onu
boşarsa, onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça ona helal olmaz.”
(Bakara: 2/230) Bu ayet ile mücmellik
açıklanmaktadır. Bir haberde, birisi Rasulullah’a gelir ve ona Allah Kur’an’da
iki talak olduğundan bahseder, üçüncüsü nerededir? diye sorar. Rasulullah da
cevap olarak “Onu maruf bir şekilde tutmak veya güzel bir şekilde
salıvermektir.” ayeti bu üçüncü talakı
ifade eder demektedir. Demek ki ilk iki ayet ric’i talaka ait olmaktadır,
ikinci ayet ise beynuneti ifade eder mahiyettedir. Yine Maide “Haram kılınanlar müstesna olmak üzere
davarlar size helal kılındı.” (Maide: 5/1) denilmektedir. Ama haram kılınan bu hayvanlar bize bildirilmemektedir.
“Kendiliğinden ölen hayvan, kan,
domuz eti, Allah’tan başkasının adı ile kesilen, boğularak, vurularak,
yuvarlanarak veya sürüklenerek ölen, canavar tarafından parçalanan hayvanlar
haram edilmiştir.” (Maide: 5/3)
demekle haram kılınanları beyan etmektedir. Bu örneklerde de görüldüğü gibi,
mübeyyen olan lafız veya ayet, aynı ayette değil de, bir ayet veya birkaç ayet
sonra, hatta başka bir surede de gelmiş olabilir. Bir çok mücmel ayetin
açıklayıcısı Rasulullah’ın sünneti olmaktadır. Namaz, zekat ve haccın bazı
menasiki mücmeldir. Bunlar Rasulullah’ın sünnetiyle açıklanmıştır.[402]
Kur’an-ı
Kerim’de sarih olarak isimleri
zikredilmeyip te, ismi mevsuller veya zamirlerle zikredilen erkek veya kadınlar
olduğu gibi, melek veya cin veyahut ta bir topluluk veya kabile de olabilir. Bu
gibi ismi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini bilmek kolay bir
şey değildir. Suyuti ve Katip Çelebi’nin nakline göre, bu mübhemat ilminin
mercii sadece nakildir. Bu hususta re’y hiç bir zaman ifade edemez,
demektedirler. Bu konuda müstakil eserler meydana getirildiği gibi, tefsir
kitaplarında da bilgiler verilmektedir. Mübhemat hakkındaki bilgiler, nakle
dayandığına göre, o haberlerin sağlam senetlerle, Rasulullah, sahabe ve tabiuna
ulaşması gerekir. Sahih olan haberlerin yanında, belki ondan çok daha fazla
mevzu haberlerin yer alması ve konumuza, israiliyat dediğimiz İslam dışı
haberlerin girmesine müsait oluşu sebebiyle, kanaatımca bu konu, İslam’da
epeyce istismar edilmiştir. Biz burada istismar edilişi yönünü değil de sağlam
olarak bilinmesi lazım gelen esasları üzerinde duracağız.
Evvela akla
şöyle bir sual gelebilir. Acaba Kur’an-ı Kerim’de müphemlerin bulunmasının
sebebi nedir? Bu hususları İslam bilginleri şöyle cevaplandırmışlardır.
1) Müphem olan
husus Kur’an’ın başka bir yerinde tekrar zikredilerek onun aydınlatılmasıyla
bir zenginlik elde etmek için. Mesela: “Kendilerine nimet
verilenler” (Fatiha: 1/7) den kasıt nedir? İşte bu ayet “Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse
kendilerine nimet verilen nebi, sıddık, şehid ve salihlerle beraberdir.” (Nisa:
4/69) bu ayetle beyan olunmaktadır.
2) Yakinen
görülecek bir hale getirerek, müphemi meşhur etmek için. Mesela: “Ey Adem sen ve eşin birlikte cennete
yerleşin.” (Bakara: 2/35) Havva
denilmedi de, eşi denildi.
3) Müphemin
gizlenmesinin maksadı, o müphemin atfedilmesini istemenin daha beliğ olduğunu
göstermek için. Mesela: “İnsanlardan öylesi vardır ki, onun bu
dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider.” (Bakara: 2/204)
Buradaki şahıs Ahnes b. Şerik’tir. Sonunda iyi bir müslüman olmuştur.
4) Müphemin tayin
edilmesinde büyük bir faide umulmadığı için. Mesela: “Yahut o kimse gibisini ki bir kasabaya uğradı.”
(Bakara: 2/259) Burada kastedilen
kasaba Beytü’l-Makdis’tir. Ama bunun bilinmesinde bir fayda mülahaza
edilmemektedir.
5) Şahıs tayin
edilse bile, hususiliğin zıddı ifade edilerek, umumiliği tenbih için. Mesela: “Allah
ve Rasulüne hicret etmek için evinden çıkan” (Nisa: 4/100)
ayeti hakkında İkrime bunu bilinceye kadar, 14 sene üzerinde durduğunu ve bu
şahsın Damra b. İys olduğunu zikreder.
6) İsim
zikretmeksizin kamil bir vasıf ile onu yüceltmek için. Mesela: “Doğruyu
getiren ve onu doğrulayanlar.” (Zümer: 39/33) Ayetteki doğruyu getiren
Muhammed’dir. Onu tasdik eden ise Ebu Bekir’dir.
7) Nakıs bir
vasıfla, onu tahkir etmek için. Mesela: “Muhakkak ki sana buğzeden,
zürriyetsizin ta kendisidir.”
(Kevser: 108/3)
Bu ayette
kastedilen şahıs ise As b. Vail’dir.
Yukarıda
zikretmeye çalıştığımız veya sebebini bilemediğimiz daha pek çok haller
yüzünden Kur’an-ı Kerim’de müphemler mevcuttur. Kur’an, bugün elde mevcud
Tevrat ve İncillerde olduğu gibi, hadiseleri, şahısları ve yerlerini zikrederek
anlatmaz. Onun gayesi, olayları bir tarihi hadise olarak anlatmak değil, insan
oğluna ibret dersi verip, onu düşünmeye davettir.
Kısaca
müphematın sebeplerine temas ettikten sonra, biraz da Kur’an’dan alacağımız
örnekler üzerinde duralım. Alacağımız bu örnekleri iki kısımda mütala edeceğiz:
1) Erkek, kadın,
melek, cin, tesniye veya cemi halinde bulunup da isimleri tamamen bilinenler.
a) “Biz
Meryem oğlunu da, anasını da bir ayet kıldık.” (Mü’minun: 23/50)
Burada Meryem ve
İsa (a.s.) zikredilmektedir. Yine burada iki ayet kıldık denilmemiş, bir ayet
kıldık denilmiştir. Çünkü burada tek bir hüküm vardır, o da İsa’nın babasız
olarak doğuşudur.
b) “Temeli
takva üzerine kurulan mescid.” (Tevbe: 9/108)
Bu mescidin Kuba
mescidi olduğu söylenir. Zira bu mescid, Medine’deki mescidden daha evvel tesis
edilmiştir. Fakat bu hususta gelen bir haberde, bu ayette geçen mescit hakkında
ihtilafa düşen iki kişiye Rasulullah, o mescidin, Medine’deki mescit olduğunu söylemiştir.
Her ikisi de hicretin ilk senesinde yapılmıştır. Bu bakımdan her ikisi de
mümkün olabilir.
c) “Hani
Rabbin meleklere: “Muhakkek ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.” (Bakara: 2/30) Ayetin siyakından da anlaşıldığına göre, buradaki halife Adem’dir.
d) “İsteyen
biri, inecek azabı istedi.”
(Mearic: 70/1) Gökten inecek azabı
isteyen, Nadr b. el-Haris idi.
e) “Kendisine o
âma geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.” (Abese: 80/1) Ayette zikri geçen âma
Abdullah b. Ummu Mektum’dur.
f)
“Küfrün önderlerini hemen öldürün.” (Tevbe: 9/12) Katade’nin rivayetine göre bunlar Ebu
Süfyan, Ebu Cehil, Ümeyye b. Halef, Süheyl b. Amr ve Utbe b. Rabia’dır.
2)
Cem’i halinde bulunup da, onladan bazılarının isimleri bilinenler.
a) “Sana
yeni doğan ayları sorarlar.”
(Bakara: 2/189) Yeni doğan ayları
soranlardan yalnız Muaz b. Cebel ve Salebe b. Ganem zikredilir.
b) “Kitap’tan kendilerine bir
nasib verilmiş olanları görmedin mi?” (Al-i İmran: 3/2) Bunlar arasında Nu’man b. Amr ve Haris b. Zeyd zikredilir.
c) “Zayıf
bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar.” (Nisa: 4/75)
Onlardan İbn Abbas, annesi Ummu’l-Fadl, Ayyaş b. Ebi Rabia ve Seleme b. Hişam
zikredilir.
d)
“De ki: “Ey kâfirler!” (Kâfirun: 109/1) Bu ayet Velid b. Mugire, Esved b. Muttalib
ve Ümeyye b. Halef hakkında nazil olmuştur. Ama bu ayetin şumulü içerisinde,
İslama karşı olan Kureyşin diğer ileri gelenleri de olabilir.[403]
1)
9)
Kur’an-ı
Kerim Allah kelamı olması hasebiyle, mahluk değildir. Bu görüşü ehl-i sünnet
alimleri ittifaken kabul etmişlerdir. Zaten İslam’ın ilk asrında, Kur’an mahluk
mudur? şeklinde bir mesele mevcut değildi. Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu
gösteren sarih ayetler[404]
varken,onun mahluk mu, yoksa gayr-ı mahluk mu olduğu meselesi ilk devirlerde
bahis konusu olamazdı. Ayet ve hadislerde de bu konuya temas edilmemekte idi.
Şayet ayet ve hadislerde bu hususta bir delil olsaydı, kitap ve sünnete bağlı
kalan ehli sünnet, o hükmü muhakkak yerine getirmekte acele ederdi. Fakat 2.
asrın sonlarından itibaren ortaya çıkan ve 3. asrın başlarında İslam aleminde
geniş bir fikir mücadelesine yol açan ve bir çok alimin eza ve cefa görmesine,
hatta katledilmesine kadar varan halku’l-Kur’an meselesi, Me’mun’un halife
olmasıyla (198-218) mesele su yüzüne çıkmış, ilme karşı fazla muhabbeti olan bu
zat, Mutezile imamlarının tesirinde kalarak, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşünü
resmen ilan etmişti. Me’mun bu arada çeşitli muhaddis ve fakihleri, Kur’an’ın
mahluk olduğu fikrini ikrara zorlamak için imtahana tabi tutmuş, ikrar
etmeyenleri çeşitli işkencelere maruz bırakmış, tanınmış bir çok ilim adamı bu
işkenceler altında can vermişti. Bunlara en iyi örneği Ahmed b. Hanbel teşkil
eder. Çeşitli ve uzun süren münazaralardan sonra, halku’l-Kur’an meselesinin din
ve itikadla ilgili bir mesele olmadığı, Allah ve Rasulünün böyle bir şeyi
emretmediği neticesine varmışlardı. Mutezilenin bir hakimiyet prestiji olarak
Mu’tasım (218-227) ve Vasık (227-232) devrine kadar devam etmiş, Mütevekkil
(232-247) zamanında ise, halku’l-Kur’an meselesi yasaklanmış, tekrar Kur’an’ın
mahluk olmadığı ehli sünnet görüşüne dönülmüştür.[405]
Kaynaklar,
Kur’an’ın mahluk olduğuna dair olan görüşün tohumlarının daha evvel atılmış
olduğuna işaret etmektedirler. Subki bu meselede, Ahmed b. Ebi Davud adındaki
bir kadi’nin mühim roller oynadığını zikrederse de bu fikrin Mutezile mezhebi
tarafından benimsendiği göz önünde tutulursa, fikrin menşei için daha aşağılara
inmek icab edecektir. Zehebi Ca’d b. Dirhem’den bahsederken, Allah İbrahim’i
dost edinmedi ve Musa ile konuşmadı şeklinde fikirler ileri sürdüğünü ve bu
sebepten Irak’ta katledildiğini zikreder.[406]
Bu fikir Mutezile fırkası arasına, Allah Kelamını bir ağaç üzerinde yaratmış ve
Musa o ağaçtan gelen sesi dinlemiştir, şeklinde girmiştir.[407]
Yukarıda adı geçen Ahmed b. Ebi Davud, halife Mu’tasım ve Vasık’ın baş kadısı
olmuş ve alimleri imtihana çekip, onları, Kur’an’ın mahluk olduğu fikrine
zoraki davette rolü mühim olmuştur. Kaynaklar bu zatın Cehmiyyeden olduğunu
kaydederler. Ahmed b. Hanbel onu Allah’a küfredenlerin büyüğü olarak görür,
küfrünün sebebi sorulduğunda, Kur’an Allah’ın ilmidir.Kim ki Allah’ın ilminin
mahluk olduğunu düşünürse, Allah’a küfretmiş olur, demektedir.[408]
Mutezile
çok serbest bir görüşle, Kur’an’ın mahluk olduğu neticesine varmışlarsa da, bu
meselenin çeşitli yönlerinde onlar arasında da görüş ayrılıkları meydana
gelmiştir. Mesela Allah’ın kelamı cisim midir, cisim değil midir, harf midir,
harf değil midir, baki midir, baki değil midir? gibi daha pek çok hususlarda
görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Fakat bizzat Eş’ari, yazılı veya okunan
Kur’an’ın cevher itibarıyla gayrı mahluk olduğunu müdafaa etmesiyle Ehli Sünnet
akidesinin zaferi temin edilmiş oldu.[409]
1)
Abdulkahir el-Bağdadi (429/1037), Nefyu Halkı’l-Kur’an[410]
2)
İbn Kemal Paşa, Ahmedb. Süleyman (940/1533), Risale fi Beyani Mes’eleti
Halkı’l-Kur’an, Yazma.
3)
Abdulfettah Ebu Ğudde, Mes’eletü Halki’l-Kur’an, Haleb.
Umumiyetle
Kur’an-ı Kerim’deki hitaplar üçe ayrılır:
a)
Rasulullah’a olan hitablar.
b) Rasulullah dışındakilere
yapılan hitaplar
c) Her ikisine
birden olan hitablardır.
Bunlara ait
örnekler hemen hemen her sahifede rastlanacak kadar çoktur. Kur’an-ı Kerim’de
pek çok olan hitablar kendi aralarında bir tasnife tabi tutulacak olursa,
bunlar 33 kısımda mütalaa edilebilir.[411]
Bunları daha açık bir şekilde anlayabilmek için örnekleriyle görelim.
1) Hitab umumadır
ve kastedilen umumidir. “Şüphesiz Allah, insanlara hiç bir şeyle
zulmetmez.” (Yunus:
10/44)
2) Hitab hususidir
ve bununla hususilik kastolunur. “Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et.” (Maide: 5/67)
3) Hitab
hususidir, ondan umumilik kastolunur. “Ey Nebi! Kadınları
boşayacağınız zaman...” (Talak: 65/1)
Buradaki
hitab Rasulullah’a ise de talak yapan herkese de caridir.
4)
Hitab umumidir, ondan hususilik kastolunur. Bu nev’in Kur’an’da mevcut olup
olmaması hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları bunu inkar etmişlerse de, bu
çeşit hitap bir vakıa olarak Kur’an’da mevcuttur.
“Onlara insanların iman ettiği gibi iman edin,
denilince...” (Bakara: 2/13)
Buradaki
insanlardan maksat Abdullah b. Selam olduğu rivayetleri vardır.
5) Cinse hitab: “Ey insanlar” şeklindeki pek çok olan hitab şeklinde,
insan cinsi kastedilmektedir.
6)
Nev’e hitab: “Ey israiloğulları” (Bakara: 2/40) Yakup oğulları kastolunur.
7) Zata hitab: “Ey İbrahim” “Ey
Musa” “Ey İsa” gibi hitaplar. Kur’an’da rasullerin zatına hitab edildiği halde
“Ey Muhammed” şeklinde bir hitap mevcut değildir. “Ey Nebi” “Ey Rasul” şeklinde
hitablar vardır. Rasulullaha ismiyle değil de, diğer rasullerden tahsis
edilerek “Ey Nebi” “Ey Rasul” denilmesi, onun tebcil ve ta’zim edildiğinin bir
delilidir.
8)
Medh hitabı: “Ey iman edenler” hitabı çoğunlukla, Mekkelilerden Medine’li
Muhacir ve Ensarı ayırt etmek ve onları tebcil etmek içindir.
9)
Zemm hitabı: “Ey küfürlerinde bilinçli olarak
ısrar edenler” (Tahrim: 66/7) ve “De ki: “Ey Kâfirler” (Kâfirun: 109/1) gibi hitaplar.
10)
Şeref verme hitabı: “Ey Adem, sen eşinle birlikte
cennette yerleş.” (A’raf: 7/19) “Oraya esenlikle ve güvenlikle girin.”
(Hicr: 15/46)
11)
İhanet hitabı: “Dedi ki: “Öyleyse ondan çık, çünkü
sen kovulmuş bulunmaktasın. Ve şüphesiz din gününe kadar lanet senin
üzerinedir.” (Hicr: 15/34-35) Bu
ayetle Allah, şeytanın kötü vasıflarını bildirmektedir.
12)
Muhatabla alay etme hitabı: “Tad, çünkü sen üstün,
onurluydun.” (Duhan: 44/49) Buradaki hitab Ebu
Cehil’edir. Çünkü o, mevki ve zenginliğine güvenerek, kendisinin çok yüce ve
şerefli olduğunu söylüyordu. Allah ta onun bu gururlu sözü ile alay ederek,
“Yüce ve şerefli olduğun halde tat o azabı bakalım.” demektedir.
13)
Tek bir lafızla çoğa hitab: “Ey insan, o keremi bol
Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar: 82/6) Bu ayette insan kelimesi tek bir lafız olduğu halde, bütün insanlara
hitab edilmektedir.
14)
Çoğul lafızla teke hitab: “Ey elçiler, güzel ve
temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun.” (Mü’minun: 23/51) Buradaki hitab Rasulullah’adır. Çünkü
onunla beraber başka bir rasul olmamıştır.
15)
İki lafızla (tesniye ile) teke hitab: “Siz ikiniz, her inatçı nankörü atın
cehennemin içine.” (Kaf: 50/24) Buradaki tesniyeden murad, cehennem bekçisı
olan Malik’tir.
16)
Tek bir lafızla ikiye hitab: “Dedi ki: “Sizin Rabbiniz kim ey Musa?”
