Cihat Tekin: Meltem TV 0542 244 87 75

TEFSİR USULÜ KAYNAKLARI 6

1- KURULUŞ DÖNEMİ: 6

A) Sahabilerden: 6

B) Tabiinden: 6

2- TEDVİN VE TE’LİF DÖNEMİ: 6

3- MÜSTAKİL VE KAPSAMLI TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI: 7

3. Asır 7

4. Asır 7

5. Asır 7

6. Asır 8

8. Asır 8

9. Asır 8

10. Asır 8

11. Asır 8

12. Asır 8

14. Asır 9

4- ASRIMIZDAKİ DİĞER TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI: 9

5- KUR’AN ARAŞTIRMALARINA İLİŞKİN ÇALIŞMALAR: 9

6- TÜRKÇE TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI: 10

7- MÜSTEŞRİKLERİN ÇALIŞMALARI: 11

KUR’AN TARİHİ 12

KUR’AN-I KERİM.. 12

1- Kur’an Kelimesinin Aslı 12

2- Kur’an’ın Tarifi: 12

3- Kur’an’ın Diğer İsimleri Ve Vasıfları: 13

4- Kur'ân'ın Toplanması: 14

5- Kur'an-ı Kerîm'in Muhtevası: 15

6- Kur’an’ın İ’cazi Özellikleri: 17

7- Kur’an’ın Muhteviyatı: 18

1. İbadetler: 18

2. Muâmeleler: 18

a. Adalet: 19

b. Şûrâ: 19

c. Yardımlaşma: 19

d. Koruma: 19

8- Kur’an İle Kudsi Hadis Arasındaki Fark: 19

KUR’AN-I KERİM’İN NÜZULÜ.. 20

A) VAHİY: 20

1) Vahiy ve Mahiyeti: 20

2) Vahyin Çeşitleri: 21

1) Gayr-i İlahi Vahy: 21

2) İlahi Vahiy: 21

3) Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy) 22

a) Kur’an’ın Özellikleri: 22

b) Kudsî Hadis. 23

3) Vahyin Başlangıcı: 23

4) Vahyin Geliş Şekilleri: 24

5) Allah’ın Meleklere Vahyetmesinin Keyfiyeti: 25

6) Vahiy Esnasında Rasulullah’ın Durumu: 25

7) Vahiy Katipleri: 26

8) Vahyin Yazıldığı Malzemeler: 26

9) Vahye Ait Bazı Terimler: 26

İLHAM: 27

B) AYET: 27

1- Ayet Kelimesinin Anlamı: 27

Ayet Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları: 28

l- Delil, Burhan: 28

2- Mucize: 28

3- Alâmet, Nişan: 29

4- Acayip, Garip İş: 29

5- İbret: 29

6- Kıyamet Alâmeti: 29

7- Kur’an’ın Tümü Veya Belli Bölümleri: 29

8) Yüksek Bina: 30

9) Cemaat: 30

2- Ayetlerin Sayısı: 30

3- Ayetlerin Sure İçindeki Tertibi: 30

4- İlk Nazil Olan Ayetler: 31

5- Son Nazil Olan Ayetler: 31

6- Konu Bakımından İlk Olanlar: 31

Bu Konunun Faydaları: 31

7- Kur’an’ın Bir Defada İnmemesinin Sebep Ve Hikmetleri: 32

C) SURE. 32

1- Sure Kelimesinin Anlamı: 32

2- Surelerin Sayısı: 32

3- Surelerin Tertibi: 33

4- Surelerin Tasnifi: 33

5- Surelerin İsimleri: 33

6- Surelerin Mekki Ve Medeni Oluşundaki Ölçüler: 33

7- Mekke’de Nazil Olan Sureler: 34

8- Medine’de Nazil Olan Sureler: 34

9- Hakkında İhtilaf Edilen Sureler: 34

10- Medeni Surelerdeki Mekki Ayetler: 34

11- Mekki Surelerdeki Medeni Ayetler: 35

12- Mekke’de İnip Hükmü Medeni Olan Ayetler: 35

13- Medine’de İnip Hükmü Mekki Olan Ayetler: 35

14- Medeni Olanda Mekki Nüzule Benzeyenler: 35

15- Mekki Olanda Medeni Nüzule Benzeyenler: 35

16- Mekke’den Medine’ye Taşınanlar: 35

17- Medine’den Mekke’ye Taşınanlar: 35

18- Mekki Ve Medeni Sureleri Bilmenin Faydaları: 36

19- Mekki Ve Medeni’nin Bilinmesi: 36

20- Mekki İle Medeni Arasındaki Fark: 36

21- Mekki Ve Medeni Surelerin Alametleri: 36

Mekki Surelerin Alametleri: 36

Medeni Surelerin Alametleri: 36

22- Mekki Ve Medeni Surelerin Özellikleri: 36

Mekki Surelerin Özellikleri: 36

Medeni Surelerin Özellikleri: 37

KUR’AN’IN TESBİTİ 37

1- Kur’an’ın Rasulullah Devrinde Yazılması: 37

2- Kur’an’ın Rasulullah Devrinde Ezberlenmesi: 37

3- Kur’an’ın Rasulullah Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep Ve Hikmetleri: 37

4- Kur’an’ın Ebu Bekir Devrinde Toplanması: 38

5- Kur’an’ın Hz. Osman Zamanında Çoğaltılması: 38

6- Kur’an’ın Harekelenme Ve Noktalanması: 39

7- Yedi Harf Ve Kıraat Meselesi: 40

A) Yedi Harf Meselesi: 40

B) Kıraat Meselesi: 40

8- Mushafların Bölüm Ve Parçalarıyla İlgili Bilgiler: 41

KONULU TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI 43

KUR’ANİ İLİMLER.. 43

A) MUSHAF VE KIRAAT BİLGİSİNE İLİŞKİN ÇALIŞMALAR: 43

1- MUSHAF’IN YAZISI (RESMÜ’L-MUSHAF) 43

Resmü’l-Mushaf’a Dair Kaynaklar: 43

2- TECVİD İLMİ 43

Tecvide Dair Kaynaklar: 44

3- KIRAAT İLMİ (KIRAATU’L-KUR’AN) 44

Kıraatte Şâzz: 44

Şâzz Kıraat İmamları: 44

Şâzz Kıraatlerin Kısımları: 45

Şâzz Kıraatlerin Hükmü: 45

Kıraat İlmi Kaynakları: 45

4- VAKF VE İBTİDA.. 45

Vakf ve İbtida Kaynakları: 45

B- KUR’AN İLİMLERİYLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR.. 46

1- NÜZUL SEBEPLERİ (ESBABU’N-NÜZUL) 46

Nüzul Sebebini Bilmenin Faydaları: 46

Nüzul Sebeplerinin Özellikleri: 47

Nüzul Sebeplerinin Problemleri: 48

Esbabu’n-Nüzul Kaynakları: 49

2- NASİH VE MENSUH.. 49

Neshin Bölümleri: 49

Nasih ve Mensuh İlminin Önemi: 50

Nesh Caiz midir?. 50

Kur’an’da Mensuhun Kısımları: 52

Kur’an’da Neshin Kısımları: 54

Nasih ve Mensuh Olması Caiz Olan Şeyler: 55

Nasih ve Mensuhu Bilme Şekilleri: 57

Mensuh Ayetler: 57

Tahsis: 57

Nesh İle Tahsis Arasındaki Fark: 58

İstisna: 58

İstisna İle Nesh ve Tahsis Arasındaki Fark: 58

Nesh Hangi Mevzularda Olur?: 58

Nesh Hakkında Genel Bilgiler: 59

Neshi İnkar Etmenin Hükmü: 59

Nasih ve Mensuh Kaynakları: 59

3- MUHKEM VE MÜTEŞABİH.. 59

Müteşabihin Kısımları: 60

Müteşabihteki Gizliliğin Belirdiği Yönler: 60

1) Müteşabihliğin Sadece Lafızda Olması: 60

2) Müteşabihliğin Sadece Manada Olması: 60

3) Müteşabihin Hem Lafız Hem de Manada Oluşu: 60

Müteşabih Hakkında Alimlerin Görüşleri: 61

1) Selef Mezhebi: 61

2) Halef Mezhebi: 61

Müteşabih Ayetleri Kim Bilir?. 61

Müteşabih Ayetlere Uyanlar: 62

Müteşabihle İlgili Kaynaklar: 62

4- BAŞLANGIÇ HARFLERİ (EL-HURUFU’L-MUKATTA’A) 62

5- SURE BAŞLANGIÇLARI (FEVATİHU’S-SUVER) 63

Fevatihu’s-Suver ve Hurufu Mukatta’a Kaynakları: 63

6- ĞARİBU’L-KUR’AN.. 63

Ğaribu’l-Kur’an Kaynakları: 64

7- İ’CAZU’L-KUR’AN (KUR’AN’IN EŞSİZLİĞİ) 64

Kur’an’ın İfade Özellikleri: 65

1) Edebi Üslubu: 65

2) Kur’an İfadelerinin Zihinlere Yaklaştırıcı ve Düşündürücü Özelliği: 66

3) Kur’an’ın Bilimsel ve Felsefi Bir Dil Kullanmayışı: 66

4) Kur’an İfadelerinin İnsanın Zihin, His ve Ruh Dünyasına Birlikte Hitap Edişi: 66

Kur’an’ın Temel Mevzuları: 67

1) Allah-Alem Münasebeti: 67

a) Görünen Alem (Şehadet): 67

b) Görünmeyen Alem (Gayb): 67

2) Allah-İnsan Münasebeti: 67

a) Ontolojik Münasebet: 67

b) Bilgisel Münasebet: 67

c) Varoluşsal Münasebet: 67

3) İnsan-İnsan Münasebeti: 67

a) Ahlak: 67

b) Hukuk: 68

4) İnsan-Alem Münasebeti: 68

İ’cazu’l-Kur’an Kaynakları: 68

8- AKSAMU’L-KUR’AN (KUR’AN’DAKI YEMINLER) 68

Aksamu’l-Kur’an Kaynakları: 68

9- KISASU’L-KUR’AN.. 69

Kısasu’l-Kur’an Kaynakları: 69

10- TEKRARU’L-KUR’AN.. 69

Tekraru’l-Kur’an Kaynakları: 70

11- EMSALU’L-KUR’AN.. 70

Emsalu’l-Kur’an Kaynakları: 71

12- MECAZU’L-KUR’AN.. 71

Mecazu’l-Kur’an Kaynakları: 71

13- MÜŞKILU’L-KUR’AN.. 71

Müşkilu’l-Kur’an Kaynakları: 73

14- İ’RABU’L-KUR’AN.. 73

İ’rabu’l-Kur’an Kaynakları: 73

15- MÜCMEL-MÜBEYYEN.. 73

16- MÜBHEMATU’L-KUR’AN.. 74

Mübhematu’l-Kur’an Kaynakları: 75

17- HALKU’L-KUR’AN.. 75

Halku’l-Kur’an Kaynakları: 76

18- KUR’AN’DA HİTAPLAR.. 76

19- KUR’AN’DA SUAL VE CEVAPLAR.. 77

20- VÜCUH VE NEZAİR.. 78

Vücuh ve Nezair Kaynakları: 79

21- FEDAİLU’L-KUR’AN.. 79

Fedailu’l-Kur’an Kaynakları: 80

22- HAVASSU’L-KUR’AN.. 80

Havassu’l-Kur’an Kaynakları: 80

23- AYETLER VE SURELER ARASINDAKİ UYGUNLUK (TENASUBİ’L-AY VE’S-SÜVER) 80

Ayetler ve Sureler Arasındaki Uygunluğa İlişkin Kaynaklar: 81

TEFSİR TARİHİ 82

1- KUR’AN’IN TEFSİRİ 82

1) Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç: 82

2) Tefsir, Te’vil, Terceme ve Meal Kelimelerinin Anlamı: 83

Tefsir İle Terceme Arasındaki Farklar: 84

3) Kur’an-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri: 84

Latin Harfleriyle Yapılan Tercemeler: 85

4) Kur’an-ı Kerim Tefsirinde İhtilaf Sebepleri: 85

2- BAŞLANGIÇTA TEFSİR.. 87

1) Rasulullah’ın Zamanında Tefsir: 87

2) Sahabe Zamanında Tefsir: 88

3) Tabiiler Zamanında Tefsir: 88

4) Tabiilerden Sonraki Zamanda Tefsir: 88

3- TEFSİR ÇEŞİTLERİ 88


TEFSİR USULÜ KAYNAKLARI

 

1- KURULUŞ DÖNEMİ:

 

Vahye mazhar olan ve arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından[1] doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.[2]

Bunun yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklaması[3] da Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.[4]

Bilinen şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde arap olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir.[5] 

İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini oluşturmuştur.

Daha sonra Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tesbit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.[6]

Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Her iki nesilden bu ilmin temellerini atanları şöyle sıralamak mümkündür:

 

A) Sahabilerden:

 

Dört Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit (45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa el-Eş’ari (44/664), Abdullah b. Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer sahabilerden gelen rivayetlerle tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte bazı ayetlerin kapalı yönleri açıklanmıştır.[7] 

 

B) Tabiinden:

 

Mücahid b. Cebr (104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade (118/736), Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem (136/753).[8] Bunlar Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini oluşturmuşlardır.[9]

 

2- TEDVİN VE TE’LİF DÖNEMİ:

 

Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.[10] Bu anlamda tefsirle meşgul olup eser verenler şunlardır:

1) Zeyd b. Harun es-Sülemi (117/735)

2) Mukatil b. Süleyman (150/767) Tefsiru Mukatil[11]

3) Şu’be b. Haccac (160/776).

4) Süfyanu’s-Sevri (161/777) Tefsiru’s-Süfyani’s-Sevri[12]

5) Veki’ b. el-Cerrah (197/812).

6) Süfyan b. Uyeyne (198/813) Tefsiru Süfyan b. Uyeyne[13]

7) Yahya b. Sellam (200/815) et-Tesarif[14]

8) Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya (207/822) Meani’l-Kur’an[15]

9) Abdurrezzek b. Hemmam (211/826) Tefsiru’l-Kur’an)[16]

Sayılan alimler sahabe ve tabiinin görüşlerini toplayıp eserler te’lif etmişlerdir.[17] Kendileri aynı zamanda muhaddis oldukları için de tefsirleri hadis mecmualarının tefsir bölümünde yer almıştır.

Hicri ikinci asırdan itibaren her asırda, ileride ayrı ayrı ele alacağımız Kur’anî ilimlere dair yüzlerce eser yazılmış ve yeni yeni ilimler tesis edilmiştir. Bu durumda tefsir usulü çalışmalarını iki kategoride incelemek mümkündür. 1) Müstakil ve kapsamlı 2) Konularına göre.

 

3- MÜSTAKİL VE KAPSAMLI TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 

Zerkani’nin bildirdiğine göre[18] h. 4. asırdan önce derli toplu bir şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin tamamına sahipti.

Zerkani’nin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif çalışmaları, konularına göre gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra başlamıştır.

Zerkani, müstakil ve kapsamlı tefsir usulü çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin (450/1038) “El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken[19] Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri” ismini de vererek te’lif etmesi açısından İbn Merzeban tarafından yapıldığını öne sürmüştür.[20]

Ancak araştırmalar ve incelemelerimize göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an” adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki yapılarak neşredilen bu kitabın[21] belli başlı tefsir usulü konularını ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin anılan eserini tefsir usulü çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı çalışmaların başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.

Tefsir usulünün başlangıcını h. 3. veya 4. asır kabul eden münakaşaları burada belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde yapılan çalışmaları ve müellifleri tanıyalım.

 

3. Asır

 

Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır. Tefsir usulünün ilki olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an” adlı eserin sahibidir. Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı vardır.[22]

 

4. Asır

 

1) Muhammed b. Halef el-Merzebân: (309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya 50’den fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[23]

2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935) Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin kurucusudur. Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha sonra Ehl-i Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir. 300’den fazla eseri vardır.[24]

3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939) Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid) ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[25]   

4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok kişiyi öldürdüğü için kassab diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[26]

5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998) Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’ fi ulumi’l-Kur’an adlı 20 ciltlik eseri vardır.[27]

 

5. Asır

 

1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi: (430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.[28]

2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103) Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li Ulumi’l-Kur’an adlı 300 bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil adlı 6 ciltlik eserin sahibidir.[29]

 

6. Asır

 

1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün yapmıştır. Bağdat’lıdır. Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir. Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır. “El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların sahibidir.[30]

2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b. Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Tefsir alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz” adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi vardır.[31]

3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Maliki mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta, Tirmizi şerhleri, Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı eserin sahibidir.[32]

4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir. Bağdat’lıdır. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat alimidir. 300’den fazla kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an, Zadu’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi Tefsiri’l-Ğarib, Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa gibi eserlerin sahibidir.[33]

 

8. Asır

 

1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi: (716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[34]

2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir. Harran’lıdır. Tatar zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır. Mukaddime fi usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların sahibidir.[35]

3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b. Behadur b. Abdullah ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[36]

 

9. Asır

 

1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b. Ömer b. Rislan b. Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421) Kahire’lidir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min Mevakiu’n-Nucum adlı eserin sahibidir.[37]

2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat etmiştir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir. 60’tan fazla eseri vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[38]

 

10. Asır

 

Celaleddin b. Kemaleddin es-Suyuti: (911/1506) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat alimidir. 500’den fazla eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[39]

 

11. Asır

 

İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı bir Osmanlı alimidir. Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili bir eseri vardır.[40] 

 

12. Asır

 

Ahmed b. Abdurrahim Şah Veliyyullah ed-Dihlevi: (1176/1764) Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir. Fethu’r-Rahman, El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.[41]

 

14. Asır

 

1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi: (1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih alimidir. 30’a yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[42]

2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948) Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden mezun oldu. Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[43]

3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir ve’l-Müfessirin adlı eserin sahibidir.

 

4- ASRIMIZDAKİ DİĞER TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:  

 

Asrımızda Kur’an ilimleriyle ilgili çalışma ve araştırmalarda büyük artış görülmektedir. Tefsir Usulü ile ilgili bu son dönem çalışmalarından tesbit edebildiklerimiz şunlardır:

1) Ebu Abdillah Zencani (1356/1935), Tarihu’l-Kur’an, s. 83.

2) Muhammed Ebu Selame, Menhecu’l-Furkan, Kahire, 1359/1938.

3) Emin el-Hûli, Et-Tefsir ve Mealimu hayatihi ve Menhecühü’l-Yevm, Mısır, 1944.  

4) Ahmed Adil Kemal, Ulumu’l-Kur’an, Mısır, 1951, s. 173.

5) Subhi’s-Salih, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1381/1962, s. 440. Said Şimşek tarafından Kur’an ilimleri adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Konya, ts.

6) İzzet Hüseyin, Ulumu’l-Kur’an, Dımeşk, 1962.

7) İbrahim el-Ebyari, Tarihu’l-Kur’an, Kahire, 1965, s. 164.

8) Muhammed Fadl b. Aşur, Et-Tefsir ve Ricaluh, Tunus, 1972, s. 183.

9) Abdulkahhar Davud el-Ani, Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an, Bağdat, 1972.

10) Mennau’l-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1393/1973.

11) Muhammed Sabbağ, Lemahat fi Ulumi’l-Kur’an ve İttihacatu’t-tefsir, Dımeşk, 1394/1974.

12) Adnan Zerzur, Tarihu’l-Kur’an ve Ulumuh, Dımeşk, 1395/1975.

13) Abdulfettah el-Kadı, Min Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1396/1976.

14) Şaban Muhammed İsmail, Maa’l-Kur’ani’l-Kerim, Mısır, 1398/1978; El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an ve’s-Sünne ve Ulumi’l-İslamiyye, c. 2, Kahire, 1400/1980.

15) Mahmut Zalat, Et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1399/1979.

16) Mahmud İbrahim Şerif, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.

17) Fehd b. Abdurrahman er-Rumi, Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye el-Hadise fi’t-Tefsir, Beyrut, 1401/1981; İtticahatu’t-tefsir fi’l-Karni’r-Rabia Aşere, c. 3, Riyad, 1407/1986.

18) Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1405/1985.

19) Abdulmun’im en-Nemr, Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1403/1983; İlmu’t-Tefsir Keyfe Neşee ve Tetavvera,  Kahire, 1405/1985.

20) Abdullah Mahmud Şehhate, Tarihu’l-Kur’an ve’t-Tefsir; Ulumu’l-Kur’an ve’t-Tefsir, Kahire 1403/1983; Ulumu’l-Kur’an, Kahire, 1985; Ulumu’t-Tefsir, Kahire, 1986.

21) Emir Abdulaziz, Dırasat fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1403/1983.

22) Nureddin Itr, Muhadarat fi Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1404/1984.

23) Abdulğafur Mahmud Mustafa Ca’fer, Buhus fi Ulumi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1403/1983; Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an ve Menahicü’l-Müfessirin, 1408/1987.

24) Muhammedi Abdurrahman, El-Mücmel fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır, 1403/1983.

25) Mahmud Bisyuni Fude, Neş’etü’t-Tefsir ve Menhecuh, Mısır, 1406/1986.[44]

26) A. Ahmed Ali, Müzekkeretu Ulumu’l-Kur’an.

27) Ahmed Muhammed Cemal, Ulumu’l-Kur’an.[45]

 

5- KUR’AN ARAŞTIRMALARINA İLİŞKİN ÇALIŞMALAR:

 

Kur’an-ı Kerim’in lafız ve mana derinliklerine nüfuz etmeyi hedefleyen çalışmalara ilk asırlardan itibaren başlandığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda Kur’an tefsirine ve Kur’an’ın iyi anlaşılmasına yardımcı olan çalışmalar, başlangıçtan günümüze kadar devam etmiş, özellikle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. Tefsir usulüne kaynak teşkil edecek olan ve çoğunlukla Kur’an araştırmaları olarak nitelenen bu eserleri müellifleriyle kısaca tanıyalım:

1) Mahmud b. el-Ferec en-Nisaburi (235/850) el-Kur’an[46]

2) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe (235/849) Sevabu’l-Kur’an[47]

3) Ahmed b. Hanbel (241/855) Cevabatu’l-Kur’an ve er-Redd ala men İddea’t-Tenakuz fi’l-Kur’an[48]

4) İsmail b. İshak (282/835) El-İhticac bi’l-Kur’an[49]

5) Ebu Ubeyd el-Belhi, Ahmed b. Sehl (322/933) Kitabu Kavarii’l-Kur’an; Kitabu İnne Surete’l-Hamd tenubu an Cemii’l-Kur’an[50]

6) Ebu Bekir en-Nakkaş (355/965) El-Muvaddıh fi Maani’l-Kur’an[51]

7) Ebu Bekir el-Cessas, (370/980) Kitabu İlhami’l-Kur’an[52]

8) İmam el-Gazali (505/1111) Tercümanu’l-Kur’an ve Düreruh[53]

9) Ebu’l-Hüseyin İbnu’d-Dekkak, Ali b. el-Kasım el-İşbili (605/1208) Müfredatu’l-Kur’an[54]

10) Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (1306/1889) Keşfü’l-Esrari’n-Nuraniyyetü’l-Kur’an[55]

11) Muhammed Abduh (1323/1905) Durus Mine’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1400/1980.

12) Muhammed Tahir b. Abdulkadir el-Kürdi el-Mekki, Tarihu’l-Kur’an, Mısır 1372/1953.

13) Ahmed Halil, Neş’etü’t-Tefsirfi Kütübi’l-Mukaddeseti ve’l-Kur’an, İskenderiyye, 1373/1954.

14) Muhammed Ebu Şuhbe, El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an, 1377/1958.

15) Muhammed Abdullah Draz, (1958) Dusturu’l-Ahlak fi’l-Kur’an, Tah: Abdussabur Şahin, Beyrut, 1972; Medhal ile’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt 1400/1980; en-Nebeü’l-Azim Kuveyt, 1390/1970, Suat Yıldırım tarafından En Mühim Mesaj Kur’an adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Akçağ Yayınları, Ankara, 1985.

16) Muhammed el-Gazali, Nazarat fi’l-Kur’an, Kahire, 1377/1958 s. 83.

17) Muhammed Sadık Urcun, El-Kur’ani’l-Azim, Hedyuhu, İ’cazuhu fi Akvali’l-Müfessirin, Kahire 1966, s. 328.

18) Muhammed Mahmud Hicazi, el-Vahdetü’lMevduiyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1390/1970.

19) Abdurrahman Fude, El-Vahyu ve’l-Kur’an, Mısır 1390/1970, s. 64.

20) Ahmet Halil, Dirasat fi’l-Kur’an, Kahire, 1972 s. 166.

21) M. Sadık er-Rafii, Tahte Rayeti’l-Kur’an, 1394/1974, s. 414.

22) İbrahim Abdulhamid Selame, Kasabi Mahmud Zalat, Abdulhayy Hüseyin, Muhammed Abdulmun’im, Dirasat Kur’aniyye Mısır, 1396/1976.

23) Muhammed Said Ramazan el-Buti, Min Ravaii’l-Kur’an, Dımeşk, 1977, s. 351.

24) Abdussalim Mükrim, Mine’d-Diraseti’l-Kur’aniyye, 1978.

25) Muhammed Kutub, Dirasat Kur’aniyye, Beyrut, 1979.

26) Muhammed Bisyuni Fude, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.

27) Ahmed Cemal el-Umri, Dirasat fi’l-Kur’an ve’s-Sünne, Kahire, 1982.

28) Rauf Şelebi, Cevahiru’l-İrfan fi’d-Da’ve Ulumi’l-Kur’an, Kahire 1406/1986.

29) Muhammed İzzed Derveze, el-Kur’an ve’l-Mübeşşirun, s. 467; El-Kur’anu’l-Mecid, Tenziluh, Uslubuh, Eseruh, Cem’uh, Beyrut, s. 340; Ed-Dusturu’l-Kur’aniyye ve’s-Sünnetü’n-Nebeviyye fi Şuuni’l-Hayat, Kahire, ts.

30) Ahmed Faiz, Dusturu’l-Usre fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut ts.

31) Muhammed Abdulaziz el-Huli, el-Kur’an, Vasfuh, hidayetuh, Eseruh, İ’cazuh, Kahire, s. 108.

32) Salih el-Büleyhi, El-Hedyu  ve’l-Beyan fi Emsali’l-Kur’an, Riyad. 

 

6- TÜRKÇE TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 

Tefsir Usulüyle ilgili türkçe çalışma ve araştırmaların son dönemde arttığı görülmektedir. Osmanlı alimlerinin çoğunlukla tefsir ve usulüne ilişkin eserleri arapça yazdıkları görülmektedir. Türkçe olarak tesbit edebildiğimiz Tefsir Tarihi, Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleriyle ilgili Türtçe eserleri müellifleriyle tanıyalım:

1) Ahmed b. Muhammed: Tabakatu’l-Müfessirin. Veli Efendi Kütüphanesi no: 427. Türkçe Yazma bir tabakat kitabı.

2) Buras’lı Mehmed Tahir: (1861-1924) Delilu’t-Tefasir. İstanbul 1325. Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi ile ilgili öz bilgiler içerir. Üç ciltlik Osman’lı Müellifleri kitabının da yazarıdır.

3) Bergama’lı Cevdet Bey: (1873-1925) Tefsir Tarihi, İstanbul 1927, s. 152. Daru’l-Fünun İlahiyat Fakultesi’ndeki ders notlarıdır. Ayat-ı Müteşabihe adlı kitabın da yazarıdır.

4) İsmail Hakkı İzmirli: (1868-1946) Tarih-i Kur’an İstanbul, 1955. Kelam, Felsefe, Mantık, Dinler ve Mezheplerle ilgili bir çok eseri vardır. 7 dil bilmektedir. Meani’l-Kur’an adlı kitabın da yazarıdır.

5) Ömer Rıza Doğrul: (v. 1952) Tanrı Buyruğu (Kur’an’ın Tercüme ve Tefsiri) İstanbul, 1980, 4. Baskı. 734 sayfadan oluşan eserin 250 sayfalık bölümü İslam, Kur’an ve Tefsir usulüne ilişkin konuları ihtiva etmektedir. Kur’an Nedir? İstanbul, 1345/1927, s. 156. Kur’an’ın tarifi, tertibi, tarihi, Avrupada Arapça olarak basımı ve batı dillerine tercemesi, Avrupa müsteşrik ve bilginlerine göre Kur’an’ın değerlendirilişi ele alınıp incelenmiştir.

6) M, Tayyib Okiç: İlahiyat Fakültesi Tefsir Dersi Takrirleri, 1952.

7) Ömer Nasuhi Bilmen: Büyük Tefsir Tarihi. Bilmen Yayınevi, c. 2, İstanbul, 1973.  Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihiyle ilgili iki ciltlik bir eserdir. Kur’an hakkında umumi bilgiler ve 464 müfessirin hayatı hakkında bilgiler vardır.

8) Osman Keskioğlu: (v. 1989) Kur’an Tarihi Nebioğlu Yayınevi, İstanbul, 1953, s. 373. Nüzulünden Günümüze Kur’an-ı Kerim Bilgileri Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara, 1987, s. 336.

9) İsmail Cerrahoğlu: Tefsir Usulü. Ankara, 1979, s. 352. Tefsir Tarihi. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları c. 2, Ankara, 1988.

10) Mehmet Sofoğlu: (1923-1987) Tefsire Giriş. Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981, s. 388.

11) Süleyman Ateş: İşari Tefsir Okulu A. Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974, s. 359.

12) Muhammed Hamidullah-Macit Yaşaroğlu: Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bilbiyografyası Yağmur Yayınları, İstanbul, 1965, s. 169.

13) Abdurrahman Çetin: Kur’an İlimleri ve Kur’an-ı Kerim Tarihi Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 309.

14) Suat Yıldırım: Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul 1983, s. 240.

 

7- MÜSTEŞRİKLERİN ÇALIŞMALARI:

    

   

 

 

 

 


KUR’AN TARİHİ

 

KUR’AN-I KERİM

 

1- Kur’an Kelimesinin Aslı

 

Kur'ân, tercih edilen görüşe göre, "karae" fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh'ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür:

"Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'ân'ı okurken, acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle" (el-Kıyâme, 75/16-18). [56]

Kur’an kelimesinin kökü ve anlamıyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşler Kur’an’ın hemzesiz veya hemzeli oluşuna dayanmaktadır.

1) Hemzesiz olduğunu iddia edenler ve görüşleri şöyle tanımlanabilir:

a) Ebu Zekeriyya Yahya ibn Ziyad el-Ferra (207/822)’ya göre Kur’an kelimesi Karine’nin çoğulu olan “Karain”den türemiştir. Ayetler birbirine benzediği için bu kelime ilahi kitaba alem olmuştur.[57]

b) İmam Muhammed ibn İdris eş-Şafii (204/819)’ye göre de Kur’an kelimesi hiçbir kelimeden türememiştir. Hemzesiz ve “el” harf-i tarifi ile mürtecel isimdir. Yani “Karae” fiilinden türemiş bir isim değildir. Eğer bu kelimeden türetilmiş olsaydı, her okunana Kur’an denilmesi gerekirdi. Tevrat ve İncil’e Tevrat ve İncil isimleri verildiği gibi Kur’an-ı Kerim’e de Kur’an ismi verilmiştir.[58]

c) Ebu’l-Hasan el-Eş’ari (324/936)’ye göre Kur’an kelimesi, bir şeyi diğer bir şeye katmak ve yaklaştırmak manasını ifade eden “Karane” fiilinden türemiştir. Zira sureler ve ayetler yan yana dizilerek birbirlerine eklenmişlerdir.[59] Ebu Bekir ibn Mücahid (324/936) de, Ebu Amr ibn el-A’la (154/771) Kur’an lafzını hemzelemezdi, demektedir.[60]

2) Kur’an kelimesinin hemzeli olduğunu iddia edenler ve görüşleri de şöyledir:

a) Ebu İshak ez-Zeccac (311/923)’a göre Kur’an lafzı “Fu’lan” vezninde sıfattır. Toplamak anlamına gelen “Kırae”den türemiş hemzeli bir kelimedir. Gerçekten Kur’an, sureleri topladığı gibi geçmiş kitapların, hatta bütün ilimlerin de meyvelerini toplamıştır.[61]

“Kitab’ı sana, her şey için bir açıklama olarak indirdik.” (Nahl: 16/89)

“Biz, Kitab’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am: 6/38)

b) Ebu’l-Hasan Ali ibn Hazm el-Lihyani (215/830) de Kur’an’ın “Ğufran” vezninde hemzeli bir masdar olduğunu savunmaktadır. Ona göre Kur’an, okumak, anlamına gelen “Kırae”den türemiştir. Dünyada en çok okunan ve okunacak kitap olduğu için Kur’an denilmiştir. Masdar olan “Kur’an” ism-i mef’ul anlamını ihtiva etmektedir.[62] İslam alimleri arasında en kuvvetli ve tercih edilen görüş de budur.[63] Zira Kur’an kelimesinin hemzesiz okunuşu, onu hafifletmek içindir. Yoksa bu onun hemzesiz olduğuna delalet etmez.[64] “Karae” fiili ve müştakları Kur’an’da 75 yerde geçmektedir.

Gerçekte Kur’an lafzı, Kur’an-ı Kerim’de de tilavet ve kıraat anlamına kullanılmış olup çeşitli ayetler bunu vurgulamaktadır. Kur’an lafzı, Muhammed’e (s.a.v.) indirilen kitaba tahsis edilip onun için şahsi alem gibi olmuştur. Lafzi ortaklık sebebiyle, Kur’an’ın tümüne veya ayetlerinden her ayete “Kur’an” denir. Sen Kur’an’dan bir ayet okuyan kimseyi işittiğin zaman: “O, Kur’an okuyor”, demen doğrudur.[65]

“Onu toplamak ve sana okutmak şüphesiz bize düşer. Sana onu okuduğumuz zaman onun okunuşunu izle. Sonra onu açıklamak bize aittir.” (Kıyamet: 75/17-19)

“Kur’an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiş olursunuz.” (A’raf: 7/204)

 

2- Kur’an’ın Tarifi:

 

Kur’an, son vahiy dini olan İslâm'ın kutsal kitabıdır.

Kur'ân-ı Kerim'in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed'e arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.

Kur'ân-ı Kerim'in, Hz Muhammed'in risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir" (el-Alâk, 96/1-5).

İlk inen âyetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur:

"Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3). [66]

Kur’an, Muhammed’e (s.a.v.) vahiy yoluyla gönderilen ilahi kitabın adıdır. Bu ad, Kur’an-ı Kerim’e bizzat Yüce Allah tarafından verilmiştir. Buna işaret eden pek çok ayet vardır.

İslâm'ın kutsal kitabının özel adı olan Kur'an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış sekiz kadar âyette kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız:

"Ey Peygamber! Kur'anı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın, yani "eûzübillâhimineşşeytânirracîm" de (en-Nahl: 16/98).

"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet olunasınız" (el-A'râf: 7/204).

"Şüphesiz bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür. Salih amel işleyen mü'minlere büyük bir mükâfat olduğunu, âhirete iman etmeyenlere de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler" (el-İsrâ: 17/9-10).

"Biz Kur'an'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr" (el-İsrâ: 17/82).

“Doğrusu o kitap, Kur’an-ı Kerim’dir.” (Vakıa: 56/77)

“Doğrusu Kur’an-ı sana indiren Biziz, Biz!” (İnsan: 76/23)

“Biz onu anlayasınız diye Arapça Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf: 12/2)

Istılâhta genel olarak: "Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla Resûl-i Ekrem (sav)'e indirilmiş olan ve peygamberimizden bize tevatüren nakledilen bir nazmdır"[67] tarifi uygun bulunmuştur.

Bunun dışında "Müslümanların mukaddes kitabı olup, Resûl-i Ekrem (sav)'e gelen vahiyleri ihtiva eder"[68] tarifi de vardır.[69]

“Kur’an, Rasulullah’a vahiy yoluyla gelen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve tilavetiyle ibadet olunan en üstün sözdür.”[70] Kur’an’ın geniş anlamda tarifi budur. Buna göre Kur’an, yirmi üç senelik bir dönemde Rasulullah’a vahiy yoluyla gelmiştir. Fatiha suresinden Nas suresinin sonuna kadar bütün sureler mushaflarda yazılmıştır. Tevatürle, yani aksine hiç bir ihtimalin bulunmadığını belgeleyen doğru bir senetle nakledilmiştir. Namazda ve başka yerlerde okunmasıyla da ibadet edilen en üstün ve en mükemmel sözdür. Kur’an, Allah kelamı olup mahluk değildir.