(Taha: 20/49) Burada “Ey Harun” hitabı olmamakla birlikte “Ey Musa” hitabı
içerisinde o da vardır. Çünkü ikisi birlikte hareket etmektedirler.
17)
Tekden sonra çoğa hitab: “Senin içinde olduğun
herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin
işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki...” (Yunus: 10/61) Görüldüğü gibi ayette ilk fiiller müfred
iken, üçüncü fiil cemi kılınıyor. Buradaki hitap Rasulullah’adır. İbnu’l-Enbari
3. fiilin cemi olmasını, ümmetin Rasulullah’a dahil olduğuna işaret ve
Rasulullah’ı ta’zim etmek için olduğunu söyler.
18)
Hitab zatadır, fakat ondan zatın gayrı murad olunur. “Ey nebi, Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat
etme.”
(Ahzab: 33/1) Buradaki hitab
Rasulullah’adır. Fakat murad olunan şey mü’minlerdir. Çünkü Rasulullah zaten bu
gibi şeylerden korunmuştu.
19)
Vazu nasihat ve ibret hitabı: “O da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey
kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama
siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (A’raf: 7/79) Salih (a.s.) kavmine bu
şekilde hitapla vazu nasihat etmiş, geri kalanlar için de bu sözler bir ibret
numunesi olmuştur.
20)
Şahsa hitabdan sonra başkasına yönelmek: “Eğer buna
rağmen size cevap vermezlerse, artık biliniz ki, o gerçekten Allah’ın ilmiyle
indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse artık siz müslüman mısınız?” (Hud: 11/14) Lafızlarıyla kâfirlere hitap edilmiştir.
Bunun delili de ayetin son kısmıdır.
21)
İltifat hitabı: “İnsanların mallarından artsın
diye, verdiğiniz riba Allah katında artmaz. Ama Allah’ın vechini isteyerek
verdiğiniz zekat ise işte kat kat artıranlar onlardır.” (Rum: 30/39) Ayetin başında hitab muhataba iken, ayet
sonunda gaibe geçilmektedir. “Rableri
onlara tertemiz bir şarab içirmiştir.” (İnsan: 76/21) Burada hitab
gaibedir. Daha sonra “Şüphesiz bu, sizin
için bir mükafattır.” (İnsan: 76/22)
bu ayet ile muhataba geçilmektedir. Mesela: “Şüphesiz biz seni
bir şahit, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih: 48/8)
bu ayetten sonra “Ki Allah’a ve Rasulüne iman etmeniz.” (Fetih:
48/9) şeklinde gayra hitab
edilmektedir.
22)
Akıllara hitab gibi cansızlara hitab: “Ey dağlar, onunla birlikte yankıyla
ses verin.” (Sebe’: 34/10) Burada dağa hitap vardır. “Sonra duman
halinde göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: “İsteyerek veya istemeyerek gelin.” İkisi de: “İsteyerek
geldik.” dediler.” (Fussilet: 41/11) Burada arz ve
semaya hitap vardır.
23)
Tahrik hitabı: “Ey iman edenler, gerçek
mü’minlerseniz Allah’tan korkun, ribadan kalanı bırakın.” (Bakara: 2/278) Bu ayette Allah onları başlangıçta imanla
vasıflandırıyor, sonra da gerçek mü’minlerseniz ibaresiyle de ribayı terk etme
hususunda teşvik ediyor. Mü’min olanın da yapacağı şey budur.
24)
Gazab ve tehdid hitabı: “Bu durumda beni bırakıp
onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.
Zalimler için ne kadar kötü bir değiştirmedir.” (Kehf: 18/50) Bu ayette tehdit ve gazab kendini
göstermektedir.
25)
Kahramanlığa teşvik hitabı: “Şüphesiz Allah, kendi
yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever.” (Saff: 61/4) Bu
ayette birlikte hareket etmeye ve kahramanlığa teşvik vardır.
26)
Nefret hitabı: “Kiminiz kiminizin gıybetini
etmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
İşte bundan tiksindiniz. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah Tevvab’dır,
Rahim’dir.” (Hucurat: 49/12) Bu ayeti kerime
gıybet yapan bir kimsenin ne kadar kötü bir neticeye ulaşacağını
aksettirmektedir. Bu ayet aynı zamanda hiç kimsenin böyle bir neticeye ulaşmayı
istemeyeceğini işaret etmekte, canlı bir kardeşin etini değil de, ölü olanını
zikretmesi, böyle bir hareketin fenalığının büyüklüğüne işarettir.
27)
Meyl ve iştiyak hitabı: “De ki: “Ey nefislerine
karşı hadden aşırı hareket edenler, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer: 39/53)
28)
Muhabbet, sevgi hitabı:
“Hani babasına demişti ki: “Ey babacığım, işitmeyen,
görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye
tapıyorsun?” (Meryem: 19/39)
“Ey oğlum, gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa
da...”
(Lokman: 31/15)
29)
Aciz bırakma hitabı:
“Siz de onun benzeri bir sure getirin.” (Bakara: 2/23)
“O halde onun benzeri bir söz getirsinler.” (Tur: 52/34)
30)
Yalanlama hitabı:
“De ki: “Şu halde eğer doğruysanız, Tevrat’ı getirin de
onu okuyun.” (Al-i İmran: 3/93)
31) Hayıflanmak hitabı:
“De ki: “Kininizle geberin!” (Al-i İmran: 3/119)
32)
Şereflendirme hitabı: Bu şekilde hitaplar Kur’an-ı Kerim’de “Kul: De” hitabı ile gelir. Bilhassa ihlas ve
muavizeteyn surelerinde olduğu gibi.
33)
Mevcud olmayana hitab: Tabiidir ki hitablar mevcut olanlara yapılır. Alimler
maduma hitabı da caiz görmüşlerdir.
“Ey Adem oğulları” (A’raf: 7/26)
Bu
hitab şu zamanın ehli ve sonradan gelecekler içindir. Bu da vasiyet yoluyla
insanın evladına, torununa ve ondan geleceklere “Allah’tan korkun ve ona itaat
edin.” demesi gibidir.[412]
Kur’an-ı
Kerim’de çeşitli sualler ve bunlara verilen çeşitli cevaplar vardır. Bunlar
kendi aralarında bir tasnife tabi tutulurlarsa, 13 bölümde mütalaa edilebilir:
1)
Sualin hemen akabinde cevap:
“Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki:
“İhtiyacınızdan artanı...” (Bakara: 2/219)
2)
Munfasıl cevap: Bu da iki şekilde olabilir:
a)
Sualle cevabın aynı surede olması:
“Dediler ki: “Bu nasıl rasul yemek yiyor, pazarlarda
dolaşıyor.” (Furkan: 25/7)
“Senden önce gönderdiklerimizden, gerçekten yemek yiyen
ve pazarlarda gezenlerden başkasını göndermiş değiliz.” (Furkan: 25/20)
b)
Sualle cevabın ayrı ayrı surelerde olması:
“Rahman da neymiş?” derler.” (Furkan: 25/60)
“Rahman. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı.” (Rahman: 55/1-3)
3)
Sualin cevabı muzmer olması:
“Eğer kendisiyle dağların
yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an
olsaydı...” (Ra’d: 13/31)
Bunun cevabı gizlidir. Cevabı “O ancak yine
bu Kur’an olurdu”
4)
Sualin zikrinden mücerred cevap:
“Allah imanınızı zayi
edecek değildir.” (Bakara: 2/143)
Bu,
kıblenin değiştirilmesinden önce Beytü’l-Mukaddes’e yönelip namaz kılanların
namazları nasıl oldu? Sualinin cevabı olmaktadır.
5)
Bir suale iki cevap:
“Ve dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük
bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf: 43/31)
Bu
sualin iki cevabı vardır:
a)
“Senin Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar?” (Zuhruf: 43/32)
b)
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.” (Kasas: 28/68)
6)
İki suale bir cevap:
“Eğer Allah’ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti
olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf ve Rahim olmasaydı!?” (Nur: 24/20)
Bu iki
sualin cevabı ifk hadisesidir.
7)
Mahzuf cevab:
“Şimdi Rabbinden apaçık
bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü amel kendisine süslü ve çekici
gösterilmiş ve kendi hevalarına uyan kimseler gibi midir?”
(Muhammed: 47/14)
Bu
kimsenin hali, dünya hayatını tezyin eden kimsenin hali gibidir, şeklinde
mahzuf bir cevabı vardır.
8)
Cevap, suale muttasıf olmayan bir fasla raci olur.
“İbrahim de hani kavmine demişti ki: “Allah’a kulluk edin
ve O’ndan sakının, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Ankebut: 29/16)
“Bunun üzerine kavminin
cevabı yalnızca: “Onu öldürün ya da
yakın!” demek oldu.” (Ankebut: 29/24)
9) Kelamın zımnında olan cevap:
“Sad, zikir dolu Kur’an’a andolsun; Hayır; o inkar
edenler bir gurur ve parçalanma içindedirler. Biz kendilerinden önce, nice
kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryat ettiler; ancak kurtulma zamanı
değildi. İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler
dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür.” (Sad: 38/1-4)
Kafirler
Rasulullah’ın hak bir rasul
olmadığını zannetmişlerdi. Bu ayetler ise, yeminle tehdidli olarak
Rasulullah’ın risaletinin doğruluğunu teyid etmektedir.
10)
Kelamın nihayetinde olan cevap:
“Diyecekler ki: “Üçtüler, onların dördüncüsü
köpekleridir...” (Kehf: 18/22)
“De ki: “Rabbim onların sayısını daha iyi bilir.” (Kehf: 18/22)
11)
Suale mütedahil olmuş cevap:
“Onlara doğru yönelerek: “Neyi kaybettiniz?” dediler.
Dediler ki: “Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu getirirse...” (Yusuf: 12/71-72)
12)
Vakte mevkuf cevap:
“Rabbiniz dedi ki: “Bana dua ediniz ki size icabet edeyim.”
(Mü’min:
40/60)
Sahabe,
duanın icabet zamanını Rasulullah’a sordular. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
“Kullarım sana benden sorarlarsa, ben onlara yakınım, dua
ettikleri zaman dualarına karşılık veririm, o halde bana icabet etsinler, bana
iman etsinler, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara: 2/186)
13)
Nehiy cevabı:
“Ey Nebi’nin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri
değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra
kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.” (Ahzab: 33/32)
Kur’an-ı
Kerim’de, çeşitli manalarda kullanılan müşterek lafızların mevcut olduğu
müşahade edilir. Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile, yine aynı
kelimenin diğer ayetlerde anlamlar aynı olmamaktadır. İşte biz buna tefsir
ilminde “Vücuh” diyoruz. Bunun aksine de, yani çeşitli birçok kelimenin aynı
manayı ifade etmesine “Nezair” denir. Kur’an’ın iyi anlaşılması ve bilinmesi
için, tefsir ilminde öğrenilmesi lazım gelen mühim hususlardan biri de şüphesiz
“Vücuh ve nezair”dir. İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Ali b. Ebu Talib
onu, Haricilerle münakaşa ve onları ikna etmek için gönderdiğinde, ona şu
hususu tenbih etmeyi ihmal etmemişti: “Onlarla münakaşa ederken delil olarak
Kur’an-ı Kerim’i hüccet gösterme, çünkü onda, bir çok manaları ihtiva eden, zü
vücuh kelimeler vardır. Yalnız sünnet ile fikirlerini teyid et.”[413]
İşte Kur’an’da, bir kelimenin bir kaç veya yirmiye yakın bir mana ifade etmesi,
onun mu’cize oluşunun bir delilidir. Zira beşer kelamında böyle şeyler pek
bulunmaz. Mukatil b. Süleyman kitabının mukaddimesinde naklettiği bir haberde
“Kişi Kur’an’daki bir çok vecihleri görmedikçe hakiki bir fakih olamaz.”
demektedir.[414]
Şimdi
bunlardan bazı örnekler verelim: Mesela, “El-Hüda” kelimesi ve ondan türeyen
kelimelerin, Kur’an-ı Kerim’de 17 manası olduğu görülür. Bu kelime beyan (2/5),
din (3/75), iman (19/76), dâi (13/7, 21/73), rasuller ve kitaplar (2/38)
ma’rife (16/16), reşad (1/6), Muhammed (2/159, 47/32), Kur’an (53/23), Tevrat
(40/53), istirca (2/157, 64/11), hucce (2/258), tevhid (28/57), sünne (43/22),
islah (9/52), ilham (20/50), tevbe (7/156) gibi manalara gelmektedir. Tağut,
salat, rahmet, ruh, kaza gibi pek çok kelime çeşitli anlamlara gelmektedir.[415]
Keza
“cehennem”, “nar”, “sakar”, “hutame”, “cahim” gibi çeşitli lafızların aynı
manayı ifade etmeleri gibi daha pek çok kelimeye rastlanabilir. Bunlar da
nezaire ait örnekleri teşkil eder.[416]
1)
22)
Kur’an’ın
faziletine ait haberleri iki kısımda mütalaa edebiliriz:
1)
Kur’an’ın bütününün faziletine ait hadisler:
a)
Osman’dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Sizin en hayırlınız (muhakkak ki en faziletliniz)
Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”[417]
b)
Ebu Musa el-Eş’ari’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kur’an okuyan mü’minin meseli, kokusu güzel, tadı güzel,
portakal meyvesi gibidir. Kur’an okumayan mü’minin meseli de, kokusu olmayan
fakat tatlı olan hurma gibidir. Kur’an okuyan münafıkın meseli ise, kokusu
güzel, fakat tadı acı olan reyhane gibidir. Kur’an okumayan münafıkın meseli de, güzel kokusu
olmayan ve tadı da acı olan Ebu Cehil karpuzu gibidir.”[418]
c)
Aişe’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kur’an’ı okumakta mahir olan, kerim muti elçilerle
beraberdir. Kur’an’ı hafız olmayarak ve kendisine ağır geldiği halde okuyan ve
bu suretle okumakta zorluk çeken kimse için de iki ecir vardır. (Kur’an okuma
ve zorluk ecri)”[419]
d)
İbn Abbas’dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İçinde (ezberinde) Kur’an’dan bir şey bulunmayan kimse,
harab olmuş bir ev gibidir.”[420]
2) Bazı muayyen
sure ve ayetlerin faziletlerine ait hadisler:
a) Said b.
Mualla’dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ey
Eba Said, sen bu mescidden çıkmadan, sana muhakkak bir sure öğreteceğim ki bu
sure Kur’an’daki surelerin en büyüğüdür.” dedi. Elimi
tuttu. Mescitten çıkmayı murat ettiğimiz zaman:
“Ey Allah’ın
Rasulü, bana Kur’an’dan en büyük sureyi öğreteceğinizi söylememiş miydiniz?”
dedim. Cevaben:
“O
sure elhamdulillahi rabbilalemin’dir ki, tekrar olunan yedi ayet ve bana ihsan
olunan Kur’an’ı azim’dir.”
buyurdu.[421]
b) Rasulullah
(s.a.v.) ihlas suresi hakkında şöyle buyurdu:
“Nefsim
elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o, Kur’an’ın üçte birine denktir.”[422]
c) Rasulullah
(s.a.v.) geceleri Bakara suresinin sonundan iki ayet okuyan kimseye: “O
iki ayet kâfi gelir.” buyurdu.[423]
Kur’anın her
suresinin fazileti hakkında zikredilen rivayetler Ubeyy b. Ka’b’a dayanır ki,
bunların pek çoğu mevzudur. Vahidi, Sa’lebi, Zemahşeri gibi meşhur müfessirler
eserlerinde bu mevzu haberlere geniş yer vermişlerdir. Bu haberleri
uyduranların çoğu, bunları hangi sebeplerden dolayı va’zettiklerini itiraf
etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Mesela: Ebu İsma Nuh b. Ebi Meryem’e (173/789)
“Sure sure Kur’an’ın faziletlerini bildiren İbn Abbas-İkrime tarikiyle gelen
haberler sana nereden ulaştı?” diye sorulduğunda “Ben insanların Kur’an’dan yüz
çevirip, Ebu Hanife fıkhı ve Muhammed b. İshak’ın Megazisi ile meşgul
olduklarını gördüm ve sevap ümit ederek şu hadisleri uydurdum.” şeklinde
itirafta bulunmuştur.[424]
İbn Hibban Tarihu’d-Duafa adlı eserinin mukaddimesinde, İbn Mehdevi’den naklen
Meysere b. Abdi Rabbih’e “Bu hadisleri nereden aldın?” diye sorduklarında
“İnsanları onlara rağbet ettirmek için” va’zetmiş olduğunu söylemiştir.[425]
İbn Hibban, Ebu
Davud, Darekutni ve Ebu Hatim gibi zevat, Meysere’nin Kur’an surelerinin
faziletleri hakkında hadisler uydurduğunu söyler.[426]
1)
25)
Kur’an’ı Kerim’in
bazı ayet ve surelerinin özelliklerinden bahseden ilimdir. Kur’an’daki birçok
sure ve ayetlerin özelliklerine dair hadisler ve alimlerin sözleri mevcuttur.
Bunların okunmasıyla müsbet neticeler elde edildiği tecrübelerle sabittir.
Kur’an’ın
özelliklerini aksettiren bazı rivayet örnekleri verelim:
1) Abdullah b.
Mesud’dan rivayet edildiğine göre, kendisine büyük faydalar veren bir şeyi
öğretmesini isteyen İbn Mesud’a Rasulullah Ayete’l-Kursi’yi okumasını emretmiş,
bunun kendisini, çocuklarını, evini, hatta evinin etrafında bulunan evleri
koruyacağını söylemiştir.
2) Ebu Hureyre’nin
bildirdiğine göre, Rasulullah üzüntülü ve zor durumlarda Cebrail kendisine
görünüp İsra suresinin 111. ayetini okumasını hatırlatırmış.
3) Ali b. Ebi
Talib’in ifadesine göre “En’am” suresi bir hasta üzerine okununca hasta şifaya
kavuşur.[427]
1)
8)
Ayet ve sureler
arasındaki uyum ve ahengi inceleyen tenasüb ilmi, şerefli bir ilimdir. Bazı
müfessirler bu husus üzerine dikkatle eğilmişler ve azami gayreti
göstermişlerdir. Fahreddin Razi (606/1209), Ebu Bekir İbnu’l-Arabi gibi bir çok
alim bu ilmin önemini ve Kur’an araştırmalarındaki yerini ifade etmişlerdir.
Ayetler çeşitli
zamanlarda ve çeşitli sebeplere binaen nazil olmakla beraber, aralarında öyle
bir irtibat var ki, onlardan birini yerinden oynatmak mümkün değildir.