Fatiha suresinden Nas suresinin sonuna kadar  yazı ile tesbit edilmiş bulunan, kendisine has lafzı, üslubu ve manası olan bu mukaddes mecmuaya “Mushaf” adı verilmiştir. Mushafın çoğuluna “Mesahif” denir. İki kapak arasında bulunan sahifeler anlamındadır.

 

3- Kur’an’ın Diğer İsimleri Ve Vasıfları:

 

Kur’an-ı Kerim’in çeşitli isimleri vardır. Bunlar arasında en çok kullanılanı Kur’an’dır. Ona verilen bu çeşitli isimler Kur’an’da pek çok yerde geçmektedir. Bunlardan bazısı isim, bazısı da sıfat olarak kullanılmaktadır. Bu mukaddes kitabın isim veya vasıf olarak 90 küsür isminin olduğu söylenmişse de Zerkeşi Kur’an isimlerinin 55 olduğunu nakletmiştir.[71] En meşhurları şunlardır:

1) El-Kitab: Kalemlerle tedvin edildiği için bu adı almıştır. Bu kelime Kur’an’da 230 yerde geçmektedir. İslâm hukukunda Kur'ân için daha çok "Kitap" ismi kullanılır. Birçok âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür.

“Elif Lam Mim. Kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için bir hidayettir.” (Bakara: 2/1-2)

2) El-Furkan: Bu kelime ayırmak anlamında bir mastardır. Kur’an, hak ile batılı, helal ile haramı tam anlamıyla ayırdığı için bu isimle adlandırılmıştır.

“Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren ne yücedir.” (Furkan: 25/1)

3) Ez-Zikr: Anmak ve hatırlamak anlamına gelen bu kelime, Allah’ı andırıp, tanıttığı ve unutmamak üzere hatırlattığı için Kur’an’ın ismi olmuştur. Anmak; kalple, dille ve amelle olur.

“Hiç şüphesiz Zikr’i biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.” (Hicr: 15/9)

4) Et-Tenzil: Allah katından indirildiği için bu isim verilmiştir.

“Gerçekten o, alemlerin Rabbinin indirmesidir.” (Şuara: 26/192)

Allah, Kur’an’ı birçok vasıflarla vasıflandırmıştır. Her adlandırma veya vasıflandırma, Kur’an’ın manalarından bir manaya göredir:

5-8) El-Huda (Hidayet), Er-Rahmet, Eş-Şifa, El-Mev’ıza (Öğüt):

“Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici bir kitaptır.” (el-Bakara, 2/2)

“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yunus: 10/57)  

9) En-Nûr:

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nûr indirdik." (Nisa: 4/174)

10) El-Mubarek:

“İşte bu da bizim indirdiğimiz bir Kitab. Mubarek ve kendinden önceki kitapları tasdik edicidir.” (En’am: 6/92)

11) El-Mubin (Apaçık):

“Gerçekten size Allah’tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi.” (Maide: 5/15)

12) El-Büşra (Müjde):

“Gerçekten onu, Allah’ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü’minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O’dur.” (Bakara: 2/97)

13) El-Azîz (Kıymetli-Yüce):

“Şüphesiz, kendilerine zikir gelince onu inkâr edenler; oysa o, azîz bir kitaptır.” (Fussilet: 41/41)

14) El-Mecid (Şerefli-Üstün):

“Hayır; o, şerefli-üstün olan bir Kur’an’dır.” (Buruc: 85/21)

15) El-Beşir en-Nezir (Müjdeleyici-Korkutucu):

“Bilen bir kavim için, müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere, ayetleri fasıllar halinde açıklanmış Arapça bir Kur’an’dır.” (Fussilet: 41/3-4)[72]

16) er-Ruh:

“Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yönelip-iletiyorsun.” (eş-Şûrâ, 42/52)

17) eş-Şifâ:

“Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını artırmaz.” (el-İsrâ, 17/82)

18) el-Mesânî:

“Allah, müteşabih, ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O’ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu Allah’ın yoll göstermesidir, onunla dilediğini hidaye erdirir. Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.” (ez-Zümer, 39/23)

19) Ümmü'l-Kitab:

“Ha, Mim. Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diyeArapça bir Kur’an kıldık.” (ez-Zuhruf, 43/1-4)[73]

Kur’an-ı Kerim’e bunlardan başka isim ve vasıflar da verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

“El-Müheymin, El-Hakk, El-Hakîm, El-Burhan, El-Vahy, El-Beyân, El-Belâğ, Et-Tezkire, El-Urvetü’l-Vüskâ, El-Fasl, El-Adl, es-Sıdk, el-Kasas, Kelâmullah, Hablullah, Ahsenu’l-hadis, el-Kayyim, Ümmü’l-Kitab.”

 

4- Kur'ân'ın Toplanması:

 

Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sağlığında Kur'an'ın bütününü yazmıştır. İnen her âyeti bizzat Hz. Peygamber tarafından vahiy katiplerine okunur, onlar da yerlerine yazarlardı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s), nâzil olan âyetlerin ashabı tarafından ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashabından ne kadar çok kimse ezberlemiş olursa olsun, hafıza, daima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeble Hz. Peygamber, vahyi ezberleyenler yanında, onu bir de yanlışsız olarak yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu katipler aracılığıyla yazdırmıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Muâviye b. Ebî Süfyan, Muhammed b. Mesleme, Eban b. Sa'd, Hz. Peygambere vahiy katipliği yapan sahabilerden bazılarıdır.

Kur'an-ı Kerim, Hz. peygamber devrinde bizzat vahiy meleği ve Nebi (s.a.s)'in birbirlerine karşılıklı okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz. Peygamber' in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Hz. Peygamberin ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir.[74] Hz. Peygamber'in vefatından dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu. Böylece Kur'an inen son âyetle tamamlanmış oldu.

Yüz on dört sûre, altıbin altıyüz altmış altı âyetten müteşekkildir.

Kur'an sûreleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı sûreleri Mekke'de inmesi dolayısıyla "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiklerinden "Medenî" diye nitelendirilmiş ve yirmi iki yılda tamamlanmıştır.

Vahyedilen bütün sûrelerin hafızlar tarafından ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri ve kiremit inceliğindeki pişirilmiş tuğlalara yazılmak suretiyle korunmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında yetmiş kadar hafız (kurrâ)'ın şehid düşmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Hz. Ömer de hafızların toplanması için halife Hz. Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur'an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi.[75]

Hafız ve kâtib olan Zeyd b. Sâbit, Hz. Ebû Bekir'in talimi, Hz. Ömer'in yardım ve gözetimi altında, elinde yazılı Kur'an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve Kur'an-ı Kerim'in aslî nüshası yazılarak halife Hz. Ebu Bekir'e teslim edilmiştir. Zeyd b. Sâbit'in çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Abdullah b. Mes'ûd'un teklifiyle iki kapak arasında "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur'an-ı Kerim her hangi bir tahrifata uğramadan "Mushaf" haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.

Hz. Ömer devrinde Kur'an öğretimine hız verildi. Gerek Medine'de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir. Fakat zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M. 648'de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Hz. Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Hz. Osman, Rasulullâh'ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur'ân mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Hz. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Hz. Ebû Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Hz. Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa'ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir.[76] Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali'nin Hz. Osman için "Eğer Osman (r.a) Kur'an'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım" dediği bilinmektedir.

Kur'an-ı Kerim Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile son bulmuştur. Ondört yerinde tilâvet secdesi yer almaktadır.[77] Bunlar okunduğunda tilâvet secdesi yapmak vacibdir.

Hz. Osman (r.a) tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) neşretmiştir. Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kuran'larla Taşkent'teki Kur'an arasında tam bir benzerlik, aynılık sözkonusudur.[78]

Hz. Ebû Bekr'in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur'an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes'ud'un (ö.32/652) "Habeşistan'da bir kitap gördüm, ona Mushaf adını vermişlerdi" demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur.[79] Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.[80]

 

5- Kur'an-ı Kerîm'in Muhtevası:

 

Kur'an yirmi üç yılda parça parça indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz. Âdem (a.s)'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir: "Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?" (el-Bakara, 2/170).

Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in, Hz. Âdem'den sonra peygamber olan Hz. Nuh'tan itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar:

"Şüphesiz biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik" (en-Nisâ, 4/163)

Medine'de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve savaş halleri bu âyetlerde açıklanır. Çünkü M. 622 tarihinden itibaren artık Medine'de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti teşekkül etmişti. Bu Devlet'in basında da Allah'ın elçisi Hz Muhammed bulunuyordu.

Allah-ü Teala hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden gelmemiş, gelenler de giderek tamamlanmıştır. Mesela: namaz, sabah ve akşam iki vakit iken, sonra beş vakit olmuştur. İçki önceleri yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu belirtilmiş, sonra sarhoş iken namaza yaklaşılması yasaklanmış, en sonunda da kesin olarak haram kılınmıştır.[81]

Kur'an-ı Kerim'de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle buyurulur:

"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286)

Hükümlerde başka bir özellik de kolaylık prensibidir.

"Allah size kolaylık diler. Size güçlük istemez" (el-Bakara, 2/185)[82]

Hz. Peygamber ayetlerde belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinir, çeşitli konularda çok soru soran sahabelere: "Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın"[83] buyururdu. Nitekim hac ibadeti farz kılınınca[84] Resûlüllah (s.a.s.) bunu tebliğ etmiş ve ashab-ı kirama hac yapmalarını bildirmiştir. Bir sahabenin bu ibadeti için: "Her yıl mı?" sorusuna üç defa tekrarlaması üzerine, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur:

"Sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve aldıkları cevaplarla amel etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime bırakın"[85]

Kur'an'ın parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen ayetler ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalblere yerleştiriyordu. Müşrikler Kur'an'ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi:

"İnkar edenler; Kur'an ona bir defada indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" (el-Furkan, 25/32)

Ayetlerin olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü nüzul). Kur'an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.

Kur'an-ı Kerim'i gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Hz. Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili; "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." (el-Maide, 5/89) âyetinin devamında "mütetâbiat (peşpeşe)" ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (el-Bakara, 2/233) âyetindeki "mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz.[86]

Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Hz. Peygamber' den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz.[87]

Kur'ân-ı Kerîm bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir. Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir:

"Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğiniz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah'tan başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu yapın" (el-Bakara, 2/23)

"Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?" De ki: "Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah'tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da yardıma çağırın" (Yunûs 10/38).

Kur'an yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur:

"Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) [88]

 

6- Kur’an’ın İ’cazi Özellikleri:

 

Bu özelliği Kur'an'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur'an'ın insan gücü üstündeki bazı özellikleri şunlardır:

1. Belâgat: Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur'an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek verilebilir:

"Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir" (el-Hac, 22/ 1, 2).

2. Kur'an'ın geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur'an; Hz. Nuh, Lut, İbrahim peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır. Yine Hz. Musa ve Fir'avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem'i, Hz. İsa ve doğumu gibi haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir. Bunlar, diğer semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır. Bütün bunlar ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz. Muhammed'in diliyle haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy ürünü olmasını gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulur:

"Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi" (el-Ankebût, 29/48).

3. Kur'ân'ın gelecek olayları haber verişi: Kur'an'da haber verilen, geleceğe ait bir takım olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları örnek verebiliriz:

İslâm'ın ortaya çıkışı sırasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın güçlü iki ülkesi idiler. Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak'ın bir bölümü Bizans'a bağlı idi. M.613 tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa girişti. İran galip gelerek Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirmiş, Anadolu'yu da istilâ ederek İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti. Bu haber Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans'ı yenip perişan ettiği gibi, kendilerinin müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar hristiyan ve ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke müşrikleri İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından dolayı seviniyorlardı. İşte bu arada Kur'an-ı kerim'in şu âyetleri indi:

"Elif. Lâm. Mîm. Bizanslılar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün mü'minler Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür, esirgeyicidir" (er-Rum, 30/1-5).

Hz. Ebû Bekir, üç yıl süre belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta galip geleceklerini söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef'le bahse girdi. Bunu haber alan Rasûlüllah (s.a.s), âyetteki "bıd"' kelimesi üç ilâ dokuz arası sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi. Kaybedenin vereceği deve sayısı da yüz'e çıkarıldı. Gerçekten "Bedir" gününde, Bizanslılar İran'ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey'in varislerinden bu develeri alarak, Rasûlüllah'ın tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti.[89]

Yine Kur'ân-ı Kerîm'de müslümanlara Mescid-i Haram'a girecekleri va'dedilmiş ve şöyle buyurulmuştu: "Şüphesiz, Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın zamanda bir zafer verecektir" (el-Feth, 48/27).

Mekke fethi ve arkasından yapılan veda haccı ile bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir. Bunun gibi haber verildiği üzere çıkan pek çok olaylar vardır.[90]

4. Kur'an bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır. Kur'an'ın açıkladığı öyle bilimsel gerçekler vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin bunları kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı Kur'an'da şöyle anlatılır:

"Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık. Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz" (el-Mü'minûn, 23/12-16).

Yer, gök ve canlıların yaratılışı hakkında da şöyle buyurulur:

"İnkâr edenler, gökler ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?" (el-Enbiyâ. 21/30).

Kur'an'da bunlara benzer yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları, kitap okumasını bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed'in başkalarından öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed gençliğinde ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak üzere sadece iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye'ye kadar gidip gelmiştir. Kur'an'da haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de aynen doğrulamaktadır. Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar arasında sayılabilir. Allah'ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını açıklamaya çalışan bu bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat bilimlerinin çatışması düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere düşmekten uzaktır.

Çelişki gibi algılanan noktalar varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da anlaşılmasında kapalılık veya yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda ne kastettiği tam anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin, astronomi ve tıp ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir edilebildiği bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve sistemiyle birlikte evrendeki hareketini sürdürmesi[91], gök cisimleri arasındaki çekme ve itme gücü[92], rüzgârın bitkileri aşılayıcı fonksiyonu[93] bunlar arasında sayılabilir.

Kur'an'da yer alan amelî hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Çünkü Allah'ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin tamamlayıcısıdır. Yüce Allah; "Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) buyurur. [94]

Kur'ân-ı Kerim'in mucize olduğu hususunda hiçbir ihtilâf yoktur.

Ebû Mansur Muhammed el-Matûridî (rh.a)'ye göre: "Kur'ân-ı Kerîm'in îcaz yönü belâgatının kemâle ulaşmasıdır. Eğer bu îcaz, belâgat yönünden başka şeylerde olsaydı, benzerini getirmek için uğraşan Arapları, başka yönleriyle de âciz bırakması gerekirdi. Gaybtan haber vermesi, tenakûzdan hâli olması ister dünyevî, ister uhrevi olsun bütün mesalihi ihtiva etmesi gibi yönlerde. Bu zikredilen haller sadece Kur'ân’a mahsus olmayıp, diğer bütün ilâhi kitaplarda da mevcuttur."[95]

Kur'ân-ı Kerim, İslâm fıkhında her yönden mutlak asıldır.[96] İmam-ı Kurtubî, "Kur'ân-ı Kerîm'in îcazlarından birisi de ilimdir. Helâl, haram vesair hükümlerle, insanlığı ayakta tutan, ailevî ve beşeri münasebetleri düzene koyan ve saadeti hazırlayan bir ilim" diyerek bu konuya açıklık getirmiştir.[97] Kur'ân-ı Kerim'den olduğu sabit olan bir harfi, bir kelimeyi veya bir âyeti inkâr edenin küfrü üzerinde ittifak vardır.[98] Dolayısıyla hiçbir ideoloji gösterilemez ki, temelde küfre dayanmasın.[99]

 

7- Kur’an’ın Muhteviyatı:

 

Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

 

1. İbadetler:

 

Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş, ancak onun vakitleri, rükün ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah elçisi; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın"[100] Haccın esasları da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız"[101] Zekâtı da Allah elçisi bizzat uygulamış ve zekât memurlarına uygulama şartlarını açıklamıştır.

Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla sağlanmaktadır. Kur'an'da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin keffâreti[102], bir mü'mini yanlışlıkla öldürme keffâreti[103] ve zıhar keffâreti.[104]

 

2. Muâmeleler:

 

Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

Kur'ân-ı kerim mâlî konularda haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza esasını getirmiştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! Malı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaretle yeyin, haram ile kendinizi mahvetmeyin" (en-Nisâ, 4/29).

Diğer yandan ticarî yatırımlarda kârın meşrû oluşu "risk" esasına bağlanmıştır. İslâm, riske katılmaksızın sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş fazlalığa "faiz" adını vermiş ve bunu yasaklamıştır. Nakit tasarrufunu başkasına veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir. Bu takdirde rizikoya katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı doğar. Ya da gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm'da riske katılma yoluyla olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi gerekir ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest sözleşmeyle belirlenecek yüzde kadar pay alır.

Aile hukuku ile ilgili hükümler de Kur'ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında, aile fertlerinin birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden sonrası için miras hükümleri belirlenir.

İdare edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve koruma ilkeleri gözetir.

 

a. Adalet:

 

Adalet bütün hakların ve mülkün temelidir. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Şüphesiz ki, Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisâ, 4/58).

Şu âyet de adaletin önemini belirtmektedir:

"Şüphesiz, Allah adaleti, iyilik yapmayı ve hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder" (en-Nahl, 16/90).

Kur'an adaleti, idare edenlerle idare edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine adaletli davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil, zenginlik ve yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları korunur.

 

b. Şûrâ:

 

Kur'an-ı Kerîm şûrâyı (istişare) emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Dünyaya ait işlerde onlarla istişare et. Bir kere karar verince de, artık Allah'a güvenip dayan" (Âlu İmran, 3/159).

"Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) yoluyladır" (eş-Şûrâ, 42/38).

Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda âyet, herkesle tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare heyetinin işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir. Nass'ın işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır.[105] Burada şûrâ şekil ve unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği yeni durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.

 

c. Yardımlaşma:

 

Yönetimle toplum ve bütün mü'minler birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmalıdır. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Birbirinizle iyilik ve takvada yardımlaşın, günah işleme ve haksızlıkta yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2).

 

d. Koruma:

 

Toplumun, mal, can, ırz ve namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu uygulamak ve zayıfı güçlüye ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.

Sonuç olarak Kur'an-ı Kerîm, fert ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş, fert ve topluma zarar verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur'ân'ın okunması, dinlenmesi, açıklanması, üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin uygulanması birer ibadettir. Sözünü, iş ve mesleğini ona göre düzenlemek manevî huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ona tutunan en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet yolunu bulmuş olur. Ancak Kur'an'ın iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hakim kılmaya çalışmaktır. [106]

 

8- Kur’an İle Kudsi Hadis Arasındaki Fark:

 

Kur’an-ı Kerim ile Kudsi Hadis arasında birçok fark vardır. En önemlileri şunlardır:

1) Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın Rasulullah’a lafzıyla beraber vahyettiği kelamıdır. Onunla Araplara meydan okumuştur. Araplar onun benzeri olan on sureyi veya bir sureyi getirmekten aciz kalmışlardır. Kur’an ile meydan okuma, hala devam etmektedir. O, kıyamet gününe kadar kalıcı bir mucizedir. Kudsi hadis ile meydan okuma ve i’caz vaki olmamıştır.

2) Kur’an-ı Kerim ancak Allah Teala’ya nisbet edilip: “Allah Teala şöyle buyurdu.” denir. Kudsi hadis ise Allah’a izafe edilerek rivayet edilir ve nisbet, bu taktirde, ihbar nisbeti olur. Çünkü Rasulullah bunu, Allah Teala’dan haber verici olup: “Rasulullah Rabbinden rivayetinde şöyle buyurdu.” denir.

3) Kur’an-ı Kerim’in hepsi tevatürle nakledilmiştir. Onun sübutu kesindir. Kudsi hadislerin ise çoğu ahad haberlerdir. Bunların sübutu zannidir. Kutsi hadis; bazen sahih olur, bazen hasen olur, bazan da zayıf olur.

4) Kur’an-ı Kerim, lafız ve mana bakımından Allah katındandır. Onun lafzı da, manası da vahyedilmiştir. Kudsi hadisin ise; manası Allah katından lafzı Rasulullah’dandır. Sahih olan budur. Onun lafzı değil, manası vahyedilmiştir. Bunun içindir ki, muhaddislerin çoğunluğuna göre, kutsi hadisin lafzını gözetmeden sadece manasını rivayet etmek caizdir.

5) Kur’an-ı Kerim’in tilaveti ile ibadet olunur. O namazda okunur. Nitekim Yüce Allah: “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” (Müzzemmil: 73/20) buyurmuştur. Hadiste bildirildiğine göre, Kur’an’ı okumak; karşılığında Allah’ın sevab ihsan ettiği bir ibadettir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Allah Teala’nın kitabından bir harf okursa ona bir hasene vardır. Bir haseneye ise on kat sevap verilir. Ben elif-lam-mim bir harftir demiyorum, lakin elif bir harf, lam bir harf ve mim bir harftir.”[107]      

Kudsi hadis namazda kıraat için yeterli olmaz. Allah onun okunmasına genel bir sevap verir. Kur’an kıraatinde bir harfe verilen on hasene hakkında , hadisi şerifte bildirilen sevab, kudsi hadis için verilmez.[108]

 

KUR’AN-I KERİM’İN NÜZULÜ

 

A) VAHİY:

 

1) Vahiy ve Mahiyeti:

 

Allah’ın son kitabı Kur’an-ı Kerim, Rasulullah’a vahiy yoluyla gelmiştir. İslam vahye dayalı bir dindir. O, insan aklının, insan hevasının ortaya koyduğu bir şey değildir. Diğer bütün batıl inanç ve ideolojiler insanlar tarafından üretilmiştir. Ancak ilahi din olan İslam vahy yoluyla insanlara Allah tarafından bildirilmiştir.[109]

Vahiy kelimesi masdar olup, dilde gizli konuşmak, fısıldamak, ilham etmek, emretmek, ima ve işaret etmek, seslenmek, acele etmek, ortaya çıkarmak, mektup yazmak, elçi göndermek gibi çeşitli anlama gelmektedir.[110]

Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme, acele etme, seslenme. Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini peygamberlerine bildirmesi anlamında bir Kur'ânî terim.

"Vahiy" kelimesinin yukarıdaki anlamlarda kullanıldığına ait Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok örnek vardır. Bunlar şöylece sıralanabilir:

"Zekeriyya mihraptan kavminin karşısına çıkıp sabah akşam rablerini tesbih etmelerini vahyetti" (Meryem : 19/11).

Buradaki vahiy kelimesi ima etmek, işaret etmek anlamında kullanılmıştır;

"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlar birbirlerini aldatmak için süslü ve yaldızlı sözler vahyederler" (el-En'am, 6/112).

Şeytanların birbirlerine vahyetmesi; fısıldama, gizli konuşma anlamlarında kullanılmaktadır;

"Şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler" (En'am, 6/121).

Bu ayetteki "vahiy" kelimesi teşvik etme, telkin etme, söyleme, anlamlarında kullanılmıştır:

"Her gökte ona ait emri vahyetti" (Fussilet, 41/12);

"Çünkü Rabbin kendisine vahyetmiştir" (en-Zilzal, 99/5) âyetlerinde geçen "vahiy" kelimesi de emretmek anlamında kullanılmıştır; "Bana ve Resûlüme iman edin, diye vahyetmiştim" (el-Maide, 5/111) âyetinde zikredilen "vahiy" kelimesi ima etme, emretme, manalarını ihya etmektedir.

Musa'nın anasına: "Onu emzir. Eğer onun için korkarsan onu denize bırakıver, korkma ve mahzun olma. Çünkü biz onu geri vereceğiz ve kendisini peygamber yapacağız" diye vahyetik" (el-Kasas, 28/7).

Bu âyette geçen "vahiy" kelimesi de ilham ve rüya anlamlarında kullanılmaktadır.[111]

Dini terim olarak kullanılan vahiy ise, bu anlamlardaki vahiy değil, Yüce Allah’ın nebi ve rasullerine emir ve yasaklarını bildirmesi, anlamındaki vahiydir.

Kimilerine göre vahy, Allah’ın kullarına bildirmek istediği hidayet ve emirlerini, onların arasından seçtiği nebi ve rasullerine insanların alışık olmadığı bir yolla bildirmesidir. Vahy, en geniş kapsamıyla şöyle tanımlanabilir: Rabbimizin genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilahi emir, yasak ve haberlerin tümünü aracı ile veya aracısız olarak, gizli ve hızlı bir yolla nebi ve rasullerine iletmesidir. Bir başka yönden vahy, haberci veya işaret gibi herhangi bir aracı ile meramı ifade etmek demektir. Allah’ın kullarına haber göndermesi demek olan inzal kelimesi de bazen vahiy yerine kullanılır. Kur’an’da geçen ilim, hikmet, şifa, nur gibi kavramların da vahy karşılığı olarak kullanıldığını görmekteyiz. Vahy kökünden gelen kelimelerin geçtiği ayetlerde, bir varlığın diğer bir varlıkla iletişim ve irtibat kurması, ortak bir özellik olarak gözükmektedir. Vahiy olayında, kendisine haber ulaştırılan, kendisiyle iletişim kurulan varlık, vahyi aldıktan sonra onun gereğini yapmak üzere harekete geçiyor. İletilen şey bir bakıma onun üzerinde etkileyici bir rol oynuyor. Örneğin bir rasul, vahyi aldıktan sonra, durmuyor, harekete geçiyor ve aldığı vahyi insanlara ulaştırıyor. Onun tebliğ ettiği vahyi duyup da kabul eden mü’min ise boş oturup beklemiyor, vahiyle gelen hükümlerin gereğini yapıyor. Demek ki vahy sıradan bir haberleşme, bir iletişim kurma değil, haberin ulaştığı varlığı aksiyona sevkeden önemli bir faaliyettir, önemli bir yönlendirici kaynaktır.[112]

Bir beşer olarak Rasulullah’ın, maddi alemden soyutlanıp, manevi aleme yönelmesi ve ilahi hitabı dinleyip alması anlamına gelen vahyin hakikatını kavramaya imkan yoktur. Çünkü ilim ve tekniğin başarılarına rağmen, insanoğlunun ruhi hallere ait bilgisi çok kısırdır. Fakat hakikatını anlıyamıyoruz diye vahiy hadisesini inkâr edemeyiz, bizim inancımıza göre vahiy hariçten gelir. Hristiyanlar vahyi ilham manasına alırlar. Maddeciler de vahyi insanın  iç coşkusu olarak tanırlar.

İslam inancına göre vahiy gerçeğini modern ilim yoluyla halletmek ve münakaşaya kalkışmak tehlikeli bir çıkmaza götürebilir. Çünkü vahiy metafizik bir meseledir, tecrübi ve sosyal ilimlerin metodu buna uygulanamaz. Vahiy, fıtri olan beşeriyyetten bir an sıyrılmaktır. Yine vahy, ruh gibi bir ilahi sırdır. Kısaca vahy Allah ile rasul arasında kılmış bir sır olduğundan insanoğlunun onu tam olarak anlaması mümkün değildir.

Kelimeleri yerli yerinde kullanmamaktan dolayı vahy vakıası ile keşf ve benzeri ilham, sezgi, bilinç altı ve bilinçsizlik gibi kelimeler arasında kalın bir çizgi çizmeyi gerekli görüyoruz. Ne yazık ki günümüzün aydınları, yabancılara benzemek sevdasıyla bu gibi kelimeleri ağızlarına sakız yapıyor ve diğer nebilerle nebilerin sonuncusu Muhammed’e gelen vahyi büyük bir saflıkla bu gibi kelimelerle izah etmeye kalkışıyorlar.[113]

Vahyin gelişi Rasulullah’ın elinde değildir. Kıblenin değiştirilmesi hadisesi ve ifk olayı bunun en açık kanıtıdır.

 

2) Vahyin Çeşitleri:

 

1) Gayr-i İlahi Vahy:

 

İma, işaret, konuşma ve telkinleri ifade eden vahiylerdir.

a) “Böylelikle mihrabtan kavminin karşısına çıkıp onlara: “Sabah-akşam tesbih edin.” diye vahyetti.” (Meryem: 19/11)

Buradaki vahiy, Zekeriyya’nın (a.s.) milletine yapmış olduğu ima ve işareti belirtmektedir.

b) “Böylece her nebiye, onları aldatmak için birbirine süslü sözler vahyeden insan ve cin şeytanlarını düşman ettik.” (En’am: 6/112)

Bu ayetteki vahiy, cin ve insan şeytanlarının verdiği vesveseler, fısıldamalar, gizlice söylemeler anlamına gelmektedir.

c) “Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına vahyederler.” (En’am: 6/121)

Bu ayetteki vahiy, telkin etmek, gizli-çağrılarda bulunmak, teşvik etmek ve söylemek anlamına gelmektedir.

d) Vücut organlarıyla ima. Şairin şu sözünde olduğu gibi:

“Ona bir bakış baktım, vasıflarının fevkaladeliğine düşüncenin incelikleri şaştı. Göz kırpışı ona, onu sevdiğini ima etti. İma, yanaklarında etki yaptı.”

 

2) İlahi Vahiy:

 

İlahî vahy anlamında kullanılan vahy kelimesinin 71 tanesi Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılan vahy ile ilgilidir. Geriye kalanları ise cansız olan "arz"a yapılan vahy[114], semaya yapılan vahy[115], bal arısına yapılan vahy[116], meleklere yapılan vahy[117], Hz. İsa'nın Havarîlerine yapılan vahy[118], Hz. Musa'nın anasına yapılan vahy [119]'dir.

 [120]

İlahi vahiy, Allah tarafından gelen vahiydir. Kur’an’da 5 çeşidine rastlamaktayız:

a) Yere ve göğe hitaben gelen vahiyler. Allah’ın emretmesi anlamındadır.

“O gün haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir.” (Zilzal: 99/4-5) “Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti.” (Fussilet: 41/12)

b) Hayvanlardan bal arısına gelen vahiy. İç güdü, ilham anlamındadır.

“Rabbin arıya: “Dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin.” diye vahyetti.” (Nahl: 16/68)

c) Meleklere hitaben gelen vahiy. Allah’ın emretmesi anlamındadır.

“Rabbin meleklere: “Ben sizinle beraberim.” diye vahyediyor.” (Enfal: 8/12)

d) İnsanlardan İsa’nın (a.s.) havarilerine ve Musa’nın (a.s.) annesine hitaben gelen vahiyler. İma, emir, rüya ve ilham manasındadır.

“Hani Havarilere: “Bana ve rasullerime iman edin.” diye vahyetmiştim.” (Maide: 5/111) “Musa’nın annesine: “Onu emzir.” diye vahyettik.” (Kasas: 28/7)

e) Hakiki Vahiy: Allah tarafından nebi ve rasullerine özellikle Muhammed’e (s.a.v.) ulaştırılan vahiydir. Vahyin dini terim olarak da anlamı budur. Kur’an-ı Kerim’de çeşitli ayetlerde ilahi vahye mazhar olan nebi ve rasullerden ve Rasulullah’ın vahye mazhar oluşundan bahsedilmektedir.

“Nuh’a ve ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik.” (Nisa: 4/163) “Biz de Musa’ya: “Asanı fırlatıver.” diye vahyettik.” (A’raf: 7/117)

“Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa vur.” diye vahyettik.” (A’raf: 7/160) “Andolsun biz Musa’ya vahyetmiştik.” (Taha: 20/77)

“Musa’ya: “Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü izleneceksiniz.” diye vahyettik.” (Şuara: 26/52)

“Kendinden öncekini doğrulayıcı olarak sana Kitap’tan vahyettiğimiz gerçeğin ta kendisidir.” (Fatır: 35/31)

“Sana ve senden öncekilere vahyolundu ki...” (Zümer: 39/65)

“Ve sizi onunla korkutup-uyarmam için bu Kur’an bana vahyolundu.” (En’am: 6/19)

“O hevasından konuşmaz. Onun söylediği kendisine vahyedilenden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)

“Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum.” (Yunus: 10/15)

“Rabbinin Kitab’ından sana vahyolunanı oku!” (Kehf: 18/27)

 

3) Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy)

 

Hz. Peygamber'in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi âyetler, bir kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm sûresi 4. âyette: "O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" buyurulmuştur. Mıkdam b. Ma'dî-Kerib'in rivâyetine göre Hz. Peygamber de: "Bana Kur'ân ve onunla beraber O'nun gibisi verildi. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir..."[121] buyurmuştur. Bu âyet ve hadisi delil kabul eden bazı İslâm alimleri, Hz. Peygamber'in hadisleri hakkında ictihad yapmasının caiz olmadığını ve sünnetin de Allah tarafından inzal olunmuş vahiy gibi düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak mezhepler tarihi incelendiği zaman görülür ki, Hz. Peygamber kendisine sorulan sorulara vahy ile, yoksa kendi re'yi ile ictihâd ederek fetva verirdi. İctihadında hata olursa Allah onun hatasını vahy yoluyla düzeltirdi. Nitekim Bedir savaşında ele geçirilen esirler hakkındaki Peygamber ictihâdı, Enfâl sûresi 67, 70 âyetleri ile tashih edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Peygamber'in ictihadı hatalı olabilir.[122] Kudsî hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber'in söylediği sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.

Kur'ân, hadisi kudsî ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (a.s) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da Hz. Peygamber'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz bulunduğu ilâhî kelamdır. [123]

 

a) Kur’an’ın Özellikleri:

 

1) Peygamber (s.a.s)'e uyanıkken Cebrail vasıtasıyla veya uykuda ve diğer vahy yollarıyla inzâl edilmiştir.

2) Lafız ve manaları Allah tarafındandır,

3) Lafzı arapçadır,

4) Gerek namazda, gerekse namaz dışında okunarak ibadet edilir,

5) Şekil ve manası Allah tarafından konmuştur,

6) Abdestsiz ve guslü gerektiren bir halde bulunan kimsenin Ona dokunması haramdır,

7) Boy abdest alması gereken kimse O'nu okuyamaz,

8) Her harfini (ibadet kasdıyla) okumanın on sevabı vardır,

9) Belli kısımlarına âyet ve sûre adı verilir,

10) Mushafta yazılıdır,

11) Fâtiha suresi ile başlayıp, Nâs sresi ile sona ermiştir,

12) Zamanınıza kadar kitap halinde tevatür yoluyla gelmiştir,

13) Nesilden nesile intikalinden, her türlü değiştirilmeden Allah'ın koruması ile korunmuştur,

14) Beşer, bir benzerini meydana getirmede acizdir,

15) Lafzı olmaksızın yalnız manasıyla nakli (rivayeti) caiz değildir.

Kur'ân bu özellikleriyle, vahyi metluvü (okunan vahyi) meydana getirmektedir. Kurbet niyetiyle namaz ve namaz dışında okunmakla ibadet edilir. Diğer vahy mahsulü olan kudsî hadis ve hadislerle namazda okunarak ibadet edilmez. Ancak namaz dışında ilim ve teberrüken okunabilir. [124]

 

b) Kudsî Hadis

 

Allah'ın, manaları Hz. Peygamber'e (s.a.s) ilham ettiği fakat lafızlarını Peygamber (s.a.s)'in ifade ettiği, Kur'ân'dan sayılmayan, okunmakla ibadet olunmayan (Kur'ân gibi namazda okunmaz), ahad yolla (tevatürle değil) Rasûlüllah (s.a.s)' tan nakledilmiş ve onun tarafından da Allah'a nisbetle ifade edilmiş sözlerdir. Kudsî hadis hakkında iki görüş vardır:

1- Kudsî hadislerin hem sözleri hem de manası Allah'tandır, fakat Kur'ân'dan bir âyet değillerdir.

2- Kudsî hadislerin manası, diğer hadisler gibi Allah'tan, sözleri ise Rasûlüllah’tandır. Bu tür hadislere aynı zamanda "rabbanî ve ilahî hadisler" de denir. Kudsî hadislerde: "Rabb'ından rivayet ettiği hadiste Rasûlüllah şöyle buyurdu", "Kendisinden Rasûlüllah'ın rivayet ettiği hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurdu" gibi ifadeler kullanılmıştır.