Kur’an’ın i’cazı bu yöne de teşmil edilebilir. Belağat ve ahenk bakımından
Kur’an’ın böyle bir insicama sahip olması, onun ebedi bir mucize olduğunun
delilidir. Arapçada, kelimelerin teşkil ettikleri terkiplerin güzelliğini
yaşatan ve ilelebed yaşatacak olan Kur’an’dır. Onun terkipleri gibi terkipler
yapmak insanoğlunun kudretinde değildir.
Ayetler ve
sureler arasındaki münasebetleri incelemek çok ince ve çok dikkat edilmesi
lazım gelen bir iştir. Bu sahada kendilerini gösterebilen müfessirler,
tefsirlerinde bu münasebetlere temas etmişlerdir. Ayetler arasında münasebet
olmadığına kail olanlar eserlerinde bu hususa temas etmeyenlerdir. Fatiha
suresi bir bakıma mukaddimedir.
Kur’an-ı
Kerim’in sureleri arasında da mutlak bir irtibat vardır. Gelişi güzel
serpiştirilmiş olması bahis konusu olamaz. Bazıları, Kur’an sureleri uzunluk ve
kısalıklarına göre tertib edilmiştir, söylendiği gibi bir tertib bahis konusu
değildir, demişlerse de, biz tertiblerdeki uzunluk ve kısalıkları kabul etmekle
beraber, bundan maksadın sadece bu olmadığını ve aralarında bir münasebetin
varlığını söylüyoruz. Kur’an’ın bıkılmadan okunması ve çocukların kısa sureleri
bir arada kolayca ezberlemeleri gibi kolaylıklar yanında aşağıda vereceğimiz
örneklerde görüleceği gibi başka faydalar da vardır.
1) Ayetler
arasındaki münasebete örnek:
a) “Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için,
kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i
Aksa’ya götüren O yücedir. Şüphesiz O, Semi’dir, Basir’dir.” (İsra: 17/1)
“Musa’ya
kitap verdik ve “Benden başka vekil edinmeyin” diye onu İsrailoğullarına
kılavuz kıldık.” (İsra:
17/2)
Birinci ayette
Rasulullah’ın bir mucizesi bildiriliyor. İsra ve Mi’rac hadiselerine
inanmayanları ikna etmek için, Musa’nın Mısır’dan gece kaçışı ve Tur dağında
Tevrat’a nail oluşu arasında münasebet vardır. Musa’nın kavmi inanmayıp ona
zorluk çıkardığı gibi, Rasulullah’ın kavmi de bu hadiseye inanmak istememiş ve
zorluklar çıkarmıştı.
b) “Sana
hilalleri sorarlar. De ki: “O, insanlar ve hacc için belirlermiş vakitlerdir.
İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınanınkidir. Evlere
kapılarından girin. Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa ereresiniz.” (Bakara: 2/189)
Hilallerin
hükümleriyle eve girme arasında ne gibi bir münasebet vardır? Burada sual
soranların ters soruşları bir temsille izah edilmektedir. Onlar ayın tam veya
noksan haldeki durumunu soruyorlar. Rasulullah ise onlara ayın asıl hikmetini
izah etmiş oluyor. Bedihi olan bir şeyi niçin soruyorsunuz da, asıl sizin için
menfaat olan yönünü sormuyorsunuz demek istemektedir. Nasıl evinin kapısından
çıkan bir kimse, evine kapısının aksi bir cihetinden girmezse –ki bu iyilik
değildir- o halde siz de sualinizi eve ters girenler gibi aksi şekilde
sormayın, demek istemektedir.[428]
c) Bakara
suresinde sadaka ayetlerinden sonra faizin haram olduğunu bildiren ayetler
ardarda gelmişlerdir. Bu iki grup ayet ayrı ayrı zamanlarda nazil olmasına
rağmen aralarında irtibat vardır. Çünkü her iki grup ayet de fakirleri korumayı
hedefleyen özelliğe sahiptirler.[429]
2) Sureler arasındaki münasebete örnek: Duha ve İnşirah sureleri gaye ve maksat bakımından aynıdırlar.
Kevser suresiyle Maun suresi arasında da şöyle bir münasebet açık olarak
görülür. Maun suresinde, münafıkın dört vasfı zikredilmiştir. Onlar da
pintilik, namazı terk, namazda riya ve yardıma mani olmadır. Kevser suresinde
ise pintiliğe mukabil, hayrı çok olan kevser, namazı terk yerine namaza devam,
namazda riya yerine Rab için namaz kılmak, yardımı men etmek yerine kurban
kesmek, onun etini tasadduk etmek gibi bir mana açık olarak kendini
göstermektedir.
Hakkında
müstakil olarak eserlerin yazıldığı bu konuyu, ilim dalı olarak ortaya koyanın
Ebu Bekir en-Nisaburi (324/936) olduğu bildirilmektedir.[430]
1)
4)
Mubarek ve
mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim, insanlığın muhtaç olduğu dünyevi ve uhrevi
bütün hükümleri ihtiva etmektedir. Bu engin kaynaktan her fert ve her toplum
imkan ve yetenekleri ölçüsünde istifade edip ihtiyaçlarını karşılama
durumundadır. Kur’an-ı Kerim her probleme çözüm getiren, her meseleyi çözen ve
her derde şifa olan bir ilahi kitap olduğuna göre, onun çok iyi bilinmesi,
değerinin takdir edilmesi, saygıda kusur gözetilmemesi gerekir.
Yaşadığımız
yüzyılın maddeye ve dünyaya yönelik materyalist anlayışının tüm değer
hükümlerini yıkarak yerine inançsızlığı ve başıboşluğu aşıladığı görülmektedir.
Materyalist anlayışın bertaraf edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi Kur’an’ı
öğrenmek ve onun anlamını bilmekle mümkündür. Yani Kuran okunacak, anlamı
kavranacak, ibadet dili olması sebebiyle kısmen veya mümkünse tamamen
ezberlenecektir. Aslında Kur’an bilinir, öğrenilir veya kavranırsa sözü edilen
yanılmalar ve sapmalar da önlenmiş olur.
Kur’an-ı
Kerim’in anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin başlangıçtan günümüze kadar
geçirdiği tekamül ve değişiklikleri bilmek gerçekten lüzumludur. Bu sayede
Rasulullah’ın, Sahabenin, Tabiin ve Tebeu’t-Tabiin’in tefsirdeki yerleri
belirlendiği gibi sonraki dönemin tefsir faaliyetleri de gözden geçirilmiş
olur. Bu anlamda Sahabenin Kur’an’ın ruhunu iyice anlayıp kavradıkları ve
İslam’ın yüce mesajını beldelere ulaştırmayı kendilerine gaye edindikleri
görülmektedir. Fetihlerle birlikte İslam’ın nurlu dairesine arap-arap dışı
toplumların diğer ilimlerle birlikte Kur’an ve Kur’an ilimlerine özel bir önem
verdikleri de bilinmektedir.
Hicri 4.
yüzyılda en verimli eserlerini vermeye başlayan tefsir ve Kur’ani ilimlerle
ilgili çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda altın çağlarını yaşamıştır.
Tefsirdeki farklı metod ve üsluplarıyla belirginleşen müfessirler yüzyıllarının
unutulmayan büyük isimleri olmuşlardır.[431]
Her zaman ve her
devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhatablar tarafından iyice anlaşılıp
kavranabilmesi için, onların kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip
açıklanması lazım gelir. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler var ki, onu
okuyan herkes, ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı dalalet bataklığından
kurtaracak esasları ihtiva eden ilahi kitapların muhteviyatı, muhatabları
tarafından daha iyi anlaşılması gerekir. O halde, ilahi kitapların sonuncusu
olan Kur’an’ın müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp
insanların ona bağlanabilmek için, onun mutlak surette tefsir ve izah edilmesi
icab ediyordu. Bütün insanlık için prensipler ihtiva eden bir kitabın,
insanlığın ayrı ayrı zamanlar ve mekanlar içinde bütün ihtiyaçlarını madde
madde sıralayıp muhtevasında derc etmesi mümkün değildi. Onda umumi esaslar
vardır. Onda açıkça anlaşılabilen ayetler olduğu gibi, sarih olarak
anlaşılmayan ayetler de vardır. Yine onda yüksek edebi sanatlar da mevcuttur.
Bunlar ancak onları iyi bilenler tarafından izah edilmekle anlaşılır. Ondaki
dini hakikatler, ilmi kaide ve mantık prensipleriyle de çözülemez. Eğer bu
hakikatler, ilmi kaidelerle çözülebilseydi, dinin ilahi karakterine lüzum
kalmaz, onları eğitim ve öğretim yoluyla öğrenir ve öğretirdik. Bu bakımdan
dini eserlerin, diğer ilmi eserlere nisbetle tefsire daha çok ihtiyacı vardır.
Araplarda, yıllardan beri kökleşmiş olan cahili adetlerin fena olanlarını söküp
atacak ve ileride sosyal hayat kanunlarını ortaya koyacak olan Kur’an’ı,
Rasulullah’ın tefsir etmesi lazım geliyordu.
Fütuhat devrinde
Araplar yarımadalarının dışına çıkıp, harici alemle temas ettiklerinde,
ellerinde Kur’an’dan başka kitab da yoktu. Onu okuyor ve onunla
hükmediyorlardı. Kur’an’ın üslub ve belağatı onları hayrette bırakıyor,
taaccübe sevkediyordu. Çünkü onlar, bu kitapdan evvel, kahinlerin secili
nesirleriyle, şairlerin vezinli ve kafiyeli nazımlarından başka bir şey
işitmemişlerdi. Halbuki Kur’an, bildikleri ne şiir ve ne de
nesir idi. Onda, bildiklerinin dışında ibret verici bir üslub ve belağat vardı.
Hele onun ihtiva ettiği hükümler ve kıssalar, onları teshir ediyordu. Elbette,
onları bu kadar hayrette bırakan bir kitabı okumak ve hükümlerini anlamak,
onlar için en büyük gaye olacaktı. Bundan dolayı, müslümanlar dini ve dünyevi
işlerinde ve hatta günlük muamelelerinde ona müracaat ediyor ve onu iyi
anlamaya çalışıyordu.
Yukarıda
Kur’an-ı Kerim’in ilim ve felsefe kitabı olmadığını ve onun ilahi bir kitap
olduğunu söylemiştik. Ondaki hakikatları bize en iyi öğretecek, bizzat
kendisine kitap gelen mümtaz şahıstır ki, o da Muhammed’dir (s.a.v.). O, Kur’an
tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’an-ı Kerim ona indirilmiştir. O mutlak
olarak, Kur’an’ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Yine bu
bakımdan o, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu husus ayetlerde açık olarak
belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur’an, kendisinin bizzat tefsir edilmesini yine
kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslam’ın kendi bünyesinden
doğmuştur. Elbette yeni harekete geçen bu faaliyete hız verecek veya onu
frenleyecek bazı amiller zuhur edecektir ki, bunlara yeri geldikçe temas
edilecektir.
Rasulullah
tebliğ ve tebyinle mükelleftir. Tebliğ, nübüvvetin esaslarından biridir.
Tebliğsiz nebi olamaz. Tebliğ edeceği konuyu da en iyi bilen nebi ve
rasullerdir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de gerek Muhammed’e ve gerekse diğer
nebi ve rasullere ait tebliğ emirleri pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer
yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Maide: 5/67)
“(Hud:) “Ey kavmim, bende akıl yetersizliği yoktur; ama
ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir alçiyim.” dedi.” (A’raf: 7/67)
“O (Salih) da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey
kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama
siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (A’raf: 7/79)
“Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için
indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye.” (Nahl: 16/44)
“Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla
göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim: 14/4)
“Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl
sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mubarek bir kitaptır.” (Sad: 38/29)
“Öyle olmasa Kur’an’ı iyiden iyiye düşünmezler miydi?
Yoksa bir takım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş?” (Muhammed: 47/24)
“Onlar yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa
onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (Mü’minun: 23/68)
“Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar
arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp
anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen
Kur’an’da sadece Rabbini bir ve tek andığın zaman, nefretle kaçar vaziyette
gerisin geriye giderler.” (İsra: 17/45-46)
“Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (Nisa: 4/78)[432]
1)
Tefsir: Tefsir
kelimesi “Fesera” veya taklib tarikiyle “Sefera” köklerinden gelmektedir. Tef’il
babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten de türemiş olması mümkündür.
Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek, aydınlatmak ve üzeri kapalı bir
şeyi açmak anlamındadır. Istılahta; müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi
keşfetmek anlamına geliyorsa da alimler arasında yaygın anlamı, Kur’an-ı
kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib lafızlardan kastedilen
şeyi beyan etmek, demektir.[433]
2)
Te’vil: “Evl” kökünden gelen ve “Geri dönme” anlamına
gelen bir mastardır. Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir.
Istılahta ise; görünürde birbiriyle uyumlu iki ihtimalden birine manayı
yöneltmektir. Yani ayete muhtemel manalardan birini vermektir.[434]
Tefsir
ve te’vil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerlerine de
kullanılmışlardır. Tefsir kelimesi ıstılah olarak te’vilden daha evvel
kullanılmıştır. İslamın ilk asrında tefsir ve hadisten başka ilimler şuyu
bulmadığından tefsir kelimesi bu ilimlere tahsis ediliyordu. Terceme devri ile
bu ilimler tedvine başlanıp, muhtelif ilimler İslamiyete girince bu kelime
diğer ilimlerde de kullanılmaya başlanmış, te’vil kelimesi ise Kur’an’ı ve
ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu
kelime Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir.
Et-Taberi de bu kelimeyi tefsir yerinde kullanmıştır. Bu bir tevazuun ifadesi
olabilir. Bazıları tefsir ile te’vil kullanılış bakımından aynıdır demişlerse
de, bunlar aynı şey değildir ve tefsir te’vilden daha umumidir. Zerkeşi’ye göre
sahih olan bu ikisinin değişik manalarda kullanılmasıdır. Ragıp el-İsfehani,
tefsir ile tevili şöyle ayırt etmektedir. “Tefsir te’vilden daha umumidir.
Tefsir ekseriya lafızlarda, te’vil ise manalarda kullanılır. Mesela rü’ya
te’vili gibi. Te’vil ekseriya ilahiyat kitaplarında, tefsir ise bu kitaplarda
kullanıldığı gibi, bunun gayrısında da kullanılır. Te’vil umumi ve hususi
olarak da kullanılabilir. Mesela küfür kelimesi umumi olarak mutlak inkar
manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak Allah’ı inkar manasına, iman kelimesi
de mutlak tasdik manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak ta hak dini tasdik
etmek manasında kullanılır. Ragıp el-İsfehani, te’vili makbul olma veya olmama
bakımından iki kısma ayırmaktadır. Makbul olmayan te’vil, kendisine bakıldığı
vakit hoş olmayan, ayetin ileri ve gerisiyle mutabakat etmeyen ve delilleri
çirkin olandır. Bu şartları havi olmayan te’vil ise makbul addolunur.[435]
3)
Terceme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) “Terceme”
fiilidir. Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir. Lügat
manası bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden başka bir dile
çevirmek, demektir. Istılahi manası ise, bir kelamın manasını diğer bir lisanda
dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelamın bütün
mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir.[436]
Terceme
iki kısımda incelenebilir:
1)
Harfi veya lafzi terceme: Aslına benzemesi gözetilen,
başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen
tercemedir. Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir
terceme türüdür. Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler
bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an7ın
belağat hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.
2)
Manevi veya tefsiri terceme: Nazmında ve tertibinde aslına
benzemesi gözetilmeyen tercemedir. Bunda asıl gaye, mananın güzel bir şekilde
ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercemeye tercih
edilmiştir.
Kur’an’ın Tercemesi yapılabilir mi?:
Bu hususta alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak
ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercemesinin yapılamıyacağıdır. Buna karşılık
tefsiri tercemenin yapılacağına izin verilmiştir. Çünkü bu tün terceme, lafzın
manasını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu terceme
aslının da aynı sayılmamaktadır.Yalnız yapılan tercemenin Kur’an’ın yerine
geçmeyeceği ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’an-ı
Kerim’in zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile, asıl manayı
ifade etmekten çok acizdir.[437]
1)
Terceme sigası müstakil bir sigadır. Aslından müstağni olunup, tercemenin aslın
yerine geçmesi düşünülebilir. Halbuki tefsir böyle değildir. Tefsir asl ile
irtibatını kesmez. Eğer tefsirle irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya
batıl olurdu. Bu arada mana da doğru ifade edilmemiş olurdu.
2)
Tercemede istidrat yapmak caiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak caizdir,
hatta bazen vacip bile olur. Bu da terceme ile aslın birbirine benzer olmasının
zaruriliğini ifade eder. Terceme fazlalıksız ve noksan olarak, tam bir vukufla
aslına uygun olması bir zarurettir. Tefsir ise böyle değildir. Çünkü o, aslın
bir beyanı ve tavzihidir. Bu beyan ve tavzihler, istidratta müfesseri çeşitli
mezheplere sevketmeyi iktiza eder. Bu da va’z olunduğu manadan başkası
kastedildiğinde lügatçıların şerhlerinde, ıstılahların izahında ve delillerin
serdedilmesinde görülür.
İşte
Kur’an tefsirinin ekserisi, lügat alimleri, akaid, fıkıh ve fıkıh usulü, nüzul
sebepleri, nasih ve mensuh, tabii ve ictimai ilimlerin çeşitli istidratları
ihtiva etmelerindeki sır budur. Hata edildiğinde, aslın hatası üzerine yapılan
tembih, bu istidradın yönlerindendir. Keza bunu ilmi eserlerin şerhlerinde de
mülahaza edebiliriz. Böyle bir şeyi tercemede görmemize imkan yoktur. Eğer
tercemede böyle bir şey görseydik, emanetin vücubundan ve terceme inceliğinden
çıkılmış olurdu.
3)
Terceme, örf cihetinden aslın bütün manalarına ve maksatlarına uygunluk
manasını tazammun eder. Tefsir için böyle bir durum yoktur. Yukarıda
zikredildiği gibi tefsir ancak izah üzerinde durur. Bu izah ister icmali, ister
tafsili, ister bütün manaları kaplasın, isterse bazılarını ihtisar etsin,
müsavidir. Halbuki terceme ne fazla ve ne de noksan aslın
manasını aynen nakleder. Bu işe tefsir kifayet etmeyebilir.
4)
Terceme, örf yönünden mütercimin naklettiği maksat ve manaların, asıl sözün
medlülü olduğuna ve söz sahibinin bunu kastettiğine itminan tazammun eder.
Halbuki tefsir böyle değildir. Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa
böyle bir itminanı verebilir. Deliller az olursa susar ve bir tercihde de
bulunamaz. Bazen bir kelime veya bir ibareyi anlamaktaki aczini bildirerek “Söz
sahibi kendi maksadını daha iyi bilendir.” der. Bilhassa bunlar sure başlarında
ve müteşabih ayetlerde daha çok görülür.[438]
Terceme
aslın aynı olduğuna göre, zamanımızda da bazı asıllar unutulup tercemeler
onların yerine kaim olmaktadır. Ekseriya aslın tercemesindeki terceme lafzı
hazfedilip, terceme bir asılmış gibi gösteriliyor. Mesela, muhtelif dillerdeki
Tevrat ve İncil tercemeleri gibi. Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir.
Burada tercemenin aksine asıl lafız düşebilir. Fakat tefsir lafzı asla düşmez.
Taberi tefsiri, Razi tefsiri, Celaleyn tefsiri gibi.
4) Meal: Meal kelimesi lügatte “Evl”
kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gaye manasına mekan ismi de
olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istılahta ise, bir
sözün manasının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine
meal denir. İşte Kur’an-ı Kerim’in tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu
aynen terceme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin
mevcud olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe
Allah’ın kelamını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında
İslamı yaymak için Kur’an-ı Kerimin tercemesi zaruridir. Salahiyetli veya
salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı göz
önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir
şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Bunun da salahiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir.[439]
Kur’an-ı
Kerim’in İslam’ın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme edildiğine dair
örneklere rastlamaktayız. Prof. M. Hamidullah Le Saint Coran adlı Fransızca tercemesinin mukaddimesinde,
Kur’an-ı Kerim’in terceme tarihi adlı bölümünde[440],
aslen İran’lı olan Selman el-Farisi’nin, Fatiha’yı farsçaya terceme ettiğini,
keza hicri 127 senesinde Kur’an’ın berbericeye çevrildiği, el-Cahiz’in
(255/869) beyanına göre, Musa b. Seyyar el-Esvari’nin, Kur’an’ı talebelerine
hem arapça, hem farsça tefsir ettiği, keza Buzurg b. Şehriyar’ın ifadesine göre,
270/883 senelerinde Kur’an’ın Hind diline terceme edildiği bildiriliyor.
Samanoğullarından Mansur b. Nuh devrinde (354/956) bir heyet Kur’an’ı farsçaya
terceme etmiş, bu esere Taberi tefsirini ek olarak ilave etmişlerdir. Bu
heyetin, Kur’an’ı türkçeye de terceme ettiği söylenmektedir. Aynı devreye ait,
mütercimi belli olmayan bir tercemenin Cambridge’de olduğu söylenir. Bunlardan
başka hicri 5. ve 6. asırlara ait Surabadi İsfaraini (471/1049), Zahidi
(519/1125) ve Hoca Abdullah Ensari’nin tercemeleri günümüze kadar ulaşmıştır.
Hoca Abdullah bu eserinin, 107 tefsirden istifade edilerek toplandığını
kaydeder. Hatta müsteşrik Mingana, Kur’an’dan kısımlar ve reddiyeleri ihtiva
eden süryanice bir eserin parçalarının el-Haccac b. Yusuf devrine ait olduğunu
zikreder.
Kur’an-ı
kerim’in ilk latince tercemesi 1143 tarihinde Robertus Ketenensiz (Robert of
Retina) ile Dalmaçyalı Hermannus tarafından yapılmış ise de, bu terceme ancak
1543 senesinde Luter’in tavsiyesi üzerine Theodor Bibliender tarafından
neşredilmiştir. Bu neşir tarihinden bir asır kadar sonra Slezyalı rahip
Dominicus, izahlı bir Kur’an tercemesi hazırlamış, fakat bu eser yazma olarak
kalmış, basılmamıştı. Bunlardan başka 1698’de basılan tefsirli ve tenkidli bir
Kur’an tercemesi, bu tercemelerin en iyisi addedilir. Bu terceme Ludovicus
Maraccius (Maracci) tarafından yapılmıştır.
Kur’an-ı
Kerim hemen hemen bütün avrupa dillerine terceme edilmiştir. İlk fransızca
tercemesi 1647’de A. du Ryer tarafından yapılmıştır. Bundan sonra M. Savary, B.
Kasimirski, R. Blachere, E. Montet ve M, Hamidullah’ın yapmış olduğu tercemeler
meşhur olmuştur. Fransızcada bunlardan başka 30’a yakın terceme vardır.
İngilizcede de G. Sale, J. M. Rodwell, F. H. Palmer, A. J. Arberry, Muhammed
Ali gibi şahısların tercemeleri yanında 50’den fazla terceme bulunmaktadır.
Diğer avrupa dillerinde de ur’an tercemeleri çok yaygındır. Bu hususta
tafsilata girişmek istemiyoruz.[441]
Batı dillerinde yaygın olan Kur’an tercemesi şark dillerinde de bol miktarda
bulunmaktadır. Türk, İran, Çin, Urdu, Hindu, Malaya, Bengale, Cava ve Japon
dillerinde de tercemeler vardır.
Kur’an-ı
Kerim’in türkçe tercemelerine uygur, arap ve latin harfleriyle rastlamaktayız.
Uygur harfleriyle Kur’an’ın tam bir tercemesi yoktur. Ancak bazı ayetlerin
parçaları ele geçmiştir. Prof. Reşit Rahmati Arat 1951 senesinde İstanbul’da
neşrettiği Edip Ahmed b. Mahmud Yükenki’nin, Atabetü’l-Hakayık’ında bazı
ayetlerin tercemesine rastlandığını söylemektedir.[442]
Arap harfleriyle, Kur’an’ın en eski tercemesi Ebu Ali el-Cubbai el-Huzistani’ye
(303/915) ait olduğu söylenirse de bu tercemeye ait bir ize rastlanılamamıştır.
Başka bir nüsha, 1914 senesinde Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın Türkistan’da
bulduğu nüshadır ki, müellifi meçhuldür. Bu terceme halen Leningrat’taki Asya
müzesinde “Anonim tefsir” adı ile korunmaktadır. Yine müellifi meçhul, fakat
tam bir nüsha İstanbul Türk-İslam Eserleri Müzesi 73 noda kayıtlı olan terceme
‘734/1333) yılında Muhammed İbnu’l-hace Devletşah eş-Şirazi tarafından istinsah
edilmiştir. Bu nüshayı Abdulkadir Erdoğan, Vakiflar Dergisi’nde tanıtmıştır.
Keza 764/1363 senesinde istinsah edilen ve Hekim oğlu Ali Paşa Kütüphanesinde
951 no da bulunan nüsha da ilk tercemelerdendir.
Abdulkadir
İnan’ın tetkikine göre, yukarıda zikredilen üç nüshanın, tercemeleri birbirine
uygun ve çok yakın olduğunu söylemekte ve bunların hepsinin bir asıl nüshadan
geldiğini ilave etmektedir. Yine bu zata göre, Kur’an’ın ilk tercemeleri miladi
11. asra kadar inmektedir. Fakat bugün elde mevcut en eski türkçe tercemeleri
14. asra ait bulunmaktadır. Asırlar boyunca latin harflerinin kabulüne kadar,
yüzlerce terceme yapılmış, bunların ekserisi hayır sahipleri tarafından çeşitli
kütüphanelere ve camilere vakfedilmiştir. Şahısların elinde veya hususi
kütüphanelerde de bol miktarda bulunmaktadır. Kur’an’ın türkçe tercemelerine
ait bilbiyografyalar bu bakımdan daima eksik kalmaktadır. Her an Anadolu’nun
çeşitli kütüphane ve camilerinden veya hususi kütüphanelerden yeni ve kıymetli
tercemeler çıkma ihtimali kuvvetlidir. Eski türkçe tercemelerin ekserisi kelime
kelime yapılmıştır. Ord, Prof. Süheyl Ünver, türkçe kelime kelime yapılmış olan
tercemelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını
söylemektedir.[443]
Latin
harfleriyle yapılmış tercemelere gelince, adedleri epeyce vardır. Onlardan en
önemlilerini zikredelim:
1)
İmirli İsmail Hakkı, Kur’an-ı Kerim Tercemesi.
2)
Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu.
3)
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, yeni meali türkçe tefsir.
4)
Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meali Kerim.
5)
Osman Nebioğlu, Türkçe Mur’an-ı Kerim.
6)
Abdulbaki Gölpınarlı, Kur’an-ı Kerim.
7)
Besim Atalay, Kur’an.
8)
Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri.
9)
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an.
10)
Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Yaşar
Kutluay-Hüseyin Atay)
11)
Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Meali.
Yukarıda
zikrettiklerimiz Kur’an’ın tam tercemeleridir. Ayrıca
ayet ve surelerin tercemelerine ait latin harfleriyle yazılmış başka eserler de
vardır.
Kur’an-ı
Kerim tefsirinde, sahabe ve tabiilerden itibaren bir çok ihtilaflar olduğu
sabittir. “Sana
da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar
da iyice düşünsünler, diye.” (Nahl: 16/44) Rasulullah’ın ashabına Kur’an lafızlarını beyan ettiği gibi,
manalarını da açıkladığını bilmek vacip olur. Bu bakımdan sahabe,
Rasulullah’dan on ayeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine
geçmezlerdi.
İbn
Teymiyye diyor ki[444]:
Selef arasında tefsirde ihtilaf gayet azdı. Onlar arasındaki ihtilaf tefsirden
ziyade hükümlerde idi. Mevcud olan bu ihtilaf da bir zıtlık (tezat)
ihtilafından ziyade bir nevi ihtilafı idi. Bu da iki kısımda mütalaa
edilebilir: 1) Bir müsemmanın başka
başka isimlerle çağrılmasından doğan ihtilaflar. Mesela kılıç için bir müsemma
olduğu halde buna “Sarim, seyf ve mühenned” diye üç isim verilmesi gibi. Keza
Kur’an-ı Kerim’de de Allah’ın esma-i hüsnası ve Rasulullah’ın çeşitli isimleri
olması gibi. Yine bu hususa örnek olarak Sırat-ı Mustakim’i verebiliriz. Bundan
maksat, Kur’an’a ittiba etmektir, diyenler olduğu gibi, onun İslam olduğunu
söyleyenler de vardır. Buradaki iki tefsir tarzı zahiren ayrı görülmekte ise
de, bu iki sözün maksadı ayrı ve zıd değil, bilakis aynıdır. Ayrı gibi görülen
ifade ediliş tarzıdır. Zira İslam demek Kur’an’a ittiba demektir. Bununla
beraber, bu şekildeki nevi ihtilafları sebebiyle, elde edilen izah tarzları,
diğerinde bulunmayan bir vasfı ortaya koyar. 2) Tefsiri yapılması istenen bir şeyin, tamamı değil de temsil
veya tembih tarikiyle o şeyin bazı nevilerini zikretmektir. Yani ihata ve hasır
için muhataba temsil tarikiyle ismin bazı envaı zikredilir. Mesela, yabancı
biri ekmek sorsa da, ona bir ekmek dilimi gösterilse ve ona istediğin şu mu?
denilse... işte bu işaret ekmeğin nevine işarettir, yoksa bir ekmek dilimine
işaret değildir. Mesela buna ait bir misal Kur’an’dan verelim:
“Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık.
Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de
Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, büyük fazlın
kendisidir.” (Fatır: 35/32)
Malumdur
ki bu ayette nefsine zulmedenler, vacip olanları terkedip haramları helal gibi
işleyenlerdir. Muktesid ise orta yolda olanlardır ki, vacipleri işleyip,
haramları terkedenlerdir. Es-Sabık ise; vaciplerle birlikte, hayırlarda da
ileri gidenlerdir. Veyahut şunlardan her biri taat nevilerinden biri olarak
zikredilir. Vaktin evvelinde namaz kılana sabık, zamanında kılana muktesid,
namazın vaktini geçirenlere (bilhassa ikindi namazını akşama doğru geç
bırakana) zalim denilir. Keza Bakara suresinin sonlarında, sadaka verenlere
muhsin, riba yiyenlere zalim denilir. Malı kullanma bakımından insanlar ya
muhsin, ya adil, yahut ta zalim olurlar. O halde muhsin olan
sabık vaciplerle beraber müstehapları da eda edendir. Zalim riba yiyen ve
zekata mani olandır. Muktesid ise, farz olan zekatı eda eden ve riba
yemeyendir.
Tefsirdeki
ihtilaf iki nevidir. Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri ise naklin gayrı
ile bilinir. İlim ise ya muraddaki bir nakildir veya tahkik edilmiş bir
istidlaldir. Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan. Birinci
nevide sahih ve zayıfı bilmek mümkün olur, bu taktirde yapılacak bir şey yoktur.
Yahutta sahih veya zayıfı bilmek mümkün olmaz. O taktirde bunları tasdik etmek
mümkün olmaz. Onun üzerinde araştırma yapmanın faydası yoktur. Mesela Ehli
Kehf’in ahvali gibi, bu hususta Rasulullah’dan sahih bir haber varsa makbuldür.
Yoksa merduddur. Rasulullah’dan tefsir, hadis, ahkam ve megazi hususunda
nakledilmiş sahih haberler boldur. Burada bir ihtilaf bahis konusu değildir.
Asıl ihtilaf, istidlal yoluyla gelen haberlerin bilinmemesindendir. Hataların
ekserisi burada görülür. Daha sonra gelen müfessirlerden bir kısmı, evvela
manalara inandılar sonra onun üzerine Kur’an’ın lafızlarını hamlettiler. Diğer
bir kısmı ise ne konuşanın, ne inmiş olanın ve ne de onun muhatabını nazarı
dikkate almaksızın, mücerret Kur’an’ı kendi konuştukları arapçaya ve tabirlere,
murat ettikleri şeyleri sevkederek tefsir ettiler. Birinciler delalet ve beyan
bakımından Kur’an lafızlarının mustahak olup olmadıklarına bakmaksızın, sadece
manayı sevkettiler. Diğerleri ise, kelamın siyakına ve mütekellimin muradına
bakmaksızın, arabın indinde caiz görülen şeyi, caiz görüb mücerred lafza tabi
oldular. Evvelkiler Kur’an’ı tefsir ederken manalarda hata yaptıkları gibi,
bunlar da birçok lafızlarda galat yaptılar. Birincilerde mana, ikincilerde
lafız ön plandadır. Birinciler iki sınıftır. Onlar bazen bir şeye delalet eden
Kur’an lafzını selbederler, bazen de ona delalet etmiyen veya murat edilmeyen
şey üzerine hamlederler. Bu iki halde de mana batıl olmuş olur. Onlar delil ve
medlulde hata etmişlerdir. Bid’at, heva ve heveslerine kapılmış taifeler gibi
ki, onlar dalalet üzere ittifak etmiyenmutedil bir ümmete muhalif bir mezhep
oldular. İşte bunlar, Kur’an’ı kendi görüşlerine göre te’vil etmeye
kalkıştılar. Onlar bazen, ayetlerle mezheplerine delil getiriyorlar. Halbuki
ayetlerin delaletle bir alakası yoktur. Bazen de mezheplerine muhalif olanları
te’vil ediyorlar ve kelimelerin yerlerini oynatıyorlar. Tefsirlerindeki butlan
açık bir şekilde bir çok yönlerde kendini gösterir.
Bazıları
da medlulde değil de delilde hata ederler. Bunun misali de bazı sofilerde ve
fakihlerde görülür. Kur(an’ı sahih bir mana ile tefsir ederler, fakat Kur’an
vermek istedikleri bu manaya delalet etmez. Şu zikredilen umumi ihtilaflardan
sonra müfessirler arasında mevcut ihtilafın sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
1)
Kıraat ihtilafları: Bir ayet hakkında sahabeden muhtelif iki tefsir
gelir ki, bu da ihtilaf gibi addolunursa da hakikatte bir ihtilaf yoktur.
Mesela: “Ev
lamestumu’n-Nisa: Yahut kadınlara dokunursanız...” (Nisa: 4/43) ayetindeki okunuşa, cima veya dokunma
manaları verilmesi gibi.
2)
İ’rab yönlerindeki ihtilaf: Mesela: “Fetelekka Ademu min Rabbihi
kelimatin: Adem Rabbinden kelimeler belleyip aldı.” (Bakara: 2/37) Bu ayette Adem merfu, kelimat ise nasb
okunduğu gibi, aksi de mümkündür. Bu taktirde failler değiştiği için ,
manalarda da değişiklik olacaktır.
3)
Kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı:
Mesela: “Yetufu
aleyhim vildanun muhalledun: Ebediliğe mazher edilmiş evlatlar etraflarında
dolanırlar.” (Vakıa: 56/17)
“Muhalledun” kelimesinin manası ebedi olarak onlar ihtiyarlamayacaklar,
olabileceği gibi, onlar aynı yaşta oldukları ve yaşları değişmeyeceği gibi bir
mana da verilebilir.
4)
Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki:
Mesela: “Feesbahat
ke’s-sarim: Bahçe simsiyah kesiliverdi.” (Kalem: 68/20) “Es-sarim” kelimesi hakkında dört görüş vardır:
a)
Gece gibi oldu, zira es-sarim lügatte gece manasına gelir.
b)
Gündüz gibi oldu, es-sarim kelimesi hem gece hem de gündüz manasına gelir.
c)
Bazı arap lehçelerinde, yangından arta kalan siyahlıklar manasına gelir.
d)
Kesilmiş ziraat gibi bir manaya da gelir.
5)
Itlak ve takyit ihtimali: Mesela: “Femen lemyecidu fesiyamu
selaseti eyyamin: Bulaman kimse için üç gün oruç vardır.” (Maide: 5/89) Ebu Hanife, Sevri ve onlara tabi olanlar
takyidle hareket etmişler ve Ubeyy b. Ka’b ile İbn Mes’ud bu ayeti “Fesiyamu
selaseti eyyamin mutetabiatin: Üç gün peşpeşe oruç tutar.” şeklinde okuduğu için, bu iki imam da bu üç
günlük orucun arka arkaya olacağını ileri sürmüşlerdir. İmam eş-Şafii ise, bu
görüşten ayrılarak, yukarıdaki şazz olan kıraatin hüccet olamıyacağını ileri
sürerek, ayeti ıtlaka hamleder.