Ebu'l-Bekâ, hadîsi şöyle tarif eder: Hadîs, tahdis mastarından bir isimdir, haber vermek manasınadır. Sonraları Rasûlüllah (s.a.s)'e nisbet edilen bir söze veya fiile yahut bir takrire hadis denmiştir. Sünnet ise lügatte, kişinin takib ettiği yol, pratik hayatta hal ve tavır, âdet, gidiş, sîret gibi manalara gelir. Hadîs alimlerince hadîs ile sünnet aynı manada kullanılmıştır. Sünnet kelimesi genelde Allah'a ve Rasûlüllah (s.a.s)'e nisbet edilir. Allah'a nisbet edildiği zaman âdetullah, kanun manasında kullanılmıştır:

"Daha evvel geçenler hakkında da Allah bu âdeti koymuştur" (el-Ahzab : 33/62);

"Biz bunu senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de sünnet (kanun, kaide) yapmışızdır. Habibim sen bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik bulamazsın" (el-İsra, 17/77; Fatır, 35/43).

Sünnet kelimesi Hz. Peygamber'e nisbet edildiği zaman da onun sözleri, yani hadis-i şerifleri, fiilleri ve takriri anlaşılır. Sünnet, dolayısıyla hadis-i şerifler "vahy-i gayrı metlüv" dür ve özellikleri şunlardır:

1) Yalnız manası Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri Rasûlüllah (s.a.s)'e aittir.

2) Bu sebeple manayı iyi anlayanların, onu yalnız manasıyla nakletmeleri caiz görülmüştür.

3) Lâfzı mu'ciz değildir.

4) Okunarak ibadet edilmez (namazda okunsa namaz bozulur).

5) Uykuda ve uyanıkken, meleksiz ve melekle türlü vahiy şekilleriyle gelmiştir.

6) Kur'an için yukarıda sayılan diğer özellikler burada aranmaz. [125]

 

3) Vahyin Başlangıcı:

 

İlk vahiy geldiğinde Rasulullah 40 yaşında idi (610). Kur’an, Ramazan ayında Kadir gecesinde Pazartesi günü indirilmiştir. Kur’an, Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına toptan indirilmiştir (inzal). Oradan Cebrail vasıtasıyla Rasulullah’ın kalbine 23 yıl içerisinde ihtiyaca göre, aralıklı olarak, parça parça indirilmiştir (tenzil).[126]

Rasulullah kırk yaşına geldiği sırada daha çok yalnızlığı sevmeye başlamıştı. Zaman zaman Hira mağarasına giderek orada kendi gönlünce Allah’a ibadet ederdi. Nihayet Hira mağarasında bulunduğu bir gece kendisine vahiy gelmeye başladı. Melek Rasulullah’a şöyle dedi:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak: 96/1-5) 

İşte bu ayetler, Rasulullah’a ilk nazil olan ayetlerdir. Bunlarla ona nebiliği bildirilmiş, fakat tebliğ emri henüz verilmemişti. Nazil olan bu ilk ayetlerden sonra bir müddet vahiy kesildi. Vahyin gelmediği bu döneme fetreti vahiy denmektedir. Fetreti vahiy döneminin üç yıl veya kırk gün olduğu rivayet edilmektedir. Bundan sonra tekrar vahiy gelmeye başladı ve devam etti. Fetreti vahiyden sonra ilk gelen ayetler ise şunlardır:

“Ey örtüsüne bürünen, kalk uyar. Rabbini tekbir et. Elbiseni temizle. Kötülükten kaçın. Yaptığın iyiliği çok görme. Rabbin için sabret.” (Müddessir: 74/1-7)

İlk nazil olan Alak suresinin beş ayetiyle Rasulullah’ın nübüvveti, fetretten sonra ilk olarak gelen Müddessir suresinin yedi ayetiyle de risaleti başlamıştır. Rasulullah (s.a.v.) Allah’tan gelen vahyi hiçbir artırma ve eksiltme yapmaksızın –hatta kendisini uyaran, tehdit eden ayetleri dahi- olduğu gibi insanlara tebliğ etmiştir.

“Eğer o bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ elini çekip-alıverirdik. Sonra onun can damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı.” (Hakka: 69/44-47) 

Zemahşeri şöyle diyor: “Bunun manası şudur: Şayet söylemediğimiz bir şeyi söylediğimizi iddia etse, kralların kendilerine karşı yalan söyleyeni, azab çektirmek ve ondan intikam almak gayesiyle eziyet ede ede öldürdükleri gibi, biz de onu öylece öldürürüz.”[127]

Rasulullah (s.a.v.) Kur’an ile karışmasın diye başlangıçta kudsi hadislerin bile yazılmasına karşı çıkmıştır. Daha sonra böyle bir endişe kalkınca bazı sahabelere yazılması için izin vermiştir.[128]

 

4) Vahyin Geliş Şekilleri:

 

Allah’ın, insan topluluklarıyla bir nevi konuşması sayılabilecek kurumsal vahyi, direkt değil bir başka elçi aracılığıyla gerçekleşir. Canlı ve cansız varlıklara bildirilen vahyin iki boyutu, -vahyin kaynağı Allah ve onu alan canlı veya cansız varlık- vardır. Rasullere bildirilen vahyin ise Allah, vahy meleği, rasul ve onların tebliğ ettikleri insanlar olmak üzere dört boyutu vardır.[129]

Kur’an’ın bildirdiğine göre Allah insanlarla üç şekilde konuşmaktadır: Ya Allah sözünü kulunun kalbine düşürür, ya ağacın arkasından Musa’ya nida ettiği gibi perde arkasından kuluyla konuşur veya bir melek vasıtasıyla konuşur.

“Kendisiyle Allah’ın konuşması bir beşer için olacak değildir; ancak bir vahiy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi başka.” (Şura: 42/51)

İşte rasullere gelen vahiyler, genel anlamda bu ayette belirtilen şekillerde olmuştur. Hadislerden ve sahabelerin sözlerinden çıkarılan bilgilere göre Rasulullah’a vahyin geliş şekil ve tarzları şöyledir:

1) Sadık Rüya: Vahyin ilk geliş şekli olup, Rasulullah’ın uyku halinde gördüğü ve sabah aydınlığı gibi apaçık gerçekleşen rüyalarıdır. Aişe’nin (r.a.): “Rasulullah hiç bir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi çıkmasın.”[130] sözleri vahyin bu çeşidine işaret etmektedir. İbrahim’in (a.s.) oğlu İsmail’i kestiğine dair gördüğü rüya olayı ve bu rüyayı gerçekleştirme girişimi, rasullerin uykuda gördükleri salih rüyanın, uyulması gereken bir vahy olduğuna delalet etmektedir.[131]

2) Meleğin görünmeden Allah’ın sözünü Rasulullah’ın kalbine düşürmesi şeklinde gelen vahiy: Rasulullah’a en zor gelen vahiy şekli bu idi. Zil ve çan sesine benzer bir ses duyardı. Bu ses devam ettiği müddetçe titrer ve hitabın heybetinden korkardı. Ses kesildiği zaman, Rasulullah vahyolunan sözleri kavramış olurdu. Tevhid, tehdit, vaad ve uyarıyı ihtiva eden ayetler bu şekilde gelirdi. Aişe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Haris ibn Hişam’ın vahyin gelişi hakkındaki sorusuna Rasulullah şöyle cevab vermiştir:

“Bazen bana zil (çıngırak) sesi gibi gelirdi ki, benim için en ağırı budur. Benden ayrılınca ne dediğini anlamış olurum. Bazen de melek bir erkek şeklinde bana gelir, konuşur, ben de onun dediğini anlamış olurum.”[132]

Böyle bir vahyin geliş anında Peygamber (s.a.s) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s)'in âyetleri zabtetmekte zorluk çektiği dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah, Peygamberine "Vahyi çabucak alması için dilini kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy" (el-Kıyame, 76/16-18) uyarısında bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlullah Cebrail'i dinler, onun gidişinden sonra onun gibi okurdu.

3) Cebrail’in asli şekliyle görünüp ilahi emri duyurması şeklinde gelen vahiy: Cebrail bu şekilde iki defa görünmüştür. Birincisi risaletin başlangıcında Hira mağarasında meydana gelmiştir. Rasulullah bu dehşetli manzara karşısında dayanamayarak bayılmıştı. İkincisi de Mi’rac gecesi Sidretü’l-Münteha’da olmuştur. Fakat artık Rasulullah, böyle şeylere alışık olduğu için bu defa önceki gibi sarsılmamıştı.

4) Cebrail’in insan şeklinde görünerek getirmiş olduğu vahiy: Bu tür vahiy, Rasulullah’a en kolay geleni idi. Çoğu zaman Cebrail sahabeden Dıhye’nin suretinde görünerek gelirdi.  Rasulullah şöyle buyurdu: “Bazen bana delikanlı suretinde gelirdi.”[133]

5) Cebrail’in görünmeden, uyanık halde bulunan Rasulullah’ın kalbine ilka ettiği vahiy: Bu bir ilham değil, vahiydir. Şu hadis bu tür vahyi anlatmaktadır:

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ruhu’l-Kudüs, kalbime hiçbir nefse rızkını tüketmeden ölmeyecek, diye üfledi. O halde Allah’tan korkun, rızkı güzel, meşru yoldan arayın.”[134]

Ruhu'l-Kudüs, Cebrail'dir. Cebrailin göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de, meleğin görünmeden vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.

6) Rasulullah uyanık iken doğrudan doğruya veya perde arkasından Allah’ın kelamını duyması şeklindeki vahiy: Bu tür vahye Rasulullah, Mi’rac gecesinde mazhar olmuştur. Namazın farz olması ve Bakara suresinin son üç ayeti vasıtasız olarak bu şekilde vahyedilmiştir.[135]

“Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü’l-Mühteha’nın yanında gördü.” (Necm: 53/12)

"Allah Musa ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164).

7) Cebrail’in, Rasulullah uykuda iken getirdiği vahiy: Müslim’in Sahih’inde Enes’den rivayet edilen hadiste geçtiği üzere Kevser suresi bu şekilde nazil olmuştur.

Rasulullah’ın yukarıda belirtilen vahiy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi ayetler, bir kısmı ise kudsi hadisler ve hadisi şeriflerdir.

 [136]

 

5) Allah’ın Meleklere Vahyetmesinin Keyfiyeti:

 

Allah meleklerle onların anladıkları bir kelam ile vasıtasız bir şekilde konuşmuştur. Melekler de Allah’ın emirlerine itaat etmişlerdir.

“Hani Rabbin meleklere: “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti. Melekler: “Sen orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler.” (Bakara: 2/30)

“Hani Rabbin meleklere: “Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun, diye vahyediyordu.” (Enfal: 8/12)

“İş taksim eden meleklere andolsun.” (Zariyat: 51/4)

“İş düzenleyenlere andolsun.” (Naziat: 79/5) 

Nevvas İbn Sem’an’dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teala emri vahyetmek istediği zaman vahy ile konuşur. Bunun üzerine gökleri, Allah korkusundan, şiddetli bir sarsıntı –veya ravi titreme demiş- alır. Göklerdeki yaratıklar (ehli semavat) bunu işitince, Allah için secdeye kapanırlar da, başını ilk kaldıran Cibril olup, Allah ona vahyi ile dilediğini söyler. Cibril, meleklere uğrar. Her bir göğe uğradığında, oranın melekleri ona: “Rabbimiz ne dedi, ey Cibril?” diye sorarlar. Cibril de: “Gerçeği söyledi. O, yücedir, büyüktür.” der. Onların hepsi de, Cibril’in söylediği gibi söylerler. Nihayet Cibril, vahy ile Allah’ın emrettiği yere varır.”[137]

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah Teala, gökte bir işin yapılmasına hükmetti mi, melekler, Allah’ın sözüne ihtiram ve inkıyad ederek kanatlarını birbirine vururlar. Yüce Rabbin işitilen sözü, yalçın bir kaya üzerinde (hareket eden) zincir(in sesi) gibi (heybetli)dir.”[138]

Kur’an-ı Kerim, Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Ramazan ayında, Kadir gecesinde indirilmiştir.

“Doğrusu o, şanlı bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfuz’dadır.” (Buruc: 85/21-22) “Gerçekten biz onu kadir gecesinde indirdik.” (Kadr: 97/1)

“Ramazan ayı ki Kur’an  o ayda indirildi.” (Bakara: 2/185)

Alimler Allah’ın, Cibril’e Kur’an’ı vahyetme keyfiyyetinde aşağıdaki görüşlere ayrılmışlardır:

1) Ehli sünnete göre Cibril, özel lafzı ile onu Allah’tan işitip çabucak ezberlemiştir.

2) Cibril onu Levh-i Mahfuz’dan ezberlemiştir. Bu görüşün bir dayanağı yoktur.

3) Cibril’e sadece mana ilka edilmiştir. Lafızlar Cibril’e veya Muhammed’e aittir. Bu görüş sünnete nisbet edilmiştir.

“O, hevasından konuşmaz. Onun söylediği kendisine vahyedilenden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)[139]

 

6) Vahiy Esnasında Rasulullah’ın Durumu:

 

Yüce Allah’ın hitabı ile karşı karşıya gelmek insan için rahat ve kolay bir iş değildir. İnsan özelliklerini taşıyarak melekten gelen vahyi almak oldukça güç bir iştir. Vahiy esnasında Rasulullah’da bir tür korku ve heyecan meydana geldiği, bazan da buhranlı anlar geçirdiği gözlenmiştir. Vahiy sırasında heyecan ve dehşetten Rasululah’ın vücudu titrer, yüzünün rengi değişir, en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultu ve iniltiye benzer bir ses çıkarırdı.[140] Özellikle zil sesi şeklinde gelen vahiy, Rasulullah’a çok ağır gelirdi.

“Gerçekten biz sana ağır bir söz bırakıyoruz.” (Müzzemmil: 73/4)

Vahyin manevi ağırlığı büyüktü. Eğer deve üzerinde iken vahiy gelmişse, deve buna tahammül edemezdi. Vahyin manevi ağırlığından deve çöker, Rasulullah inmek zorunda kalırdı.[141] Bir defasında Rasulullah’ın dizi Zeyd b. Sabit’in dizi üzerinde iken vahiy gelmiş, Zeyd büyük bir ağırlık hissetmiş, bu ağırlık altında ayağı kırılacak gibi olmuştu.[142]

Rasulullah (s.a.v.) gelen vahyi hemen anlamak ve unutmamak için vahiy esnasında ayetleri tekrarlamak isterdi. Onun bu endişelerini Yüce Allah şöylece gidermişti:

“Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel Kur’an’ı acele etme.” (Taha: 20/114)

“Onu aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma. Onu toplamak ve sana okutmak şüphesiz bize düşer. Sana onu okuduğumuz zaman onun okunuşunu izle. Sonra onu açıklamak bize aittir.” (Kıyamet: 75/16-19)

“Sana okutacağız, sen de unutmayacaksın.” (A’la: 87/6)

Vahiy geldiğinde gözlenen bu tabii olmayan durumu, Rasulullah’ın etrafındakiler de hissetmişlerdir. Önce kendisini bir titreme alır ve mübarek yüzleri soluk bir renk alırdı. Hadis mecmuaları, vahy nazil olurken Rasulullah’ın yanında arı uğultusuna benzer bir sesin işitildiğini kaydetmişlerdir.[143] Yine vahiy geldiğinde Rasulullah’ın üzerini örterlerdi.[144] Açılınca, gelen ayetin şiddeti veya yumuşaklığı halinden belli olurdu.

Vahiy sırasında Rasulullah’da meydana gelen durumu o dönemde Kureyşliler istismar ederek onu kahin, sihirbaz ve mecnun olarak nitelemişler, daha sonra birçok Avrupalı müsteşrik de onda sara hastalığının olduğu zannına kapılmışlardır. Bütün bu sözde değerlendirmeler, onun manevi cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir.

 

7) Vahiy Katipleri:

 

Rasulullah, kendisi ümmi olduğundan, risaletinin başlangıcından, vefat edinceye kadar, yazı bilen bir çok sahabeye vahyi yazdırmıştır. Vahiy katipleri adını alan bu mubarek kişilerin sayısı kırka kadar varır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zübeyir b. Avvam, Amir b. Füheyre, Amr b. As, Abdullah b. Erkam, Sabit b. Kays, Hanzala b. er-Rebi’, Muğire b. Şu’be, Abdullah b. Revaha, Halid b. Velid, Huzeyfe b. Yeman, Muaviye b. Ebi Süfyan, Abdullah ibn Sa’d ibn Sarh, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Şurahbil ibn Hasene, Muaz b. Cebel, Cehm ibn es-Salt, Hüseyin en-Nemri, Eban İbn Said, Abdullah b. Zeyd, el-Alâ ibn el-Hadremî, Muhammed ibn Mesleme.[145]

Mekke’de ilk vahiy katibi Abdullah ibn Sa’d ibn Sarh idi. Bu şahıs irtidat edip sonradan yine müslüman olmuştur. Medine’de ise ilk vahiy katibi Ubeyy b. Ka’b idi. Ondan sonra da devamlı olarak Zeyd b. Sabit yapmıştır.[146]

Rasulullah, gelen vahiyleri sadece vahy katiplerine yazdırmakla yetinmemiş, nazil olan ayetleri her sene Ramazan’da Cebrail’e arzederek, ezberindekilerin kontrolünü yapmıştır. Son Ramazan’da ise bu arzediş ve tekrarlayış iki kez gerçekleşmiştir.[147] Böylece Kur’an’ın hem ezber, hem yazım açısından noksansız tamamlanması sağlanmıştır.

 

8) Vahyin Yazıldığı Malzemeler:

 

Vahiy nazil oldukça Rasulullah bunları alışılmış olan bir takım malzemeleri kullanarak yazdırırdı. O zaman yazı için yaygın malzemeler şunlardı: Hurma dalları, ince beyaz taşlar, kürek kemikleri, işlenmemiş ince deri parçaları, bez parçaları, yazı yazmaya elverişli tahta, çanak ve çömlek parçaları, Mısır papirusünden yapılmış “Kırtas” adı verilen kağıt, parsümen.[148]

“Tur’a andolsun. Satır dizili kitaba. Yayılmış ince deri üzerine.” (Tur: 52/1-3)

Zeyd b. Sabit dedi ki: “Biz Kur’an’ı Rasulullah’ın yanında bez parçaları üzerine telif ederdik.”[149]

 

9) Vahye Ait Bazı Terimler:

 

Rasulullah’a çeşitli zaman ve mekanlarda gelen vahiy, geliş durumlarına göre tefsir ilminde bazı terimlerle ifade edilmiştir. Bu terimleri şöyle sıralamak mümkündür:

1) Hadarî: Rasulullah’a yolculuk ve misafirlikte olmayıp, yerleşik durumda iken gelen vahydir. Vahyin çoğunluğu bu şekilde gelmiştir.

2) Seferî: Rasulullah’a yolculuk veya savaşta iken inen vahiylerdir. Buna örnek: Enfal suresinin baş kısmı, Tevbe: 9/34, Hac suresinin başı, Fetih suresi.

3) Neharî: Gündüz inen ayetlerdir. Kur’an’ın büyük bölümü gündüz inmiştir.

4) Leylî: Geceleyin vahyedilen ayetlerdir. Buna örnek: Al-i imran suresinin son kısımları, Tebük seferinden geri kalan üç kişi hakkında inen ayetler (Tevbe: 9/117-118), Fetih suresinin baş kısmı.

5) Sayfî: Yaz mevsiminde nazil olan ayetler. Buna örnek: Nisa suresinin son ayeti olan Kelale ayeti, Tebük gazvesi hakkında inen ayetler.

6) Şitaî: Kış mevsiminde nazil olan ayetler. Buna örnek: İfk olayı ile ilgili ayetler (Nur: 24/11-26), Hendek savaşı ile ilgili ayetler (Ahzab: 33/9).

7) Firaşî: Rasulullah yatağında iken nazil olan ayetler.

8) Nevmî: Rasulullah uykuda iken nazil olan ayetler.

9) Ardî: Rasulullah yeryüzünde iken nazil olan ayetler. Kur’an’ın hemen hemen hepsi bu şekilde indirilmiştir.

10) Semaî: Rasulullah semada iken nazil olan ayetler. Bakara suresinin son iki ayeti Mirac’ta iken nazil olmuştur.[150]

 

İLHAM:

 

Bu kelimenin aslı, kalbe bir şey atmak anlamına gelir ki, bir şeyi yutturmak, feyz yoluyla bildirmek, yakalamak, keşfetmek manalarını da kapsar. Kavram olarak ilham, herhangi bir mananın düşünme ve araştırma olmaksızın insanların kalbine yerleştirilmesidir.

“Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra fücurunu ve takvasını öğretene andolsun ki, Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.” (Şems: 91/7-9)

İlham deyince akla daha çok, kalpleri arı ve temiz kimselere duyularla öğrenilen bilgilerin dışında bildirilen şeyler gelir. Bu da nebi-rasuller ve onların dışında bazı güzel insanlar için söz konusudur. Ancak nebi ve rasullerle ilgili olan bağlayıcı, diğerleri ise bağlayıcı değildir.

Kur’an’a göre bilginin kaynakları aşağıdan yukarı doğru şöyle sıralanabilir: Duyularla öğrenilenler, akıl ile öğrenilenler, ilham ile elde edilenler ve vahy ile gelenler. Kabul edilebilecek bir bilgi bazen bu yolların biriyle, bazen hepsiyle, bazen de bir kaçı ile desteklenir. Akıl ve duyularla desteklenen bir ilham, sağlam bir bilgiye ulaşır. Ancak görünen o ki ilham, kişinin kendi gayreti ve araştırması olmadan kalbinde bulduğu bilgidir. Eğer onu duyularla, akılla ve isbat edebilecek bir başka yolla desteklerse bilgi haline gelir ve bağlayıcılığı söz konusu olur. Vahy ile ilham bir kaç yönden birbirine benzer, ancak ikisi ayrı ayrı şeylerdir. Vahy bir ilahi kurumdur ve yalnızca nebi ve rasullere aittir. Vahy ile gelen her şey kesin ilimdir ve muhtapları bağlar. Nebi ve rasullerin dışındaki insanlara gönderilen vahy, bilinen anlamda vahy değil, yukarıda açıkladığımız ilhamdır.[151] 

 

B) AYET:

 

1- Ayet Kelimesinin Anlamı:

 

Ayetin lügat anlamı: Açık alamet, belirti[152], iz, eser, işaret, nişane, ibret, şaşırtıcı iş, mucize, yüksek bina, cemaat, burhan ve delil demektir. Kur’an ayetleri, bu anlamların hepsini ifade etmektedir. Ayet kelimesinin çoğulu “ây” veya “âyât”dır.

Türkçe’de bellik, Farsca’da nişane kelimeleriyle ifade edilir.[153] Alamet; zahir ve açık demek olunca, ayet onun daha zahiri demek olur. Mesela; dağ alamet ise, zirvesi onun ayeti olur. Güneş bir gündüz ayeti; ay, bir gece ayetidir. Cami bir alamet ise, minare onun ayetidir.[154] 

Ayet, bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren alamettir. Açıkça ortada görülmeyen şey âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola ait alametleri bilirse, yolu tanır. Her şey kendi alametiyle bilinir. Bu açıdan âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir.

Ayet kelimesinin çoğulu ayât’dır. Genel olarak bir şeyin tanınmasına sebep olan emare manasına da kullanılır. Allah’ın (cc) varlığına delalet eden her şeye de "ayet" denilmiştir.[155]

Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. Bir şeyin, bir nesnenin ayırdedici özelliklerine eskiden ‘alamet-i farika’, yani ‘ayırdedici belirti’ denirdi. Bu belirtiler o nesneyi bize tanıtan, o şeyin ne olduğunu bilmemize yardım eden özelliklerdir.

‘Âyet’, bu şekilde, açık alamet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret  anlamlarına gelmektedir.     

Kur’an ilimlerinde ‘âyet’; sûrelerin içinde, başı ve sonu belli bir veya bir kaç cümleden meydana gelmiş ilâhí sözlerdir (kelâm’dır).  

Istılahi olarak: "Surelerin içinde; evvelinde ve sonunda munkati olan, mürekkep bir kelamdır." şeklinde tarif olunmuştur.[156] Kur’an-ı Kerim’deki bütün ayetlerin; bizzat Rasul-i Ekrem tarafından tertib olunduğu sabittir. Dolayısıyla bu hususta hiçbir kimsenin ictihadından veya reyinden söz edilemez.[157] Mesela; harf-i mukatta’dan Elif-Lam-Mim bir ayet olduğu halde; Elif-Lam-Ra bir ayet değil, ayetten bir cüzdür. Eğer bu hususta kıyas sözkonusu olsaydı, durum farklı olurdu. Ayetlerin tertibi tevkifi olduğu gibi, bize ulaşması da tevatür yoluyla sabittir.[158]

Kur’an yüzondört sûreden meydana gelmektedir. Sûreler ise Ayetlerden oluşurlar. Sûrelerin içerisindeki âyetler kendilerine mahsus bir biçimdedirler. Belli kuralları yoktur. Bir kaç harften oluşan âyetler olduğu gibi, bir sayfa uzunluğunda da âyet vardır. Âyetlerin her biri birer Kur’an oldukları gibi, hepsi beraber Kur’an’ı meydana getirirler.

Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a ait alametler, işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır.

Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelime’leridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer âyettirler. Âyet kavramı Kur’an’da bir kaç anlamda kullanılmaktadır:[159]

Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden her şeye âyet denmektedir. Göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, ay, güneş, yıldızlar, ağaçlar, çiçekler vs. bütün bunlar Allah’ın varlığını ortaya koyan birer delildir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelimeleridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından ise birer ayettirler. Rasulullah’ın yüce Allah tarafından gönderildiğini ortaya koyan mucizelere de âyet denmektedir. [160]  

Peygamberimiz (sav) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor.[161]

O ayrıca buyuruyor ki: “On âyet (alâmet) çıkmadıkça Kıyamet kopmaz…”[162]

Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir oluşuma ve evrensel düzene ‘fiilí âyetler’ denmiştir. Bu âyetler, yüce bir varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. Bu âyetlere ‘kevní âyetler-oluşun alametleri’ denmektedir. Bunlar bütün kainatta bulunduğu gibi insanın kendi bünyesinde de bulunmaktadır. Kur’an şöyle diyor:

“Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyleki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (Fussilet: 41/53)

İnsanın çevresinde ve bizzat kendi yapısında bulunan sayısız âyet yani Rabbimizin varlığına ve kudretine işaret eden sonsuz alamet; onun inanması ve Rabbine boyun eğmesi için yeter.

Peygamberlere indirilen bütün ilâhí kitaplar da ‘kavlí’, yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet oldğu gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir. Bu gün âyet deyince daha çok Kur’an’ın âyetleri akla gelmektedir. Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek alâmetlerdir. Âyetlerin haber verdiği gerçekler ve sundukları hükümler; varlığın ve mutlak kurtuluşun işaretidir.

Kur’an âyetlerinin sıralanışı, uzunluğu ve kısalığı ve hangi sûrede yer alacağı kendine özgüdür. Bilindiği gibi Kur’an âyetleri Allah’ın Rasûlüne bir defada veya toplu bir kitap halinde gelmemiştir. Peygamber (sav), gelen Kur’an âyetlerinin hangi sûrelere ve hangi âyetten sonra veya önce yazılacağını Cebrail’in bildirmesiyle, Kur’an’ı yazan vahy katiplerine söyleyip yazdırıyordu. Şu anda Kur’an’da yer alan âyetler bizzat vahyin emri ile ait oldukları sûrenin içerisindedirler.

Kur’an’ın ilk gelen âyetleri Alak Sûresinin ilk beş âyeti, son gelen âyet ise, Maide Sûresinin üçüncü âyetidir.

Kur’an âyetleri Mekke’de gelenler ‘Mekkí’, Medine’de gelenler ‘Medení’  şeklinde ikiye ayrılırlar.[163]

 

Ayet Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları:

 

l- Delil, Burhan:

 

Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden deliller, âyet ismiyle anılmaktadır. Buna göre, göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün peşpeşe gelişi, insanların faydası için denizde yüzen gemiler, ölümünden sonra toprağı diriltmek üzere yağmurun indirilişi, canlıların var edilmesi, bulutların boyun eğmiş bir şekilde havada yüzmeleri birer âyettir.[164]

Güneşin bir aydınlık, Ay’ın bir nur (ışık) kılınması yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit  edilmesi birer âyettir.[165] Tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi, gecenin dinlenme zamanı yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için yıldızların bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvanın var edilmesi birer âyettir.[166] Arının çeşitli çiçeklerden topladığı özlerle insanlar için şifa olan bal yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılması, hayvanlar tarafından insanlara süt hazırlanması  birer âyettir.[167]

“Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Râd: 13/3)[168]

“Göklerin ve yerin yaratılması ile renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir.” (Rum: 30/22)

 

2- Mucize:

 

Kur’an, peygamberlerin Allah (cc) tarafından gönderilmiş elçiler olduklarını isbat etmek için gösterdikleri olağanüstü olaylara da ‘âyet’ demektedir. İnsanlar, peygamber olduğunu iddia eden kimselerden bilinen tabiat olaylarını aşan ve ancak ilâhí kuvvet tarafından yapılabilecek alametler (isbatlar) istemişlerdir. Peygamberlerin gösterdiği bütün mucize’ler âyet adıyla anılmaktadır. Çünkü mucizeler, peygamberlerin kendi işi değil, Allah’ın gücünün göstergeleridir. Hz. İsa (as)’nın çamurdan kuş yapması, körün gözünü açması, alaca hastalığını iyi etmesi, ölüyü diriltmesi, saklanılan şeylerin yerini haber vermesi birer âyettir (mucizedir).[169] Hz. İsa (as)’ya gökten sofra indirilmesi[170], Semud kavmine deve verilmesi[171], Hz. İsa (as)’nın babasız dünyaya gelmesi[172], Hz. Musa (as)’nın elinin Ay gibi parlaması[173] hep birer âyettir.     

Peygamberlerin çabalarına ve gösterdikleri mucizelere rağmen azgınlığa ve zulümlerine devam edenler, dünyada iken bir takım cezalara çarptırıldılar. Arkadan gelenler ibret alsın diye onlardan bazı âyetler (alametler) bırakılmıştır. “Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidayete yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihí kalıntılar üzerinde) gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyet’ler vardır.” (Tâhâ: 20/128)[174]

“İsrailoğullarına sor, onlara nice açık ayet verdik.” (Bakara: 2/211)

 

3- Alâmet, Nişan:

 

İsrailoğullarına başkan (hükümdar) olarak gönderilen Talût’un bu görevinin âyeti (alameti), Tabût’un onlara getirilmesiydi. Burada âyet; alamet, belirti, nişan anlamında kullanılmıştır.[175]

“Onun hükümdarlığın ın ayeti size Tabut’un gelmesidir...” (Bakara: 2/248)

 

4- Acayip, Garip İş:

 

Hz. Isa (as)’nın babasız olarak dünyaya gönderilmesi, Allah’ın kudretine işaret eden bir âyettir, acayip bir iştir. Bir yönden mucizedir, diğer yönden insanların görmediği, alışmadığı bir iştir.[176]

“Biz, Meryem’in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık.” (Mü’minun: 23/50)

 

5- İbret:

 

Talût’un İsrailoğullarına hükümdar olması, bunun belgesi olarak Tabut’u bularak onlara getirmesi, inananlar için gerçekten ibret verici bir durumdur. Buna benzer bütün olaylar hem mucizedir hem de ibret verici şeylerdir.[177]

“Elbette bunda iman edenler için gerçekten ayetler vardır.” (Hicr: 15/77)

 

6- Kıyamet Alâmeti:

 

Bir takım kimseler ellerinde firsat varken iman etmezler. Allah'ın bazı âyetleri  geldiği zaman iman ederseler bu imanları kabul olmaz. En’am: 6/158. âyetinde çoğul olarak geçen ‘âyât’ (âyetler), Kıyamet saatinin belirtisi, alameti şeklinde anlaşılmıştır.[178]

“Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar.” (En’am: 6/158)

 

7- Kur’an’ın Tümü Veya Belli Bölümleri:

 

Kur’an’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli bölümleri de âyettir. Gerek Kur’an’ın tümü, gerekse her bir âyeti, insanların hepsi bir araya gelseler bile bir benzerini yazamayacakları bir mucize (âyet )dir. Kur’an’ın âyeti mucize anlamında da kullandığını tekrar hatırlayalım. Öyleyse Kur’an, peygamberimizin en büyük mucizesi olmakla birlikte Allah’ın kudretine alâmet olan bir âyet’idir. Hz. Muhammed (sav)’in hak peygamber olduğuna delildir. Her bir âyet bir ifadeyi diğerinden ayırdığı, her bir Kur’an bölümü onun tümünü ve vahyin mucize oluşunu hatırlattığı için âyet denmiştir.

Kur’an, Hz. Muhammed’e indirilen Kitab’ın insanüstü olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan okumaktadır.[179] Öyleyse O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mucize’dir, hem de onları gönderen Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir.       

Bütün bunlara rağmen Kuran’a inanmayan inkârcılar yine olacaktır.[180]    

Kur’an-ı Kerim’den olduğu sabit olan; herhangi bir ayeti inkâr eden kimsenin küfrü üzerinde ittifak edilmiştir.[181] Bu sebeple insanların hevalarından kaynaklanan bir ideolojiye itikad eden kimsenin müslümanlığından sözedilemez. Çünkü bütün ideolojilerde Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetini inkâr sözkonusudur. Bunun aksine tek bir delil göstermek mümkün değildir. Dolayısıyla kelime-i şehadet getiren bir mü’min; bütün ideolojileri inkâr etmek zorundadır. Aksi takdirde sentez bir itikad ve irtidat sözkonusu olur. Unutmayalım ki, İslam; bir ideoloji değil, kıyamete kadar baki olan bir dindir.[182]

 

8) Yüksek Bina:

 

“Siz her yüksekçe yere bir ayet dikip oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuara: 26/128)

 

9) Cemaat:

 

Bu mana ile ayet kelimesini Araplar, “Haracel-kavmu bi ayetihim: Kavim cemaatiyle çıktı.” şeklinde kullanırlar.[183]

Tefsir ıstılahında ise ayet; surelerin içinde yer alan, başından ve sonundan ayrılan, bir veya bir kaç cümleden oluşan ilahi kelamdır.[184]

Kur’an’ın her bir ayeti mucizedir. Her ayet onları tebliğ eden rasullerin doğruluğuna birer delil, düşünen ve kafasını yoranlar için birer ibret; mucize oluşları ve değerleri itibariyle birer emr-i acib’dir. Ayet; harf, kelime ve cümlelerden teşekkül ettiği için cemaat manası taşır ve nihayet her biri ilim ve hidayet kaynağı olduklarından dolayı da Allah’ın kudretine, ilmine ve hikmetine, Allah’ın elçisinin de sıdk ve doğruluğuna birer delil ve burhandırlar.[185]

Kur’an’ı ayetlere ayırma kesin bir kaideye tabi değildir. Yani ayetlerin belirlenmesi vahye bağlı (tevkifî) bir durumdur. Rasulullah’ın emriyle ayetler belirlenmiştir. Bunun için “Elif Lam Mim Sad” ve “Elif Lam Mim” birer ayet olduğu halde “Elif Lam Ra” tam bir ayet değildir. “Ya Sin” bir ayettir fakat “Ta Sin” bir ayet değildir. “Ha Mim Ayn sin Kaf” iki ayet olduğu halde “Kaf Ha Ya Ayn Sad” bir ayettir. Kendisinden sonra gelen ayetin bir parçasıdır. Bu yüzden bir çok hükümleri ve cümleleri ihtiva eden uzun ayetler olduğu gibi, kendi başına bir hüküm ifade etmeyen tek veya iki kelimeden ibaret ayetler de vardır. Mesela Bakara: 2/282 ayeti bir sayfa olduğu halde, Rahman: 55/64 ayeti (Mudhammetan) ise bir kelimeden ibarettir. 