6)
Umum ve husus ihtilafı: Mesela: “Emyahsudune’n-nase ala ma
atahumu’l-lahu min fadlihi: Yoksa onlar, Allah’ın kendi fazlındaninsanlara
verdiklerini mi kıskanıyorlar.” (Nisa: 4/54) Denildi ki, ayetteki en-nas’dan murad, Rasulullah’dır. Çünkü Allah ona
nübüvvet verdi, onlardan ona haset ettiler. Yine denildi ki, en-nas’dan murad,
Rasulullah’ın âli ve ashabıdır. Birinci mana hâs, ikincisi ise âm’dır.
7)
Hakikat ve mecaz ihtimali: Mesela: “Ve ennehu huve edhake ve ebka:
Şüphesiz ağlatan ve güldüren O’dur, O!” (Necm: 53/43) Allah, insan oğlunu maruf olan gülüş ve ağlayışı ile yaratmıştır. Bu
hakikattır. Veya arz, nebatı vermekle güler, sema da yağmurla ağlar, bu mana
ise mecaz yönüdür. Sahih olan ferah ve hüzünden ibarettir. Zira gülme, sürur ve
feraha, ağlama ise hüzne delalet eder.
8)
Kelimenin ziyadeliği ihtimali: Mesela: “La uksimu biyevmi’l-Kıyameti:
Yoo, Kıyamet gününe yemin ederim.” (Kıyame: 75/1) Bazı alimlere göre bu ayetteki “La” fazladandır, kelamı takviye
eder.Bazı alimlere göre ise aslidir ve nefiydir. Zira kıyamet bizatihi o kadar
muazzamdır ki, onu izah etmek için yemine ihtiyaç yoktur.
9)
Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali:
Mesela: “Ya
eyyühe’l-lezine amenu’t-teku’l-lahe hakka tukatihi: Ey iman edenler! Allah’tan
nasıl korkmak lazımsa öyle korkun.” (Al-i imran: 3/102) Bu ayet hakkında bazıları mensuhdur derken, bazıları da muhkem
olduğunu söylemeleri gibi.
10)
Rasulullah ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı:
Mesela: “Hazani
hasmani ihtesamu fi Rabbihim: İşte bunlar çekişen iki gruptur, Rableri
konusunda çekiştiler.” (Hacc: 22/19)
Bazı alimler şu iki fırkadan birine ehli iman diğerine de ehli kitap
demişlerdir. Diğer bir kısmı da, o iki fırkadan biri mü’minler, diğerleri ise,
hangi milletten olursa olsun kafir olanlardır, demişlerdir. Keza “Ve ezzin
fi’n-nasi bi’l-hacci: İnsanları hacca çağır” ayetinde de olduğu gibi, .uradaki
hitabın İbrahim’e ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Muhammed’e ait olduğunu
zikredenler de vardır.
Bundan
başka, takdim ve tehirler, izmarlar ve diğer bir çok hususlardan dolayı ihtilaf
konusu olabilecek meseleler eksik değildir.[445]
Kur’an-ı
Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri
nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları konuları, bu hususta en selahiyetli
zat olan Rasulullah’a sormuşlardı. Derin akaid meseleleri üzerinde düşünmeye
lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi bir tekellüften kurtarmıştı.
Rasulullah’ı Kur’an tefsirine sevkeden en mühim amil, İslamiyetin kendisinden
olan emridir. Bu risalet vazifesinin iktizasıdır. O tebyin ve tebliğle
mükellefti. Buna tipik bir misal, Haccetü’l-Veda hutbesinde üç defa
müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlardan müsbet cevap alınca
“Ya Rabbi şahid ol.” demişti. Kur’an-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir
kaynağının Rasulullah’ın sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kur’an’ın
umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer
hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kur’an’ın sünnete olan
ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.[446]
Bir hadiste: “Bana kitapla beraber, misli de verildi.”[447]
denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, Yahya b. Ebi
Kesir, sünnet Kur’an’a kadirdir, Kitab ise sünnete kadir değildir, demektedir.
Bu söz Ahmed b. Hanbel’e söylendiğinde “Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat
sünnet kitabı tefsir ve tebyin eder derim.” demiştir.[448]
Kurtubi tefsirin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanı iki şekilde olduğu
anlatılmaktadır.[449]
Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela beş vakit namazın vakitlerinin
beyanı, zekatın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın
hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikahını, hala ve teyze üzerine
haram kılmak gibi.
Rasulullah
konuşma yönünden arabın en fasihlerindendi. Çünkü ona arap edebiyatının meani,
beyan ve bedi bakımından en yükseği olan Kur’an nazil olmuştu. Böyle bir kitabı
ona müyesser kılan Allah, elbette onun lisanını en fasih ve en beliğ kılması
icab ederdi. Nitekim o, öyle yetiştirilmişti. Daha evvelce söylediğimiz gibi,
arap dili yazı ile pek işlenmediğinden cümleler kısa ve manalar çok genişti.
Kur’an-ı Kerim’de de bu ifade şekli mevcuttu.
Prof.Dr. Suat Yıldırım
Ömer Nasûhi Bilmen (rh.a)'in yazdığı Büyük
Tefsir Tarihi adlı eser, Usûl-i Tefsir ve Tabakâtü'l-Müfessirîn olmak üzere iki
kısımdan ibarettir. Müellifimiz önce, bunlardan birincisini yazmıştır. Bu
eserin plânını, Tefsir Usûlüne dair yazılmış gerek eski, gerekse muasır
kitapların plânları ile karşılaştırınca ilk nazarda dikkati çeken bir durumla
karşılaşırız. Şöyle ki: Öbürlerinde yer alan bazı konular Ömer Nasûhi Bilmen'in
eserinde ya pek muhtasar olduğu veya bulunmadığı hâlde, onlarda pek üstünde
durulmayan birkaç konuya Bilmen genişçe yer vermiştir. Bunda elbette kitabın
yazıldığı ortam önemli rol oynamaktadır. Yahut diyebiliriz ki, müellifimiz
başka eserlerde bulunabilecek konuları genişçe ele almaya ihtiyaç görmemiş; o
malumatı öbür eserlere havale etmiş, onların fazla yer ayırmadığı konularda
tafsilat vermiştir.
Fakat bunlar geçerli olmakla birlikte,
yaşadığı dönemde Kur'ân ve Tefsirin maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek
için de kolları sıvadığını düşünebiliriz. Bizi böyle düşünmeye sevk eden
gerekçeyi, eser hakkında kısa bir tanıtmadan sonra arz edeceğiz.
Müellifimiz önce, Tefsir tarihi ilmini,
genel tarih çerçevesine yerleştirir [s.6-7]. Tefsir tarihi, beşeriyet tarihinde
en büyük inkılabı gerçekleştiren Kur'ân'ın özelliklerini ve kuvvetini inceleyen
Tefsir ilmini ve bu ilim dalında eser verenleri ve eserlerini tanıtma gayesine
yöneldiğinden büyük bir önemi haiz olduğunu bildirir.
Tefsir usûlü kitaplarında esas konuları
teşkil eden bahisleri müellifimizin pek kısa geçtiğini görüyoruz. Ezcümle:
Esbâb-ı Nüzûl yarım sayfalık bir yer tutmakta [s.117], İ'râbü'l-Kur'an yarım
sayfa [s.119], mübhemât yarım sayfa [s.120], muhkem-müteşabih bir sayfadan az
[s.121], âyetler arası tenasüb yarım sayfa [s.122]. Buna mukabil
"Müfessirlerin muhtaç oldukları ilimler" bahsi on yedi sayfa
[s.123-140]. Keza bu bahsi teyid eden "Müfessirlerin âdâb ve şerâiti"
bahsi de oldukça uzundur [s.143-153]. Üstad buradan müfessirin doğru bir
itikad, güzel maksad, diğer tefsirlerden farklı orijinal taraf, aklî ve naklî
ilimlerle mücehhez olma, Kur'an'a ve tefsirlerine vukuf, hadisleri bilme, arap
dil ve edebiyatının inceliklerine vakıf olma şartlarını arar.
Buna mukabil Tencimü'l-Kur'an'ın parça
parça indirilmesinin hikmetleri üzerinde birçok eserde fazla durulmazken
Ö.N.Bilmen'in bu hikmetleri altı madde halinde güzelce özetlediğini görüyoruz
[s.15-16].
Bilmen'den önce yazılıp da Tencîm konusuna
ayrı bir başlık altında yer veren müellif, Menâhilü'l-İrfan adlı eserinde A.
Zerkânî'dir (Eser 1943'de yayınlanmıştır.) Tencîm'in hikmetlerinin aslı
Kur'ân'dan (İsra, 106 ve Furkan,32-33 âyetlerinden) alındığından, onların
çoğunda benzerlikler varsa da, formüle edilişleri oldukça farklı olduklarından,
merhum Bilmen'in, Menâhil'deki bahisden istifade etmeksizin yazdığı kanaatini
taşıyorum. Hatta Bilmen, Zerkâni'nin yazmadığı şu önemli hikmete yer verir:
"Kur'ân'ın umumî heyeti birden nazil olsaydı, başkası tarafından evvelce
düşünülüp tertip edilmiş olduğu zannını uyandırabilirdi. Parça parça nüzulü
ise, bu zanna imkân bırakmamıştır."
Eserin en orijinal sayılabilecek
yerlerinden olan Tercîmü'l-Kur'ân bahsinin, kitabın fihristinde yer almaması
çok tuhaftır. İndekste bile tencîm veya müneccem kelimelerine rastlanmaz. Keza
Ahruf-i Seb'a bahsi fihristte görünmez. İndekste de ne Ahruf ne de yedi harf
sırasında yer alır.
Bunlardan ve daha bazı karinelerden, bu
eserin Usûl-i Tefsir kısmının çabuk yazıldığını düşünmekteyiz. Demek ki eserin
konu fihristi ve indeks kısımlarını yeni baştan hazırlamak gerekir. Aksi hâlde
okuyucu biraz eksik bilgilendirilmektedir.
Müfessirimiz önce yazdığı Usûl-i Tefsir ile
sonra yazdığı Tabakâtü'l-Müfessirîn'i birleştirerek kitabına Büyük Tefsir
Tarihi adını vermiştir.
"Müfessirleri tanıtan,
"Tabakâtü'l-Müfessirîn" adını taşıyan ve bizce malum olan bazı
eserler pek muhtasar şeylerdir ki, bunlar ne müfessirler hakkında malumatı
câmidir, ne de tefsirler hakkında beyanâtı, mütaleâtı muhtevîdir" deyip,
Süyûtî, Ahmed b. Muhammed adlı bir zat tarafından yazılmış Türkçe yazma bir eseri
(Veliyyüddin Ef. Ktp. No:427), Sırrı Paşa, Davûdî (Hamidiye Ktp. No:179)
eserlerini sayar. Bunlardan Davûdî'nin yazmasını aradığını, fakat başka yere
nakledildiğinden okuma imkânı bulamadığını söyler [s.180].
Kendi eserinin ise müfessirlerin tefsir
sahasındaki meslekleri, hayatları ve diğer eserleri hakkında bilgi verdiğini,
böylece 464 müfessir tanıttığını bildirir. Tevazuan, bu eserin ulemanın hakkını
vermekten uzak olduğunu, fakat büsbütün yazmamaktansa bu şekilde kaleme almanın
daha iyi olacağı mülâhazası ile yayımladığını bildirir. Sıra dışı mümtaz
müfessirler tabakasında, Hülefâ-i Râşidîn başta olarak ashâbın müfessirleri ile
başlar. Bunlar 15 zattır. Sonra birinci tabakada, ilk asırdaki 6 müfessiri
anlatır. Sonra asırlarına göre on dört asırda yaşayan müfessirleri tanıtır.
Terceme-i hâlini verdiği her müfessirin
önce kısaca hayatını, sonra "mevki-i ilmî"sini, tefsirdeki mesleği,
eserlerini ve o müfessiri anlatırken başvurduğu kaynakları bildirir.
Eserin bizce önemini artıran husus, Türk
müfessirlerine geniş yer ayırmasıdır.
Hacı Paşa (Aydınlı), Kutbeddin İznikî,
İbn-i Kâdı Simavna Bedrüddin, Kara Yakub b. İdris, Molla Fenârî, Yazıcızade
Mehmed Efendi, Alaeddin Çelebi, Seyyid Ahmed Kırımî, Muhyiddin Kâfiyeci, Hasan
Çelebi b. M. Şah Fenârî, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Cemal Halvetî, M.Necib
Karahisarî, Hüsameddin Ali Bitlisî, Bayezid-i Rûmî, Muhyiddin Niksarî,
Kemalüddin Karamânî, Abdurrahman Müeyyed Amasyalı, Celaleddin Karamanî, Yahşi
Halife Amasyalı, İbn Kemal Paşa, Karabağî Muhyiddin, Bedreddin Mehmed Aydınlı,
Bustanzade Mehmed Efendi, Muslihuddin Lârî, Kınalızade Alaeddin, Muhammed
Birgivî, Ebussuud, Yusuf Sinaneddin Amasyalı, Molla Avâd Alâiyeli,
Tatarpazarcıklı Mehmed Efendi, Muhammed Emir Padişah-ı Buhârî, Bedreddin
Akhisarî, Galatalı Mehmed Efendi, Ahmed Şemseddin Karabağî, Şeyhüllislâm
Sun'ullah Efendi, İsmail Ankaravî, Allâmek Mehmed Bosnalı, Abdülmecid Sivasî,
Beypazarî Muslihuddin, Vardarlı Mehmed Efendi, Hıdır b. Muhammed Amasyalı,
Minkarîzade Yahya Efendi, Kurabzâde Abdullah, Ali Çelebi İznikî, Şeyh İsmail
Usturumcalı, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, Kara Halil Boyabâdî, Halil Naimî
Manisalı, Saçaklızade Mehmed Efendi, Mestçizade Abdullah Efendi, Muhammed Emin
Üsküdârî, Abdurrahman Rahmi Bursalı, Muhammed b. Veli İzmirî, Muhammed Hadimî,
Mehmed Hâzık Erzurumî, Abdülgafur Lebib Amidî, Konevi İsmail Efendi, Lütfullah
Erzurûmî, Müstakimzade Süleyman, Gözübüyükzade İbrahim, M. Said Kayserili,
Molla Halil Siirdî, Burdurlu Halil Efendi, Karslı Hamid Efendi, Şeyhülislâm
Muhtar Ahmed Efendi, Kilisli Abdullah Efendi, Yozgatlı Keşfî Efendi, Sırrı
Paşa, Ali Yekta Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Şeyhülislâm Musa Kazım
Efendi, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi bunlardan bir kısmıdır.
Müellifimiz, asrımızda alıştığımız üzere,
eserin başında veya sonunda kaynaklarını liste halinde vermez. Bu sebepten onun
geniş bir literatüre dayandığı intibaı hasıl olmaz. Fakat kitap okununca onun
gerçekten zengin bir literatürden yararlandığı ortaya çıkar. Bunların büyük bir
yekûnunun yazma olması, merhum müellifin ilim uğrundaki azim ve sebatının bir
göstergesidir. İstifade ettiği yazmaların Kütüphane ve kayıt numaralarını da
belirtmektedir. Bu eserlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Zerkeşî'nin el-Burhân'ı [s.19-20, 24];
Muhadarâtü'l-evâil ve Müsameratü'l-evâhir [s.28]; Ebu Amr ed-Dânî'nin el-Muknî
[s.27]; lusî'nin Rûhu'l-Meânî'si [s.28]; M. Mahlûf'un Ünvânü'l-Beyan fî
Ulûmi'l-Kur'ân [s.28]; Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi [s.29]; Kâdı
İyâd, Şifa-yı Şerif [s.30, 46]; Keşfü'z-Zünûn [s.30]; Kitabü'n-Nakt [s.32];
Ahmed İbn Mübarek'in el-İbrîz'i [s.33]; Ahmed Dimyatî'nin İthâf'ı [s.34];
Tefsir-i Keşşâf [s.34]; İbn Deresteveyh'in Kitâbü'l-Kûttâb ve Şeyhülislâm
Merginânî'nin Tecnîs'i [s.34]; ez-Zikra'l-Muhammediyye Dergisi [s.34, 46];
Tefsirü'l-Menâr [s.46]; T. V. Arnold'un İntişar-ı İslâm Tarihi [s.52]; İmam
Gazâlî'nin el-Hikme fî Mahlukâtillah [s.80]; Hasaneyn Mahlûf'un
el-Medhâlü'l-Münîr fî Mukaddimeti İlmi't-Tefsir, Muhammed Süleyman'ın el-İkdâm
alâ Tercemeti'l-Kur'ân, İbn Haldun'un el-Mukaddime'si [s.110]; Cemalüddin
Aksarayî'nin Es'ile ve Ecvibe-i Kur'âniyye'si [s.157].
Bu listeden anlaşılacağı üzere o, eski ve
muasır; matbu ve yazma, tefsir veya diğer ilimlere dair birçok kitaba bizzat
müracaat etmiştir. Birinci cildin son sayfasında istifade ettiği bazı eserleri,
belli belirsiz bir tarzda şöylece üç-beş satırda yan yana yazıvermiştir:
Tefsir-i Kurtubî Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Atiyye Mukaddimesi, Tefsir-i
Nisaburi Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Arefe Mukaddimesi, Aynü'l-A'yan Mukaddimesi,
Sevati'u'l-İlham Mukaddimesi, Tefsir-i Alusi Mukaddimesi.
Şu eserlerin isimlerini de Arapça olarak
yazmıştır: el-İksîr fi Kavâidi't-Tefsir, el-Burhân fî Ulumi'l-Kur'ân, el-Münîr
fî İlmi't-Tefsir, et-Ta'bir fi Kavâidi't-Tefsir, el Cevâhir fî İlmi't-Tefsir,
Takrîbü'l-İksir fî Usûli't-Tefsir, el Medhalü'l-Münir fî Mukaddimet-i
İlmi't-Tefsir (Hasaneyn Mahlûf), el-Cevâhir fî Ulûmi't-Tefsir,
Kavâidü't-Tefsir, Kitâbü Hattı'l-Mesâhif, Hülâsatü'l-Beyan fî Te'lifi'l-Kur'ân,
Mukaddimetün li İlmi't-Tefsir, el Fevzü'l-Kebir fi Usûl-i Tefsir. Müellifimiz
bu eserlerin sadece isimlerini yazar; müellifleri, basıldığı yerler veya
kütüphane yazma kayıt numaraları gibi bilgilere yer vermez.
Buna mukabil Büyük Tefsir Tarihi eserinde
bazı faydalı ekler ve fihristler yer almaktadır. Bunlardan birincisi: Alfabetik
sıraya göre tefsirlerin ve müfessirlerin listesi (s.799-839 arasında 40 sayfa
halinde). Bu cetvelde kitabın adı, müellifinin adı ve vefat tarihi ve Büyük
Tefsir Tarihi'ndeki terceme numarası bildirilir. İkincisi: Kıraat, i'râb,
i'câz, fezâil, meâl, usûl-i tefsir, ulûmü'l-Kur'ân gibi sahalarda yazılmış
kitap ve müelliflerinin fihristi, zeyl başlığı altında, (s.800-872 arasında 72
sayfa halinde) verilir ve burada 489 eser yer alır. Üçüncüsü: Eserde hayatı
anlatılan müfessirlerin isimlerine göre alfabetik fihristi [s.873-878] ve
nihayet dördüncüsü: Kitabın İçindekiler kısmı.
Büyük Tefsir Tarihi kitabının elimizdeki
1973 tarihli neşri maalesef, mazur görülebilecek nisbetten fazla miktarda dizgi
hataları ihtiva etmektedir. Hata-Savâb Cetveli de ilâve edilmemiştir (Kaldı ki
o da derde derman değildir).
Meselâ: "Kur'ân-ı Hakim'in terceme-i
harfiyye sureti ile tercemesi tecviz edilmiştir > edilmemiştir."
[s.100]. Bu önemli bir hatadır; zira doğrusu ancak müellifin bu husustaki
fikrini bilmekle anlaşılabilir. Aksi hâlde sadece bu paragrafa bakan kimse,
tamamen tersine bir kanaate sahip olur.
Kamîsün aleyh > Makîsün aleyh [s.28].
İklimlerinde > Kelimelerinde [s.27]. El-İman > El-İmam [Mushaf] [s.30].
Ve ki vechile kıraata mustaid > iki vechile [s.30]. Şek-i Kur'anî >
Şekl-i Kur'anî [s.32]. Tarfe > Tarafe [s.39]. Tarif > Ta'riz [s.97]. >
[s.39]. Hiçbir meha-yı mezhebî > deha-yı mezhebî.
Kanaatimize göre merhum Ö. N. Bilmen,
Usûl-i Tefsir eserini yazarken Türkiye'de yaşanan bir sıkıntının sancısını
çekiyor, Kur'ân'ın etrafındaki surda meydana gelen bazı yıkıntıları tamir
etmeye çalışıyordu. O sıkıntı şudur: Önce gelenek ve müçtehidleri taklid etme
kınandı. Sonra tefsirler hafife alındı; beşer eseridir diye hatalar ve
eksiklerle dolu olduğu zannı uyandırıldı. Sadelik adı altında yalnız Kur'ân'a
yönelmek, Kur'ân'ın tercümesiyle yetinmek revaçlandırıldı. Tabiatıyla böyle bir
sathî bakışla Kur'ân'ın, İslâm ümmeti ve İslâm medeniyetindeki mevkiinin
anlaşılabilmesi de kolay olmayacaktı. İşte bu tehlike karşısında Kur'ân'ın
ehemmiyetini, geniş kapsamlı olduğunu, başlıca İslamî ilimlerin kaynağı
olduğunu anlatmak, dolayısıyla onun sathî tercümesinin mu'teber olmayacağını
bildirmek, Tefsire duyulan ihtiyacı vurgulamak, Tefsirde ihtilâf sebeplerini
bildirmek gerekiyordu. Müellifimiz bundandır ki, klâsik tefsir usûlü
kitaplarında pek az yer verilen bu konulara büyük önem vermiştir.
Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimler konusuna
s.46-95 arasında kırk sayfalık yer ayırır. Yalnız unutmamalı ki, sarahaten veya
işareten ihtiva ettiği ilimleri ayırt eder.
"Bilgili olan her kimse, Kur'ân'ın mübarek âyetlerini okudukça birçok
ilimlerin, fenlerin mâbihi'l-kıyâmı olan eserlere, umdelere, düsturlara muttali
olabilir. Bu cihetledir ki, İslâm âlimleri Kur'ân-ı Mübin'den birçok ilimlerin
esaslarını istinbat etmişlerdir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'den bast ve tefsir
edilmiş bulunur. Bir nice âyetler de vardır ki, başka bir takım ilimlerin,
fenlerin mevzularını teşkil eden maddeleri, mes'eleleri i'cazkârane bir surette
hulâsaten veya işareten muhtevî bulunmaktadır." [s.46] deyip sonra şu
ilimleri sayar: Tefsir, Hadis, Tevhid (Kelâm), Fıkıh, Usûl-i Fıkıh,
Hikmetü't-Teşri', Hitabet ve Mev'ıze, Ahlâk, Havas, Rüya ilmi, Belagat, Mantık,
Riyâziyye, Hey'et, Tasiiyyat denilen ilimler (fizik, kimya, nebatat, hayvanat,
meandin), Hikmetü't-Tekvin, Siyer ve Tarih, İctimaî İlim (Sosyoloji). Sonra
şöyle bitirir:
"İşte Kur'ân-ı Azîmü'ş-şan, yukarıdan
beri yazdığımız bu ilimleri ve bunların nice emsalini bir i'caz dairesinde
sarahaten veya işareten muhtevîdir. Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları
mümkün mertebe nazara almak bir vazifedir." [s.95]
Kur'ân'ın geniş kapsamını anlattıktan sonra
sıra onu tercüme etmenin zorluğuna gelir.
Evvelce Tefsir ilminin geniş bir tarifini
yapmakla, Kur'ân'ın sathî bir tercüme ile geçiştirilemeyeceği fikrini okuyucuya
vermek ister: "Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in lâfızlarının nasıl okunacaklarını
ve bunların manalarını Arap lügatına ve lisan kaidelerine tatbikan beyan,
âyetlerin manalarını, medlûllerini, hükümlerini, ihtiva ettikleri kıssaları
izah, bu âyetlerin muhkem ve müteşabih olanlarını, nâsih ve mensûh olanlarını
tasrih, aralarındaki irtibat ve insicamı izhar ve bunlardaki nükteleri,
mezaya-yı beşeriyetin takati mikdarınca da tebyin ve tavzih etmekten
ibarettir." [s.97]
Daha sonra "Tefsir ile Terceme
arasındaki fark" başlığı altında, tefsire dayanan ve bir nevi tefsir olan
tefsîrî tercemenin caiz, fakat terceme-i harfiyyenin caiz olmadığı gibi, mümkün
de olmadığını ispatlar. Bu hususta icma-i ümmet var diye birçok eski, Hasaneyn
Mahlûf, Muhammed Bahid, Muhammed Süleyman gibi bazı muasır âlimlerin de bu
görüşte olduklarını belirtir. [s.100-101]
Daha sonra terceme-i harfiyyenin caiz
olmayışının gerekçelerini on bir madde halinde hülâsa eder ki bu, usûl
kitaplarında kolay kolay rastlayamayacağımız bir durumdur. [s.101-104]
Şu hâlde merhum üstad Ö. N. Bilmen,
Yirminci asrın başlarından itibaren ortaya çıkan ve arada bir alevlendirilen
"Kur'ân terceme edilsin" davasının asıl maksadını pek iyi anlamış ve
gerek Tefsirden habersiz aydınları, gerekse geniş halk kitlesini bu konuda
aydınlatmak istemiş ve bunu başarı ile yapmıştır. Gerçekten tercüme
isteyenlerin büyük bir kısmı, dinî bir gayretle bu işe teşebbüs edenler değildi.
Sadelik iddiası altında, Kur'ân'ın birçok özelliklerini gözden uzak tutmak, onu
sıradan bir kitap durumuna indirmek, ondan çok mana ve işaretler çıkarmış olan
ulema hakkında yanlış düşünceler uyandırmak, mezhepleri reddetmek ve netice
itibariyle toplumu Kur'ân'dan uzaklaştırmak isteyenler bu işin başını
çekiyordu. Belki tek tük bazı dindarlar da bunlara aldanmış olabilirdi. Ama
halk genel olarak sağduyusu ile onların gerçek maksadını anlıyordu. O yüzdendir
ki, İslâmî hassasiyetten uzak, hatta yıl boyunca İslâm ve müslümanlar aleyhinde
yayın yapmaktan geri durmayan bazı gazetelerin çıkardıkları, hatta parasız
olarak kupon karşılığında dağıttıkları Kur'ân tercümelerine halkımız itibar
etmediği gibi, bu arada iyi bir niyetle Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, 1960
askeri darbesini müteakip hazırlatılan Meâle karşı da soğuk kalmıştır.
Ö. N. Bilmen'in darbeyi müteakip Diyanet
İşleri Başkanlığı'na getirilip sekiz ay kadar sonra ayrılmasında bu husustaki
baskıların tesirleri olabileceğini düşünmek lâzımdır. Tercüme kampanyası 1960
ihtilâlinden hemen sonra alevlendiği gibi, 1955'lerde de ortaya atılmış, devrin
Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu buna karşı koymuştu.
Ö. N. Bilmen, Kur'ân tercümesi fikrine
karşı koymak için, diğer taraftan, Tefsir ilminin ehemmiyeti, prensipleri,
kaynakları, müteaddit bilimlerle münasebetleri, tefsirlere olan ihtiyaç
üzerinde uzun uzadıya durmak ihtiyacını hissetmiştir [s.104-107]. Bu bahsin
peşinden "Müfessirler arasında görülen bazı ihtilâfların sebepleri" [s.153-160]
üzerinde durmuştur. Dikkat edilirse bu bahis de aynı mihver manayı, yani Kur'ân
tefsirinin çok geniş bir deniz olduğu manasını teyid maksadına matuftur.
Yirminci asrın ilk çeyreğinden sonra harf inkılabı yapılmasının ardından yeni
nesil Kur'ân okuma, öğrenme imkânından uzak kaldı. Bir çok resmi ağız
"Buna lüzum yok" deyip, gerekirse âyetlerin lâtin harfleri ile de
yazılabileceğini söylediler. Onun yazı konusundaki sıkı tutumu, bu ihtiyaçtan
ileri gelmiş olabilir.
Resm-i hattın tevkifî olduğunda ısrar eder
[s.27]. "İlm-i Resmi'l-Kur'ân, Mushaf'a mahsus hatt-ı ıstılahî ile hatt-ı
kıyasî arasındaki farkları ve onların hikmetlerini göstermek içindir. Hz. Osman
mushafinın imlâsına uymak icab ettiğinden basılacak mushafların bu esasa mutabık
olmak lazımdır [s.27] ve ümmete farz-ı kifayedir." Bu görüşte olan İmam
Ahmed b. Hanbel, Alûsî, M. Mahluf ve benzerlerinin görüşlerini nakleder
[s.27-28]. Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi [s.29], el-Muknî [s.29]; Neşr
(el-Cezerî ?) ve Şerh-i Mecâmi gibi zevata dayanarak, hatt-ı Osmânî'ye uymanın
vücûbunu ifade eder.
Fakat, imam mushafın hattına uyma şartını:
a) tahkikî b) takdirî çeşitlerine ayırır. "Meselâ, el-Muknî'de mezkur
olduğu veçhile şeklinde yazma tahkikî, şeklinde yazma ise takdirî muvafakattır.
Çünkü bu elifler Mesâhif-i Osmaniyye'de ihtisar için hazfedilmiştir, okunuş
itibari ile yine mevcuttur. Binaenaleyh yerine, yazılması, asl-ı kıraata uygun
olduğundan Hatt-ı Osmânî'den bir inhiraf sayılmaz. Emsali hakkında da hüküm
böyledir. Nitekim bizimTürkçemizde gibi birçok kelimeler, sırf ihtisar için
şeklinde elifsiz yazılagelmiştir."
[s.28-29]
"İşte bunun içindir ki, İslâm âleminde
Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattına son derece itina edilegelmiştir (...) Hemze,
ta'şir, fasıla işaretleri bilâhare kabul edilmiştir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in
asıl yazısından hariç, onun şekil ve mahiyetini tağyirden berî; bir nevi
tefsirden ibaret olup, mücerret tilâvetini teshîle hâdim, ziyadesiyle zabt ve
beyana elverişli işaretlerdir. Âyetlerin başlarındaki fâsılalar ile vakf ve
ibtidaya ait rumuzlar da bu cümledendir. Bunlar kelimelerin cevherlerinden
hariç, resm-i hattı tağyirden berî olduğundan, cumhûr-u müslimîn tarafından
tasvîb edilmiştir." [s.30-31]
II. cildin baş tarafındaki Müteaddit
Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet başlığı da aynı manayı te'kid eder [s.181-183].
Hatta müteakip Müfessirlerin Meslekleri de [s.183-187] tefsir çeşitlerini
tanıtarak aynı manayı pekiştirir.
İbrîz'den"Kur'ân'ın hattı tevkifî
olup, nazmı mu'ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu'cizdir" sözünü nakleder
[s.33]. Bundan sonra Kur'ân'ı Arapça olmayan bir kalemle yazmanın veya
Arapça'nın gayrı ile tilâvetinin doğru olmadığını bildirir [s.33]. Meseleyi
biraz incelerken Zerkeşî'nin cevaz araştırmasını nakletmesini eleştirir.
Ezher ulemasının yayınladığı
ez-Zikra'l-Muhammediyye dergisinde, söz Kur'ân'ın Lâtin harfleriyle
yazılmasının caiz olmadığı şeklinde bitirilir. [s.34]
Münferid harflerle basılmış bir risale
hakkında mülga fetva emanetinin fetva vermediği nakledilir. [s.34-35]
Devamla: "Kur'ân-ı Kerim'in resm-i
hattını değiştirmek arzusu, Arapça bilmeyen müslümanların Kur'ân-ı Mübin'i
kolayca okuyabilmesini temin gibi bir maksada müstenid olabilir. Fakat güzelce
mülâhaza edilince bu maksadın daha güzel tecellisi için Kur'ân'ın resm-i
hattını muhafazadan başka çare olmadığı tezahür eder. Bir kere bu yazının
yerine başka yazıların kaim olamayacağını yukarıda söylemiş bulunuyoruz. Sonra
resm-i hattın hafızalara pek büyük yardımı vardır. Kur'ân'a has resm-i hat ise
bu hususta birinciliği haizdir. Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim'i kendisine mahsus
bir resm-i hat ile okuyup bellemek, bilfarz bariz fazla bir zaman sarfına
muhtaç olsa da yine faideli olacak ve İslam âlemine ait, müstakil, tarihî bir
resm-i hatta ittila peyda edilmiş bulunulacaktır. Medenî müterakkî milletler
birçok yabancı kavimlerin dillerini, yazılarını öğrenip dururken müslümanlar
umum İslam âlemine ait, din bakımından da pek büyük bir kudsiyyeti haiz olan
bir yazıyı niçin bellemesinler? Aynı zamanda ibadetten de sayılan bu bilgiyi
niçin tahsile çalışmasınlar? [s.35-36]
Müellifimiz bu hususta açık fikirli olmak birlikte fennî tefsir konusunda aşırı
gidenlere karşı tavrını belirtmeyi ihmal etmez. Meselâ şöyle der:
"Şu da bedihîdir ki: Kur'ân-ı Mübin'in
gayesi gök cisimlerinin şekillerini, tavırlarını, mikdarlarını, uzaklıklarını
tayin etmek, sema tabakalarının şu mahiyette, bu mahiyette bulunduğunu
bildirmek değildir. Belki (bilâkis) kısmen müşahede edebildiğimiz ve
letafetlerine, nuraniyetlerine meclûb bulunduğumuz gök cisimlerinin birer
kudret âyeti, birer azamet nümûnesi, birer ulûhiyyet şahidi olduğunu telkin ile
insanları tefekkür ve intibah dairesine celbetmektir." [s.709]
Fakat Küre-i arzın teşekkülü konusunda
fenni esas alır: "Kant ve Laplas nazariyesine göre evvelce güneş ile yer
ve bütün seyyareler bir kül halinde ve kürevî bir şekilde bulunmakta idi.
Fezada dönen bu küreden kopmalarla seyyareler ayrıldı ve fakat güneşin
cazibesinden kurtulamadılar." der. [s.74]
Bazı âyetleri (Fussilet, 11; Enbiya, 30) buna
delil getirir. Fakat bu konuda örnek olarak şöyle bir tutum belirtir:
"Kant ve Laplas, kendi nazariyelerinin bu babdaki beyanat-ı Kur'âniyye'ye
yaklaşmasıyla pek ziyade müftehir olabilirler." [s.75] ve diğer misallere
dair âyetler zikreder. [s.75-79]
Ö. Nasûhi Bilmen, müfessirlerin adabı
bahsini yazarken de:
"Müfessir, tabii ilimlerin sahasına
giren konuları ele alırken ihtiyatlı olmalıdır. Birtakım fennî nazariyelere
kesin gözüyle bakıp Kur'ân'ın yüksek beyanlarıyla bağdaştırmaya kalkmamalıdır.
Zira fennî nazariyeler değişmektedir.
Nitekim bazı âyetleri Batlamyus nazariyesi
ile bağdaştıranların gayretleri bugün kıymetini kaybetmiştir. İşin künhünü
Allah Teâlâ'nın ilmine havale eylemelidir." [s.151]
Yapılması gereken bir iş de, Kur'ân tefsiri aleyhindeki bid'atları bildirmek,
tatlı ikazlarda bulunmak suretiyle onlara aldanmayı önlemektir.
Ezcümle, M. Sıddık Hasan Han'ın
"Fethu'l-Beyân" tefsiri hakkında: "Şu kadar var ki, müellifi
Selefiyye mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok
sahifelerinde Eş'ari mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re'y ve Ehl-i
bid'at diye bazı zevata -haksız yere- tarizlerde bulunmuştur. Bunlar bir kusur
ise de muhterem müellifin hüsn-i niyetine bağışlanabilir." demiştir.
[s.758]
Bu tutum müfessirimizin genel çizgisidir.
Yani, tenkide müsait yerleri görür, kabul eder. Fakat kusur buldu diye kusuru
büyütmeye, şahsı çürütmeye gitmez, bilâkis özür arar, tevil ederek onun
hakkında iyi düşünceler uyandırmaya çalışır. Fakat ikaz vazifesini yapmaktan
asla çekinmez.
M. Abduh üzerinde tafsilâtlı olarak durmuş
[s.163-170], onun ilmî kudreti yanı sıra Avrupa'nın ve yeni fikirlerin
tesirinde kalarak bazan nasları zorladığını, delilsiz te'vil yaptığını,
hürmetli bir ifade ile belirtmiştir.