Bir ayeti diğer bir ayetten ayıran ve ayetin sonunda bulunan kelimeye fasıla denir. Bunun çoğulu fevasıl’dır. Fasıla kelimesinin son harfine de harfu’l-fasıla adı verilir. Bunlar ayetlerin birbirleriyle sağladıkları ahengi yansıtırlar. Kur’an’da mevcut olan bu fasıla harfleri alfabetik sıraya göre dizilmiş değildir.[186]  

 

2- Ayetlerin Sayısı:

 

Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin sayısı Basra, Kufe, Mekke ve Medine bilginlerine göre farklıdır. Ayetlerin sayısı yuvarlak rakam olarak 6666 olarak tanınmış ise de bazılarınca daha azdır. Ayetlerin sayısı üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüşse de bu farklar itibaridir, esasta bir fark yoktur. Bazı alimler sure başlarındaki besmeleyi ve mukatta’a harflerinden bir kısmını müstakil ayet saymışlardır. Bazıları da secaventle ayrılmış bulunan ayetleri iki ayrı ayet saydıklarından ayet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. İbn Abbas’tan gelen rivayete göre ayet sayısı 6616 olmakla birlikte, daha çok kabul gören görüş bu sayının 6236 olduğudur. Yapılan taksime göre: 1000’er ayet emir, nehiy, vaad, vaîd, haberler ve kısalar, mesel ve ibretlerle, 500 ayet ahkamla, helal ve haramla, 100 ayet tesbih ve dua ile, 66 ayet de nasih ve mensuhla ilgili olmak üzere toplam ayet sayısı 6666’yı bulmaktadır.

 

3- Ayetlerin Sure İçindeki Tertibi:

 

Ayetlerin tertibi tevkifidir, yani vahye dayalıdır. Rasulullah’ın emriyle sıraya konulmuştur. Bir ayet geldiği zaman bunun hangi sureye ait olduğunu ve bu surenin neresine konulması gerektiğini, bizzat Rasulullah vahiy katiplerine yazdırdı. Gelen ayetlerin yerini Cebrail Rasulullah’a işaret eder o da vahiy katiplerine işaret bildirirdi. Bu hususta ümmetin icmaı vardır. Ayetlerin tertibinde rey ve ictihad söz konusu değildir. Rasulullah ayetleri namazda belli bir sıraya göre okurdu. Sahabiler onu tertib edilen sıraya göre ezberler ve böylece okurlardı. Ebubekir zamanında Kur’an’ın yazılması Osman zamanında da çoğaltılmasında hep aynı tertibe göre hareket edilmiştir. Bu husuta hiçbir değişiklik olmamıştır.[187]

Rasulullah’ın, ayetleri bugünkü sırayla vahiy katiplerine yazdırdığına dair hadisler pek çoktur. Mesela Buhari’de Rasulullah’ın sabah namazında Bakara, Al-i İmran, Nisa surelerini; akşam namazında da A’raf suresini okuduğu rivayet edilmektedir. Bu demektir ki, ayetler belli bir sıraya konulmuştur. Bunları da Rasulullah, namazlarda belli bir sıraya göre okumuştur. Bu husus artık tevatür derecesine ulaşmış bulunmaktadır.

 

4- İlk Nazil Olan Ayetler:

 

Alimlerin çoğunluğu ilk nazil olan ayetlerin Alak suresinin ilk beş ayeti olduğunu bildirmektedirler. Bu arada Müddessir suresinin ilk yedi ayeti, Fatiha ve Besmele’yi ilk nazil olanlar arasında sayan alimler de mevcuttur.

 

5- Son Nazil Olan Ayetler:

 

Son nazil olan ayetler hakkında tam bir ittifak görülmemekle birlikte, kaynaklarda şu ayetlerin en son olarak nazil oldukları kaydedilmektedir:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, eğer iman ediyorsanız ribadan geri kalanı bırakın.” (Bakara: 2/278)

“Hepinizin Allah’a döndürüleceği, sonra herkese yaptıklarının tastamam verileceği ve kimseye haksızlık yapılmayacağı bir günden sakının!...” (Bakara: 2/281-282)

Senden fetva istiyorlar. De ki: “Allah size kelaleye dair fetva veriyor. Çocuğu bulunmadığı bir kız kardeşi bulunduğu halde ölürse bırakılanın yarısı onun içindir. Onun çocuğu yoksa onun tamamına mirasçı olur. Eğer iki kız kardeşi varsa bu ikisine mirasın üçte ikisi düşer. Onlar erkek ve kız kardeşler ise erkeğe iki kadın payı vardır. Allah sapmayasınız diye size iyice açıklıyor. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nisa: 4/176)

“Bu gün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide: 5/3)

“Andolsun, içinizden size öyle bir rasul geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. Size düşkün, mü’minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter, O’ndan başka ilah yoktur. O’na güvendim. O, büyük arşın sahibidir.” (Tevbe: 9/128-129)

“Allah’ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin...” (Nisa: 4/32)

“Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar...” (Ahzab: 33/35)

“Rableri onlara şöyle karşılık verdi...” (Al-i İmran: 3/195)

“Kim bir mü’mini kasıtlı olarak öldürürse...” (Nisa: 4/93)

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, Ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüklerinde, Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr: 110/1-3)

Bu farklılıklar; onların hepsinin de Rasulullah’dan en son işittiğini haber vermiş olması, bu konuda indirilen ayetlerin sonuncusu, bu surenin sonuncusu veya surelerin sonuncusu, şeklinde izah edilmiştir.[188]

Kadı Ebu Bekir el-Bakıllani, el-İntisar’da, en son inenler hakkındaki rivayetlerin ayrılığına ilişkin olarak şöyle demiştir: “Bu kavillerde, Rasulullah’a isnad edilmiş bir şey yoktur. (Hiç biri merfu değildir) Herkes kendi ictihadi ve zannı galibi ile konuşmuştur. Belki de bunlar, vefat ettiği gün; ya da hastalanmazdan az önce Rasulullah’dan duydukları son sözden haber vermişlerdir. Bir kısmı da bizzat Rasulullah’dan duymamış, fakat sonradan işitmiş olabilirler. Rasulullah’ın en son okuduğu bu ayetin, diğer ayetlerle birlikte inmesi, bununla beraber inen ayetlerin, diğerlerinin yazılmasından sonra yazılması, bunun da ayetlerin tertibinde son indiği zannedilmesi muhtemeldir.”[189]  

 

6- Konu Bakımından İlk Olanlar:

 

Alimler, özel konulara nisbetle ilk inenleri de ele almışlardır. Mesela:

1) Yiyecekler konusunda ilk inenler:

(En’am: 6/145)

(Nahl: 16/114-115)

(Bakara: 2/173)

(Maide: 5/3)

2) İçecekler konusunda ilk inenler:

(Bakara: 2/219)

(Nisa: 4/43)

(Maide: 5/90-91)

3) Savaş hakkında ilk inen:

(Hacc: 22/39)

 

Bu Konunun Faydaları:

 

İlk ineni ve en son ineni bilmenin faydaları vardır. En önemlileri şunlardır:

1) Kur’an-ı Kerim’in korunması ve ayetlerinin zabtı bakımından nail olduğu yüksek ilginin belirtilmesi: Sahabe bu kitabı ayet ayet ezberlemiş, ne zaman indiğini ve nerede indiğini öğrenmiştir. Onlar, Rasulullah’a inen Kur’an’ı ondan mü’minlerin dinlerinin asıllarını, imanlarının bahsini, izzet ve şereflerinin kaynağını almaları gibi alıyorlardı. Kur’an’ın, değişme ve bozulmadan kurtulmuş olması işte bunun eseridir. “Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ı Biz indirdik, Biz! Ve muhakkak onu biz koruyacağız!” (Hicr: 15/9)

2) İslami teşri’in sırlarını, onun asli kaynağının tarihi içerisinde anlamak: Kur’an-ı Kerim ayetleri, semanın hidayetiyle beşeri nefsi tedavi etmiş ve insanları; kemal merdiveninde nefislerini yükselten hikmetli üsluplarıyla elde etmiş, onları ilahi ahkamda basamak basamak yükseltmiş, bu ahkam ile hayatları hak yol üzere dosdoğru olmuş, toplumlarının işleri de en doğru yolda düzene girmiştir.

3) Nasıhı, mensuhtan ayırd etmek: Bazen bir tek konuda iki ayet veya daha çok ayet bulunup, onlardan birindeki hüküm, diğerinden farklı olur. Önce inen ve sonra inen bilinince, sonra inenin hükmü, önce inenin hükmünü nesh edici olur.[190]      

 

7- Kur’an’ın Bir Defada İnmemesinin Sebep Ve Hikmetleri:

 

Kur’an’ın bir defada indirilmeyip 23 yıl kadar süren zaman içinde bazen ayet veya ayetler bazan da bir sure olarak indirilişinin pek çok sebep ve hikmetleri vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1) Müslümanlara kolaylık sağlanmıştır. Eğer Kur’an’ın tamamı birden indirilseydi, müslümanlar bir anda hükümlerin tümüyle mükellef tutulacaktı. Bu durumda asırların birikimi olan bir takım batıl itikad, adet, töre ve alışkanlıklardan birden kurtulmak gibi, yaratılışa aykırı durumlarla karşı karşıya kalınacaktı.

2) Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen ümmi arapların ezberleme ve anlamaları kolaylaşmıştır.

3) Rasulullah’ın risaletinden vefatına kadar geçen süre içinde meydana gelen olaylar ve insan gruplarıyla ilgili hükümler konup açıklamalar ve uyarılar yapılabilmiştir.

4) Rasulullah’a müslümanlar, müşrikler ve münafıklar tarafından zaman zaman sorulan hususların cevabı Kur’an diliyle verilebilmiştir.

5) Çeşitli sıkıntılarla karşılaşan Rasulullah ve müslümanların zaman zaman inen ayetlerle cesareti artırılmış ve teselli edilmişlerdir.[191]

“Onu bir Kur’an olarak, insanlara dura dura okuman için ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik.” (İsra: 17/106)

“İnkar edenler dediler ki: “Kur’an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?” Biz onunla kalbini sağlamlaştırıp-pekiştirmek için böylece ve onu belli bir okuma düzeniyle düzene koyup okuduk.” (Furkan: 25/32)

 

C) SURE

 

1- Sure Kelimesinin Anlamı:

 

Surenin lügat anlamı: Yüksek makam, yüce derece, rütbe, mevki, nişan, alamet, şan ve şeref, sur, hisar, yapısı güzel ve yüksek bina, binanın kısım veya katları, duvarın yapısında kullanılan taş, kerpiç veya tuğla gibi malzemenin her bir sırası demektir. Çoğulu suver’dir.[192] Istılahta ise, Kur’an-ı Kerim’in biri diğerinden ayrılmış 114 bölümden oluşan küçük olsun büyük olsun, müstakil parçalarına sure denilir. Gerçekten her sure Allah’ın kelamını ihtiva etmekte, yüksek ve şerefli bir konumda bulunmaktadır. Ayetleri toplayan ve birbirinden ayrılan sureler, önemli bir özellik ve güzelliği sergilemektedirler. Bu kelime ayetlerde şöyle geçmektedir:

“Bu, indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir suredir. Düşünüp öğüt alasınız diye onda açık açık ayetler indirdik.” (Nur: 24/1)

“De ki: “Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.” (Yunus: 10/38)

“Yoksa: “Onu kendisi uydurdu.” mu diyorlar? De ki: “Haydi siz, yalan üzere uydurulmuş olarak onun benzeri on sure getirin ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi çağırın.” (Hud: 10/13)

Sure kelimesi önce Kur’an kelimesinin anlamında kullanılmakta idi. Daha sonra ayetlerde de görüldüğü gibi, küçük olsun, büyük olsun Kur’an’ın her müstakil bölümüne sure denmiştir. Sure kelimesi Kur’an’da dokuz defa geçmektedir. Suver şeklinde olan çoğulu ise, bir yerde geçmektedir.

 

2- Surelerin Sayısı:

 

Alimlerin çoğuna göre Kur’an-ı Kerim 114 sureden ibarettir. Bazı alimler Enfal ile Tevbe’yi, bazıları da Duha ile İnşirah’ı birleştirerek 113 sayarlar. Sure sayısını 112 veya 115 kabul eden alimler de vardır. Kur’an’ın en uzun suresi 286 ayet ile Bakara suresidir. En kısa sure de 3 ayetle Kevser suresidir.

 

3- Surelerin Tertibi:

 

Surelerin tertibiyle ilgili, İslam alimleri arasında üç görüş belirtilmiştir:

1) Alimlerin çoğuna göre surelerin tertibi tevkifidir, yani vahiy yoluyla Rasulullah tarafından yapılmıştır.

2) Surelerin tertibi sahabelerin ictihadıyla meydana gelmiştir.

3) Bu tertib kısmen Rasulullah, kısmen de Sahabe ictihadıyla gerçekleşmiştir.[193]

Bazı sahabelerde tertipleri farklı nüshaların bulunuşu bu tür farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sayılan bu görüşlerin münakaşa edilebilecek tarafı mevcut olmamakla birlikte, akla ve olaylara uygun düşen durum, surelerin çoğunun tertibinin de Rasulullah tarafından yapıldığı, dolayısıyla bir çok surenin tertibinin tevkifi olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. Kur’an-ı Kerim Rasulullah zamanında tamamıyla yazılmış ve ezberlenmişti. Ancak bugünkü tertib üzere sıralanmış değildi. Kur’an-ı toplayan ve yazan heyet, Rasulullah’ın işaret buyurdukları şekilde sıraya koymuşlardı. Ondan aldıkları talimat üzerine tertip etmişlerdi. Yoksa sahabeler bunu kendiliklerinden yapmamışlardı. Rasulullah’ın tertibinin nasıl olduğunu araştırdılar, ona göre tertip ettiler.

Kur’an-ı Kerim Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına bir defada ve bu tertiple inmişti. Ondan sonra da duruma göre Rasulullah’a parça parça nazil olmuştu. Aynı zamanda Rasulullah her sene Ramazan ayında Kur’an’ı Cebrail’e arzederdi. Vefat ettiği yılda da iki defa arzetmişti.[194] Bütün bunlar tertipsiz ve sırasız mı yapılmıştı? Yahut Kur’an, Allah nezdinde Levh-i Mahfuz’da bir tertip üzere iken, yeryüzünde sahabelerin ictihadı ile başka bir tertibe mi girdi? Yine Osman’ın yazdırmış olduğu mushaf sahabiler tarafından tasvip görürken, surelerin tertibi üzerinde itiraz edenler mi oldu?

İşte bütün bunlar gösteriyor ki, ayetlerin ve surelerin tertibi ilahi vahye dayanmaktadır. Ayetler sureler içinde, sureler Kur’an’ın bütünü içinde en güzel ve en sağlam bir şekilde sıralanmıştır. O Allah’ın kelamıdır. O’nun ahengini ve tertibini veren Allah’tır. 

 

4- Surelerin Tasnifi:

 

Surelerin tasnifleri uzunluklarına göre yapılmıştır. Buna göre sureler dört kısma ayrılır:

1) Tıval: Uzun sureler. Bunlar: Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, En’am, A’raf, Enfal ve Yunus sureleridir.

2) Miun: Ayetleri yüzden fazla veya buna yakın surelerdir. Bunlar: Tevbe, Nahl, Hud, Yusuf, Kehf, İsra, Enbiya, Taha, Mü’minun, Şuara ve Saffat sureleridir.

3) Mesani: Ayetleri yüzden az olan surelerdir. Bunlar: Ahzab, Hacc, Kasas, Tasin, Neml, Nur, Enfal, Meryem, Ankebut, Rum, Yasin, Furkan, Hicr, Ra’d, Sebe, Melaike, İbrahim, Sa’d, Muhammed, Lokman, Zümer, Hamimler, Mümtehine, Fetih, Haşr, Tenzil, Secde, Talak, Nun ve Hucurat sureleridir.

4) Mufassal: Ayetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan surelerdir. Bunlar Hucurat suresinden Kur’an’ın sonuna kadar olan surelerdir. Bunlar da üçe ayrılır: a) Tıval (Uzun): Hucurat’tan Buruc’a kadar olan surelerdir. b) Evsat (Orta): Buruc’tan Beyyine’ye kadar olan surelerdir. c) Kısar (Kısa): Beyyine’den sonraki surelerdir. 

 

5- Surelerin İsimleri:

 

Sureler, isimlerini ihtiva ettikleri garip bir kelimeden veya ifade ettikleri manadan alırlar. Bazı surelerin birden fazla isimleri vardır. Mesela Fatiha suresine yirmiden fazla isim verilmiştir. Fatihatu’l-Kitab, Fatihatu’l-Kur’an, Ummu’l-Kitab, Ummu’l-Kur’an, Kur’anu’l-Azim, es-Seb’ul-Mesani, el-Vafiye, el-Kafiye, el-Kenz, el-Esas, en-Nur, Suretü’ş-Şükr, Suretu’l-Hamd, Suretu’d-Dua, Suretu’n-Necat, er-Rukye, eş-Şifa, eş-Şafiye, es-Salat gibi. Enfal suresinin diğer bir ismi Bedir, Tevbe suresinin ki Berae, İsra suresinin ki Subhan, Neml suresinin ki Süleyman, Fatır suresinin ki Melaike, Mü’min suresinin ki Ğafir, Muhammed suresinin ki Kıtal, Saff suresinin ki Havariyyun, Mülk suresinin ki Tebareke, Mearic suresinin ki Seele, Nebe suresinin ki Amme, Tebbet suresinin ki Leheb veya Mesed’dir.

Bazan da iki veya daha çok sureye ortak bir isim verilmiştir. Mesela: Bakara ve Al-i İmran surelerine Zehraveyn, Felak ve Nas surelerine de Muavvizeteyn adı verilmiştir. 

Sureler bazen baştaki lafzın ismini alırlar. Yasin Tasin gibi. Geçmiş nebi ve rasullere ait kıssaları ihtiva eden sureler, bu rasullerin adını almıştır. Nuh, Hud, İbrahim, Yunus, Al-i İmran, Yusuf, Muhammed sureleri gibi. Yine çeşitli milletleri, varlıkları, değişik karakter sahiplerini anlatan surelere de onların adı verilmiştir. Suretu Beni İsrail, el-Melaike, el-Cinn, el-Munafikun, el-Mutaffifun gibi. Fakat bütün sureler ihtiva ettikleri mevzulara göre adlandırılmış değildir. Musa’dan bahseden Taha, Kasas ve el-A’raf surelerinin hiçbiri Musa suresi diye isimlendirilmemiştir.

 

6- Surelerin Mekki Ve Medeni Oluşundaki Ölçüler:

 

Surelerin Mekki ve Medeni oluşu şu üç görüş esas alınarak taksim edilmiştir:

1) Vahyin nazil olduğu mekan dikkate alınmıştır. Buna göre sadece Mekke’de nazil olanlar Mekki, Medine’de nazil olanlar Medeni’dir. İki şehrin civarında inenler, yakın olduğu şehrin ismini alarak Mekki veya Medeni kabul edilebilirse de seferde inen vahiyler bu taksimin kapsamına girmemektedir. Arafat, Mina, Müzdelife, Taif Mekki, Bedir, Uhud gibi yerler de Medeni sayılmıştır.

2) Muhataplar dikkate alınmıştır. Bu görüşe göre Mekkelilere hitab eden ayetler Mekki, Medinelilere hitab eden ayetler ise Medenidir. Başka bir ifade ile “Ey iman edenler” hitabıyla başlayan ayetler Medeni, “Ey insanlar” hitabıyla başlayan ayetler ise Mekkidir. Fakat bu hitabların sürekli biçimde Medine ve Mekke’de inmedikleri tesbit edildiğine göre bu taksim de şumullü görülmemiştir.

3) Hicret esas alınmıştır. Buna göre, hicretten önce nazil olan vahiyler Mekki, hicretten sonrakiler de Medeni sayılmıştır. Meşhur ve kapsamlı olan görüş de budur.[195] Burada nüzulün yerine itibar edilmemiştir. Mekke dönemi 12 yıl 5 ay 13 gündür.

İşte belirtilen görüşler ve taksimin ışığında surelerin Mekki veya Medeni olduğu belirlenmiş olmaktadır. Bu belirlenişin çeşitli faydaları vardır. Mesela Nasıh-Mensuhun bilinişi, teşri’ tarihinin ortaya çıkışı, Kur’an’ın tahrif ve tağyirden korunması, Kur’an’ın daha iyi anlaşılması gibi faydalar bu cümledendir. Kur’an’ın getirmiş olduğu hükümlerin nerede ve ne zaman indiği bilinirse Kur’an’ın tedrici hikmeti daha iyi anlaşılmış olur. Dini bir hüküm hakkında, zahirde birbirine karşı imiş gibi görünen ayetlerin nasih ve mensuhları bilinirse söz konusu problem de çözülmüş olur.

Bu arada Mekki ve Medeni surelerin sayısı üzerinde de ittifak edilmemiştir. Suyuti ve Ubey b. Ka’b’ın farklı görüşlerinin yanısıra son olarak Mısır kralı Fuat’ın bastırdığı Kur’an’da Mekki sure 86, Medeni sure 28 olarak kabul edilmiştir. Bu arada surelerin tamamı Mekki veya Medeni olduğu gibi Mekki sure içinde Medeni ayetler ya da Medeni sure içinde Mekki ayetler bulunabilmektedir.[196]   

 

7- Mekke’de Nazil Olan Sureler:

 

Alak, Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Fatiha, Leheb, Tekvir, A’la, Leyl, Fecr, Duha, İnşirah, Asr, Adiyat, Kevser, Tekasür, Maun, Kâfirun, Fil, Felak, Nas, İhlas, Necm, Abese, Kadir, Şems, Buruc, Tin, Kureyş, Karia, Kıyamet, Hümeze, Mürselat, Kaf, Beled, Tarık, Kamer, Sad, A’raf, Cin, Yasin, Furkan, Fatır, Meryem, Taha, Vakıa, Şuara, Neml, Kasas, İsra, Yunus, Hud, Yusuf, Hicr, En’am, Saffat, Lokman, Sebe’, Zümer, Mü’min, Fussilet, Şura, Zuhruf, Duhan, Casiye, Ahkaf, Zariyat, Ğaşiye, Kehf, Nahl, Nuh, İbrahim, Enbiya, Mü’minun, Secde, Tur, Mülk, Hakka, Mearic, Nebe’, Naziat, İnfitar, İnşikak, Rum, Ankebut, Mutaffifin. 

 

8- Medine’de Nazil Olan Sureler:

 

Bakara, Enfal, Al-i İmran, Ahzab, Mümtehine, Nisa, Zelzele, Hadid, Muhammed, Ra’d, Rahman, İnsan, Talak, Beyyine, Haşr, Nur, Hacc, Münafikun, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Teğabun, Saf, Cum’a, Feth, Maide, Tevbe, Nasr.[197] 

 

9- Hakkında İhtilaf Edilen Sureler:

 

Mekke’de veya Medine’de indiği konusunda ihtilaf edilen sureler şunlardır: Fatiha, Ra’d, Rahman, Saf, Teğabun, Mutaffifin, Kadr, Beyyine, Zelzele, İhlas, Felak, Nas.[198]

 

10- Medeni Surelerdeki Mekki Ayetler:

 

Surenin Mekki veya Medeni diye adlandırılmasıyla onun tamamıyla böyle olduğu kasdedilmez. Bazen Mekki surede bazı Medeni ayetler, Medeni olanda da bazı Mekki ayetler bulunabilir. Lakin bu, ayetlerinin ekserisine göre, çoğunluk bakımından bir vasıflandırmadır. Bunun içindir ki onları adlandırmada: Falan sure Mekki’dir, ancak şu ayet Medeni’dir ve falan sure Medeni’dir, ancak şu ayet Mekki’dir, diye varid olur. Nitekim biz bunu mushaflarda görmekteyiz. Medeni surelerdeki Mekki ayetlere misallerden biri, Medeni olan Enfal suresi olup  alimlerden çoğu Yüce Allah’ın şu kavlini ondan istisna etmişlerdir:

“Hani bir vakit o inkar edenler, seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzakların en iyisini kurar.” (Enfal: 8/30)

Mukatil bu ayet hakkında demiştir ki: Bu ayet, Mekke’de indi, zahiri de böyledir. Çünkü o, müşriklerin, hicretten önce Rasulullah hakkında danışıp görüştükleri sırada Daru’n-Nedve’de konuşulanları içermektedir. Bazısı şu ayeti de istisna etmiştir:

“Ey Nebi! Sana ve sana uyan mü’minlere Allah yeter.” (Enfal: 8/64)

Nitekim Bezzar, İbn Abbas’dan bu ayetin, Ömer İbn Hattab müslüman olduğu zaman indiğini nakletmiştir.[199]

 

11- Mekki Surelerdeki Medeni Ayetler:

 

Mekki surelerdeki Medeni ayetlere misallerden biri, En’am Suresi’dir. İbn Abbas demiştir ki bu sure Mekke’de, bir kerede toptan indi. Sure Mekki olup, ancak ondan üç ayet Medine’de inmiştir (En’am: 6/151-153). Hacc suresi Mekki olup ancak 19. ayetin başından itibaren üç ayet Medine’de nazil olmuştur (Hacc: 22/19-21).[200]

 

12- Mekke’de İnip Hükmü Medeni Olan Ayetler:

 

Alimler buna, Yüce Allah’ın şu kavli ile misal vermektedirler:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah Alim’dir, Habir’dir.” (Hucurat: 49/13)

Çünkü bu ayet, fetih günü Mekke’de nazil olmuştur. Hicretten sonra nazil olduğu için Medeni’dir. Bu ayetteki hitab geneldir. Bu gibi ayetleri alimler, Mekki diye adlandırmadıkları gibi, özel bir biçimde Medeni diye de adlandırmıyorlar. Ancak onlar bu gibi ayetler hakkında: Mekke’de inip hükmü Medeni olan, diyorlar.[201]

 

13- Medine’de İnip Hükmü Mekki Olan Ayetler:

 

Alimler buna da Mümtahine suresi ile misal veriyorlar. Çünkü bu sure Medine’de inmiş olup mekan itibariyle Medeni’dir. Fakat içindeki hitap Mekke halkının müşriklerine yönelmiştir. Berae suresinin başı da bunun gibi Medine’de inmiş olup, içindeki hitap, Mekke halkının müşrikleri içindir.[202]

 

14- Medeni Olanda Mekki Nüzule Benzeyenler:

 

Alimler bununla, Medeni surelerde bulunan, üslubu, özellikleri ve genel niteliği bakımından Mekki sureler tarzında gelmiş olan ayetleri kasdediyor. Medeni olan Enfal suresindeki Yüce Allah’ın şu sözü bunun misallerindendir: “Hani bir zamanlar: ‘Ey Allah’ım! Eğer bu Kitab senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir.” demişlerdi.” (Enfal: 8/32) Çünkü müşriklerin azabı acele istemeleri Mekke’de idi.[203]

 

15- Mekki Olanda Medeni Nüzule Benzeyenler:

 

Alimler bununla, yukarıda geçen nev’iye mukabil olanı kasdedip buna Necm suresindeki Yüce Allah’ın şu sözü ile misal veriyorlar. Suyuti demiştir ki: “Fevahiş” hakkında had, yani mukadder şer’i ceza bulunan her günahtır. “Kebair”, akibeti cehennem ateşi olan her günahtır. “Lemem” ise, bu iki had arasındaki günahlardır. Mekke’de ne had, ne de benzeri (şer’i ceza) yoktu.[204]   

 

16- Mekke’den Medine’ye Taşınanlar:

 

A’la suresi bunun misallerindendir. Buhari, Bera İbn Azib’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Rasulullah’ın ashabından bize ilk gelenler; Mus’ab İbni Umeyr ve İbni Ümmi Mektum’dur. Bu ikisi bize Kur’an okutmaya başladılar. Sonra Ammar, Bilal ve Sa’d geldi. Sonra Ömer İbni Hattab, yirmi kişi ile hicret edip geldi. Sonra Rasulullah (Ebu Bekir ve Amir İbn Füheyre ile hicret edip) geldi. Artık ben Medine halkını, Rasulullah’ın gelmesine sevindiği gibi bir şeye sevindiğini görmedim. Hatta (Beni Neccar’dan) genç kızlar, Rasulullah geldi, diyerek sevindiler. Ben de Rasulullah henüz hicret etmeden önce –Mufassal’dan sayılan surelerle beraber- A’la suresini okumuştum.” Bu mana, muhacirlerin taşıyıp Ensar’a öğrettikleri her Kur’an için doğrudur.[205]

 

17- Medine’den Mekke’ye Taşınanlar:

 

Berae suresinin başlangıcı bunun misallerindendir. Şöyle ki, Rasulullah (s.a.v.) Ebu Bekr’i, hicri dokuzuncu yılda, hacca emir tayin etti. Berae suresinin baş tarafı nazil olunca Rasulullah bunu, Ebu Bekr’e kavuşup müşriklere tebliğ etmesi için Ali b. Ebi Talib’e görev olarak yükledi. Ali de müşrikler arasında bu ayetleri ilan edip, bu yıldan sonra hiç bir müşriğin haccedemeyeceğini onlara tebliğ etti.[206]

 

18- Mekki Ve Medeni Sureleri Bilmenin Faydaları:

 

Mekki ve Medeni’yi bilmenin birçok faydaları vardır. En önemlileri şunlardır:

1) Kur’an’ın tefsirinde ondan yararlanmak: Her ne kadar sebebin hususi olmasına değil de, lafzın umumi olmasına itibar edilirse de, nüzul yerlerini bilmek, ayeti anlamaya ve onu doğru olarak tefsir etmeye yardım eder. İki ayette mana çeliştiğinde müfessir bunun ışığında nasıh ile mensuhu ayırd etmeye kadir olur. Çünkü sonra inen, önce ineni nesh edicidir.

2) Kur’an’ın üsluplarından zevk almak ve Allah’a davet üslubunda  onlardan yararlanmak: Çünkü her makamın bir makali vardır. Halim muktezasını gözetmek, belağat manalarının en haslarındandır. Kur’an’daki Mekki ve Medeni üslubun özellikleri, okuyup inceleyen kimseye, muhatabın nefsiyyetine uygun şeylerle Allah’a davette, hitap yolları için bir metod verir. Aklı ve duyuları ona malik olur. İçini olgun hikmet ile tedavi eder. Davetin merhalelerinden her merhalenin mevzuları ve hitab üslubları vardır. Nitekim hitab, insanların sınıfları, onların inançları ve sosyal durumlarının farklı olmasına göre değişir, farklı olur. Bu, Kur’an’ın; mü’minler, müşrikler, münafıklar ve ehl-i kitaba hitabındaki çeşitli üsluplarında açık seçik bir biçimde görülmektedir.

3) Kur’anî ayetler içinden Siret-i Nebeviyeye vakıf olmak: Rasulullah’a vahyin ardarda gelmesi; vahyin başlamasından son ayetin inmesine kadar, Mekke ve Medine devrinde, davet tarihinin olayları ile beraber yürümüştür. Kur’an-ı Kerim bu siret için temel kaynak olup, siyer alimlerinden kendisine uygun olarak rivayet edilen olaylarda şüpheye yer bırakmayıp, rivayetler ihtilaf ettiğinde Kur’an ihtilafı ortadan kaldırır.[207]

 

19- Mekki Ve Medeni’nin Bilinmesi:

 

20- Mekki İle Medeni Arasındaki Fark:

 

21- Mekki Ve Medeni Surelerin Alametleri:

 

Sahabe ve Tabiin’den gelen haberler ve Kur’an araştırmalarıyla ortaya çıkan bilgilere göre Mekki ve Medeni surelerin bir takım alamet ve özellikleri vardır:

 

Mekki Surelerin Alametleri:

 

1) Kur’an’da “Kella” lafzının geçtiği sureler Mekkidir. Bu lafız 15 surede 33 defa geçmektedir.

2) İçinde Secde ayeti bulunan her sure Mekkidir.

3) Bakara ve Al-i İmran’ın dışında başında heca harfi (Hurufu Mukatta’a) bulunan her sure Mekkidir. Ra’d suresi ihtilaflıdır.

4) Bakara suresi hariç içinde nebi ve rasullerin, geçmiş milletlerin, Adem ve İblis’in kıssasını ihtiva eden her sure Mekkidir.

5) İstisnasına rağmen çoğunlukla “Ey insanlar!” ibaresi bulunan her sure Mekkidir. “Ey iman edenler!” hitabının bulunduğu Hacc 77 ayeti konusunda ihtilaf vardır.

 

Medeni Surelerin Alametleri:

 

1) Şer’i cezalar (hudud) ve miras paylarını (feraiz) ihtiva eden sureler Medenidir.

2) Cihad ve hükümlerini ihtiva eden sureler Medenidir.

3) Ankebut suresi hariç münafıklardan bahseden her sure Medenidir.[208]

 

22- Mekki Ve Medeni Surelerin Özellikleri:

 

Mekki Surelerin Özellikleri:

 

1) Kısa ve vecizdirler, ezberlenmeleri kolaydır.

2) Şirk ve putperestliğe karşı kesin tavır alınmıştır.

3) Allah’ın birliği başta olmak üzere, itikad ve ahiretle ilgili iman esasları işlenmiş, mü’minler ahlaki yönden yetiştirilmiştir.

4) Geçmiş ümmetlerin tevhid mücadelesi anlatılarak mü’minlerin müşriklerin eziyetlerine sabretmeleri istenmiştir.

 

Medeni Surelerin Özellikleri:

 

1) Şeriatın konulması ve uygulanmasına ilişkin esasları içerir.

2) İbadetler, muamelatlar ve cemiyet ilişkilerinden bahseder.

3) Yahudi ve Hristiyanların durumlarını açıklar.

4) Meseleler ve durumlar uzun ayetlerle belirtilmiştir.[209] 

 

KUR’AN’IN TESBİTİ

 

1- Kur’an’ın Rasulullah Devrinde Yazılması:

 

Olaylara uygun olarak zaman aralıklarıyla inen ve 23 senede tamamlanan Kur’an’ı, Rasulullah vahiy katiplerine yazdırmıştır. Kendisi okuma yazma bilmeyen, ümmi rasulün, Kur’an’ı yazdırdığını bir çok belge ve bilgiler ortaya koymaktadır. Bunların bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

1) Rasulullah’ın ümmiliğini yani okuma yazma bilmediğini ifade eden ayetler.

“Bundan önce sen hiç kitap okuyan biri değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.” (Ankebut: 29/48)

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları ümmin nebi olan rasule uyarlar.” (A’raf: 7/157)

2) Kur’an’a ancak temiz olanların dokunabileceğini belirten ayetler Kur’an’ın aynı zamanda birşeyler üzerinde yazılı olmasının gereğini vurgulamaktadır.

“Elbette bu, bir Kur’an-ı Kerim’dir. Saklanmış-korunmuş bir kitaptadır. Ona temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz.” (Vakıa: 56/77-79)

3) Gerek hadis gerekse tarih mecmualarında yazım olayına ve kullanılan malzemelere dair çeşitli haberler yer almaktadır.[210]

4) Ebu Bekir (r.a.) devrinde, Kur’an’ın cem’i sırasında ayetlerin yazılı olarak iki şahitle birlikte getirilmesinin istenmesi de yazım olayının açık delilidir.

5) Ömer’in (r.a.) İslam’a girişi sırasında kız kardeşinin elinde Taha suresinin yazılı bulunduğu bir sahifeye rastlaması[211], sefer sırasında düşman toprağında mushafların taşınmasının yasaklanması[212], yazım olayını teyid etmektedir.

6) Rasulullah’ın Kur’an’ın dışında hadisler dahil her şeyin yazılmasını yasaklaması[213], yazma işinin sadece Kur’an’a hasredildiğini vurgulamaktadır.

Sayılan hususlar ve benzeri bir çok rivayetlerden anlıyoruz ki bütün Kur’an Rasulullah’ın hayatında yazılmıştır. Yalnız vahiy devam ettiği için sırayla, toplamaya imkan olmadığından bu yazılanlar dağınık halde idi. Ayetler yazılırken Rasulullah’ın yanında kalmak üzere bir nüsha kendisine veriliyordu. Bazı ashab da kendileri için özel mushaf yazmışlardı. Yalnız bu yazma işi belli bir kaideye ve tertibe dayanmıyordu. Kaynaklar Kur’an’ı toplayan (cem’ eden) Sahabilerin isimlerine yer vermişlerdir. Bunlar içinde özellikle Zeyd b. Sabit, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b, Ebu Zeyd, Ebu’d-Derda, İbn Mesud, Ali ve Osman (r.a.) temayüz etmişlerdir. Anılan sahabilerin bir kısmı, Kur’an’ın tamamını Rasulullah hayatta iken toplamayı gerçekleştirirken bir bölümü de Rasulullah’ın vefatından sonra tamamlamıştır. Bu kaynaklar, Mushaf’ı özel olarak toplamaya girişen Sahabenin sayısını dörtten başlayıp yedi ve daha yukarısına çıkarmaktadırlar.