"Şeyh Reşid Rıza merhumun, tefsiri ve
sair dinî mevzulara dair bir kısım yazılarında, mu'cizat-ı kevniyyeye kail
olmadığını işaret eden bazı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemadan bazı zevatın
ve bilhassa Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi'nin el-Kavlu'l-Fasl ünvanlı eserinde
tenkidlerini celbetmiştir." [s.783]
Ömer Nasûhi Bilmen, Tantâvî Cevherî'ye
yöneltilen tenkidi naklettikten sonra: "Hasılı, muharririn asıl gayesi,
Allah Teâlâ'nın halk hususundaki acayip sun'unu hatırlatarak müslümanları,
siyasetin, kuvvet ve izzetin istinadgâhı olan ilimleri tavsile teşvik etmekten
ibarettir." demiştir. [s.784]
Bilmen, yenilik hususundaki anlayışını,
Elmalılıya yöneltilen "Eskiye bağlı idi. Bütün İslâm meselelerini asrın
idrakine söyletemedi." tenkidini cevaplandırırken ortaya kor: "Ya
"İslam meselelerini asrın idrakine söyletemedi." sözünün manası ne
olabilir? Asrın kabul edebilmesi için İslâm meselelerine başka bir mahiyet mi
vermeli? İslâm namına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı? Dinî meselelerin
sabit olan mahiyetleri, asrın idraki bahanesi ile tağyir edilemez, belki bu
meseleler asrın tefhim ve müdafaa usûlleri dairesinde tahrir ve telkin edilir.
İşte bu Elmalılı Hamdi Efendi de bu vechi ile hareket etmiştir." [s.791]
Ömer Nasûhi Efendi, nadiren de olsa bazı muasır hadiselere temas eder.
Erzurumlu Mehmed Hazık Efendi'yi tanıttıktan sonra: "Bir teessüf"
diye başlayan paragrafında: Hazık Efendi'nin kabrinin yanında Maksud Efendi (Ö.
N. Bilmen'in babasının dayısı), Gıdalızade Şeyh Mehmed Efendi, Solakzade Ahmed
Efendi (v.1314). "Bu dört zatın medfun bulunduğu kabristanın kaldırılarak
yerleri bînam ve nişan kalmıştır. Malumdur ki bir belde için, belki bir ülke
için büyük bir âlimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha
ziyade bir zinet teşkil eder.", diye başlayan teessüfünü, Eşref merhumun
şu beyti ile bitirir:
Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı
kim, İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı. [s.726-727]
Mushaflar Tetkik Heyeti ülkemizde bulunup
Kur'ân neşrindeki en cüz'î de olsa yazı ve basım yanlışlığının önlenmesi
vecibesini ifa etmektedir. Ö. N. Bilmen bunu takdirle anlatır. [s.26]
"Nokta sadr-ı İslâm'da vardı, bilâhare
birçok yazışmada kullanılması terk olunmuş, nokta konması muhatabın
vukufsuzluğuna bir tariz gibi telakki edilegelmişti. Nitekim bir zamanlar bizde
de imzaya nokta konulması doğru görülmezdi." [s.31]
Böylece Ömer Nasûhi Bilmen Hocaefendi,
yazıldığı dönemin şartları içinde faydalı bir eser ortaya koymuştur. Allah
Teâlâ'dan bu eserini hasenat mizanına koyacağını umuyor ve kendisi için rahmet
diliyoruz.
[1] Zerkeşi-El-Burhan: 1/14; Zehebi-Et-Tefsir
ve’l-Müfessirun: 1/45; Kattan-Mebahis: 9.
[2] Zerkani-Menahil: 1/28; Salih-Mebahis: 127.
[3] Müslim, Zühd: 72.
[4] Zerkani-Menahil: 1/28.
[5] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10.
[6] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10; Salih-Mebahis:
128-129.
[7] Zerkani-Menahil: 1/31; Kattan-Mebahis: 11.
[8] Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/99-132.
[9] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 15.
[10] Zerkani-Menahil: 1/31; Salih-Mebahis: 129.
[11] Yazma nüshası Hamidiye kütüphanesi: 58; Umumi kütüphane:
281, 561 no’da kayıtlıdır.
[12] Ebu Abdullah Süfyan b. Said tarafından tahkiki yapılarak
Beyrut’ta neşredilmiştir.
[13] Ahmed Salih Mehayiri tarafından
tahkiki yapılmış ve Riyad’da neşredilmiştir.
[14] Hind b. Şelebi tarafından tahkiki
yapılarak Tunus’ta neşredilmiştir.
[15] Muhammed Ali en-Neccar ve Ahmet
Yusuf Necatî tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.
[16] Farid el-Faris tarafından Kuveyt’te neşredilmiştir.
[17] Zerkani-Menahil: 1/31-32; Kattan-Mebahis: 12;
Salih-Mebahis: 121.
[18] Zerkani-Menahil: 1/33.
[19] Zerkani-Menahil: 1/33.
[20] Salih-Mebahis: 133.
[21] Hüseyin Kuvvetli tarafından tahkiki yapılmış ve
Daru’l-Fikir tarafından neşredilmiş 245 sayfalık bir eserdir.
[22] Zirikli-A’lam: 2/153-154; İsfehani-Hilyetü’l-Evliya:
10/73-110; İbn Hallikan-Vefayatu’l-A’yan: 1/126; Bağdadi-Tarih: 8/211.
[23] Zirikli-A’lam: 6/348; Bağdadi-Tarih: 5/237.
[24] Zirikli-A’lam: 5/69; İbn Kesir-Bidaye ve’n-Nihaye:
11/187.
[25] İbn Ferhun, İbrahim b. Ali, ed-ibacu’l-Mühezzeb fi
ma’rifeti a’yani Ulamai’l-Mezheb: 195.
[26] Kehhale-Mu’cemu’l-Müellifin:
11/58-59; Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz: 3/141-142.
[27] Salih-Mebahis: 131; Zirikli-A’lam: 7/160; Ğaye: 2/198.
[28] Salih-Mebahis: 133; Zirikli-A’lam: 5/53; Zerkani-Menahil:
1/35; Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 1/241; Suyuti-Buğyetu’l-Vuat: 2/140.
[29] Zirikli-A’lam: 3/200.
[30] Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 2/1773; Serkis,
Mu’cemu’l-Matbuatu’l-Arabiyye:921-923; Adil Nüvehid-Mu’cemu’l-Müfessirin:
1/158-259.
[31] Mukaddimetan Fi Ulumi’l-Kur’an: 5/250.
[32] Zirikli-A’lam: 7/106; Davudi, Tabakatu’l-Müfessirin:
2/162.
[33] Vefeyat: 2/321; Tezkire: 4/133; Miftahu’s-Saade: 1/254,
2/146; Suyuti, Tabakatu’l-Huffaz: 480.
[34] İbn Receb-Zeyl: 2/367; Şezerat: 3/39; Buğye: 1/599;
A’lam: 3/189.
[35] Zirikli-A’lam: 1/140; El-Bidaye: 14/135;
Dairetü’l-Mearif: 1/109; Askalani-Dürerü’l-Kamine: 1/144-160.
[36] Ed-Dürerü’l-Kamine: 3/397; Şezerat: 6/335; A’lam: 6/286.
[37] A’lam: 4/93; Şezerat: 7/166; Hediyyetü’l-Arifin:
1/529-530; Mebahis: 134.
[38] Şezerat: 7/326; Hediyyetü’l-Arifin: 2/208; Suyuti,
Hüsnü’l-Muhadara: 1/264.
[39] Şezerat: 8/51-55; İslam Ansiklopedisi: 10/260; A’lam:
4/71-73; Mu’cemu’l-Matbuat: 1/229.
[40] Osmanlı Müellifleri: 1/229.
[41] Mu’cemü’l-Müellifin: 890; İslam Ansiklopedisi: 3/585.
[42] Zirikli-A’lam: 3/222; Mu’cemu’l-Matbuat: 688-691;
Mu’cemü’l-Müellifin: 3/35-37.
[43] Zirikli-A’lam: 6/210.
[44] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 52-54.
[45] Kattan-Mebahis: 28.
[46] Zirikli-A’lam: 8/57.
[47] Tezkire: 2/18; Keşfu’z-Zunun:
1/526.
[48] El-Bidaye, 10/385; Bağdadi-Tarih:
4/12; Hilye: 9/61; İbn Asakir-Mu’cemu’l-Müştemil: 58;
İbnü’l-Cevzi-Sıfatu’s-Safve: 2/336-359.
[49] Bağdadi-Tarih: 6/284; Buğye: 1/443; A’lam: 1/305.
[50] Yakut el-Hamevi-Mu’cemu’l-Udeba: 3/64-68; Buğye: 1/131.
[51] Ğaye: 2/119; Tezkire: 3/909; Bağdadi-Tarih: 2/201; A’lam;
6/310; Brock: 1/334.
[52] Miftahu’s-Saade: 2/183; El-Fevaidu’l-Behiyye: 27-28.
[53] A’lam: 7/247; Şezerat: 4/10; Mu’cemu’l-Matbuat:
2/1408-1416.
[54] A’lam: 5/137; İzahu’l-Meknun: 4/529.
[55] A’lam: 6/246.
[56] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 3/405.
[57] Suyuti-El-İtkan: 1/52.
[58] Suyuti-El-İtkan: 1/52; Zerkeşi-El-Burhan: 1/278; Bağdadi,
Tarih: 2/62; Lisanu’l-Arab: 1/129; Salih-Mebahis: 16.
[59] Suyuti-El-İtkan: 1/52; Zerkeşi-El-Burhan: 1/278;
Salih-Mebahis: 16.
[60] Lisanu’l-Arab: 1/129.
[61] El-Burhan: 1/278; Salih-Mebahis: 16, Kattan-Mebahis: 33.
[62] El-İtkan: 1/52; Lisanu’l-Arab: 1/128.
[63] Mebahis: 19; Menahil: 1/7.
[64] Menahil: 1/7.
[65] Kattan-Mebahis: 33.
[66] Hamdi Döndüren,
Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/405-406.
[67] Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi'l
Mirkat el Vüsûl, İst.1307, c. I, sh. 33.
[68] İslâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. VI, sh.
995, ("Kur'ân" mad.)
[69] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler
Kavramlar, İnkılap Yayınları: 224.
[70] Menahil: 1/12.
[71] El-Burhan: 1/273.
[72] Kattan-Mebahis: 35-37.
[73] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 3/406.
[74] Buharî Tecrid-i Sarih, XI, 228.
[75] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev.
Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761.
[76] Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763.
[77] el-A'raf, 19/58; er-Râd, 13/1; en-Nahl,
16/50; el-İsra, 17/107; Meryem, 19/58; el-Hacc, 22/18; Furkan, 25/60; en-Neml,
27/25; es-Secde, 32/15; Sad, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; İnşikâk,
84/21; Alâk, 96/19.
[78] Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara,
t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 763.
[79] Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fi
Ulûmi'l-Kur'ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124.
[80] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 3/406-407.
[81] bk. El-Bakara, 2/219;
en-Nisa, 4/43; el-Mâide, 5/90-91.
[82] Ayrıca şu ayetlere bakınız:
el-Bakara, 2/286, Âlu İmran, 3/159.
[83] Buhari, el-Cami', IV,
422.
[84] b. Alu İmran, 3/97, el-Hac, 22/27,
el-Bakara, 2/196, 197.
[85] Buhari, el-Cami" IV,
422.
[86] Zekiyüddin Şaban, Usulü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47.
[87] Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48.
[88] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 3/407-408.
[89] Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 276,
304; Buhârî, Tefsiru Sûreti'd-Duhân, VI, 164; Tefsîru't-Taberî, XXI, 12-15; İbn
Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, VI, 304-310; Elmalılı M. Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, V, 3794-3802.
[90] bk. el-Enfâl, 8/7;
en-Nûr, 24/55.
[91] bk. Yâsin, 36/38.
[92] er-Ra'd, 13/2; Lokmân,
31/10.
[93] el-Hicr, 15/22.
[94] Hamdi Döndüren, Naci
Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/408-409.
[95] Muhyiddin Ebû Abdullah Muhammed
b. Süleyman el-Kafiyeci, Kitabu't Taysir fi Kavaidi İlmi't Tefsir Ank.1974, sh.
56-57.
[96] Abdülaziz el-Buhari, Keşfü'l Esrar, İst.1308, c.I, sh.
19.
[97] İmam-ı Kurtubi, el-Camü li
Ahkâmû'l Kur'ân, Kahire:1976, c. I, sh. 75.
[98] Şeyh Nizamüddin ve Bir Heyet,
el-Feteva-i Hindiyye, Beyrut:1400, c. II, sh. 266 vd.
[99] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler
Kavramlar, İnkılap Yayınları: 224-225.
[100] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27.
[101] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
III, 318, 366.
[102] el-Mâide, 5/89; bk. "Yemin
Keffâreti".
[103] en-Nisâ, 4/92 bk.
"Katl Keffâreti".
[104] el-Mücâdele, 58/1-4; bk.
"Zıhar Keffâreti" mad.
[105] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh,
Daru'l Fıkri'l-Arabî tab'ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142.
[106] Hamdi Döndüren, Naci
Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/409-411.
[107] Tirmizi. Tirmizi bu hadis için
hasen-sahih dedi.
[108] Kattan-Mebahis: 41-42.
[109] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 738-739.
[110] İbn Manzur-Lisanu’l-Arab: 15/379-382; Sıhahu’l-Cevheri:
6/2519-2520; İbn Düreyd-Cemhere: 575-576; Mebahis: 22-27.
[111] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 289.
[112] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel
Kavramları: 739, 741.
[113] Salih-Mebahis: 23.
[114] ez-Zilzâl, 99/4, 5.
[115] Fussilet, 41/12.
[116] en-Nahl, 16/68, 69.
[117] el Enfâl, 8/12.
[118] el-Mâide 5/111.
[119] el-Kasas, 28/7.
[120] Cengiz Yağcı, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 290.
[121] el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12;
Kurtubî, Tefsîr, 75.
[122] bak. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler
Tarihi, 21.
[123] Cengiz Yağcı, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 289-290.
[124] Cengiz Yağcı, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 290.
[125] Cengiz Yağcı, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 290.
[126] El-Burhan: 1/228-232; El-İtkan:
1/45.
[127] Zemahşeri-Keşşaf: 4/137.
[128] Müslim-Sahih: 8/229.
[129] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 742.
[130] Buhari, Bed’ul-Vahy: 3.
[131] Kattan-Mebahis: 55; Saffat: 37/101-112.
[132] Buhari, Bed’ul-Vahiy: 2.
[133] Buhari, Bed’ul-Vahiy: 3.
[134] El-İtkan: 1/46; Hakim, Müstedrek.
[135] Buhari: Bed’ul-Vahy /1-5; Müslim: 4/1816-1817; Tirmizi:
2/146-149; Ahmed: 2/222, 4/158, 163, 256; Muvatta-Tenviru’l-Havalık: 1/206-207.
[136] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 289.
[137] Taberani.
[138] Buhari.
[139] Kattan-Mebahis: 50-53.
[140] Buhari: Bed’ul-Vahy: 2-4; Müslim: 4/1817; Tirmizi: 2/286;
Müsned: 1/34, 464, 4/163.
[141] Müsned: 2/176.
[142] Ebu Davud, Sünen: 2/11; Müsned: 5/184, 190.
[143] Müsned: 1/34.
[144] Buhari, Bed’ul-Vahiy: 2-4.
[145] Yakubi Tarihi: 2/11.
[146] Fethu’l-Bari: 2/11.
[147] Buhari, Sahih: 3/35; Müslim, Sahih: 4/1803, 1904, 1905;
Nesai, Sünen: 4/125; Müsned: 1/288, 325, 326, 363.
[148] Buhari, Sahih: 9/93; Müsned: 5/185; Fecrü’l-İslam: 166.
[149] Ahmed, Müsned.
[150] El-Burhan: 1/198; El-İtkan: 1/19-23; Mebahis: 170-174.
[151] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 741-742.
[152] İsmail b. Hammad el-Cevheri,
es-Sıhah, Mısır, 1956, c. VI, s. 2275, İslam Ansiklopedisi, c. II, s. 63.
[153] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an
Dili, İst. 1935, c. 1, sh. 52.
[154] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.
[155] Doç Dr. İsmail Cerrahoğlu, tefsir
Usulü, Ank. 1971, sh. 52.
[156] İslam Ansiklopedisi, c. II, sh.
64, Ayrıca bkz. Doç Dr. İsmail Cerrahoğlu a.g.e. sh. 52.
[157] Şah Veliyullah Ahmed İbn
Abdurrahman ed-Dihlevî, el-fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir, 1980, sh. 88, vd.
Ayrıca bkz: Doç Dr. İ. Cerrahoğlu, a.g.e., sh. 53.
[158] Abdulaziz el-Buhari,
Keşfu’l-Esrar, İst. 1308, c. II, sh. 361.
[159] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve
Kavramlar, İnkılap Yayınları: 53-54; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları,
Beyan Yayınları: 51.
[160] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.
[161] Buharí, Bed’ü’l Halk: 88,
4/251.
[162] Müslim, Fiten: 39-40,
Hadis no: 2901, 4/2225.
[163] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel
Kavramları, Beyan Yayınları: 53-54.
[164] Bakara: 2/164.
[165] Yunus: 10/5.
[166] En’am: 6/95-99.
[167] Nahl: 16/65-69.
[168] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel
Kavramları, Beyan Yayınları: 51-52.
[169] Âli İmran: 3/49.
[170] Maide: 5/114.
[171] İsra: 17/59.
[172] Meryem: 19/21.
[173] Tâhâ: 20/22.
[174] Ayrıca bak. Hûd: 11/103; Hıcr: 13/74; Kasas: 28/36; Ankebût: 29/15. vd; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel
Kavramları, Beyan Yayınları: 52.
[175] Bakara: 2/248; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 52.
[176] Mü’minûn: 23/50; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 52-53.
[177] Bakara: 2/248; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 53.
[178] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel
Kavramları, Beyan Yayınları: 53.
[179] Bakara: 2/23-24; Ankebût: 29/50-51; İsra: 17/88; Hûd: 11/13.
[180] Bakara: 2/145; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 53.
[181] Aliyyu’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, İst.
1309, c. II, sh. 525 vd. Ayrıca bkz. Feteva-i Hindiyye, c. II, sh. 266 vd.
[182] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve
Kavramlar, İnkılap Yayınları: 53-54.
[183] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.
[184] El-Cevheri, Sıhah: 6/2275-2276;
Lisanu’l-Arab: 14/61-62; Menahil: 1/331-332.