 

2- Kur’an’ın Rasulullah Devrinde Ezberlenmesi:

 

Bu arada yazılan Kur’an tümüyle ezberlenmişti. Rasulullah’ın Kur’an’ı öğrenmeye ve öğretmeye teşvik eden hadisleri, bu yöndeki gayretlere hız katmıştı. Ashab arasında Kur’an’ı ezber bilenlere “Kurra” adı verilirdi. Sahabeden meşhur olan 29 kurranın isimleri sayılmaktadır. Bunlardan bazıları: Abdullah b. Mes’ud, Salim, Muaz, Ubey b. Ka’b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme.[214]

 

3- Kur’an’ın Rasulullah Devrinde Kitap Haline Getirilemeyişinin Sebep Ve Hikmetleri:

 

Rasulullah hayatta iken yazılan ve ezberlenen Kur’an’ın resmen bir cilt halinde kitap haline getirilemeyişinin sebep ve hikmetlerini şöyle sıralayabiliriz:

1) Rasulullah hayatta olduğu sürece vahiy devam etmişti. Bazı ayetlerin neshedilme ihtimali mevcuttu. Kitap haline getirilmesi bir takım karışıklıklara sebep olabilirdi.

2) Aralıklı olarak indiği bilinen ayetler, bir cilt halinde toplansaydı, bu durum yazmaya, ezberlemeye ve neşre çalışanlara bir takım zorluklar getirecekti.

3) Sureler nüzul tarihine göre tertib edilmediği için inen ayetlerin daha önce inen bir sureye ilave edilmesi gibi durumlar söz konusu olduğundan kitap haline getirme girişimi karışıklıklara sebep olabilirdi.

4) Rasulullah’ın müslümanların başında bulunduğu, bir çok sahabinin de Kur’an’ı ezberlediği bu dönemde böyle bir şeye ihtiyaç da duyulmamıştır.

5) Vahyin tamamlanmasıyla Rasulullah’ın vefatı arasındaki süre 81 günü, alimlerin çoğunluğuna göre de 9 gece gibi çok kısa bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu kadar kısa sürenin Kur’an’ı bir kitap halinde toplamaya yetmeyeceği bir aşikardır.[215]

“Zikr’i biz indirdik onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr: 15/9)

 

4- Kur’an’ın Ebu Bekir Devrinde Toplanması:

 

Rasulullah’ın vefatından sonra halifeliğe seçilen Ebu Bekir (r.a.) devrinde bir takım yalancı nebiler türemiş, irtidat hareketleri baş göstermişti. Halife Ebu Bekir bu karışıklıkları önlemek için bazı teşebbüslerde bulunmuş, bu arada sahte nebi Müseyleme üzerine de bir ordu göndermişti. Yemame’de (12/633 yılında) yapılan savaşta 70 kadar hafız şehid düşmüştü. Hatta bu savaştaki şehit sayısının 500, 700 ve daha fazla olduğunu söyleyenler de vardır.[216]

 İşte bu durum Ömer’i (r.a.) telaşlandırmış, endişesini belirtmek üzere Halife Ebu Bekir’e gitmiş ve Kur’an’ın toplanmasını teklif etmiştir. Ebu Bekir ilk anda Rasulullah’ın yapmadığı bir işi yapma durumuyla karşı karşıya geldiği için çekinmişse de daha sonra, gönlü bu işe ısınmış ve Ömer’in düşündüğü gibi düşünmüştür. Hemen Zeyd b. Sabit’i çağırmış ve ona Kur’an’ı inceleyip toplama görevini vermiştir. Zeyd b. Sabit ilk anda bu görevi yapmaktan çekinmiş ise de Halifenin telkin ve tavsiyelerine uyarak hemen Kur’an’ı toplamaya koyulmuştur.[217]

Kur’an’ı toplama görevi kendisine verilen Zeyd b. Sabit, Rasulullah’ın vahiy katibiydi. Kur’an’ın tamamını Rasulullah’ın sağlığında toplamıştı. Akıllı, zeki ve yetişkin bir genç olarak tanınmıştı.

Zeyd b. Sabit’in Kur’an’ı toplama işiyle görevlendirilişinden hemen sonra, durum Ömer (r.a.) tarafından halka duyuruldu ve Rasulullah’dan (s.a.v.) alınan Kur’an’a dair bilgi ve belgelerin getirilmesi istendi. Getirilen ayet ve surelerin kabul edilebilmesi için şu şartlar aranıyordu:

1) Getirilen ayetlerin ezberlenmiş olması

2) Rasulullah’ın huzurunda yazılmış olması

3) Bunun da en az iki şahidin şehadetiyle isbat edilmesi.

Aranan prensiplere son derece riayet ederek yazılı metinleri bir araya getiren Zeyd b. Sabit bu işi yaklaşık bir yılda tamamlamıştır. Toplanan bu sayfalar Ebu Bekir’e (r.a.) teslim edilmiş, vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır. Böylece Rasulullah tarafından okunan, tebliğ edilen, yazılan ve ezberlenen Kur’an Ebu Bekir devrinde, başta Zeyd b. Sabit olmak üzere sahabenin gayretleriyle toplanıp tek kitap haline getirilmiştir. Toplanan Mushaf’ın Rasulullah devrinde yazılan ve bilinenlerden hiç farkı yoktur. Yalnız Tevbe suresinin son iki ayeti ile Ahzab suresinin bir ayeti sahabelerin tevatüren ezberlerinde, Rasulullah’ın yanındaki mushafta olmasına rağmen sadece Huzeyme b. Sabit el-Ensari’nin yanında vardı. Rasulullah onun şahitliğini iki kişinin şahitliği yerine saydığı için sahabeler hiç bir şüpheye kapılmadan istisna olarak bunu almışlardır.[218]

Toplanan kitap haline getirildikten sonra Mushaf adını alan bu nüshayı şu özellikleriyle tanımak mümkündür.

1) En ince ilmi tesbit usulleriyle toplanmıştır.

2) Nüshaya ancak tilaveti mensuh olmayan ayetler alınmıştır.

3) Nüshanın doğruluğu, tevatür yoluyla sabittir ve icma-ı ümmet vardır.

4) Bu nüsha “yedi harfi” içine almaktadır.[219]

Ebu Bekir’e teslim edilen bu Mushaf, onun vefatından sonra Ömer’e, Ömer’den sonra da kimin halife seçileceği belli olmadığı için kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir. İstinsah sırasında Osman istemiş, sonra iade etmiştir. Hafsa’nın vefat etmesinden sonra Medine valisi Mervan b. Hakem tarafından da yaktırılmıştır. Bunun sebebi, istinsah edilen nüshalarla bu nüsha arasında muhalefet olabileceği iddialarını ve bu yönde doğacak fitneyi ortadan kaldırmaktır.

 

5- Kur’an’ın Hz. Osman Zamanında Çoğaltılması:

 

Osman (r.a.) Devrinde İslam Devleti sınırları Arabistan’ı aşmış, fetihler sebebiyle insanlar grup grup İslam’a girmiş, her şehir halkı Kur’an-ı Kerim’i o beldedeki kurra sahabenin okuyuşuna göre okumaya başlamıştı. Çünkü sahabenin Kur’an-ı Kerim’deki bazı kelime ve harfleri Rasulullah’ın ağzından farklı şekilde rivayet etmeleri farklı kıraat vecihlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Başlangıçta ümmete kolaylık olmak üzere Rasulullah’ın uyguladığı bu farklı okuyuş, daha sonra bir takım tereddüt ve şüpheleri beraberinde getirmiş, her belde insanları başka kıraatleri görünce şaşırmışlar kendi kıraatlarının daha doğru ve fasih olduğunu iddia etmişlerdir. Öyle ki, farklı okuyuş sebebiyle insanlar birbirlerini günahkarlık ve hatta küfürle itham edecek kadar ileri gitmişlerdir.

Nitekim Ermenistan ve Azerbeycan fetihlerine (25/646) katılan kumandan Huzeyfe b. Yeman, bu durumu açıkça görmüş ve derhal halife Osman’a müracaat ederek, ümmetin arasında yahudi ve hristiyanlar arasındaki ihtilafların benzeri çıkmaması için, bu işin çaresine bakmasını istemiştir. Bunun üzerine Osman Hafsa’ya haber göndermiş, Mushaf’ın sonradan iade edilmek üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. Hafsa da Mushaf’ı halife Osman’a göndermiştir.

Osman (r.a.) gönderilen Mushaf’ı istinsah edip çoğaltmaları için şu dört kişiyi görevlendirmiştir: Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As, Abdurrahman b. Haris. Bunlardan Zeyd Medine’li Ensar’dan, diğerleri ise Mekke’li olup Kureyşlilerdendi. Bazı haberlerde bu heyetin 12 kişiden oluştuğu bildirilmektedir.

İstinsah heyetine halife tarafından ihtilaf halinde Kureyş lehçesinin esas alınması talimatı verilmiş, heyet de aşağıdaki prensipleri göz önünde bulundurarak çoğaltma işlemini gerçekleştirmiştir:

1) İstinsah, Ebu Bekir zamanında toplanan mushaf esas alınarak yapılacaktır.

2) Son arzadaki durum gözetilerek, tilaveti mensuh olan ayetler alınmayacaktır.

3) İhtilaf halinde Kureyş lehçesi tercih olunacaktır.

4) Mushaf’ın istinsahı bir kaç nüsha halinde yazılarak gerçekleştirilecek ve muhtelif beldelere gönderilecektir. Gönderilen Mushaflara uymayan ve tashihi mümkün olmayan sayfa ve Mushaflar imha edilecektir.

5) Sureler, bugün elimizde bulunduğu şekliyle tertib edilecektir.

6) Bu Mushaflara, daha önceki Mushaf veya sayfalara yazılmış, açıklama mahiyetindeki ibareler yazılmayacaktır.

Komisyon belirtilen esaslar çerçevesindeki çalışmasını bir rivayete göre beş sene zarfında tamamlamış, çoğaltılan nüshalardan birisi Medine’de bırakılmış, diğerleri Kufe, Basra ve Şam’a gönderilmiştir. Bu arada çoğaltılan nüshaların sayısının 5 veya 7 olduğu söylenerek, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de Kur’an nüshalarının gönderildiği belirtilmiştir.

İstinsah işlemi tamamlanınca esas Mushaf, Hafsa’ya iade edilmiş, çoğaltılan Mushaflar üzerinde Ashab ve Tabiilerin icmaı gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Osman’ın gerek kendisinde bulundurduğu ve gerekse diğer şehirlere gönderdiği bu Mushaflar derhal benimsenmiş, kısa zamanda bunlardan istinsahlar yapılarak, birçok müslümanın elinde Kur’an nüshaları görülmeye başlamıştır. Bugün taşıdığımız ve okuduğumuz Kur’an-ı Kerim nüshaları Osman’ın (r.a.) çoğalttığı nüshaların aynısıdır.[220]  

 

6- Kur’an’ın Harekelenme Ve Noktalanması:

 

Osman (r.a.) zamanında çoğaltılan Mushaflar, harekesiz ve noktasız olarak yazılmıştı. Bunun gerekçesi de Kur’an’ın çeşitli kıraat vecihlerine göre harekesiz ve noktasız metinde okunabilmesini sağlamaktı.

Fakat Arap olmayanların İslam’a girmeleri ve bunların Arapçaya vakıf olmamaları sebebiyle Kur’an-ı Kerim’i yanlış okuma olaylarına sık sık rastlanılır olmuştu. Dolayısıyla Kur’an’ı sağlıklı ve kolay okumayı sağlayacak nokta ve hareke gibi bir takım düzenlemelere gitmek gereği belirmişti.

Kur’an’ı ilk defa harekeleme yoluna giden Ebu’l-Esved ed-Düeli (69/688)’dir. Bu zat başlangıçta Basra valisi Ziyad b. Ebih’den gelen teklifi kabul etmemiş, daha sonra bir şahsın Tevbe suresinin 3. ayetinde yer alan “Ve rasuluhu” kelimesini “Ve rasulihi” şeklinde okuduğunu duymuş, hemen vali Ziyad’a başvurarak harekeleme işine girişmiştir. Çünkü geçen ayetin “Allah ve Rasulü müşriklerden beridir.” şeklindeki anlamı, duyduğu okuyuşa göre “Allah müşriklerden de Rasulünden de beridir.” şekline dönüşmüştü. Bu yüzden Mushaf yazısındaki renkten farklı bir mürekkeple fetha hareke için harfin üstüne bir nokta, kesre için altına bir nokta, zamme için önüne bir nokta koymak suretiyle bu işi tamamladı. Tenvin için de iki nokta kullanılmıştı.

Harekeleme işinden hemen sonra da harflerin noktalanması işi gerçekleştirilmiştir. Bu işi de Irak valisi Haccac b. Yusuf (95/713)’un emriyle Düeli’nin talebesi Nasr b. Asım (89/708) yapmıştır. Bazı rivayetlerde de bu noktalama işini Yahya b. Ya’mer (129/746)’in gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Şu var ki Basra’da bu iki zatın başlattıkları noktalama hareketi, daha sonra Medine’ye ve diğer İslam beldelerine yayılmıştır.

İlk dönemlerde uygulanan ve noktalarla gösterilen hareketlerle, benzer harfler için uygulanan noktalar Mushaflarda farklı renklerle işaretlenmiştir. Bir süre devam eden bu uygulama Halil b. Ahmed (175/791)’in bildiğimiz hemz, teşdid, sıla, revm ve işmam gibi diğer noktalama işaretlerini tamamlamasıyla son şeklini almıştır.

Kur’an-ı Kerime hareke ve nokta konulması meselesi başlangıçta tartışma konusu olmuş aralarında Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ud ve İmam Malik’in de bulunduğu bir grup selef alimleri bu hareketi hoş karşılamamışlardır. Fakat sonraki dönemlerde, hareke ve noktalama hareketinin Kur’an-ı Kerim’e herhangi bir zarar değil, yarar getireceği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Bu yüzden nokta ve harekelemeye ruhsat verilmiş, hatta müstehap olduğu söylenmiştir.

Halife Velid (86-96) mushafların yazılışı için, hattının güzelliğiyle şöhret bulan Medine’de Mescid-i nebevi’nin mihrabındaki hattın sahibi olan Halid b. Ebi’l-Heyyac’ı gönderdi. Hicri dördüncü asrın sonlarına kadar hattatlar mushafları kufi yazısıyla yazmaya devam etti. Hicri beşinci asrın başlarında onun yerini güzel nesih yazısı aldı. Günümüzde kullanmakta olduğumuz nokta ve harekelerin hepsi bu yazıda mevcuttur. Kur’an’ın ilk baskısı 1530 yılında Bındıkiyye’de gerçekleşmiş lakin kilisi bunu hemen yok etmiştir. Müslümanlar tarafından ilk baskısı 1787 yılında Rusya’nın Saint-Petersbourg şehrinde Mevlay Osman tarafından gerçekleştirilmiştir. 1828 yılında ilk taş baskı Tahran’da yapılmıştır.1877 yılında İstanbul’da basıldı. 1923 yılında Kahire’de Kral Fuat’ın emriyle Ezher ulemasının eşliğinde Hafs rivayeti ile Asım’ın kıraatine göre basılan Kur’an’ı İslam alemi çok beğendi ve neredeyse tek nüsha durumuna geçti.[221]

Kur’an’ın nokta ve harekelenmesiyle ilgili bir çok eser yazılmıştır. Bunlar arasında Ed-Dani (444/1053)’nin “El-Muhkem fi Nakti’l-Mesahif” adlı eseri meşhur olanıdır.[222]     

 

7- Yedi Harf Ve Kıraat Meselesi:

 

Kur’an-ı Kerim’in kıraatıyla doğrudan ilgili meselelerden olan yedi harf ve kıraat meselesi ilgili alimlerin en çok üzerinde durdukları konular arasında yer almıştır. Bu iki konu birbirine karıştırılmış, bazen aynı şeyler olduğu söylenmiş, bazen de ayrı ayrı şeyler oldukları belirtilmiştir. Kanaatimizce birbirinden ayrı olan bu meseleleri anahatlarıyla anlatalım:

 

A) Yedi Harf Meselesi:

 

Bize 21 sahabiden ulaşan ve sayısı 46’yı bulan hadislerde rivayet edildiğine göre Kur’an-ı Kerim yedi harf üzerine inmiştir. Özellikle Ubey b. Ka’b ve Ömer’den (r.a.) rivayet edilen hadislerde bu durum vurgulanmıştır. Nitekim Ubey b. Ka’b’ın rivayet ettiği hadiste belirtildiğine göre Cebrail Rasulullah’a üç defa gelmiş ve her gelişinde Kur’an’ın bir, iki ve üç harfle okunuşuna ilişkin ilahi emri tebliğ etmiştir. Rasulullah, Kur’an’ın üç harfle okunuşunun bile ümmete zor geleceğini Cebrail’e bildirmesi üzerine melek dördüncü gelişinde şöyle demiştir: “Allah sana ümmetinin Kur’an’ı yedi harf üzere okumasını emrediyor, hangi harfle okurlarsa doğruyu bulmuşlardır.”[223]

Ömer’in (r.a.) rivayet ettiği hadiste ise, Hişam b. Hakim’in Furkan suresini okuyuşuna ilişkin olarak Ömer’in gösterdiği tepki anlatılmış, karşılıklı tartışan bu iki sahabinin Rasulullah’ın huzuruna gelerek anılan sureyi farklı biçimde okudukları nakledilmiş, sonunda da Rasulullah’ın şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: “Bu Kur’an yedi harf üzerine indirilmiştir. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz.”[224]

Yedi harfin ne anlama geldiği ve neye delalet ettiği hususunda alimler farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Konuyla ilgili görüşleri 40’a kadar çıkaranlar varsa da bunların belli başlıları şunlardır:

1) Yedi Harf tabiri kendi başına müşkil bir terimdir. Bu kapalılık hem harf, hem de yedi kelimesinden gelmektedir. Çünkü harf kelimesi, bir çok anlamlara gelen müşterek bir lafızdır. Yedi rakamı ise, bilinen sayı olduğu gibi, çokluktan kinaye olarak kullanılabilir.

2) Yedi Harf, meşhur yedi lehçedir. Bu lehçeler ise, Kureyş, Huzeyl, Sakif, Hevazin, Kinane, Temim ve Yemen kabilelerine aittir.

3) Yedi Harf, yedi vecihtir. Yani bir şeyin aynı anlama gelen çeşitli lafızlarla söylenmesidir. “Akbil, Helümme, Teal” lafızlarının “Gel” anlamını ifade etmesi gibi.

4) Yedi Harf, yedi çeşit kelamdır. Emir, nehiy, helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal gibi.

5) Yedi Harf, Kur’an’ın mutlaka yedi lehçe ile değil, yer yer farklı lehçelerle okunabileceğinin ifadesidir.

6) Yedi Harf, kıraat imamlarına nisbet edilen yedi kıraat değildir.

7) Yedi Harf, Kur’an’ın okunuşu hususunda Yüce Allah’ın, Rasulullah’ın isteğini kabul ederek kullarına tanıdığı bir ruhsat, kolaylık ve genişliktir.

8) Yedi Harf, Kur’an’daki bazı kelimelerin okunuşlarında görülen bir tür çeşitliliktir. Bu çeşitlilik hiç bir zaman, anlamda herhangi bir çelişkiye ve farklılığa sebep olmamaktadır.

Şimdi de Yedi Harf uygulamasına ilişkin bazı örnekler verelim: “Ekvemu kîla” ayetini “Esvebu kîla” şeklinde okuyarak “Ekvemu, Esvebu ve Ehbe’e” kelimelerinin aynı anlama geldiğini belirtmiştir. Ömer (r.a.) “Fes’av” kelimesini “Femdu” biçiminde okumuştur. Ebu’d-Derda “Taamu’l-Esîm” kelimelerini bir türlü okuyamayan kimseye “Taamu’l-Facir” okumasını söylemişti. Ayette geçen “Zehrafe” kelimesinin yerine İbn Mesud’un “Zehebe” kıraatine rastlanmıştır.

Sonuç olarak Yedi Harfle ilgili şunu söyleyebiliriz: Birinci asrın ilk yarısından itibaren Kureyş lehçesinin ve eğitiminin yaygınlaşması üzerine Yedi Harf meselesi, önemini kaybetmiştir. Zaruretten dolayı, kısa bir süre için ruhsat olarak getirilen bu uygulama artık sona ermiştir. Bugün ise, ilmi bir mesele olarak incelenmekten başka bir değeri yoktur.[225]

 

B) Kıraat Meselesi:

 

Kur’an kelimeleri üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’rab yönünden farklı okuyuşlara kıraat denmiştir. Osman (r.a.) zamanında çoğaltılarak belirli merkezlere gönderilen Mushafların harekesiz ve noktasız oluşu muhtelif kıraatlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hicri 1. asrın ikinci yarısından itibaren Medine, Mekke, Kufe ve Basra’da kıraat mektepleri açılmaya başlanmış, 2. asrın başlarından itibaren de çok çeşitlenen kıraatler içinde tercih edileni belirtmek üzere Yedi Kıraat (Kıraat-ı Seb’a) tabiri yaygınlaşmıştır. Konuyla ilgili çalışmalar yapılmış, yazılan eserlerle kıraat bir ilim olarak tesbit edilip uygulanmıştır. Nihayet Ebu Bekir b. Mücahid (324/925) yazdığı “Kitabu’s-Seb’a” isimli eseriyle kıraatları yedide sınırlarken sahih kıraatları da toplamıştır. Yalnız bu yedi kıraatin Yedi Harften ayrı olduğu, aralarında bir ilginin kurulmaması gerektiği unutulmamalıdır. Daha sonra İbnü’l-Cezeri (833/1429) başta olmak üzere bir grup alim, Yedi İmama üç meşhur imamın da kıraatlarının eklenmesini uygun bulmuşlar, dolayısıyla kıraatların sayısı ona (Kıraat-ı Aşere) yükselmiştir. Böylece Yedi Harfin yedi kıraatla açıklanmasına yönelik arayışlar da sona erdirilmiştir. Bu on kıraate dört kıraatın da ilave edilmesiyle 14’ü bulduğu görülmektedir.

Belirtilen ve sayısı 14’ü bulunan sahih kıraatlarda müslümanlar için ezberleme, anlama ve hüküm çıkarma gibi kolaylıkların söz konusu olduğu bilinmelidir. Kıraat uygulaması sünnettir. Farklı kıraatlere Rasulullah tarafından müsaade edilmiştir. Kıraatler sahih ve şazz olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Tevatür derecesine ulaşan sahih kıraatlere “mütevatir”, tevatür derecesine ulaşmayan veya gramer ölçülerine göre ortaya konan kıraatlere de “şazz” denir. Kıraat imamlarının arasındaki ihtilaf “kıraat” adını alırken, ravilerin ihtilaflarına “rivayet” denilmiştir. Diğer ihtilaflara ise “vecih” denilmiştir. Kıraat imamlarına “Kari, Kurra” veya “Mukri, Mukriun” denilirken, rivayet edenler de “Ravi. Ruvat” diye isimlendirilmişlerdir.

Kur’an kelimelerinin madde ve lafızda değil, sadece şekil ve suretinde beliren kıraatle ilgili bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz:

1) Harflerin tek veya çift noktalarının, harflerin üst veya altında yer alması (Ya, Ta, Bâ ve Nûn harflerindeki gibi.)

2) Hareke değişmeleriyle ilgili olabilir. “Bi’l-buhli” kelimesinin “Bi’l-behali” şeklinde okunuşu gibi.

3) “Hum” zamiri harekelendirilir. “Aleyhimu, minhumu” gibi.

4) Lehçe farkları gözetilebilir. “Berie-Berae” gibi.

Mütevatir sayılan on kıraatın imamları ise şunlardır:

1) Ebu Abdurrahman Nafi (169/785) Nafi’nin ravileri, Kalun ve Verş’tir.

2) Abdullah b. Kesir (120/738)

3) Ebu Amr (154/771)

4) Abdullah b. Amir (118/736)

5) Asım b. Ebi’n-Necud (127/745) Asım’ın ravisi Hafs’dır.

6) Hamza b. Habib (156/773)

7) Ali b. Hamza el-Kisai (189/805)

8) Halef b. Hişam (229/844)

9) Ebu Ca’fer el-Ka’ka (130/748)

10) Ebu Muhammed Ya’kub b. İshak

Sayılan on mütevatir kıraatin bugün üç tanesi fiilen kullanılmakta olup diğerleri bir ilim olarak tetkik edilmektedir. Pratik olarak uygulanan üç kıraat şunlardır:

1) Ebû Amr kıraatı, sadece Sudan’ın bir kısmında kullanılan bu kıraat yaygın değildir.

2) Nafi’ kıraatı, Mısır hariç Kuzey Afrika’da tutunmuş bir kıraattir.

3) Asım kıraatı, yeryüzündeki müslümanların büyük çoğunluğu Asım kıraatını ve Hafs rivayetini kullanmaktadır. Mushaflar da bu kıraata göre basılmaktadır.[226]

Bir kıraatın sahih olabilmesi için onun, üç vasfa sahih olması gerekir:

1) Rasulullah’dan sahih senedle rivayet edilmesi.

2) Osman’ın (r.a.) mushafına takdiren de olsa uygun olması.

3) Arapçanın kaidelerine uygun olması.[227]

 

8- Mushafların Bölüm Ve Parçalarıyla İlgili Bilgiler:

 

Kur’an-ı Kerim’in 114 sure 6666 (veya 6236) ayetten meydana geldiğini görmüştük. Şimdi de Kur’an’ın bölümleri ve parçalara ayrılışına ilişkin bazı bilgiler verelim:

1) Kur’an’daki kelime sayısı: 77.934 veya 77.437’dir.

2) Kur’an’daki harf sayısı: 326.048 veya 323.671’dir. Kelime ve harf sayısındaki farklılık, imla ve kıraattaki ihtilaftan ileri gelmektedir.

3) Cüz: Mushaflar 30 cüze ayrılmıştır. Her cüz 20 sayfadan oluşmaktadır. Mushafların sol tarafındaki sayfa kenarına konan işaretlerle gösterilmiş, içine cüz yazısı ve sayısı yazılmıştır.

4) Hizib: Cüzün dörtte birini oluşturan beş sayfalık bölümün adıdır. Toplam hizib sayısı 120’dir. Bunlar sayfa kenarlarına konulan ve içine hizib yazılan işaretlerle gösterilir.

5) Kur’an’ın bölümleri: Kur’an’ın ilk ve ikinci yarısı, birinci, ikinci ve üçüncü üçte birleri, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü dörttebirleriyle, beş, altı ve yedide birleri çeşitli eserlerde gösterilmiştir.[228] 

6) Duraklar: Ayetleri birbirinden ayırmak için konulan işaretlerdir. İlk zamanlarda Mushaflarda bulunmayan duraklar, daha sonra daire meyilli çizgiler halinde yapılmıştır. Daha sonraları yalnız daire halinde gösterilmiştir. Zamanla bu daireler gül şeklini almış veya içi süslü daireler olarak kalmıştır. Zamanımızda basımı yapılan Mushaflarda çeşitli şekillerde durak işaretlerine rastlanmaktadır. Çoğunlukla da bu durakların içinde ayet numaraları yazılıdır.

7) Secavendler: Okunan yerin anlamı göz önünde bulundurularak konulmuş bir tür noktalama işaretleridir. Secavendler, işaretlerin büyük bölümünü ilk defa uygulayan Muhammed b. Tayfur Secavendi (560/1165)’nin ismiyle anılmışlardır. Her bir vakf ve vaslın çeşitli durumlarıyla, konulan ifade eden bu işaretler “Mim, Tı, Cim, Sad, Kaf” gibi harfler, “Kıf” ve “Sıl” gibi kelimeler veya üçlü noktalarla gösterilmiştir.

8) Tahmis ve Ta’şir: Surenin her beş ayetinin sonuna “Hams” kelimesinin yazılmasına “Tahmis”, her on ayetin sonuna da “Aşr” kelimesinin yazılmasına “Ta’şir” denilir. Bunların “Ha” ve “Ayn” harfleriyle işaretlendiği de görülmektedir.[229] Türkiye’de basılan Mushaflarda bu işaretlere rastlanmamaktadır. Ancak bu mushaflarda görülen “Aşr” işaretinin ise konu başlangıç ve bitimini ifade eden “Ruku alametleri” olduğu bilinmektedir.

9) Sure başlıkları: Her surenin başında o surenin adının, nerede nazil olduğunun ve ayet sayısının belirtildiği kısımdır. 

10) Secdeler: Kur’an’da 14 yerde geçen secde ayetini belirten işaretlerdir. Bu işaretler secde ayetinin hizasına konulmuş ve içine “Secde” yazılmıştır. 

 


KONULU TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI

 

KUR’ANİ İLİMLER

 

Konularına göre Tefsir Usulü çalışmaları deyince, Kur’an tefsiriyle yakından ilgili olan veya Kur’an’ın kendi yapısına ait ilimler üzerindeki araştırmalar anlaşılmaktadır. Kur’an ilimlerini konularına göre ele alıp inceleyen ve bu şekilde Tefsir Usulü içinde yer alan Kur’an ilim dallarını tesis eden çok sayıda araştırmacı alim bulunmaktadır. Bu konuların her biri, müstakil olarak tedvin edilmiş eserlerle tanıtılmıştır.

Konularına göre Tefsir Usulü Çalışmalarını, A) Mushaf ve Kıraat bilgisine ilişkin çalışmalar B) Kur’an ilimleriyle ilgili çalışmalar olmak üzere iki gruba ayırmak mümkündür. Şimdi bu iki gruba giren ilim dallarını, alimlerini ve geliştirilen literatürü tanımaya çalışalım.

 

A) MUSHAF VE KIRAAT BİLGİSİNE İLİŞKİN ÇALIŞMALAR:

 

Kur’an-ı Kerim’le doğrudan bağlantılı olan ilimlerdir ki bunları Resmü’l-Mushaf, Tecvid İlmi, Kıraatu’l-Kur’an, Vakf ve İbtida şeklinde tasnif edip inceleyeceğiz.

 

1- MUSHAF’IN YAZISI (RESMÜ’L-MUSHAF)

 

Kur’an’ın yazısıyla ilgili olarak doğan ilme “Resmü’l-Mushaf” ismi verilmiştir. Kur’an’ın kendine mahsus bir yazı şekli vardır ki, buna “Resmü’l-Osmani” denir. Bu yazı şekli Osman (r.a.) zamanında istinsah edilen Mushafta da belirlenmiş ve günümüze kadar aynen muhafaza edilmiştir. Müslümanlar da başlangıçtan beri bu Mushafların yazısına titizlikle uymuşlar ve imla tarzına sadakatle bağlı kalmışlardır.

İşte bu titizlik sebebiyle ilk asırlardan itibaren Kur’an’ın yazısıyla ilgili olarak müstakil eserler yazılmıştır. Yazılan eserlerde, Kur’an’ın yazısının kendine mahsus özellikleri anlatılmakta, kelime ve harflerin çeşitli durumlarda nasıl yazılmış oldukları inceden inceye tesbit edilmektedir.

Osman (r.a.) zamanında yazılıp çoğaltılan Mushafların yazısında arapça kaidelere uymayan bazı yerlerin bulunduğu bilinmekle birlikte bir kısım alimler, Mushafların bu şekilde yazılmasının çeşitli hikmetlere dayandığını söylemektedirler. Bazı bilginler de bu imla tarzının o devirde yazının olgunlaşmamış olmasından ileri geldiğini söylemektedirler.[230]

Ancak alimlerimizin çoğunluğuna göre Mushafın imla tarzına uymak vaciptir. Mezhep imamları da bu yazıya uymanın sünnet olduğunu ve korunmasının gerektiğini, başka bir yazıyla Mushafın yazılmasının haram olduğunu belirtmişlerdir.[231] 

Kur’an’ın bütününün yazısıyla ilgili olarak müslümanlar arasında icmâ’ meydana geldiğine göre, artık bu yazının değiştirilip yerine başka bir yazının konması mümkün değildir. Buna göre Kur’an’ın latin harfleriyle yazılması caiz görülmemektedir. Üstelik arap yazısının dışında bir yazı, Kur’an-ı Kerim harflerinin mahreçlerine ve tecvid kaidelerine uygun biçimde okunmasına yeterli olmadığı gibi kıraat vecihlerini de ifade edemez. Bu arada şimdiki yazının Kur’an’ı ezberleme hususunda hafızaya büyük yardımı olduğu bilinmektedir.

Yüzyıllar boyunca Kur’an-ı Kerim, Osman (r.a.) Mushaflarına uygun olarak meşhur hattatlar tarafından çok güzel yazılarla yazılmıştır. Özellikle Türk hattatlar bu uğurda üstün maharet göstermişler, yazıya en güzel ve en mükemmel şeklini vermişler, adeta sanat yarışına çıkmışlardır. İstanbul, Kahire, Paris, Londra, Vatikan, Berlin, Petersburg, Gırnata vb. kütüphanelerde çok kıymetli Mushaflar bulunmaktadır.

Mushaf, ilk defa Avrupa’da basılmıştır. Elde en eski baskı, 1694 yılında tab’ edilen Hamburg nüshasıdır. Muhtelif vilayetlerde ve değişik tarihlerde tab’ edilen Mushaflarla birlikte İstanbul’da ilk basım (1288/1871) ile (1291/1874) tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Kahire basımı ise (1281/1864)’dür.[232]

 

Resmü’l-Mushaf’a Dair Kaynaklar:

 

1)

37)

 

2- TECVİD İLMİ

 

Tecvid, harflerin mahrec ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur’an-ı Kerim’i hatasız okumayı öğreten ilimdir. Kur’an-ı Kerim’i okumak apayrı bir özellik arzeder. Bu okuyuşun herkesin kolayına geldiği şekilde bir okuyuş olmayıp, lüzumlu kaideleri öğrenmeyi sağlayan Tecvid ilmine bağlı bir okuyuş olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Müzzemmil suresinin 4. ayetinde “Kur’an’ı tertil ile (açık açık, tane tane) oku.” buyrulurken tertil kelimesi, tecvid ve vakfı bilmek şeklinde yorumlanmıştır.[233] Yani ayette tecvid ile Kur’an okuma gereğine işaret edilmiştir.

 Nitekim Rasulullah da Kur’an’ı tecvid ile okumuş ve tecvidin lüzumunu belirtmiştir. Ashab-ı Kiram da tecvid ile okumuş, tecvid konusunda icma’ hasıl olmuştur.[234] Bu durumda tecvidi inkâr etmek küfürdür. Ona gereken önemi vermemek ve saygı göstermemek de büyük günah sebebidir. Tecvid ilmi olarak öğrenmek farz-ı kifayedir. Açık hatadan (Lahn-ı Celi) kurtaracak kadar tecvide riayet etmek de farz-ı ayndır.

Tecvid hem teorik hem de pratik yönü olan bir ilimdir. Nazari yönü tek başına öğrenilse bile ameli yönü mutlaka tecvidi bilen bir üstadı gerektirir.

Birçok alim tecvid ilmini kıraat ilminin bir parçası saymışlarsa da tecvid, kıraat ilminden ayrı olarak değerlendirilmelidir. Çünkü kıraat ilminde ağırlıklı olarak kelimeler, tecvid ilminde ise harfler ve onların çıkış yerleri (mahrecler) incelenmekte ve uygulanmaktadır.[235] Bir çok kıraat kitabında tecvidle ilgili bilgiler yer almakla birlikte müstakil eserler de yazılmıştır. Bunlardan bazılarını kronolojik olarak tanıyalım.

 

Tecvide Dair Kaynaklar:

 

1)

31)

 

3- KIRAAT İLMİ (KIRAATU’L-KUR’AN)

 

Kur’an-ı Kerim’in kelimelerinin okunuşlarını ve ihtilaflarını nakledenlerine nispet ederek bildiren ilme “Kıraetü’l-Kur’an” veya “Kıraat İlmi” denir.[236] Kıraat İlmi, Kur’an-ı Kerim’le doğrudan meşgul olan ilimlerin en başında gelmektedir.

Kıraat İlminde kelimelerin telaffuz ve okunuşları incelenmekte, mütevatir ihtilafları elde edip koruma melekelerini kazandırma hedeflenmektedir. Böylece kelime telaffuzlarında hata, tahrif ve tağyir ihtimalleri ortadan kalkmış olur. Ayrıca kıraat imamlarının da herbirinin okuyuş biçimleri öğrenilir. Kıraat ilmi sayesinde Kur’an’ın okunuş ve şekilleri de bilinir. Bu ilmin ihmal edilmesi durumunda, kıraatlere dayalı olarak çıkarılan dini hükümlerle, birtakım fıkhi konuların dayanakları yitirilmiş olur. Meydana gelmesi istenmeyen böyle bir kötü sonuç, ancak Kıraat İlmiyle önlenir.

Konusu doğrudan doğruya Kur’an olması bakımından, Kıraat ilmiyle asırlar boyu müslümanlar meşgul olmuşlardır. Asr-ı Saadette müslümanların ilk öğrendikleri ilmin Kur’an, dolayısıyla Kıraat İlmi olduğu bellidir. Sahabe de Kur’an’ı ve onun kıraatını öğrenmiş ve ezberlemiştir. Bu bakımdan Kıraat İlmi İslami ilimlerin ilki ve en kıdemlisidir.[237]

Hicri 3. asırdan itibaren kıraat alanında pek çok eser yazılmıştır. Bunlardan bir kısmı matbudur. Ancak çok büyük bir kısmı ise yazma halinde kütüphanelerde korunmaktadır. Tesbit edebildiğimiz bazı eserleri kronolojik sıra içinde tanıyalım.

 

Kıraatte Şâzz:

 

Kur'an'ın mütevatir olan on kıraati (Kıraat-i Aşere)nin dışında kalan kıraatlerdir.

Suyûtî ve Zerkeşî şâzz kıraati şöyle tarif ederler: "Mütevatir kıraatlere mahsus olan üç şarttan birisi eksik olursa o şâzzdır"[238]

Mütevatir kıraatlere ait üç şart şunlardır:

1- Bir vecihden bile olsa Arapça'nın gramerine uygun olmalıdır.

2- Takdiren olsa bile, Hz. Osman'a nisbet edilen mushaflardan birinin resm-i hattına uygun olmalıdır.

3- Meşhur yedi ve on kurranın kıraatinden başka olsa bile, sahîh ve muttasıl bir senedle Rasûlullah (s.a.s.)'a ulaşmalıdır.[239]

İşte bir kıraatte bu şartlardan birisi eksik olursa ona "şâzz kıraat" denir.

Şâzz kıraate örnek: İbnü's-Sümeylâ'nın Yûnus sûresinin 92. âyetini, "fe'l-yevme nünahhîke bi'bedenike litekûne limen halefeke âyeten" diye okuması.

 

Şâzz Kıraat İmamları:

 

1- Muhammed b. Abdurrahman b. Muhaysın (İbn Muhaysın).

2- Ebû Muhammed Yahya b. el-Mübarek b. el-Muğîre el-Adevî el-Basrî (Yezîdî).

3- Ebû Saîd el-Hasen b. Yesâr el-Basrî (Hasen-i Basrî).

4- Ebû Muhammed Süleyman b. Mihran el-A'meş el-Esedî el-Kûfi (el-A'meş)[240]

 

Şâzz Kıraatlerin Kısımları:

 

1- Sahabenin icmaına dayanan, fakat tevatür derecesine çıkamayan kıraatlerdir. Bunlara "Âhâd" kıraatler denir. Bunlar da ikiye ayrılır:

a) Meşhûr olan şâzz kıraatler.

b) Meşhûr olmayan şâzz kıraatler.

Bu kıraatler bütün imamlara göre muteber sayılmazlar ve dinî hükümlere delil olarak kullanılamazlar.

2- Gramer bakımından tashîh tekliflerinden ibaret olan ve hiçbir dinî esasa dayanmayan şâzz kıraatler.[241]

 

Şâzz Kıraatlerin Hükmü:

 

Mekkî b. Ebî Tâlib ve İbnü'l-Cezerî, şöhret bulması şartıyla şâzz kıraatin kabul edilip okunabileceğini söylemekle[242] beraber ulema, şâzz kıraatin okunamayacağında icma etmiştir. Ulemadan bir kısmının bu konudaki görüşleri şöyledir:

İbnü's-Sübkî: "Şâzz kıraatleri okumak caiz değildir. Kur'an olmadıkları için namazda ve haricinde okunamazlar."

İmam Nevevî: "Namazda ve namaz dışında şâzz kıraatleri okumak caiz değildir. Çünkü onlar Kur'an değildir. Kur'an ancak tevatürle sabit olur. Şâzz kıraat ise mütevatir değildir. Bundan başkasını söyleyen ya yalancıdır veya cahildir. Eğer bunu kabul etmeyip de bir kimse şâzz kıraatle okursa, namaz ve onun dışındaki kıraatî reddedilir."

Bağdat fakihleri, şâzz kıraatle okuyan kimsenin tevbe etmesinin lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir.

İbn Abdi'l-Berr, şâzz kıraatle namaz kıldıranın arkasında namazın sahih olmayacağı konusunda müslümanların icmaının bulunduğunu nakleder.

Zerkeşî, Mâlikî mezhebinde olanların da aynı görüşte olduklarını ve İmam Mâlik'in mushafın hattına uymayan, İbn Mes'ûd ve diğer sahabeden birinin kıraati ile okuyan kimse hakkında, "Onun arkasında namaz kılınmaz" dediğini nakleder.

Subhi es-Salih, Kur'an'ın âyetlerinin sayısını, Kur'an'daki en uzun ve en kısa kelimelerin hangisi olduğunu, Kur'an'daki harekeli harflerden en çok hangilerinin olduğunu tesbit etme çalışmaları yanında şâzz kıraatlerle uğraşmayı da bir nevî ilmî israf olarak niteledikten sonra, "Değilse onlar da kesin olarak biliyorlar ki, Kur'an olması kesinleşmeyen bir kıraat, kendileri için de, başkaları için de, onu namazlarda veya diğer zamanlarda okumak caiz değildir ve hiç kimse bunlara inanmaya mecbur tutulamaz" demektedir.[243]

 

Kıraat İlmi Kaynakları:

 

1)

42)

 

4- VAKF VE İBTİDA

 

Durmak anlamına gelen vakf, okumaya tekrar başlamak niyetiyle nefes alacak kadar bir süre için sesi kesmekten ibarettir. Başlama anlamına gelen İbtida ise, ilk defa okumaya başlamak veya vakftan sonra tekrar başlamak demektir.

Vakf ve ibtida, Kur’an’ın manasının iyice anlaşılabilmesi için gereken önemli bir husustur. Bir şiir veya nesrin durulacak ve başlanacak yerlerine, başka bir deyişle noktalama işaretlerine riayet edilmeden okunmasının, o metni ne kadar anlaşılmaz ve çirkin hale getireceği bilinmektedir. O halde sözlerin en yücesi ve güzeli Kur’an’ı okurken vakf ve ibtida’ya uymak son derece önemli bir keyfiyettir.

Rasulullah’dan gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre, tilavette vakf ve ibtida’ya riayet etmek gereği vurgulanmış, riayet etmeyenler suçlanmıştır.[244] Aynı şekilde Ali’den (r.a.) gelen bir rivayet, vakf ve ibtida’nın önemini göstermektedir.[245] Öte yandan bütün alimlerimiz vakf ve ibtida’yı bilmenin lüzumuna işaret etmişlerdir.[246]

Vakf ve İbtida konusuyla ilgili iselerde, Kur’an’ın kelimeleri ve ayetleri üzerinde vakf ve ibtida yapmanın hükümleri ve çeşitleri anlatılmıştır.

Vakf ve İbtida Kaynakları:

 

1)

17)

 

B- KUR’AN İLİMLERİYLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR

 

Kur’an-ı Kerim, pek çok ilimler için feyizli bir kaynak olduğu herkesin malumudur. Her isteyen ondan kendi kabiliyeti nisbetinde istifade edebilir. Onda mevcut olan esaslar, düsturlar, umdeler sayesinde bir çok ilimler için istinbatlar yapılabilir. Bizim asıl konumuz bu değil, Kur’an-ı Kerim’in tefsiriyle yakından ilgili olan veya Kur’an’ın bünyesine ait ilimlerdir. Bunların adedi pek çoktur. Biz burada onlardan birkaç tanesine, bir öğrencinin bilmesi lazım geldiği kadarıyla temas edeceğiz. Bu konuların herbiri, müstakil olarak tedvin edilmiş eserlerle teyid edilmiştir. Biz, bu ilimlerden muhtasar olarak bahsettikten sonra, bu konuda yazılmış eserleri de kaydetmeye çalışacağız.[247]

 

1- NÜZUL SEBEPLERİ (ESBABU’N-NÜZUL)

 

Bazı ayet ve surelerin ne gibi sebeplerle indirildiğini bildiren ilim dalına Esbabu’n-Nüzul denir. Aslında Kur’an-ı Kerim’in bir kısım ayet ve sureleri, meydana gelen bazı olaylar ve Rasulullah’a sorulan sorulara cevap olmak üzere indirilmiştir. İşte Rasulullah’a sorulan bir soru veya bir hadise dolayısıyla bir kaç ayetin veya surenin tamamının nazil olmasına sebep olan şeye nüzul sebebi denir. Bir sebebe bağlı olarak inenlerin dışında kalan büyük bölüm ise herhangi bir soru veya onay olmadan doğrudan indirilmiştir. Yani bu tür ayetler, ihtiva ettikleri anlamı anlatmak için nazil olmuştur.[248]

Allah Teala her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bunların bazısını biz görebilir, bazısını da göremeyiz veya izah edemeyiz. İşte Kur’an ayetlerini de bu bağlamda ele almak gerekir. Naslarda ve vesikalarda tarihi hakikatler gizlidir. Vakıalara en doğru olarak şehadet eden tarihdir. Tarih ise yalnız başına neticelere ulaşamaz. Bir neticeye ulaşabilmek için, tabiî sosyal ve edebî ilimler, tarihle müştereken çalışırlar. Bu bakımdan tefsir ilmindeki sebeb-i nüzul bahsini sadece tarihi yönden mülahaza etmemek gerekir. Hüküm teşrii, hüküm tahsisi, Allah’ın kelamının anlaşılması gibi yönler de düşünülmelidir.[249]

 

Nüzul Sebebini Bilmenin Faydaları:

 

Kur’an’daki ayet ve surelerin iniş sebeplerini bilmenin, onları anlamada büyük faydaları vardır. Bu açıdan tefsirde nüzul sebeplerini bilmek, ayetlerin izah edilip açıklanması yönünden son derece önemli ve gerekli kabul edilmiştir. Gerek İslam Tarihi açısından gerekse kasdedilen mananın anlaşılıp şüphelerden kurtulması bakımından Esbabu’n-Nüzulü bilmek gereklidir. Bu yüzden başlangıçta tefsir ilmi büyük ölçüde nüzul sebeplerini bilmekten ibaretti. Sahabiler Rasululah’ın yanında bulunan kişiler olarak hükümlerle sebepler arasındaki münasebetleri kurabilmiş ve tefsiri gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla nüzul sebebi bilinmedikçe, gerçek manasını anlamak mümkün olmaz. Buna karşılık nüzul sebebi bilinince de anlaşılması kolaylaşır.[250]

Bilhassa tefsir ilminde, sebeb-i nüzulün ayeti izah ve beyan etmesi bakımından lüzumu çok önemlidir. Zaten tefsir sahasında sahabeyi yükselten en mühim amil de budur. Onlar Rasulullah’a bir ayet nazil olduğunda, nüzule sebep olan hadiseyi ve sebebini, sual soranın durumunu ve suali sormasındaki sebebi bilirlerdi. Değişik sebeplerle ve çeşitli hadiselere göre nazil olan ayetler ayrı ayrı hükümleri ihtiva ederlerdi. Sahabenin bazısı ve bilhassa daima Rasulullah’ın yanında bulunan sahabe, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti tesis edebilmişti. İşte bizim de sebeb-i nüzulden kastımız budur. Bidayetteki tefsir ilmi, sebebi nüzulü bilmekten ibaretti şeklinde bir söz hakikatın ifadesinden başka bir şey değildir. Zira hadis mecmualarının tefsir babları hemen hemen sebeb-i nüzule tahsis edilmiş gibidir. Onlar çok kere hükümleri sebeplere bağlayamadıklarından, hükümler mütenakız gibi görünmüştür. Sebepleri bilinmeyen hükümler arasındaki ihtilaflar onları düşünmeye ve muhakemeye sevketmiştir. Sahabe devrinden sonra gelenler ve hatta sahabe devrinde dahi bazı kimselerin ayetleri tefsir ve izahtan çekinmelerinin en mühim sebebi, hükümlerle sebepler arasındaki irtibatı temin edememelerinden ileri gelmektedir. Muhammed b. Sirin (110/728)’den rivayet edildiğine göre “Kur’an’dan bir ayeti Ubeyde b. es-Selmani (72/691)’den sordum. Bana: “Allah’tan sakın. Kur’an’ın ne şey için nazil olduğunu bilenler gitti (kayboldu)” dedi.[251] 

El-Vahidi: “Bu gün, bu hususta konuşanlar, ayetin sebeb-i nüzulünü bilmeden konuşmanın tehlikesini düşünmeksizin cehalet yularını takıyor ve yeni şeyler icad edip yalanlar uyduruyorlar.” sözünü de ilave etmektedir.[252] Keza yine bu şahıs “Bir ayetin sebeb-i nüzulü bilinmedikçe, onun hakiki manasını anlamak mümkün olamaz.” demiştir.[253] İbn Teymiyye de: “Nüzul sebeplerini bilmek ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.”[254] diye söylemiştir. İbn Dakik el-Iyd de “Nüzul sebeplerinin beyanı, Kur’an’ın manasını anlamaya kuvvetli bir yoldur.” demektedir.[255]  

Nüzul sebebini bilmenin faydalarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Kur’anı-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır, mü’minin imanı kuvvetlenir, müşrikin de doğru yolu bulmasına vesile olur.[256]

2) Ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur. Mesela: İçkinin haram kılındığını bildiren ayetler (Maide: 5/90-91) nazil olunca, Rasulullah’a daha önce içki içip ölmüş kişilerin durumu sorulmuştu. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştu: “İman edip salih amel işleyenlere... tattıkları şeylerde, üzerlerine bir günah yoktur.” (Maide: 5/93)[257]

Bu ayetin nüzul sebebini bilmeyen Osman b. Kudame b. Maz’un ve Amr b. Ma’dikerib, ayeti genel manada değerlendirerek, şarabın mübah olduğunu ileri sürdüler. Nüzul sebeplerini bilmemeleri onları işte bu yanlış anlaşılmaya götürmüştür.[258] Şarabın haram olmasına dair ayet nazil olunca, sahabenin zihninde beliren tereddüdü izale etmek için bu ayet nazil olmuştu.[259]

3) Hasr tevehhümü bertaraf edilir. Kur’an’da ayetin zahiri hasr ifade edebilir. Fakat sebeb-i nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş olur. Mesela:

“De ki: “Bana vahyolunan içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti –ki bu gerçekten murdardır- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında , haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- Şüphesiz senin Rabbin Ğafur’dur, Rahim’dir.” (En’am: 6/145)

Bu ayete bakarak sadece sayılan dört şeyin haram kılındığı, bunun dışında yiyecek ve içeceklerden haram kılınan başka bir şeyin olmadığını söylemek doğru değildir. Çünkü bunların dışında da haram kılınanlar vardır. İmam Şafii bu ayette hasr maksud olmadığı görüşünü savunmaktadır. Bu ayetin sebeb-i nüzulü tetkik edilecek olursa görülür ki, inad ve kafirliklerinden dolayı, Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal kılan kimseler hakkında nazil olmuştur. Yani bu ayet onların istediklerinin zıt yönünden nazil olmuştur. Cenab-ı Hak bu ayetle onlara: “Helal ancak sizin haram saydıklarınız, haram ise, sizin helal kabul ettiklerinizdir.” demek istemiştir. İmam eş-Şafii de bu görüştedir.[260] 

4) Nüzul sebebi ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder. Mesela: Mücadele suresinin başındaki zıhar ayetlerinin nüzulüne sebep olan Evs b. Samit ve karısı Havle, bu ayetlerin kendilerine veya benzeri kişilere tahsis edilebileceğini belgelemişlerdir.[261]

5) Ayetlerin kolayca anlaşılıp ezberlenmesi sağlanır.[262]

Sebeb-i Nüzulü bilmenin en sağlam yolu sahih olan haberlere istinad etmektir. Bu hususta söz söylemek için, Kur’an’ın nüzulüne şahid olan ve onun sebeplerini bilen kimselerden rivayet edilmiş olması veyahutta onlardan işitilmiş olması şarttır. Bu gibi rivayetlerin de sahabeye kadar ulaşmış olması lazım gelir. Sebeb-i nüzul hakkındaki haberler Merfu olarak Rasulullah’a ve sahabeye ulaşmazsa makbul addedilmezler.[263]

Nüzul sebebini kesin olarak gösteren tabirler şunlardır: “Sebebu Nüzuli’l-Ayeti keza...” “Fenezelet...” “Feenzelellah” Bazen de Rasulullah’a sual sorulur ve arkasından vahiy gelir ve sorulan sual cevaplandırılmış olur. Hadisenin cereyan tarzından bu ayetin nüzulüne sebep olduğunu anlayabiliriz. Nüzul sebebini kesin olarak açıklamayan deyim ise: “Nezelet Hazihi’l-Ayetü fi keza...” ifadesidir.[264]

 

Nüzul Sebeplerinin Özellikleri:

 

Hadis mecmuaları ve tefsir kitaplarında, bir ayetin tefsir sebebi nüzulüne ait vakıa itibariyle uygun fakat, şahıslar, zaman ve mekan itibariyle değişik bir kaç sebep zikredildiğini görmekteyiz. Ez-Zerkeşi bu hususu şöyle izah etmektedir: “Sahabe ve tabiun’un adetindendir ki, onlardan biri şu ayet şunun için nazil oldu dedikleri vakit, ondan kastettikleri şey, o ayetin şu hükmü tazammun ettiğini ifade etmek istemeleridir. Yoksa bu hadise ayetin sebebi nüzulü demek değildir.”[265]

Müfessirlerin nüzul sebeplerine ilişkin olarak belirledikleri ve göz önünde bulundurdukları ilkeler şunlardır.

1) Sebepleri değişik tek ayet: Mesela Bakara: 2/121 ayetinin nüzul sebebi olarak şunlar söylenmiştir: Bunlar: a) İbn Abbas’a göre Ca’fer b. Ebi Talib’le Habeşistan’a hicret eden 40 müslümandır. b) Dahhak’a göre Yahudilerden iman edenlerdir. c) Katade ve İkrime’ye göre Rasulullah’ın ashabıdır.[266]  

Böyle bir durumda:

a) Rivayetlerin sahih olanı alınır, diğeri terkedilir.

b) İki rivayet de sahihse, rivayetler arasındaki tercih sebebine itibar edilir. Mesela ravilerden birinin olayı görmüş olması tercih sebebidir.

c) İki rivayet sahih, tercih sebebi de yoksa rivayetlerin arası cem’ edilir, hadisenin ayet inmeden önce cereyan ettiğine hükmedilir.

d) Rivayetler sahih, tercih sebebi de yok, cem’ de edilemiyorsa, bu taktirde ayetin mükerrer olarak nazil olduğuna hükmedilir.[267] 

2) Tek sebeple inen çok ayet: Bu durumda tek sebep iki ayetin inmesine sebep olabildiği gibi, ikiden fazla ayetin inmesine de sebep olabilir.[268]

 

Nüzul Sebeplerinin Problemleri:

 

1) Nüzul sebeplerinde bazı tarihi uyuşmazlıklar göze çarpmaktadır. Tarihi olaylarla uyuşmayan bu nakillerin tahkiki yapılmadan bazı tefsirlere girdiği görülmektedir.

2) Nüzul sebeplerinin kendi muhtevası içinde bazı karışık ve izahı güç meseleleri bulunmaktadır. Bu karışıklık ve güçlük, nüzul sebebini ve hadisesini, Rasulullah veya ondan sonraki dönemlere de dayandırma anlayışından kaynaklanmaktadır.

3) Nüzul sebepleri fırkaların ortaya çıkmasında rol oynayan amillerden biri olmuştur. Dolayısıyla fırkalar, kendi görüşlerinin doğruluğunu ispat etmek için nüzul sebeplerini tahrif ederek kendi yönlerinde kullanmak istemişlerdir.[269]

Sebeb-i nüzul ilminde bazı tarihi uyuşmazlıklar da göze çarpmaktadır. Mesela: “Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan daha zalim kim olabilir? Onların içlerine korkarak girmekten başkası değildir. Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azap vardır.” (Bakara: 2/114) bu ayet hakkında Katade der ki: “Bu ayet Babil’li Buhtu’n-Nasr ve ashabı hakkında nazil oldu. Onlar Yahudilerle harbettiler ve Kudüs’ü de harab ettiler. Rumlardan olan nasaralar da bu işde ona yardımcı oldular.”[270] Yani burada, Kudüs’ü tahrib etme hususunda hristiyanlarla Buhtu’n-Nasr birlikte hareket ettikleri söylenmek istenmektedir. Halbuki Buhtu’n-Nasr’ın yahudilerle mücadelesi ve Kudüs’ü tahribi Miladdan 633 sene evvele tesadüf etmektedir. Daha o zamanda hristiyanlık diye bir şey yoktu. Bu gibi hataya El-Vahidi düştüğü gibi, Tarihçi olan Et-Taberi de bu haberi tefsirinde zikretmiştir.[271] 

Zerkeşi şöyle diyor: “Bir şey, şanını yüceltmek ve sebebi tekerrür ettiğinde unutulması korkusuyla onu bir daha hatırlatmak için iki defa inebilir. Nitekim Fatiha suresinin bir defa Mekke’de, bir defa da Medine’de olmak üzere iki defa indiği rivayet edilir. Yine İhlas suresinin Mekke’de müşriklere, Medine’de de Kitap ehline cevap olarak indiği rivayet edilir. Ebu Talib’in Mekke’de iman etmemesine rağmen Rasulullah’ın “Nehyolunmadığım müddetçe senin için Allah’tan mağfiret dileyeceğim.” buyurması üzerine inen Tevbe: 9/113 ayetinin Medine’de indiğine dair ittifak vardır. Demek ki bu ayet te iki defa inmiştir.[272] 

Yukarıda zikrettiğimiz gibi, nüzul sebeplerinde de bazı karışık ve izahı güç meseleler vardır. Bu husuta bir kolaylık olmak üzere Şah Veliyyullah ed-Dihlevi şu izahatı vermektedir: “Zor mevzilerden biri de sebeb-i nüzulü bilmektir. Buradaki zorluğun yönü mütekaddimun ve müteahhirunun muhalefetlerinin bulunuşudur ki, bu da sahabe ve tabiunun sözlerini araştırmakla meydana çıkar. Onlar şu ayet şu hususta nazil oldu, lafzını, Rasulullah zamanında vaki olan bir hadiseye has olarak kullanmadılar. Bu sözlerle belki onlar, Rasulullah zamanına veya Rasulullah’dan sonra ayetin tasdik ettiği şeylerin bazısını zikredip, bu hususta nazil oldu diyorlar. Burada bütün esaslara uygunluğa lüzum yoktur, belki hükme olan intibak kâfidir.[273]

Fırkaların ortaya çıkışında rol oynayan amillerden biri de nüzul sebepleridir. Gerek ayetlerin nüzul sebeplerine iyi vakıf olunamama gerekse kasti olarak tahrif edilmeleri yönünden, tefsirlerde yanlış hükümler verilmesine vesile olmuştur. Bukeyr, Nafi’ye İbn Ömer’in Haruriyye fırkası hakkında görüşü nedir diye sorduğunda, O, onları Allah7ın mahlukatının en şerlisi olarak görüyordu. Zira onlar, kâfirler hakkında nazil olan ayetleri, mü’minlere aitmiş gibi addetme yoluna gittiler, şeklinde cevaplandırmıştır.[274] Her ayet için bir nüzul sebebi aramaya lüzum yoktur. Ayetler ihtiva ettikleri manayı anlatmak için nazil olmuş olabilirler. İbn Teymiyye bu hususu şöyle teyid etmektedir. “Bazı ayetlerin sebebi nüzulü bilinmez. Bu taktirde ayetin sebebi nüzulü doğrudan doğruya ayetin manasıdır. Yani o ayet ihtiva ettiği manayı anlatmak için nazil olmuştur.”[275] Tefsir sahasında şöhret yapmış olan Abdullah b. Mes’ud “Allah’a yemin ederim ki, Kitab’da nazil olan ayetlerin kim için ve nerede nazil olduklarını en iyi ben biliyorum.” demektedir.[276] Burada İbn Mesud’un en iyi ben bilirim demesi, Kur’an-ı Kerim’i iyi anlayabilmek için, sebeb-i nüzulü bilmenin lüzumuna bir işarettir. Vahidi, Kur’an tefsirinde sebeb-i nüzulün ehemmiyetini belirtmek için “Ayetin tefsiri ona ait hadiseye vakıf olmadan ve sebeb-i nüzulü bilmeden mümkün olamaz.”[277] Yine bu zat “Bir ayetin sebebi nüzulü hakkında konuşmak rivayet ve sema ile olur, aksi taktirde söylemek helal olmaz.”[278] demektedir. İşte bu bakımlardan sebeb-i nüzul, sahabe devrinden itibaren tefsir hareketinde ve ihtilaf zuhurunda rol oynayan mühim bir amil olmuştur.[279]

 

Esbabu’n-Nüzul Kaynakları:

 

1)

12)

 

2- NASİH VE MENSUH

 

Nesh: Lügat manası: İzale[280], bertaraf, ibtal ve yok etme; izale edilen şeyin yerine başka birinin konulması veya konulmaması, nakletme[281], kaldırma, hükümsüz kılma, istinsah etme, değiştirme, tahvil etme[282]dir. Nesehe fiilinin mastarıdır. Nesh kelimesinin bu manalardan hangisinde hakikat, hangilerinde mecaz olduğu konusu ihtilaflıdır. Bazı ilim adamları “izale ve iptal etme” manasında hakikat, diğerlerinde mecaz olduğunu söylemektedirler.[283] Şer’i manası: Bir nassın hükmünün ya yerine bir nass gelerek veya hiçbir nass gelmediği halde belli bir zaman sonra kaldırılmasıdır. Bu önceki farzla amel etme müddetini, bu farzla amelin ne zaman bittiğini ve sonrakiyle amelin ne zaman başladığını belirtir. Onun ne zaman biteceği Allah katında bilinir, fakat biz onun hükmünün sürekli olacağını düşünürüz. Onu nesheden ayet gelince onun hükmünün bittiğini anlarız. Bu da bizim ilmimizde bir değişmedir. Fakat Allah katında bir değişme yoktur.[284] Mukaddes bir metnin ilgası manasında da kullanılır.[285] Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldırılan delile nasih, hükmü kaldırılan delile de mensuh denilir.[286]

Keza günlük konuşmalarımızda da, güneş gölgeyi izale etti, ihtiyarlık gençliği giderdi, asırlar ve zamanlar birbirlerini neshetti gibi lafızları kullanmaktayız. Ruhların bir bedenden diğerine intikaline inananların kullandığı tenasuh kelimesi de, intikal manasını ifade etmektedir. Bir kitabı istinsah etmek te nakilden başka bir şey değildir. İşte nesh kelimesi, şu yukarıda verdiğimiz manalardan her biri yerinde kullanılabilir. Bazıları, onun bu çeşitli manalarda kullanılışının mecazi olduğunu söylemişlerdir.[287]

 

Neshin Bölümleri:

 

Alimlerden bir kısmı neshi üç bölüme ayırır.

1) Neshin Kur’an’daki şer’i manalarından birincisi Arapçadan alınan şeklidir. “Güneş gölgeyi neshetti”, yani onu sildi ve kaldırdı, yayılarak onun yerini aldı. Bu mana Kur’an’da ya lafzını ve hükmünü silmesi ve onun yerine geçmesi şeklinde -Buna örnek olarak “Beş emzirme ayetini” gösterebiliriz- ya da lafzını değil de sadece hükmünü kaldırması şeklinde kullanılır.

2) Arapçadan alındığı şekliyle “Rüzgar izleri neshetti”. -Bunu silip götürdüğünde yağmur için de kullanabiliriz.- Bu silme kaldırma bakımından güneşin gölgeyi neshetmesi gibidir. Fakat yerine geçmek bakımından aynısı değildir. Çünkü rüzgar genellikle sildiği şeyin yerine geçmez. Bu mana ya lafzını silip hükmünü bırakma şeklinde -Recm ayeti gibi- ya da her ikisinin de kaldırılması şeklinde Kur’an’da da kullanılır.

3) Arapçadan alındığı şekliyle “Kitabı neshettim”, yani lafız ve hece harfleriyle beraber aktardım. Mekki lakabıyla bilinen Ebu Muhammed, en-Nasih ve’l-Mensuh isimli kitabında “Bu şeklin Kur’an’da bulunması doğru olmaz.” demiş ve Kur’an’da bunun mümkün olduğunu söyleyen Cafer Ahmed İbn Nehhas’a karşı çıkmıştır. Buna neshedenin, nesholunanla aynı lafızda olmayıp başka bir lafızla gelmesini delil göstermiştir. Kitabu’l-İcaz kitabının yazarı da İbn Nehhas’ı destekleyerek şöyle der: “Ebu Cafer’in dediğinin Kur’an’da kullanıldığı doğrudur.” Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 “Biz sizin yaptıklarınızı neshetmekteyiz.” (Casiye: 45/29) Yani yazmaktayız.

“O katımızda bulunan ana kitaptadır.” (Zuhruf: 43/4) Vahiyle Rasulullah’a indirilen, kitapların anası olan Levh-i Mahfuz’da bulunanın aynısıdır.

“O, korunan kitaptadır ve ona temiz olandan başkası dokunamaz.” (Vakıa: 56/79)

“O, dilediğini siler ve bırakır. Kitabın anası O’nun katındadır.” (Ra’d: 13/39)

Bu, zikredilen manadaki neshin Allah’ın kitabında caiz olacağına dair kuvvetli bir delildir.

Bu açıklamaya göre Kur’an Levh-i Mahfuz’da lafız ve hece harfleriyle taşınmak suretiyle neshedilmiştir-aktarılmıştır. Arap dilinde herşeyin anası demek aslı demektir. Mekki’nin bu şekildeki neshin caiz olmadığına dair gösterdiği delil Kur’an-ı Kerim’in Levh-i Mahfuz’dan mushaflara aktarılmasına zıt değildir. İcaz kitabının yazarının Mekki’nin söylediklerini reddetmek, İbn Nehhas’ı desteklemek için verdiği cevapta şüphe vardır. Çünkü bu, üzerinde ittifak edilen bir meseledir. Neshin bu şekline göre Kur’an’ın tamamı neshedilmiştir. Çünkü o, Levh-i Mahfuz’dan nakledilmiştir. Ya da Mekki’nin itiraz ettiği Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan nakledilmesi değildir. Çünkü Mekki bunu inkara kalkacak kadar cahil değildir. En iyisi Mekki’nin “Kur’an’da bu şekilde nesh caiz değildir.” sözünden kastının, Kur’an’ın Ruhu’l-Emin’le rasullerin efendisinin kalbine indirilmesinden sonra Kur’an’da bu şekilde neshin caiz olmayacağı şeklinde anlaşılmasıdır. Son zikredilen manadaki nesh, yani Rasulullah’ın vefatından sonra Kur’an’ın kelime ve harfleriyle nesh kesin olarak reddedilmiştir. Mekki’nin sözünden kastedilen bu ise isabetlidir. Fakat İbn Nehhas’ın itiraz etmesi “İcaz” kitabının yazarının Mekki’nin sözünü geçen şekilde yorumlamasından dolayı isabetli değildir. O zaman gerçekte bir ihtilaf yotur.[288]

 

Nasih ve Mensuh İlminin Önemi:

 

İcaz kitabının yazarı şöyle dedi: Sahih senedle rivayet edilmiştir ki Ali (r.a.) mescitte insanlara İslam’ı anlatan bir adam gördü. Ali ona: “Sen nasih ve mensuhu biliyor musun?” diye sordu. Adam: “Hayır, bilmiyorum.” dedi. Ali ona: “Sen helak oldun ve insanları helake sürüklüyorsun.” dedi. Ondan sonra adamı mescitten çıkarttı ve ona bir daha insanlara İslamı anlatmayı yasakladı. Bu rivayetin benzeri Abdullah İbn Abbas hakkında rivayet edildi. İbn Abbas hakındaki rivayette ise, Adam nasih ve mensuhu bilmediğini söyleyince İbn Abbas onu tekmeledi ve ona: “Helake uğradın ve insanları helake sürüklüyorsun.” dedi.

“Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara: 2/269) ayeti hakkında İbn Abbas şöyle dedi: Ayetteki hikmet’ten kasıt, Kur’an’ı, nasih ve mensuhu, muhkemi-müteşabihi, mücmeli-mufassalı, daha önce nazil olanı-daha sonra nazil olanı, haramı-helali ve Kur’an’da verilen misalleri bilmektir.

Huzeyfe İbn Yeman (r.a.) şöyle dedi: “İnsanlara fetva veren kişiler üç türlüdür.

1) Kur’an’ın nasihini ve mensuhunu bilen kişi.

2) Kadı olarak tayin edilmiş ve başka çaresi olmayan kişi.

3) Fetva makamına layık olmayan fakat fetva veren kişi. Ben birinci ve ikinci kişilerden değilim. Üçüncü kişi olmaktan da Allah’a sığınırım.”

Şeyh Hibetullah İbnü Selame Nasih ve’l-Mensuh kitabında şöyle dedi: Selef alimlerinden şöyle bir söz nakledilmiştir: “Kitap ilmini öğrenen fakat nasih ve mensuhu bilmeyen kişinin ameli eksiktir. Çünkü böyle bir kişi yasaklananla emredileni, mübah olan ile haram olan şeyleri karıştırır.”[289]   

 

Nesh Caiz midir?

 

Bu husustaki tartışmaları şöyle özetleyebiliriz:

1) Nesh, aklen ve naklen mümkün müdür?

2) Şayet caiz ise bilfiil vuku bulmuş mudur?

3) İslam’da, yani Kur’an ve sünnette nesh caiz midir?

4) Şayet İslam’da nesh caiz ise vukubulmuş mudur?

5) İslam’da nesh caiz ve vukubulmuş ise nerelerdedir?

Nesh konusunda ihtilaf edenler bu soruların cevabını vermeye çalışmışlar ve her bir görüş sahibi delillendirmek suretiyle bu sorulara müsbet veya menfi cevaplar vermeye çalışmışlardır. Müslüman alimlerin cumhuru neshin hem eski şeriatlerde, hem de İslam’da caiz ve vaki olduğunu kabul etmişlerdir. Neshin en şiddetli karşıtları Yahudilerdir. Zira Yahudi alimleri, neshi kabul ettikleri taktirde bunun, kendi şeriatlerinin neshedilmiş olduğu neticesine varacağını çok iyi anlamış durumundaydılar. Bu yüzden nesh konusu gündeme gelince buna şiddetle karşı çıkmışlardır. Bunun yanında daha İslam’ın ilk intişarı yıllarında müşrikler neshi İslam için bir kusur olarak görmüşler ve “Görmüyor musunuz, Muhammed ashabına dün emrettiğini bugün değiştiriyor; bugün yapılmasını emrettiği bir şeyi yarın kaldırıyor!” diyerek İslam ile alay etme yolunu tutmuşlardı. Rasulullah (s.a.v.) İslam’ın eski şeriatları kaldırdığını ve hükümsüz bıraktığını ilan ettiği zaman Yahudiler kendi dinlerinin kıyamete kadar baki kalacağı ve Muhammed’in getirmiş olduğu kendi dinlerini neshedemeyeceğini ileri sürerek karşı çıktılar.