[185] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.
[186] Şamil İslam Ansiklopedisi:
1/179-180.
[187] Menahil: 1/340-341.
[188] Kattan-Mebahis: 97-100.
[189] Suyuti-El-İtkan: 1/27.
[190] Kattan-Mebahis: 105-106.
[191] Fethu’l-Bari: 9/7; Menahil: 1/53-62; Mebahis: 107-117.
[192] Cevheri, Sıhah: 2/690; Lisanu’l-Arab: 4/368; Menahil:
1/343.
[193] Menahil: 1/346-351.
[194] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 7.
[195] El-Burhan: 1/187; El-İtkan: 1/8-9; Menahil: 1/185-188.
[196] El-Burhan: 1/193-196; El-İtkan: 1/10-12; Menahil:
1/191-194.
[197] Nüzul sırasına göre yapılan bu tasnif Osman (r.a.)
mushafı esas alınarak yapılmıştır.
[198] Kattan-Mebahis: 77.
[199] Kattan-Mebahis: 77-78.
[200] Kattan-Mebahis: 78-79.
[201] Kattan-Mebahis: 79.
[202] Kattan-Mebahis: 79.
[203] Kattan-Mebahis: 80.
[204] Kattan-Mebahis: 80.
[205] Kattan-Mebahis: 80-81.
[206] Kattan-Mebahis: 81.
[207] Kattan-Mebahis: 84-85.
[208] Menahil: 1/189-191; Kattan-Mebahis: 89-90.
[209] Menahil: 1/195-197.
[210] Buhari, Sahih: 6/60, 9/93; Müsned: 5/185.
[211] İbn Hişam, Sire: 1/343-344.
[212] Müslim, Sahih: 3/1491; Ebu Davud,
Sünen: 2/35; İbn Mace, Sünen: 2/961; Müsned: 2/6, 10, 55, 63, 76.
[213] Müslim, Sahih: 4/2298.
[214] Fethu’l-Bari: 9/43; El-Burhan: 1/241; El-İtkan: 1/71;
Buhari, Sahih: 6/230; Müslim, Sahih: 4/1913.
[215] Beğavi, Şerhu’s-Sünne: 4/519; Menahil: 1/248.
[216] El-İtkan: 1/171; Buhari, Sahih: 20/16.
[217] Buhari, Sahih: 6/225; 9/92-93.
[218] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 3-4.
[219] El-Burhan: 1/281-282; El-İtkan: 1/58; Menahil: 1/252-254.
[220] Buhari, Sahih: 6/99; Müslim, Sahih: 1/560-562; El-İtkan:
1/59-60; Mebahis: 124-129.
[221] Salih-Mebahis: 80-81.
[222] El-İtkan: 2/170-171; El-Burhan: 1/376-379; Mebahis:
150-151.
[223] Müslim, Sahih: 1/562-563.
[224] Buhari, Sahih: 6/100; Müslim, Sahih: 1/560; Ebu Davud, Sünen: 1/340.
[225] El-Burhan: 1/211-227; El-İtkan: 1/45-50.
[226] Menahil: 1/403, 417, 441; Rafii,
İ’cazu’l-Kur’an: 51-53.
[227] Suyuti-El-İtkan: 1/99; Salih-Mebahis: 255; Halis
Albayrak-Tefsir Usulü: 33.
[228] Kurtubi, El-Cami: 1/64.
[229] İbn Kesir, Zeyl: 26; Menahil: 1/410.
[230] Menahil: 1/380.
[231] Menahil: 1/380; Kattan-Mebahis: 146-147; Dani-el-Mukni:
9-10, 28; El-İtkan: 2/167.
[232] Keskioğlu-Kur’an Tarihi: 256-261; Mebahis: 99-100.
[233] İbnu’l-Cezari, en-Neşr: 1/209.
[234] Buhari, Fedailu’l-Kur’an: 29; Tirmizi, Fedailu’l-Kur’an:
23.
[235] Karaçam-Kur’an-ı Kerim’in Faziletleri: 169, 175, 177.
[236] Menahil: 1/412.
[237] İbnü’l-Cezeri-En-Neşr: 1/34; El-İtkan: 1/99-113; El-Burhan:
1/330; Rafii-İ’cazu’l-Kur’an: 52.
[238] Suyûtî, el-İtkan: I, 73; Zerkeşî,
el-Bürhan: I, 331.
[239] Subhi es-Salih, Kur'an
İlimleri, Ter. Said Simşek, 200.
[240] Abdü'l-Fettâh el-Kâdî,
el-Kıraâtu'ş-Şâzze, 9-15.
[241] İ. Karaçam, Kur'an-ı
Kerîmin Nüzûlü ve Kıraati, Konya 1974, 286-287; Celâleddin Karakılıç, Tecvid
İlmi, Ankara 1977, 167-169.
[242] Abdü'l-fettah el-Kâdî,
a.g.e., 7.
[243] Zerkeşî, el-Bürhan, I,
152, 222, 254, 333; İ. Karaçam, a.g.e., 287-288; S. es-Salih, a.g.e., 199-200.
[244] El-Burhan: 1/343.
[245] İbnü’l-Cezeri-En-Neşr: 1/255;
El-İtkan: 1/83.
[246] El-Burhan: 1/342; El-İtkan: 1/83-91; Kattan-Mebahis: 186-187.
[247] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 115.
[248] İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 10.
[249] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 115-116.
[250] El-İtkan: 1/28; Mebahis: 139.
[251] İbn Sa’d-Tabakat: 6/63; İbn
Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 31; El-İtkan: 1/32; Salih-Mebahis: 134;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 116..
[252] Vahidi-Esbabu’n-Nüzul: 4.
[253] Menahilu’l-İrfan: 1/102.
[254] Menahilu’l-İrfan: 1/102.
[255] El-İtkan: 1/29.
[256] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 117.
[257] Buhari-Sahih: 6/68.
[258] Kasımi-Mehasinu’t-Te’vil: 1/22-23.
[259] Ebu İshak Eş-Şatıbi-El-Muvafakat: 3/349.
[260] Menahilu’l-İrfan: 1/105; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü:
117-118.
[261] Menahilu’l-İrfan: 1/105; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 118;
Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 136.
[262] Menahilu’l-İrfan: 1/102-107; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü:
118; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.
[263] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 118; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve
Kaynakları: 137.
[264] Menahil: 1/109-114.
[265] El-Burhan: 1/31-32; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 119.
[266] Esbab-ı Nüzul: 27; Taberi-Tefsir: 1/518;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 119; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.
[267] El-Burhan: 1/29-32; Menahil: 1/116-121; Mebahis: 155-160;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 119; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.
[268] Menahilu’l-İrfan: 1/114-116;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 120; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 138.
[269] Kasımi-Mehesinu’t-Te’vil:
1/29-38; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 138.
[270] Esbab-ı Nüzul: 27.
[271] Taberi-Tefsir: 1/498.
[272] Zerkeşi-El-Burhan: 1/29-31; Salih-Mebahis: 117.
[273] Tefsiru’l-Kasımi: 1/29.
[274] Tefsiru’l-Kasımi: 1/38.
[275] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 10.
[276] El-İtkan: 1/9.
[277] El-İtkan: 1/29.
[278] El-İtkan: 1/32; Mebahis: 135.
[279] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 121.
[280] Hacc: 22/52
[281] Casiye: 45/28-29
[282] Nahl: 16/101
[283] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/88
[284] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 7.
[285] Seyyid Şerif Cürcani-Ta’rifat: 163.
[286] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/88
[287] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 122.
[288] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 7-8.
[289] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 5-6.
[290] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/89-90.
[291] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 124; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve
Kaynakları: 141.
[292] M. Tayyib Okiç-Tefsir Dersi Takrirleri: 29-30.
[293] Salih-Mebahis: 206-207.
[294] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 126.
[295] Zerkeşi-El-Burhan: 2/42; Suyuti-El-İtkan: 2/35;
Salih-Mebahis: 212.
[296] Müslim.
[297] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 7.
[298] Zerkeşi-El-Burhan: 2/35-37.
[299] Muhammed Ali el-Arıd-Fethu’l-Mennan: 227-228.
[300] Ali Hasen el-Arid: Fethu’l-Mennan: 223-230.
[301] Mer’i İbn
Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 8.
[302] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90.
[303] El-İtkan: 26-27; El-Mustasfa: 123; El-Amidi: 35/201;
Merahi’l-İrfan. 25/110-115; Fethu’l-Menan: 220; Mevahibu’l-Menan: 28-29.
[304] Müslim, Zekat: 39.
[305] Mer’i İbn
Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 9-10.
[306] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 9.
[307] Müslim.
[308] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 11-12.
[309] Kafiyeci-Kitabu’t-Teysir: 75-76.
[310] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 11.
[311] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 13.
[312] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 14.
[313] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 15.
[314] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 16.
[315] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 17.
[316] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 18.
[317] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90.
[318] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 18.
[319] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 19-20.
[320] İmam Şafii-Risale: 106.
[321] Mustasfa s: 124; Cemu’l-Cevami: 2/110-113;
Munheca’l-Furkan: 122-126.
[322] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90
[323] Buhari, Vasaya: 6; Ebu Davud, Vasaya: 6; Buyu’: 88;
Tirmizi, Vasaya: 5.
[324] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 19-20.
[325] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90
[326] Müslim, Cenaiz: 106; Nesai, Cenaiz: 100.
[327] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 21.
[328] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 22.
[329] Mustasfa: 1/126; El-Amidi: 3/226-229.
[330] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 22.
[331] Suyuti-El-İtkan: 2/24; Zerkani-Menahil: 2/209-210.
[332] Zerkani-Menahil: 2/256-269)
[333] Ali Hasen el-Arid-Fethu’l-Mennan: 243-245)
[334] Dehlevi-Fevzü’l-Kebir; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 127.
[335] Suyuti-El-İtkan: 2/22-23.
[336] Şamil-İslam Ansiklopedisi: 5/90.
[337] Buhari; Müslim.
[338] Ebu Davut; Tirmizi; İbn Mace; Ahmed.
[339] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 23.
[340] Zerkani-Menahil: 2/80.
[341] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan
en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 21.
[342] Muhakkik Sami Ata Hasan’a ait. Mer’i İbn
Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 24.
[343] Mer’i İbn
Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 24-25.
[344] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 122-123.
[345] Mer’i İbn
Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 26.
[346] Mer’i İbn
Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 27.
[347] Lisanu’l-Arab: 13/505.
[348] Buhari: 6/41.
[349] El-İtkan: 2/2.
[350] Menahil: 175.
[351] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 131.
[352] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 132.
[353] Zerkeşi-El-Burhan: 2/80-83; Suyuti-El-İtkan: 2/6-7;
Salih-Mebahis: 226.
[354] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 132.
[355] Mebahis: 322-325; El-İtkan: 2/6.
[356] Mebahis: 282.
[357] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 129.
[358] Menahil: 2/282-286; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 132-133; Ali
Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 149-150.
[359] Buhari, Tefsir 3. sure: 1; Müslim, İlim: 1; Ebu Davud,
Sünnet: 2; Tirmizi, Tefsir 3. sure: 2; İbn Mece, Mukaddime: 7; Müsned: 6/48,
124, 132, 256.
[360] El-İtkan: 2/4; Tefsiru’l-Kasımi: 1/99.
[361] Alusi-Ruhu’l-Meani: 1/88; Meraği-Tefsir: 1/39;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 134-136; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 155.
[362] Zemahşeri-Keşşaf: 1/76; Alusi-Ruhu’l-Meani: 1/89; Tahir b. Aşur-Tefsir: 1/39; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 134-136.
[363] Nisaburi-Garibu’l-Kur’an; El-Burhan: 1/164-181; El-İtkan:
2/105-107; Menahil: 1/226-231; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 156-157.
[364] Suyuti-El-İtkan;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 148-150; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 154.
[365] İbrahim: 14/4; Yusuf: 12/2; Şura:
26/7; Zuhruf: 43/3.
[366] Zerkeşi-El-Burhan: 1/293;
Suyuti-El-İtkan: 1/113; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 151-152; Ali Turgut-Tefsir
Usulü ve Kaynakları: 158.
[367] Zerkeşi-El-Burhan: 1/293-296.
[368] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 158.
[369] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 152.
[370] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 153; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve
Kaynakları: 159.
[371] Ebu Ubeyd-Ğaribu’l-Kur’an; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 156.
[372] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 162.
[373] Bakara: 2/23-24, İsra: 17/88, Hud: 11/13.
[374] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 159-161; Ali Turgut-Tefsir Usulü
ve Kaynakları: 166.
[375] Zerkeşi-El-Burhan: 2/382-383; Menahil: 2/198-226;
Rafii-İ’cazu’l-Kur’an: 195; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 165-167.
[376] Ahmed Emin-Fecrü’l-İslam: 58.
[377] İbn Hişam-Siret: 1/289.
[378] İbn Hişam-Siret: 1/289.
[379] Taberi-Tefsir: 24/112.
[380] Suat Yıldırım-Kur’an İlimlerine Giriş: 144-145.
[381] Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 51-53. Kısaltılmıştır.
[382] Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 71-88. Kısaltılmıştır.
[383] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 174-175;
Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 169.
[384] Suyuti-El-İtkan: 2/106.
[385] İbn Manzur-Lisan: 3/102.
[386] Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 47.
[387] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 171-172; Ali Turgut-Tefsir Usulü
ve Kaynakları: 176-177.
[388] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179-180; Ali Turgut-Tefsir Usulü
ve Kaynakları: 173-174.
[389] Zerkeşi-Burhan: 1/486.
[390] Zerkeşi-Burhan: 1/486.
[391] Zerkeşi-Burhan: 1/488.
[392] Suyuti-El-İtkan: 2/132.
[393] Suyuti-El-İtkan: 2/132-34.
[394] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 174-177.
[395] Zerkeşi-El-Burhan: 2/254-299; Suyuti-El-İtkan: 2/36-40;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 177-178.
[396] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve
Kaynakları: 186.
[397] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179.
[398] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179-180; Ali Turgut-Tefsir Usulü
ve Kaynakları: 186.
[399] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 187.
[400] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 1780-181; Ali Turgut-Tefsir
Usulü ve Kaynakları: 187.
[401] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 190.
[402] Suyuti-El-İtkan: 2/18-20; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü:
182-184.
[403] Zerkeşi-El-Burhan: 1/155-163; Suyuti-El-İtkan: 2/145-151;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 186-189.
[404] Bakara: 2/75, Tevbe: 9/6, Fetih: 45/15.
[405] Subki-Tabakatu’ş-Şafii: 2/37-61; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü:
190.
[406] Mi’zanu’l-İ’tidal: 1/399.
[407] İbn Hazm, El-Fasl: 3/4.
[408] Bağdadi-Tarih: 4/153; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 191.
[409] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 191.
[410] Zirikli-A’lam: 4/173; Buğye: 2/105; Brock., G.: 1/482;
S.: 1/666.
[411] Zerkeşi-El-Burhan: 2/217-253; Suyuti-El-İtkan: 2/33-35;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 192.
[412] Zerkeşi-El-Burhan: 2/217-253; Suyuti-El-İtkan: 2/33-35;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 192-198.
[413] Suyuti-El-İtkan: 1/42; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 184.
[414] Zerkeşi-El-Burhan: 1/103.
[415] Zerkeşi-El-Burhan: 1/103-111; Suyuti-El-İtkan: 1/143-146.
[416] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 185.
[417] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 21; Ebu Davud-Vitr: 14; Tirmizi-
Fedailu’l-Kur’an: 18; İbn Mace-Mukaddime: 16; Darimi-Fedailu’l-Kur’an: 2;
Ahmed-Müsned:
1/57, 58, 69.
[418] Buhari-Sahih: 6/235;
Tirmizi-Sünen: 5/150; Ahmed-Müsned: 4/397, 404, 408.
[419] Müslim-Sahih: 1/549; Tirmizi-Sünen: 5/171.
[420] Tirmizi-Fedailu’l-Kur’an: 18; Darimi-Fedailu’l-Kur’an: 1.
[421] Buhari-Tefsir: 1.
[422] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 21; Müslim-Salatu’l-Müsafirin:
259-263.
[423] Buhari- Fedailu’l-Kur’an: 21-22;
Tirmizi-Fedailu’l-Kur’an: 4.
[424] Zerkeşi-El-Burhan: 1/432; Suyuti-El-İtkan: 2/155.
[425] Mizanu’l-İ’tidal: 4/230;
Suyuti-El-İtkan: 2/155.
[426] Suyuti-El-İtkan: 2/155.
[427] Suyuti-El-İtkan: 2/164;
Miftahu’s-Saade: 2/568-573; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 213.
[428] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 204-206
[429] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 211.
[430] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 206; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve
Kaynakları: 211.
[431] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 220-221.
[432] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 210-213.
[433] Lisanu’l-Arab: 4/369; 5/55; Cevheri-Sıhah: 2/686, 781;
Zebidi-Tacu’l-Arus: 3/470; el-Burhan: 2/147; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 213-214.
[434] Lisanu’l-Arab: 11/32-33;
Cevheri-Sıhah: 4/1627; Zebidi-Tacu’l-Arus: 3/470; 7/215; el-Burhan: 2/148;
Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 214.
[435] el-Burhan: 2/149; Mukaddimetü’t-Tefsir: 402-403; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 214-215.
[436] Cevheri-Sıhah: 5/1928; Zebidi-Tacu’l-Arus: 8/211;
Menahil: 2/16; Zehebi-Tefsir ve’l-Müfessirin: 1/23; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü:
215-216.
[437] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 217-218; Ali Turgut-Tefsir Usulü
ve Kaynakları: 222-223.
[438] Menahil: 2/10-14; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 219-220.
[439] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 220-221.
[440] Le Saint Coran İntroduction: 36-38.
[441] M. Hamidullah, Macit Yaşaroğlu-Kur’an-ı Kerim Tarihi ve
Türkçe Tefsirler Bilbiyoğrafyası: 77-88; Le Saint Coran İntroduction: 36-38.
[442] Kur’an-ı Kerim Tarihi: 72-73; Abdulkadir İnan-Kur’an-ı
Kerim’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme.
[443] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 221-223.
[444] Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 6-13.
[445] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 226-227.
[446] Tefsiri Kurtubi: 1/39.
[447] Mukaddime fi usuli’t-tefsir: 25; Tefsiri Kurtubi: 1/39.
[448] Tefsiri Kurtubi: 1/39; Ahmed-Müsned: 215; Tefsiri Kasımi:
1/191.
[449] Tefsiri Kurtubi: 1/38-39.