Rasulullah’ın ashabı ve tabiun içinde nesh aleyhinde konuşan, onun aklen ve naklen caiz olup olmadığı konularında gerek müsbet, gerekse menfi fikir ileri sürenlere rastlamıyoruz. Diğer taraftan neshin aklen ve naklen caiz olup olmadığı konularında müslümanlar arasında yine herhangi bir görüş ayrılığı görülmemektedir. Ancak, neshin nerelerde olup olamayacağı, Kur’an ve hadiste nerelerde nesh meydana geldiğinde bazı ihtilaflar mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de neshin caiz olmadığını ilk ileri süren, Mu’tezile alimlerinden olan Ebu Müslim Muhammed İbn Bahr el-İsfahani (322/934)’dir. Daha sonra gelen Hindistan’lı alim Şah Veliyyullah Dihlevi (1176/1762) de Ebu Müslim’in şüphelerine dayanarak bu hususta bir takım iddialar ortaya atmış ve Kur’an’da neshin olamayacağını, mensuh sayılan ayetlerin aslında mensuh olmayıp muhkem olduklarını, bazılarında tahsis veya te’lifin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Son zamanlarda Mısır’ın tanınmış alimlerinden Dr. Muhammed Tevfik Sıdkı da Kur’an-ı Kerim’de neshin vukuunu şiddetle reddedenler arasındadır. 1906 senesinde el-Menar dergisinde neşrettiği “en-Nasıh ve’l-Mensuh” adlı makalesinde bu nazariyesini geniş bir şekilde ve müdellel olarak izah etmiştir. Türkiye’de “Tanrı buyruğu” adlı Kur’an-ı Kerim mealinin müellifi Ömer Rıza Doğrul da bu nazariyeyi destekleyenlerdendir. Günümüzde de bazı ilim adamları aynı nazariyeyi benimsemiş görünmekte ve Kur’an-ı Kerim’de neshi kabul etmemektedirler.

Neshin caiz olduğu görüşünde olanlar bunu, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetlerle delillendirmektedirler:

“Biz, bir ayeti ondan daha iyisini veya onun gibisini getirmeden neshetmeyiz veya unutturmayız.” (Bakara: 2/106)

“Biz bir ayeti diğer bir ayetin yerine tebdil ettiğimiz, değiştirdiğimiz zaman –Allah ne indireceğini en iyi bilir- derler ki: ‘Sen bir müfterisin.’ Hayır onların pek çoğu bilmezler.” (Nahl: 16/101)

“Yahudilerin zulümleri onların birçoğunu Allah yolundan alıkoymaları, nehyedilmelerine rağmen faiz almaları, halkın mallarını haksız yere yemeleri sebebiyledir ki Biz, kendilerine helal kılınan temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık.” (Nisa: 4/160-161)

“Ayetlerimiz onlara apaçık deliller olarak okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir, yahut onu değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunagelenden başkasına tabi olmam. Eğer Rabbime isyan edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım.” (Yunus: 10/15)

“Biz seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna. Çünkü O, aşikarı da bilir, gizliyi de.” (A’la: 87/6-7)

Neshin Kur’an-ı Kerim’de olmadığını iddia hükümlerinin sonradan kaldırılmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki nesh keyfiyeti, ebedi olan akidelere dokunmayıp sadece ahkamdaki emir ve yasaklara inhisar etmektedir. Aynı zamanda bu değiştirme mü’minlerin, dini vecibelerini daha kolay ve pratik bir şekle sokma maksadıyla meydana gelmiştir. Bu yüzden nesh keyfiyetini Allah’a yakıştırmamak gibi bir düşüncenin temeli yoktur. Zira bu edenler bu ayetlerin neshin Kur’an’da vukuuna değil de neshin aklen caiz olduğuna delil kabul eder veya bu neshi geçmiş şeriatlere tahsis ederler. Aralarında meşhur müfessirlerin de bulunduğu ve müslüman alimlerin ekseriyetinin sahip olduğu görüş, neshin cevazı ve vukuudur. Bunlara göre Kur’an, kendinden evvel indirilmiş semavi kitapları neshettiği gibi yeni kurulmaya başlanan İslam toplumunun inkişaf ve tekamülü icabı emir ve yasakları ihtiva eden bazı ayetlerin nesh keyfiyeti Allah teala’ya nazaran değil, kullara nazarandır.

Nesh konusunda ittifak halinde olan İslam alimleri nasih ve mensuh hakkında ihtilaf etmişlerdir. Nasih hakkında ihtilafları daha ziyade hadislerin Kur’an ayetlerini nesh edip edemeyeceği konusundadır. İmam Şafii’nin de içlerinde bulunduğu bir grup müctehid, Kur’an ayetini ancak yine bir Kur’an ayetinin neshedebileceği görüşündedirler. Bunlara göre mütevatir de olsa bir hadis herhangi bir Kur’an ayetini neshedemez. Diğer bir kısım alimler ise Necm suresinin 4 ve 5. ayetlerinde: “O, kendi arzusuna göre konuşmaz. Onun sözü kendisine gelen vahiyden başka birşey değildir.” Buyrulmasını delil göstererek Rasulullah’ın sözlerinin de nihayet vahye müstenid olduğunu, lafzı Rasulullah’a, manası Allah’a ait kudsi hadislerin bulunduğunu, dolayısıyla bunların da birer vahiy olduğunu göz önünde bulundurarak Rasulullah’ın sözlerinin Kur’an ayetini neshedebileceğini ileri sürmüşlerdir. Yalnız burada bir şart ileri sürülmektedir ki buna göre Kur’an ayetini neshedebilecek hadisin Rasulullah’ın şahsi ictihadına dayanmaması gerekir. Allah Rasulünün bizzat kendi ictihadı olduğunu belirttiği söz ve sünneti Kur’an ayetini neshedemez.[290]   

Tevrat’ta Adem’in çocukları hakkında birbirleriyle evlenmesine izin verilmişken, sonradan bunlar neshedilmiştir. Aynı şekilde yahudiler için Cumartesi günleri iş yapmak yasaklanmışken, İncil’de böyle bir yasak mevcut değildir.[291]  

Kur’an’da neshi reddedenlerin görüşlerini şöylece sıralayabiliriz:

1) Nesh aklen caiz olmakla birlikte, Kur’an-ı Kerim’de bilfiil vaki olmamıştır.

2) Kur’an’da nesh meselesi İslam akideleriyle ilgili olmayıp, ancak tefsir ilminde bir sitem (mezhep) tir. Zira akaide ait bir mesele olsaydı inkar edilmezdi.

3) Mensuh ayetlerden maksat, Tevrat ve İncil’deki, yani eski şeriatlerdeki hükümlerdir. 

4) Kur’an’daki şu veya bu ayetin, şu veya bu ayeti neshettiğine dair bir sarahat yoktur.

5) Neshi kabul edenler, mensuh ayetin önce, nasihin ise sonradan nazil olduğuna dair birçok defalar kat’i bir delile malik değillerdir. Nitekim Bakara suresindeki (240 ve 224) iddet meselesine ait ayetlerde olduğu gibi bazı ayetlerin mensuhu nasihten sonra nazil olduğu da müşahade edilmiştir.

6) Şu veya bu ayetin, şu veya bu ayetle neshedildiğini sarih ve kat’i bir şekilde teyid edecek Rasulullah’dan sadır olmuş olan ve müttefekun aleyh olarak kabul edilen bir hadis de mevcut değildir.

7) Nasih ve mensuh ayetlerin sayıları hakkında bile bir ittifak hasıl olmuş değildir.

8) Neshi kabul edenler, bir taraftan neshin ancak emir ve nehiylere ait ahkama inhisar ettiğini iddia ederlerken, diğer taraftan ahbara ait lafızların bile nesh olunduğunu kabul etmektedirler.

9) Ahad rivayetiyle Kur’an-ı Kerim’in ayetleri isbat olunamadığı gibi, inkar da olunamaz. Bu sebepten Fatiha ile Muavizetan surelerinin Kitabullahtan addedilmediğine dair bu gibi bazı rivayetler nazarı itibara alınmamıştır.

10) Rasulullah, kendisine nazil olan Kur’an-ı Kerim’i halka tebliğ etmiş, katiplere yazdırmış, diğer bazı sahabiler de kendileri için mukaddes metni istinsah etmiş, bir çoğu da ezberlemiş bulunuyordu. Kur’an metinleri namazlarda, hutbelerde ve diğer bazı ahvalde, Rasulullah tarafından pek çok defa tekrarlanmış olduğu gibi, esasen daha hayatta bulunduğu sıralarda bütün surelerin hangi ayetlerden teşekkül ettiği de tesbit edilmiş bulunuyordu. Rasulullah’ın vefatından sonra da Kur’an metinleri biraraya toplanmıştı. Osman (r.a.) tarafından, elimizdeki şekliyle yazılmasına emir verilmişti. Bu suretle ince bir tetkikten ve hafızların da sıkı bir kontrolünden geçirildikten sonra ortaya konulmuş bulunan bu mushafların bir kaç nüshası muhtelif bölgelere gönderilmişti. Esasen bu bölgelerde Kur’an’ı ezber bilen ve evvelden yazı ile tesbit olunmuş parçalara sahip bulunan sahabiler de mevcuttu. Bunlar Osman’ın gönderdiği mushafları muvafık bulduklarından dolayı itiraz etmediler. Eğer bu mushaflarda bir kusur görülseydi, muhakkak daha o zaman reddedilir, belki de kanlı savaşlara yol açılır ve bu sebepten dolayı Osman öldürülürdü. Halbuki hiç te böyle olmamıştır. Bu mushaflar Rasulullah tarafından tebliğ edilen Kur’an’ın ta kendisidir. İçinde nasih ve mensuh ayetlerin mevcut olduğunu isbat etmek için ileri sürülen delillerden başka daha çok kuvvetli deliller göstermek icabeder.[292] 

Neshi ilk olarak kabul etmeyen Ebu Müslim el-İsfehani delil olarak şu ayeti getirmiştir:

“Batıl ona, önünden de ardından da gelemez. Hakim ve Hamid tarafından indirilmiştir.” (Fussilet: 41/42)

Ebu Müslim bu ayete ters düştüğünü sandığı nesh çeşitlerini reddetmiştir. Allah’ın indirdiği Kur’anî bir hükmün ortadan kaldırılmasından sakınmak için neshe tahsis ismini vermiştir.[293]

İnsa (Rasulullah’ın hafızasından bir ayetin silinmesi) keyfiyeti üzerine bazı görüşler ileri sürülmüş ve bazı haberler nakledilmiştir. Hatta M. Abduh “Evvelce Kur’an’da iken sonradan neshedilmiştir.” Veya “gece nazil olan ayetleri, Rasulullah gündüzleri unuttuğundan dolayı üzülürmüş” şeklindeki haberleri kabul etmemektedir. Zira bu gibi haberler Rasulullah’ın masumiyetine ve “Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr: 15/9) ayetine muhaliftir. [294]  

Zerkeşi, Müşriklerden yüz çevirmeyi, onlara karşı sabırlı davranmayı emreden ayetlerin seyf (Tevbe: 9/5) ayeti ile neshedildiğini belirten alimlerin görüşlerinin zayıf olduğunu belirtir. Çünkü burada nesh değil, nes’ vardır. Yani, o hükme o hükmü ilgilendiren bir illetten dolayı belli bir zamana kadar o hükme uyma emredilmiş ve illet kalktıktan sonra başka bir hüküm devreye girmiştir. Görüldüğü gibi bu nesh değil, nes’tir. Çünkü nesh bir daha uyulması caiz olmayacak şekilde de hükmü kaldırmaktır.[295]         

 

Kur’an’da Mensuhun Kısımları:

 

Mensuhun kısımları altı tanedir.

1) Yazılışı kaldırılıp yerine başka bir şey gelmeyen fakat icma ile hükmü baki kalan. Mesela recm ayeti. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Vallahi Rasulullah’ın zamanında şu ayeti okumuştuk: “Babalarınızdan yüz çevirmeyin bu sizin için küfürdür. Eğer yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ederse, Allah’tan bir ceza olarak onları mutlaka recmedin. Muhakkak Allah Aziz’dir, Hakim’dir.”[296] Rasulullah (s.a.v.) evli iki kişiyi recmetmiştir. Ayetteki yaşlı erkek, yaşlı kadından kasıt evli erkek, evli kadındır.[297] Bu konudaki nesh İbn Hibban’ın sahihindeki Ubeyy b. Ka’b’dan rivayet edilen bir hadisi şerife dayanmaktadır.[298] Kadı Ebu Bekir, Zerkeşi gibi alimler haberi ehad’ın Kur’an’ı neshedemeyeceğini söylemiş ve neshin bu türünü kabul etmemişlerdir.[299] Ebu Cafer en-Nehhas, Muhammed Hudari Bey, Dr. Muhammed Suad ve Dr. Mustafa Zeyd gibi alimler de bu tür neshi kabul etmemektedirler.[300]

2) Başka bir ayetin hükmüyle hükmü kaldırılan ve Kur’an’da yazılışı kalan ayetler. İcma ile her iki ayet de yazılışı ve okunuşu ile beraber Kur’an’da bulunur. Mensuhun en yaygın şekli budur. Vefattan sonraki iki iddet ayeti gibi. Hibetullah bu şekildeki neshin Kur’an’da 63 surede bulunduğunu söyler.[301] Bakara: 2/115 ayeti Bakara: 2/144 ve Bakara: 2/149. ayetlerle neshedilmiştir.[302]

Muhakkik Sami Ata Hasan şöyle dedi: “Hükmün kaldırılıp tilavetin kalması manasındaki neshin bu çeşidi, bu konuda araştırma yapan araştırmacılar için önemli bir mevzu teşkil eder. Bundaki hikmet şudur: “Kur’an kendisindeki hükümlerin bilinmesi için okunduğu gibi, okumaktan sevap almak için de okunur. Tilavetin kalıp hükmün kaldırılmasının hikmeti budur. Çünkü nesih daha çok hafifletmek içindir. Okunuş ta bu nimeti hatırlatmak için bırakılmıştır. O nimet, neshedilen ayetin hükmünün bir sonucu olan meşakkatin kaldırılmasıdır. Neshin bu çeşidini çok az bir grup kabul etmemiştir. Kabul etmeyenler delil olarak: “Okunuş ve hüküm beraberdirler. Birinin kaldırılıp diğerinin kaldırılması mümkün değildir.” derler. Buna şöyle cevap verilir: “Okunuş ve hüküm arasındaki ilişki, birinin kalkmasının diğerinin de mutlaka kalkmasını gerektirmez. Okunuş hükmün üzerine bina olunmuştur. Başka bir delilden dolayı tilavetin kalıp, hükmün kaldırılması caizdir.”

Ayetin okunuşunun kalıp hükmünün kaldırılmasını kabul etmeyenler ayrıca delil olarak, mükellefin nesholunan bir hükümle amel etme cahilliğine maruz bırakılmasını gösterdiler. Yani mükellef hangi ayetin nesholunup hangisinin nesholunmadığını bilemeyeceğinden nesholunan hükümle amel edebilir. Yine okunuşun faydadan yoksun bırakılmasını da delil gösterdiler. Onlara şu şekilde cevap verilir: “Kaldırılan hüküm yerine başka bir hüküm bulunmasından dolayı, mükellefin kaldırılan hüküm hakkındaki cehaleti kalkar. Tilavetin kalıp ta hükmün kaldırılmasına gelince bunda Kur’an okuma ibadeti ve nesholunan hükmün nesheden hükümden daha şiddetli olduğunu hatırlatma nimeti vardır.”[303]  

3) Hükmü ve yazılışı kaldırılan ve ezberlenmesi kalplerden silinen ayetler. Bu şekilde nesholunan ayetler ancak haber-i ehad hadislerinden bilinir. Ebu Musa el-Eş’ari’nin rivayetinde olduğu gibi. O şöyle demiştir: “Tevbe suresi gibi bir sure indirildi. Daha sonra da kaldırıldı.”

Hibetullah Bağdadi kitabında Enes İbni Malik’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Rasululah (s.a.v.) zamanında tevbe suresi büyüklüğünde bir sure okuyorduk. O sureden bir ayetten başka ayet hatırımda kalmadı. Ayet şudur: “Ademoğlunun iki vadi dolusu altını olsaydı bu ikisine ek olarak bir üçüncüsünü isterdi. Üç vadi dolusu altını olsaydı bir dördüncüsünü isterdi. Ademoğlunun karnını topraktan başka birşey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.”[304]

İbn Mesud da şöyle nakletmiştir: “Rasulullah bana bir ayet okuttu. Ben de onu ezberledim ve mushafıma yazdım. Gece olup hafızama müracaat ettiğimde onu hatırlayamadım. Mushafıma varıp baktığımda sayfalarının bembeyaz olduğunu gördüm. Bunu Rasulullah’a haber verdiğimde bana şöyle dedi:

“Ey İbni Mesud! O, dün kaldırıldı.” Sahabeler şöyle demiştir:

“Ahzab suresi Bakara Suresi gibiydi. Daha sonra birçoğu kaldırıldı.”[305]

Muhakkik Sami Ata Hasan şöyle dedi: “Alimlerden bazıları neshin bu çeşidinin Kur’an-ı Kerim’de bulunmasının caiz olduğunu söylediler. Taberi şöyle rivayet etmiştir: Said Katade’den bize şöyle tahdis etti:

“Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getiririz. (Bakara: 2/106)

Ayette geçtiği gibi bir ayet daha sonra gelen bir ayetle neshedilirdi. Rasulullah bir veya daha fazla ayet okur, sonra bu kendisine unutturulur ve kaldırılırdı. Doğru olan, neshin bu çeşidinin Kur’an’da bulunmasının caiz olduğudur. Bunun bir sonucu olarak bazı ayet ve sureler yazılış ve okunuşuyla beraber kaldırılmıştır. Bu Kur’an’da bir eksiklik olduğunu göstermez. Çünkü onu kısmen veya tamamen değiştirilmekten korumayı Allah üzerine almıştır. Tabii bu kaldırılma Kur’an’ın Rasulullah’a indirilmesi esnasındaki kaldırılmasıdır. Rasulullah’ın ölümünden sonra ondan bir tek kelime bile kaldırılmamıştır. Neshin bu çeşidini kabul etmeyenler şöyle derler: Güvenilir sahabeler bunu sahih senedle rivayet etmişlerdir. Fakat bu hadistir, Kur’an değildir. Bu ümmet Kur’an-ı Kerim’in Osman’ın (r.a.) Mushafı’nın iki yaprağı arasındaki Kur’an olmasında ittifak etmişlerdir. Onun dışındaki, Kur’an olarak sayılmaz ve onunla Kur’an olarak amel edilmez.”[306]

4) Yazılışı ve hükmü kaldırılıp kalplerden ezberlenmesi silinmeyen ayetler. Bu tür nesh ile nesholunan ayetlerle amel edip etmeme hususunda alimler arasında ihtilaf vuku bulmuştur. Bu türlü nesh ancak ahbar-ı ehad yoluyla bilinir. Aişe’nin (r.a.) rivayet ettiği gibi “Allah’ın indirdiklerinde ancak on tam emzirme ile süt kardeş olunur.”[307] hükmü vardı. Daha sonra bu “Beş emzirme ile süt kardeş olunur.” hükmüyle neshedildi. Ancak on emzirme ile süt kardeş olunacağı hükmüyle amel edilmemesi hususunda icma vardır. İhtilaf ise “Emmede kardeşleriniz.” (Nisa: 4/23) ayeti hususunda süt kardeş olmanın bir emme ile mi yoksa beş emme ile mi olacağı hususundadır. Ayetin zahiri manasını alarak Hanefiler ve Malikiler evlenme bir emmeyle haram olur, demişlerdir. Aişe hadisini delil alarak Şafii ve Hanbeliler beş emmeyle evlilik haram olur, demişlerdi.[308] Geçmiş şeriatların neshi de bu kısma dahildir. Çünkü o şeriatlerin kitaplarının da hem tilavetleri, hem hükümleri nesdedilmiştir.[309]

Muhakkik Sami Ata Hasan şöyle dedi: “Alimlerden bir grup neshin bu şeklini kabul etmemişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: “Aişe’nin rivayeti sahih hadis kitaplarında geçen ve ona dayandırılan bir rivayettir. Fakat senedin sıhhati her halukarda metnin sıhhatini gerektirmez. Aynı zamanda bu hadis haber-i ehaddır. Kur’an-ı Kerim haber-i ehad ile sabit olamaz. Çünkü onun sabitliği kesindir. Kadı Ebu Bekir ve Ebu Abdullah İbn Hazm şöyle demişlerdir: Aişe’nin “Allah’ın indirdiklerinden” sözünden Allah’ın sadece Kur’an’ı indirdiği anlaşılmaz. Biz biliyoruz ki Rasulullah’a indirilenler Kur’an olduğu gibi hadisi kudsi veya hadisi nebevi de olabiliyordu. Bunların hepsi de Allah katındandır. “O, hevasından konuşmaz. Ona vahyedilen vahiyden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4) Şeyh Muhammedu’s-Saidi hatıratında şöyle demiştir: Aişe’den rivayet edilen hadis bu tür nesh için delil olmaz. Çünkü Rasulullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra Kur’an’ın tilavetinden birşey neshetmenin caiz olmadığı hususunda ittifak vardır.”[310]

5) Amel bir illete binaen farz kılınmış daha sonra ameli gerektiren illet ortadan kalkınca amel terkedilmiş fakat okunuşu ve yazılışı kalmış olan ayetler. Allah’ın şu ayetleri gibi: “Onlara harcadıkları şeyi verin.” (Mümtahine: 60/10) “Eğer eşlerinizden herhangi bir şey kafirlere geçer , böylece siz de ganimete kavuşursanız, eşleri gidenlere harcama yaptıklarının bir mislini verin. Kendisine iman ettiğiniz Allah’tan sakının.” (Mümtahine: 60/11) Bunların hepsi Kureyş müşrikleriyle Rasulullah arasında olan barış anlaşması sebebiyle emredilmiştir. Daha sonra illet olan barış anlaşmasının kalkmasından dolayı, bu hükümler kalkmıştır.[311]

6) Ayetten anlaşılan mana neshedilmesine rağmen, neshedilen ayetin manasıyla beraber Kur’an’da bulunması şeklindeki nesh. Allah’ın şu ayetleri gibi: “Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın.” (Nisa: 4/43) Bu ayetten namaza yaklaşılmadığında sarhoşluğun caiz olduğu anlaşılır. Ancak bu anlam Allah’ın şu kavliyle neshedilmiştir: “Artık vazgeçtiniz mi?” (Maide: 5/91) Bu ayet içkiyi haram kılmıştır. Sarhoşluk ise içkidendir. Dolayısıyla bu ayet sarhoşluğu da haram kılmıştır. Fakat “Sarhoşken namaza yaklaşmayın.” ayeti neshedildiği halde manasıyla beraber hala okunmaktadır.[312]   

 

Kur’an’da Neshin Kısımları:

 

Kur’an’da nesh üç kısma ayrılır:    

1) Neshedenin farz olması neshedilenin farz olması ve nesh eden geldikten sonra, neshedilenle amel etmenin caiz olmaması hali. Allah’ın şu sözü gibi:

“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları ölünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.” (Nisa: 4/15)

Ayetteki ölüme kadar hapsetme hükmü celd (sopa vurma) ayetiyle neshedilmiştir. Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: “Allah bu ayetin başını, sonuyla neshetmiştir. Nesheden Allah’ın şu kavlidir: “Ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar.” Yolu da celd ayeti açıklamıştır.[313]

2) Nasihin de, mensuhun da farz olması ve neshedilen farzla amel etme veya etmeme hususunda muhayyer olmamız hali. Allah’ın şu sözü gibi:

“Eğer sizden yirmi sabreden kişi olursa iki yüz kişiye galip gelir.” (Enfal: 8/65)

Bu ayette bir mü’mine müşriklerden on kişiden kaçamayacağı hükmü farz kılındı. Sonra bu Allah’ın şu sözüyle neshedildi:

“Eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüz kişiye galip gelir. Eğer sizden bin kişi olursa iki bin kişiye galip gelir.” (Enfal: 8/66)

Buna göre bir mü’mine iki müşrikten kaçamayacağı hükmü farz kılındı. Bu nesholunan farzla amel etmek bize haram olmayıp caizdir. Ve bundan dolayı ecir alırız. Eğer mü’minlerden birisi Allah’ın vaadetmiş olduğu zaferi bekleyerek ve sevap umarak müşriklerden on kişiye karşı durursa günahkar olmaz. Aksine yaptığı işin ecri büyüktür.

“Nice az topluluk nice büyük toplulukları yendi.” (Bakara: 2/249)

Bazı alimler şöyle demiştir:

“Allah’ın şu kavli de bunun gibidir: “Sizden kim hilali görürse oruç tutsun.” (Bakara: 2/185)

Bu ayet bizden öncekilere farz kılınan aşure orucu ve her ay üç gün oruç tutma hükmünü neshetmiştir. Bu da farzı nesheden farza örnektir. Burda da nesholunanla da amel etmemiz caizdir ve bundan dolayı ecir alırız.[314] 

3) Nasihin daha önce farz olan bir şeyle amel edilmesini terk etmeyi emretmesi ve bizim nesholunanla amel etmek veya terketmek hususunda muhayyer olmamız ve onunla amel etmemizin daha efdal olması durumu. Daha önce farz olan gece namazının neshedilmesi böyledir. Yine bunun gibi daha önce müslümanlar üzerine farz kılınan Ramazan ayında uyuduktan sonra yemek, içmek ve cimanın haram oluşu hükmü neshedildi. Burada nesheden nesholunanla ameli terketmeyi emretmiştir. Fakat nesholunan hükümle de amel etmek caizdir.

Bir kısım alimler bu üç kısma bir dördüncüsünü daha ilave etmişlerdir. O da; Neshedilen hükmün müstehap iken bu hükmün nesheden hükümle farz kılınması durumudur. Buna örnek olarak savaş gösterilebilir. Savaş önceleri müstehap iken daha sonra farz olmuştur. Bir kısım alimler bu konuda şöyle demiştir: Aslına bakılırsa bu nesh olarak isimlendirilmez. Çünkü cihad emri kesin bir emirdir ve bu hususta hiçbir ruhsat yoktur. Onu terkeden asidir ve cezalandırılır. Birinci yani müstehap olan kıtalde onu terkeden onun ecrinden mahrum olur. Sonraki savaş emrinde ise savaşın farz oluşu hakkında emir açıktır.[315]  

Gelen ayetin öncekinden daha hayırlı olması veya benzerinin getirilmesu üç şekilde olur:

1) Ağır olan hükmün hafifletilmesi ile, gece namazının farzdan nafileye indirilmesi gibi. Bunun hikmeti cömert olan Allah’ın, emrini hafifletmesine rağmen kullarına rahmet olarak bu amelin ecrini çoğaltmasıdır.

2) Yeni hükmün şekil olarak ağır fakat ahiretteki sevap açısından daha büyük olmasıyla; önceden bir kaç gün tutulan farz orucun, Ramazan ayında bir ay tutulması gibi.

3) Herhangi bir hükmün ağırlaştırma ya da hafifletme olmaksızın başka bir hükümle değiştirilmesiyle; kıblenin Kudüs’ten Ka’be’ye çevrilmesi gibi.

 

Nasih ve Mensuh Olması Caiz Olan Şeyler:

 

Bu beş kısımdan müteşekkildir.

1) Kur’an’ın Kur’an’la neshi: Bu icma ile sabittir. Allah’ın şu ayetinde görüldüğü gibi: “Biz bir ayet neshedersek veya onu unutursak” ayetinin hükmü şöyle açıklanabilir: Onu neshetmiyoruz, terkediyoruz ya da kendisiyle belli bir süre amel edilen hükmü erteliyoruz. “Ondan daha hayırlısını getiririz.”  Yani ondan daha yararlı olanı getiririz. Daha sonra Allah (c.c.) şöyle der:

“Bilmezmisiniz ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 2/106)

Yani nasih ve mensuh meselesi hakkında her şeye kadirdir. Kur’an’da bu ikisinin kabul edilmesi Allah’ın birliğine delildir. “Yaratma da emir de O’na aittir.” (A’raf: 7/54)[316] Buna Bakara: 2/180 ayetinin Nisa: 4/11 ayeti ile neshi örnek verilebilir.[317]

Muhakkik Sami Ata Hasan şöyle dedi: “Alimler neshin bu şekli hususunda ittifak etmişlerdir. Akli olarak da nakli olarak da bunu kabul etmişlerdir. Akli olarak bunun caiz olmasına şunu delil getirmişlerdir: Kur’an’ın ayetleri, hüküm ve gerektirdikleriyle amel etmenin vacipliği bakımından birbirine eşittirler. Öyleyse akli yönden onların birbirini neshetmelerine hiçbir engel yoktur. Nakil olarak da buna nesheden ayetlerin varlığını delil göstermişlerdir.”[318]

2) Sünnetin Kur’an’la neshi: Bu konuda alimler arasında ihtilaf vardır. Onlardan bir kısmı kabul etmemiş fakat alimlerin çoğu bunu caiz görmüştür. Kabul etmeyenler delil olarak şunu ileri sürerler: “Sünnet Kur’an’ı açıklayıcıdır. Açıklayanın açıklananla nesholunması caiz olmaz. Açıklayanın neshedilmesiyle açıkladığı şeyler açıklanmamış olur.

“İnsanlara; onlara indirileni açıklaman için.” (Nahl: 16/44)

“Rasul size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan kaçının.” (Haşr: 59/7)

Bunlara cumhurun yerine ben (Mer’i b. Yusuf el-Kermi) cevap vereyim: Bunu kabul etmemek için söyledikleri şeyler gerçekte kabul etmemelerine bir engel teşkil etmez. Kur’an’ın Kur’an’ı neshetmesi caiz olduğuna göre ve Kur’an’ı indiren Allah’ın bida yapması caiz olmadığına göre, bida yapması caiz olan Rasulullah’ın sözünün, bidası caiz olmayan Allah sözü olan Kur’an’la neshedilmesi daha evladır.

Rasulullah’ın gazvelerde muta nikahını üç gün için helal kıldığını ve müslümanların namazda Kudüs’e dönmelerini emrettiğini ve barış anlaşması sebebiyle müşriklerden gelen muhacirleri kabul etmediğini görmüyor musun? Bu ve bunun gibi hükümleri Allah ona indirdiği ayetlerle neshetmiştir. Bunun gibi Allah Rasulullah ve sahabelerin namazda konuşmalarını şu ayetiyle neshetmiştir:

“Allah’ın huzurunda saygıyla ve sessiz olarak durun.” (Bakara: 2/238)

Yine Rasulullah’ın amcası için bağışlanma dilemesi de böyledir. Bu da Allah’ın şu sözüyle neshedilmiştir:

“Ne nebinin ne de onunla beraber olan mü’minlerin müşrikler için bağışlanma dilemeleri doğru değildir.” (Tevbe: 9/113)

Bu gibi hadiseler Kur’an’da çoktur.

Onların söylediklerinin sonucuna bakılırsa gerçekte iki fırka arasında fark yoktur. Çünkü Kur’an’ın sünneti neshetmesini caiz görenler, neshedilecek sünneti genelleştirmişler, yani genişletmişlerdir. Kur’an sünneti neshetmez diyenler ise sünneti genelleştirmeyip sadece Kur’an’ı açıklayan sünneti kastedip bunun nesholunamayacağını söylemişlerdir. Şüphesiz Kur’an’ı açıklayan sünnet nesholunmaz. Şayet bunu kabul edecek olursak o zaman Kur’an’ın Kur’an’la neshi sonucuna varırız. İyice düşünülürse iki fırka arasında bir fark olmadığı anlaşılır. Bu iki fırkanın sözlerini birleştirmede bir engel görmedim. Bazı alimlerin şu sözü de söylediklerimi destekliyor: Kur’an-ı açıklayan sünnet başlı başına ayrı bir gruptur. Nasih ya da mensuh olarak isimlendirilmez.[319]

İmam Şafii sünnetin Kur’an’la neshini, nesheden ayetle beraber bir sünnet olduğu zaman caiz görür. O tek başına Kur’an’ın sünneti neshetmesini kabul etmez. Risale kitabında şöyle der: “Rasulullah’ın sünneti böyledir. Onu ancak Rasulullah’ın sünneti nesheder. Çünkü Allah Rasulullah’ın sünnet kıldığı birşeyin aksine birşeyi sünnet kılmak isteseydi, Rasulullah’ın bunu sünnet kılmasını emrederdi ve bu yeni sünnete muhalif olan daha önceki sünnetin neshedildiğini de insanlara açıklamasını emrederdi. Bu, Rasulullah’ın sünnetinde bu şekilde cereyan etmiştir.[320]

Neshin bu türünü kabul eden alimlerin cumhuru ise şunu delil göstermişlerdir: Kur’an ve sünnetin ikisi de Allah’dan vahiy iledir. Fakat Kur’an, okunan vahiydir. Sünnet ise okunmayan vahiydir. Akıl bunların birinin diğerine neshine bir engel görmez. Gelen rivayetler bunun bu şekilde olduğunu gösteriyor. Kudüs’e doğru yönelme Kur’an’da geçmez. Bu sünnetle sabittir. Fakat onu nesheden hüküm Kur’an’dadır. İşte sünnetin Kur’an’la neshi bu şekildedir.[321]

Rasulullah’ın kendi re’yi ile Mekke-i Mükerreme’de Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kılarken daha sonraları bunun Bakara: 2/144 ayeti ile neshedilip kıblenin Ka’be’ye çevrilmesi örnek gösterilebilir.[322]        

3) Kur’an’ın mütevatir sünnetle neshedilmesi: Bu konuda alimler arasında bir çok ihtilaf vardır. Bir kısmı kabul eder, bir kısmı kabul etmez. Kabul edenler şöyle der: Rasulullah’ın “Mirasçı için vasiyet yoktur.”[323] sözü, Allah’ın şu sözünü neshetmiştir: “Sizden birinize ölüm geldiği vakit, eğer mal bırakıyorsa , muttakilere bir borç olarak, ana-babaya ve yakınlara örfe uygun bir şekilde vasiyette bulunmak farz kılındı.” (Bakara: 2/180) Delil olarak ta “Rasul size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan kaçının.” (Haşr: 59/7) “O, hevasından birşey konuşmaz. O, ancak vahyedilen bir vahiydir.” (Necm: 53/3-4) ayetlerini gösterdiler. Allah bu ayetlerden sadece Kur’an’ı değil, aynı zamanda sünneti de kasdetmiştir. Bunun için Rasulullah’ın her söylediğini kabul etmemiz gerekir.

Bu türlü neshi kabul etmeyenler şöyle dediler: “Kur’an mucizedir, sünnet ise mucize değildir. İcaz olan Kur’an, icazı olmayan sünnetle neshedilemez. Delil olarak şunu gösterdiler: “Eğer bir ayeti nesheder veya unutturursak onun aynısını veya ondan daha hayırlısını getiririz.” (Bakara: 2/106) Sünnet Kur’an gibi değildir. Çünkü o mahluktur, fakat Kur’an mahluk değildir.

Ben (Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi) derim ki: Bu delil zahire göredir. Kabul edilebilir de edilmeyebilir de. Neshin bu türünü kabul etmeyenler bu tür neshi kabul edenlerin getirdikleri delillere şöyle cevap vermişlerdir: Haşr: 59/7 ayeti hakkında şöyle derler: Bu ayetten kasıt; ona kitapta indirilenden size neyi verdiyse onu alın, onu kabul edip tasdik edin, demektir. Necm: 3/4 ayeti hakkında ise şöyle derler: Rasulullah’ın Kur’an’dan size getirdikleri Allah katındandır. Onu kendisi söylememiştir. O, ancak ona vahyedilen vahiy iledir. Neshin bu türünü kabul etmeyenler, miras ayeti hakkında ise onun hadisle değil, veraset ayetiyle nesholunduğunu söylerler. İmam Malik’in şu sözü de bunu destekler: “Miras ayeti ana-babaya vasiyet ayetini neshetti. Buna dayanarak denilir ki: Kur’an kendisi gibi olan Kur’an ile neshedilir. Sünnet ise nesheden ayetin açıklayıcısı konumundadır. Bu türlü neshi kabul etmeyenlerin delili daha kuvvetlidir ve Allah’ın izniyle hak olan da odur. Bazı alimler de Rasulullah’ın “Zimmet ehlini öldürmeyin.” hadisi Allah’ın “Müşrikleri öldürün.” (Tevbe: 9/5) ayetini neshetmiştir, derler. Fakat bunda şüphe vardır. Çünkü bu nasıh değil, tahsistir.

Sünnetin Kur’an’ı neshetmesini caiz gören alimler şöyle demişlerdir: Neshedilen lafız değil hükümdür. Ayetten çıkan hüküm de mütevatir değil haber-i ehad gibi zannidir. Bu sözde şüphe vardır. Çünkü Kur’an, üzerinde ihtilafa mahal bırakmaksızın icma ile kesindir. Mushaflarda yazılmış, dillerde okunmuş, kalplerde ezberlenmiştir. Allah onun hükümlerine şahitlik etmiş ve onu koruyacağını haber vermiştir. Rasulünü de onda unutma ve yanlışlıktan masum kılmıştır. Sünnet ise bunun tam tersidir. O ehli kıblenin tamamından merfu olarak değilancak bir veya ikisinden gelmiştir. Başka bir deyişle: Onu rivayet edenlerin sayısı Kur’an üzerinde icma edenlerin sayısına ulaşmamıştır. Kur’an ve sünnet kesinlikle icaz, hıfz ve nakilde birbirine eşit değildir. Bir kısım alimler de şöyle derler: Söylenenlerin en iyisi: “Sünnet neshedici değil, açıklayıcıdır.” sözüdür. Rasulullah’a gelen zina edenler hakkındaki ayet böyledir. Allah şöyle buyuruyor: “Ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar.” (Nisa: 4/15) Rasulullah bu ayeti açıklayarak şöyle demiştir: “Benden alın. Allah onlara bir yol göstermiştir.” Bundan sonra da celd ayetiyle gösterilen yolu açıklamıştır.[324]

İmam Malik, Ebu Hanife’nin öğrencileri ve cumhuru mütekellimin bu tür neshin caiz olduğu görüşündedirler. İki görüşünden birinde İmam Şafii ile İmam Ahmed, İbn Hanbel ve Zahirilerin çoğu da bu tür neshin caiz olmadığı görüşündedirler.[325]

4) Sünnetin sünnetle neshi: Bu konuda alimler arasında ihtilaf yoktur. Bu şekilde nesh çoktur. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizi kabir ziyaretinden nehy etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz.”[326] Neshin bu çeşidini alimler rivayetler yoluyla bilirler.[327]

5) Kur’an’ın icma, icmanın icma ve kıyasın kıyas ile neshi: İlimde derinleşmiş alimlerin çoğu neshin bu şeklini kabul etmediler. Hanefiler ve Malikiler bunları usul kitaplarında zikrettiler.[328]

Muhakkik Sami Ata Hasan şöyle dedi: “İcma: Rasulullah’ın vefatından sonra ümmetin müctehidlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. Tanımından da anlaşılacağı üzre icma ancak Rasulullah’ın vefatından sonra mümkündür. Vefatından önce mümkün değildir. Aslolan, icma ile Kur’an’ın neshedilmesinin caiz olmayışıdır. Çünkü icma kesin bir delildir. Onun hükmü de katidir. Eğer onu nesheden kati bir nass olursa o zaman zaten icmaya mahal kalmaması gerekir. İcma ile amelin şartı o konuda bir nass olmamasıdır.

İcmanın diğer bir icma ile nesholunabilmesi için ilk icmanın hatalı olması gerekir. Birbirinin aksi iki icmanın bulunması imkansızdır. İcmanın başka bir icma ile nesholunması caiz olmaz. Çünkü o zaman ikinci icmanın ya birinci icmanın hükmünü kaldıran bir delile dayanması ya da bir delile dayanmaması gerekir. Eğer bir delile dayanmazsa o zaman bu hata olur. Müslüman ümmet bu hatadan masumdur. Eğer nesh nasdan bir delille ise o zaman bu nassın bu iki icmadan önce olması gerekir. Bu nass da ancak Rasulullah sağ iken ortaya çıkabilir. O zaman hüküm icma ile değil nass ile sabit olur. Cumhurun görüşü ise bu hususta neshin caiz olmadığı şeklindedir. Delil olarak ta şöyle derler: İcmayı nesheden ancak ya bir nass ya bir icma ya da bir kıyasın hükmü olabilir. Bir nassın bir icmayı neshetmesi imkansızdır. Çünkü nass Rasulullah zamanında mevcuttur. Fakat icma ise onun vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Rasulullah’ın vefatından sonra bir nass gelmesi de mümkün değildir. Kıyasın nesh edici olması da caiz olmaz. Çünkü aslı sabit olan bir kıyasın tersine bir icma olursa bu yanlış şey üzerinde icma demektir ve İslam ümmeti bu yanlış icmadan uzaktır.[329] 

Nasih ve Mensuhu Anlamanın Yolları: Nasih ve mensuhu anlamak için Kur’an ve sünnette ihtiyaç duyulan şey; Kur’an ayetleri ve sünnetlerin tarihi ile ilgili bilgidir. Önceki nass daha sonraki nasla neshedilir. Çünkü daha sonraki nassa itibar edilir. Mushaftaki ayetlerin diziliş sırasına itibar edilmez. Kur’an’ın dizilişinde nesheden nesholunandan önce gelebilir. Vefat iddeti hakkındaki iki ayet gibi. Mekki ve Medeni ayetleri de bilmemiz gerekir. Çünkü bu nasih ve mensuhun bilinmesinde önemli bir temel teşkil eder. Mekke’de inen bir nass ancak ondan önce yine Mekke’de inen bir nassı neshedebilir. Medine’de inen nass ise, hem Mekke’de hem de Medine’de daha önce inen nasları neshedebilir. Nesholunan ayetlerin çoğunu, Mekke’de inen ayetler, nesheden ayetlerin çoğunu da Medine’de inen ayetler teşkil eder.[330] 

 

Nasih ve Mensuhu Bilme Şekilleri:

 

Nasih ve Mensuh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:

1) Nasih ve mensuh delillerin nüzul veya vürud zamanlarının bilinmesi. Bu da delilin kendi ibaresinde mevcut bir ifadeden, ya sahabeden, iki delilden birinin diğerinden daha sonra nazil veya varid olduğuna dair gelen sarih bir haberden, ya da herhangi bir asırda iki delilden birinin diğerinden muahhar olduğuna dair vaki olan icmadan anlaşılabilir. Dolayısıyla zaman itibariyle muahhar olan delil ötekini neshetmiştir.

2) Nasih olan delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dairaçık ifade bulunması.

3) Sahabeden “Şu veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir.” Diye açık ve kat’i bir rivayetin bulunması.

Bunlar bilinmeden veya bu bilgiler olmaksızın bir müfessirin veya bir müctehidin re’y veya sözüne dayanılarakveya Mushaftaki sıralarına bakılarak ayetlerin nasih veya mensuh olduklarına hükmedilemez.[331]

 

Mensuh Ayetler:

 

Kur’an-ı Kerim’de neshin caiz olduğu görüşündeki alimlerin en zayıf tarafı Kur’an-ı Kerim’de ne kadar mensuh ayet olduğu konusunda ve hangi ayetlerin mensuh olduğunda ittifak edememiş olmalarıdır. Mensuh ayetlerin beş yüz civarında olduğunu söyleyenler yanında bunları dörde kadar indirenler de vardır. Mesela Abdurrahman İbn Ali İbnu’l-Cevzi (597/1201) mensuh ayetlerin sayısını 274 olarak verirken, Hibetullah ibn Selame (410/1019) 235, Muhammed İbn Hazm (456/1064) 214, Ebu Ca’fer en-Nehhas (338/949) 138, Abdulaziz el-Bağdadi 66 olarak vermektedir. Ancak müteahhir bir çok alim Celaleddin es-Suyuti’nin vermiş olduğu 22 sayısını aynen naklederken, Abdulkerim ez-Zerkani bunlar üzerinde yaptığı değerlendirmeler neticesi bir kısmının nesh olmadan aralarının te’lif edilebileceğini söyler ve mensuh ayetlerin sayısını ancak yedi olarak gösterir.[332] Muhammed Suad Celal de mensuh ayetlerin sadece dört olduğunu iddia eder.[333] Şah Veliyyullah Dihlevi mensuh ayetlerin sayısını beşe indirmiştir.[334] İmam Suyuti’ye göre ise, sadece: Bakara: 2/115, 180, 183, 184, 217, 240, 282, Al-i imran: 3/102, Nisa: 4/8, 15-16, 53, Maide: 5/2, 42, 106, Enfal: 8/65, Tevbe. 9/41, Nur: 24/3, 58, Ahzab: 33/52, Mücadele: 58/12, Mümtehine: 60/11 ve Müzzemmil: 73/2-4 ayetleri olmak üzere 22 ayet mensuhtur.[335] Kur’an’da neshi kabul edenlerin, hepsinin mensuh olduğunda ittifak ettikleri dört ayet Nisa: 4/15-16, Enfal: 8/65, Mücadele: 58/12 ve Müzzemmil: 73/2-4 ayetleridir.[336]

 

Tahsis:

 

Hükmü genel olan bir nassın daha sonraki bir delil, bir işaret veya bir icma ile hükmünün, lafzın kapsadığı bütün fertlere değil de, belirli fertlere has olduğunun belirtilmesidir. Bu da genellik ifade eden amm bir lafzın özel (hass) bir emir ile açıklanmasıdır. Allah’ın şu sözü gibi: “Allah çocuklarınız hakkında size erkeğe iki dişinin hissesi kadar vasiyet eder.” (Nisa: 4/11) Bu amm olan bir lafızdır. Fakat Allah bunu hadislerle tahsis etmiştir. Şöyle ki, ayetteki “Evlad” kelimesi kafir olan çocukları da kapsar. Rasulullah’ın: “İki ayrı dine sahip olanlar birbirlerine mirasçı olamazlar.”[337] hadisi bu hükmü müslüman olan çocuklara, “Katil için miras yoktur.”[338] hadisi de ana-baba katli olmayan çocuklara tahsis etmiştir.[339] 

Neshde, bazı zamanlarda hükmün tahsisine benzeyen bir şey tahsisde ise, fertlerin bazısından hükmün kaldırılmasına benzeyen bir şey vardır. İşte şu zikrettiğimiz şeyler birbirine benzemektedirler. Bu benzerlikten dolayı bazı alimler şeriatta neshin vukuunu inkar etmişlerdir ve nesh olarak zikredilen şeyler tahsisten başka birşey olmadığı zannına kapılmışlardır.[340]

 

Nesh İle Tahsis Arasındaki Fark:

 

Tahsis; kasdedilen şeyleri belirtmek, nesh ise amellerin zamanının bitip başlama tarihini belirtmektir.[341] Emredilen şey bir tek olduğu zaman tahsis olmaz. Çünkü bir tek şeyden bir çok şey çıkarmak mantıksızdır. Nesh ise bunun aksidir. Çünkü tek başına olan hüküm nesh ile kaldırılabilir. Nesh olunan şeylerle bir daha ebediyyen amel edilmez. Fakat tahsis bunun tersidir. Çünkü tahsis edilen hükümle amel edilir. Tahsis ictihat ve kıyas ile mümkündür. Fakat nesh ancak nass ile sabit olur. Kur’an ve sünnet dışındaki şeylerle nesh olmaz. Çünkü onlarda yalan olabilir. Nesh içinde haber ifade eden nasslar da olmaz. Çünkü o zaman haber yalan olmuş olur. Fakat haberlerde tahsis olur.[342] 

 

İstisna:

 

İstisna harflerinden sonra gelen hükmün, istisna harflerinden önce gelen genel hükümden çıkarılması veya istisna edilmesidir.

 

İstisna İle Nesh ve Tahsis Arasındaki Fark:

 

Nesh ancak nesheden nass, nesholunan nassdan ayrı olduğu zaman olur. Tahsis ise hem bitişik, hem ayrı olabilir. İstisna ise ancak daha öncekine bitişik olduğunda mümkün olur.

Nesh İle Bida Arasındaki Fark: Allah farz kıldığı şeyleri bilir. Yine bu farzı ne zaman kaldıracağını, birinci farzı nesheden hükmün ne zaman geleceğini, bu ibadetin süresinin ne zaman biteceğini de bilir. Ona hiçbir şeyin ilmi gizli değildir. O işlerin sonunun nereye varacağını bilir. Herşey O’nun katındaki Ümmü’l-Kitap’ta yazılıdır. Bida ise bunun tam tersidir. Çünkü o yaratılmışların sıfatıdır. İnsanlar işlerinin sonunun nereye varacağını bilmezler. Misal olarak: Bir adam, diğer bir kişiye emir verip: “Şu işi yap.” dese, adam o işi yapmaya başladıktan sonra, emreden kişi yaptırdığı işin aksinin daha uygun olduğunu ve yaptırdığı işin, yapılmamasının daha evla olduğunu anlayabilir. Kişi birinci emri verdiğinde ikinci emir hiç kalbinde yoktu. Kendisi için iyi olanın ancak ilk emrettiği şeyden dönmek olacağını bilmiyordu. Bununla birlikte o iki emirden hangisinin onun için hayırlı olacağını da bilmez, birinciye devam etmek mi daha hayırlıdır yoksa ikinciye başlamak mı? Bilakis o tercihlerini ancak zanna, aklın ürünü olan kıyasa ve geçmiş tecrübelerine dayanarak yapar. Kıyasta yanlış yapan ve bu konuda hataya düşen çoktur. Bu aklın eşyaların hakikatını anlama hususunda aciz olmasından dolayıdır. Çünkü eşyanın hakikatını anlamak, yarattıklarına değil yalnız Allah’a ait olan bir sıfattır.

Bazı alimler de şöyle der: İnsanların çoğunun nesh ile bida arasındaki farkı bilememelerinden dolayı tasavvufçulardan ve usulcülerden Ebu Müslim İsfehani gibi bir kısım taife neshin Kur’an’da caiz olmadığını iddia etmişlerdir. Fakat daha önceki şeriatlerin neshini kabul etmişlerdir. Onların dedikleri: “Ey Fulan, sen verdiğin haberlerde hem doğru hem yalan söylüyorsun.” diyen kişinin sözü gibidir. Bunun sebebi onların yalnız Allah için caiz olan nesh ile yaratılmışların sıfatı olan bida arasındaki farkı kavramamış olmalarıdır. Kur’an’da neshi inkar eden kişi bida ile nesh arasındaki farkı anlasaydı bu bozuk olan inancından dönerdi.[343]

Bida, gizlilikten sonra açıklık, mevcut olmayan bir görüşün meydana gelmesidir. Bu hususa örnek olarak Zümer. 39/47-48 ve Yusuf: 12/25 ayetlerini örnek verebiliriz. İlmiyle herşeyi ihata eden Allah için gizli bir şey olmayacağına göre, yukarıda tarifini yaptığımız bida Allah için muhaldir.[344]

 

Nesh Hangi Mevzularda Olur?:

 

Usul alimi ve fakihlerin çoğuna göre geçmiş ümmetler hakkındaki bilgi ve kıssalar, gelecekle ilgili gaybi haberler hususunda nesh olmaz. Böyle söyleyenler arasında Mücahid ve Said İbn Cübeyr de vardır. Nesh ancak Allah’tan kullarına bir lütuf olmak üzere emir ve nehiy hususunda olur. Bazı alimler şöyle der: Nesh emir ve nehiy bildiren haberlerde de olabilir. Böyle diyenler arasında Dahhak İbn Müzahim de vardır. “Zina eden bir erkek, ancak zina eden bir kadınla evlenebilir.” (Nur: 24/3) ayetinin ve iddet ayetinin neshedilmesi bu şekildedir.  Bazı alimler de şöyle der: Nesh her türlü sözde olabilir. Bu görüş Zeyd İbn Eslem’e aittir. İbn-i Bakıllani: “Allah ve Rasulullah’ın verdiği haberlerde nesh caiz olmaz.” demiştir. El-Kadi haberin neshi hususunda şöyle der: Allah’ın sıfatları, geçmiş ümmetlerin haberi, gelecek hakkındaki haberler gibi sadece bir manası olabilen lafızların neshi caiz olmaz. Ancak değişmesi mümkün olabilen (Bir kişi mü’min midir? Ya da namaz vacip midir, değil midir? gibi konularda) caiz olur. Bazı alimler bu güzel bir kavildir, demişlerdir. Muhasebe ve Musabara ayetleri bu şekildeki ayetlerdir.[345] Hareket metodu ve akaidle ilgili konularda da nesh olmaz.

 

Nesh Hakkında Genel Bilgiler:

 

Hafif olan hükmün ağır olan hükümle ve ağır olan hükmün de hafif olan hükümle neshi caizdir. Hafif olan hükmün ağır olan hükümle neshinin hikmeti: Ağır olan emre uymak suretiyle ecri kat kat artırmak, sabır ile dereceleri yükseltmektir. Ağır olan hükmün hafif olan hükümle neshinin hikmeti; cömert olan Allah’ın emri hafifletmesine rağmen kullarına rahmet olarak ecrini çoğaltmasıdır. O halde nesh kulların helalden harama veya haramdan helale, mübahtan yasağa veya yasaktan mübaha, hafiften ağıra veya ağırdan hafife çevrilmesidir. Bunların hepsi Allah’ın kulların maslahatını daha iyi bilmesindendir.[346]

 

Neshi İnkar Etmenin Hükmü:

 

İcma ile kabul edilmiş bir hükmü inkar etmek veya icma ile belli bir zaman mübah kılınmış ancak daha sonra haramlığı kesinleşmiş bir şeyin hükmünü haram ya da belli bir zaman haram kılınmış ancak daha sonra mübahlığı kesinleşmiş bir şeyin hükmünü mübah kabul etmemek küfürdür. Fakat alimlerin usul farklılıklarından dolayı teorik olarak neshi inkar etmek küfür değildir.

 

Nasih ve Mensuh Kaynakları:

 

1)

57)

 

3- MUHKEM VE MÜTEŞABİH

 

Muhkem: Lügat manası sağlam, manası açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez anlamında if’al vezninde, arapça ismi mef’ul bir kelimedir. Muhkem ayetler, manası açık olan, manasında ihtilaf edilmeyen, manalarının anlaşılması için açıklamaya ihtiyaç duyulmayan, manası herkes tarafından anlaşılabilen ayetlerdir.

Müteşabih: Birden fazla manaya gelen, manası açık olmayıp manasında kapalılık bulunan, açıklamaya ihtiyaç duyulan veya muhkem ayetlere ters gibi görünen ayetlerdir. 

Muhkem ve müteşabih kelimeleri Kur’an’da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Buna göre:

1) Kur’an’ın tamamı muhkemdir.

“Bu kitap öyle bir kitap ki, onun ayetleri muhkem kılınmıştır.” (Hud: 11/1)

Bu ayete göre Kur’an’ın bütün ayetleri muhkemdir. Bundan kasıt; onun hak kitap olduğunu, onda bir eksiklik bulunmadığını, lafızlarının fasih, manalarının sahih, bütün ayetlerinin ise hikmetle dolu olduğunu bildirmektir.

2) Kur’an’ın tamamı müteşabihtir.

“Allah en güzel sözü indirmiştir. O müteşabih bir kitaptır.” (Zümer: 39/23)

Bu ayete göre Kur’an’ın hepsi müteşabihtir. Müteşabih kelimesi birbirine benzer manasındadır. Buna göre bu ayetteki müteşabihten kasıt; Kur’an’ın bütün ayetleri güzellik, doğruluk ve hidayeti gösterme bakımından birbirine benziyor demektir. Her ayetin bir manası vardır. Fakat bu manalar hiç bir zaman birbirine zıt değildir.

3) Kur’an’ın bir kısmı muhkem, bir kısmı ise müteşabihtir.

“O sana kitab'ı indirendir. Ondaki ayetlerin bir kısmı muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtirler. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onun tevlini aramak için müteşabih olanlarına tabi olurlar. Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar da derler ki: "Biz, ona iman ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Akıl sahiplerinden başkası düşünmez." (Al-i İmran: 3/7)

Yani Ey Muhammed! Kur’an’ı sana Allah indirdi. Hiçkimsenin bu konuda şüphesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir hüküm yoktur. Ayetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur’an’daki ayetlerin bir kısmı muhkemdir ki onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar manası ve tefsiri bilinen, tek mana ifade eden, başka mana verilemeyen, manası tahrif edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan anlaşılan, haramı, helali, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezaları, ögütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen ayetlerdir. Kur’an’ın çok az bir kısmı da müteşabihtir. Bunlar gerçek manasını Allah’tan başka kimsenin bilmediği, birkaç manaya gelen, manası tahrif edilmeye, değişik manalar verilmeye müsait olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulan, Kur’an’ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen ayetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için müteşabih ayetleri heva ve heveslerine göre te’vil ederler. Halbuki müteşabih ayetlerin gerçek tevilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olan kimseler ancak Allah’ın dilediği oranda cüz’i bilgiye sahip olurlar. Onlar şöyle derler: "Biz, muhkemiyle müteşabihiyle Kur’an ayetlerinin tamamına iman ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl sahiplerinden başkası böyle düşünmez."

 

Müteşabihin Kısımları:

 

Er-Ragıb el-İsfehani (502/1108) müteşabih ayetlerin manasına vukuf yönünden üç kısımda incelenebileceğini ifade eder. Birincisi, bilinmesi mümkün olmayan müteşabihlerdir ki, bunu ancak Allah bilir. Kıyametin vakti gibi. İnsonoğlu sebeplere tevessül ederek onun manasını bilebilir. Mesela garib kelimeler, muğlak hükümler gibi. Üçüncüsü, yukarıda zikrettiğimiz iki madde arasında olanlardır ki, bu da ilimde rusuh sahibi olan bazı zevata tahsis edilmiş, diğerlerinden ise gizlenmiştir. Mesela Rasulullah İbn Abbas için “Allah’ım onu dinde fakih kıl. Ona tevili öğret.” şeklindeki duası gibi.

Genel olarak usul uleması müteşabihatı iki kısıma ayırmışlardır:

1) Muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen ayetler.

2) Hakikatını bilmeye imkan bulunmayan ayetler.[347] Mücahid bunları şöyle tarif eder: “Muhkem ayetler helal ve harama dair olan ayetlerdir. Müteşabihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden ayetlerdir.”[348] İbn Ebi Hatim de Ali b. Ebi Talha tarikiyle İbn Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir: “Muhkemler nasih, helal, haram, hudud, feraiz, iman edip amel edilen hususlardır. Müteşabihler ise , mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve iman edilip salih amel edilmeyen hususlardır.[349]

 

Müteşabihteki Gizliliğin Belirdiği Yönler:

 

Müteşabihteki gizlilik şu yönlerde belirebilir:

 

1) Müteşabihliğin Sadece Lafızda Olması:

 

Müteşabih olan lafız ya müfred veya mürekkeb olabilir. Müfreddeki gizlilik ise kelimenin garabetinden veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Mürekkebdeki gizlilik ise mürekkebin muhtasar olmasından, itnab veya tertib cihetlerinden olabilir. Şimdi bunlara birer örnek verelim: Garabeti ve az kullanılması sebebiyle müfred lafızdaki teşabühe örnek: Abese: 80/31’deki “Ebben” kelimesi bu ayeti takip eden ayet yardımıyla hayvanların otladığı mer’a manasına kullanıldığı anlaşılmaktadır. Müşterek olması sebebiyle teşabühe örnek: Saffat: 37/93 ayetindeki “yemin” kelimesi sağ el, kuvvet ve kasem manaları arasında müşterektir. Bu üç manadan hangisi verilirse verilsin manası caiz olur. Mürekkebdeki teşabühe örnek: “Elhamdulillahillezi enzele ala abdihi’l-kitabe velem yec’al lehu ivecen kayyimen” (Kehf: 18/1) Bu ayetteki gizlilik “ivecen” kelimesiyle “Kayyimen” kelimelerindeki tertibdedir. Eğer bu tertib şöyle olsaydı daha zahir olurdu: “Elhamdulillahillezi enzele ala abdihi’l-kitabe kayyimen velem yec’al lehu ivecen.”[350] 

 

2) Müteşabihliğin Sadece Manada Olması:

 

Bu kısmın açık örneklerini, Allah’ın sıfatları, kıyametin ahvali, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı, yaratanın sıfatlarının hakikatını ve diğer hususların durumunu ihata edemez. [351]

 

3) Müteşabihin Hem Lafız Hem de Manada Oluşu:

 

Bunun için de pek çok örnekler vardır. Mesela: “İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir.” (Bakara: 2/189) Eğer bir kimse arapların cahiliyye dönemindeki adetlerini bilmezse Kur’an’ın bu nassını anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi ayetlerin anlaşılması hem lafızlara hem de manalara ait tarihi, ictimai, ahlaki vs. gibi bir çok şeylerin bilinmesine bağlıdır. Cahiliyyet devrinde araplar ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan bir delik açıp oradan girip çıkarlardı. Cenab-ı hak bunun için bu ayeti inzal etti. Bu ayetin hem lafzında ihtisardan dolayı bir teşabbüh, hem de manasında bir teşabbüh vardır. Eğer lafız “İyilik hac veya umre ihramında olduğunuz halde evlere arkalarından gelmeniz değildir.” şeklinde olsaydı daha açık olurdu. Cahili arap adetini bilemezsek bu ayete bir mana vermek imkanına da sahip olamayız.[352] 

 

Müteşabih Hakkında Alimlerin Görüşleri:

 

Müteşabih olan sıfatlar konusunda ulema iki görüşe ayrılmıştır.

 

1) Selef Mezhebi:

 

Allah’ın isim ve sıfatlarını teşbih, te’vil, ta’tiyl, tekyif ve temsil etmeden, olduğu gibi iman ederler. Bu konuda hiçbir yorum yapmazlar. Onlara göre Allah’ın isim ve sıfatları zatına bağlıdır. Allah’ın zatının mahiyetini bilemiyeceğimiz için bu isim ve sıfatların mahiyetini de bilemeyiz. İmam Malik b. Enes’e istiva hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan sual etmek bid’attır. Senin kötü bir insan olduğunu zanndiyorum, onu benden uzaklaştırın.”

 

2) Halef Mezhebi:

 

Allah’ın isim ve sıfatlarını Arap dil kaidelerine uygun olarak zatına layık bir şekilde te’vil ederler. Halef mezhebinin öncüleri İmamu’l-Harameyn, Abdu’l-Melik b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cüveyni eş-Şafii, Ebu’l-Meali (478/1085) ve ona tabi olanlardır.

Her iki mezhebi vuzuha kavuşturmak için müteşabih sıfatlarla ilgili bazı ayetleri zikretmek isteriz.

“Rahman Arş’a istiva etti.” (Taha: 20/5)

“O, kulları üzerinde kahredici olandır.” (En’am: 6/61)

“Rabbin geldi ve melekler de saf saf olarak.” (Fecr: 89/22)

“Allah yanında işlediğim kusurlardan dolayı vay halime!” (Zümer: 39/56)

“Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi baki kalacaktır.” (Rahman: 55/27)

“Gözümün önünde yetiştirilmen için.” (Taha: 20/39)

“Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih: 48/10)

“Allah size kendi nefsinden korkmanızı emrediyor.” (Al-i İmran: 3/28)

Selef Allah’ı kendisi için mümteni olan bu gibi zahir şeylerden tenzih eder ve gayb aleminde, Allah’ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatlerinin ilmini O’na havale eder. Sonraki alimler ise, İslamiyeti ifsat etmek isteyen kimselerin müteşabih ayetleri gelişi güzel tefsir etmeleri üzerine halef alimleri devreye girmişler istiva’ya, istikrar, istevla, suud, ı’tidal; Allah’ın gelişini, Allah’ın emrinin gelişi; Allah’ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi zatıdır, Aynı inayetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi manalar vermişlerdir.[353] Bu alimlere göre müteşabih ayetlerin tevil edilmesi caiz görülmezse de, Kur’an’da işaret buyrulduğu vecihle, caiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla yapmak istedikleri tevillerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhakemeye, dinin esaslarına uygun olarak yapılan teviller makbul ve lazımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam iman kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma’kul bir şekilde ortadan kaldırmak icab etmiştir.[354]

 

Müteşabih Ayetleri Kim Bilir?

 

Alimlerin çoğunluğuna göre, müteşabih ayetlerin te’vilini, Allah’tan başka kimse bilemez. Bunlara göre Al-i İmran: 3/7’deki vakf, bu anlamı verecek biçimde gerçekleştirilir. Müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, üzerinde durulmaz. Rasulullah’ın ve sahabinin anlayışı ve uygulaması bu yönde olmuş, müteşabihlerin kurcalanmaması istenmiştir.[355] Ebu’l-Hasan el-Eş’ari ise ayetteki vakfın “Ve’r-rasihune fi’l-ilmi” de olması lazım geldiğini ve rasihlerin de müteşabih ayetlerin te’vilini bilebileceklerini söylerler.[356] Bu görüşü Ebu İshak eş-Şirazi daha vazıh bir şekilde açıklamıştır.[357] Selef Mezhebi görüşü olarak da tanımlanan anlayışın yanısıra Halef Mezhebi diye bilinen ve çoğunlukla kelamcıların savunduğu görüşe göre müteşabihler tevil edilebilir. Gerek Allah’ın müteşabih sıfatları, gerekse hurufu’l-mukattaa te’vil edilebilir. Üstelik yapılacak te’villerin çeşitli yönlerden faydaları mevcuttur. Bu faydaları şöyle sıralamak mümkündür:

1) Bu ayetler sayesinde insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir hürriyetine izin verilmiş olmaktadır. Böylece insanın şerefi yükseltilmektedir.

2) Müslümanlar daha çok öğrenmeye ve başka bilgiler edinmeye sevkedilmiştir.

3) Dinin tebliğ ve tesisine engel olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmek suretiyle, meydana gelecek fesatların önüne ilk günden set çekilmiştir.

4) Müteşabihler insan oğlu için bir deneme olmuş, onların iman veya inkar etmelerinin bir ölçüsü kabul edilmiştir.

5) Müteşabihler insan oğlunun güç ve yeteneği, ilim ve irfanı ne olursa olsun aciz bir yaratık olduğunun canlı delilidir.

6) Müteşabih lafızlar, Kur’an’ın ciltler dolusu kalın kitaplardan oluşmasını önlemiş, mevcut haliyle ezberlenmesi ve korunması kolay bir kitap olmasını sağlamıştır. Üstelik bu durum çeşitli dil bilimlerinin öğrenilmesine de amil olmuştur.[358]

 

Müteşabih Ayetlere Uyanlar:

 

İlk devirlerde müteşabih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Zira Kur’an bu gibi ayetleri kurcalayanların kalpleri hasta olduğunu beyan etmektedir. Rasulullah da müteşabih ayetlere tabi olanlardan sakınmayı emretmektedir. Aişe’den (r.a.) rivayetle Rasulullah (s.a.v.) Al-i İmran: 3/7 ayetini okudu ve şöyle buyurdu: “Onun müteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah’ın isimlerini koyduğu kimselerdir, onlardan sakınınız.”[359]  Bu işi Ömer (r.a.) de sıkı tutmuştur. İbn Subeyg adında biri, bir gün Medine’ye gelip Kur’an’ın müteşabihatı hakkında sualler soruyormuş, bunu haber alan Ömer (r.a.) onu çağırtıp, yaş hurma dallarıyla başını kanatıncaya kadar dövmüş ve onu Medine’den memleketine göndermiş, bu şahısla hiç kimsenin görüşmemesini Ebu Musa el-Eş’ari’ye emretmişti.[360]

 

Müteşabihle İlgili Kaynaklar:

 

1)

23)

 

4- BAŞLANGIÇ HARFLERİ (EL-HURUFU’L-MUKATTA’A)

 

Bazı surelerin başında bir veya başka harfin birleşmesinden meydana gelen kesikli harflere “El-Hurufu’l-Mukatta’a” denir. Surelerin bazısının bu şekilde başlayışı İslamın başlangıcından beri müslüman alimleri meşgul ettiği gibi, sonraki dönemde şark ve garb alimlerinin çalışma ve araştırmalarına konu olmuştur. Bütün alimler bu harflerin müteşabih lafızlardan olduğunda ittifak halindedirler.

Bu harfler Kur’an-ı Kerim’in 27’si Mekki 2’si (Bakara, Al-i İmran) Medeni olmak üzere 29 suresinin başında bulunmaktadır. Tamamı 14 çeşit harften meydana gelmiştir. Sure başlarında tek, iki, üç, dört ve beş harfli olmak üzere 13 değişik halde görülürler. Harf sayılarına göre şu örnekleri verelim:

1) Tek harfli: Sâd (Sad) Kâf (Kaf) Nûn (Kalem)

2) İki harfli: Tâ-Sîn. (Neml) Yâ-Sîn (Yasin) Hâ-Mîm (Mü’min, Fussilet, Casiye, Ahkaf, Zuhruf, Duhan) Tâ-Hâ (Taha)

3) Üç harfli: Elif-Lâm-Mîm. (Bakara, Al-i İmran, Ankebut, Rum, Lokman, Secde) Elif-Lâm-Ra. (Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim, Hicr) Tâ-Sîn-Mîm. (Kasas, Şuara)

4) Dört harfli: Elif-Lâm-Mîm-Sâd. (A’raf) Elif-Lâm-Mîm-Ra. (Ra’d)

5) Beş harfli: Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. (Meryem) Hâ-Mîm-Ayn-Sîn-Kâf (Şura)

Hurufu Mukatta’alar, bir kelime gibi yazıldığı halde, ayrı ayrı harflerinin isimleri sayılarak okunurlar. Yalnız her biri birer isim sayıldığından cer, nasb ve raf halinde okunabileceğine dair görüşler vardır. Ayrıca i’rab alametlerine dikkat edilmeksizin vakf halinde de okunabilirler.[361]

Başlangıçta harflerinin tam bir ayet olup olmadığı ihtilaflı olmakla birlikte, tercih edilen görüş, bunların ayet olmayıp, kendilerini izleyen ayetin bir bölümü olmalarıdır. Basralılar hiçbirini tam ayet olarak kabul etmezken, Kufeliler, Elif-Lâm-Mîm. (Bakara, Al-i İmran, Ankebut, Rum, Lokman, Secde) Hâ-Mîm (Mü’min, Fussilet, Casiye, Ahkaf, Zuhruf, Duhan) Tâ-Sîn-Mîm. (Kasas, Şuara) Elif-Lâm-Mîm-Sâd. (A’raf) Yâ-Sîn (Yasin) Tâ-Hâ (Taha) Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. (Meryem) müstakil bir ayet, Sâd (Sad) Kâf (Kaf) Nûn (Kalem) Tâ-Sîn. (Neml) Elif-Lâm-Ra. (Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim, Hicr) Elif-Lâm-Mîm-Ra. (Ra’d) bir ayetin cüzü kabul ederler. Zemahşeri, meseleyi kıyasi değil, tevkifi bir ilim olarak ele alır.[362]

Hurufu Mukatta’a hakkında başlangıçtan beri öne sürülen fikirleri iki grupta toplamak mümkündür.

1) Bu harfler Kur’an’ın esrarındandır, manasını ve muradını Allah bilir. Ebu Bekir, İbn Abbas, İbn Mes’ud ve Hulefa-i Raşidin’e dayandırılan rivayetler, bu harflerin sırlı ve gizli bir ilim olduğunu vurgulamaktadır.

2) Bu harfler müteşabih ayetler grubuna girmektedir. Müteşabihlerin de üzerinde durulup, düşünülüp te’vil edilmesi gerekir. İlimde derinleşen alimler bu tevili gerçekleştirebilirler. Mütekellimler bu görüşü savunmaktadır. Belirtilen görüşten hareketle, Hurufu Mukatta’a hakkında öne sürülen fikir ve değerlendirmeleri şu şekilde sıralamak yerinde olur:

1) Halil b. Ahmed ve Sibeveyh’e göre bu harfler surelerin isimleridir. Hangi surenin başında gelmişse o surenin ismini belirlemiştir.

2) İbn Abbas’a göre bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet ettiği gibi, Allah’tan başka isimlere de delalet eder. Mesela “Elif-Lam-Mim”deki “Elif” Allah’a, “Lam” Latif sıfatına, “Mim” de Mecid ve benzeri sıfatlara delalet etmektedir. Yine burada “Elif” Allah’a, “Lam” Cebrail’e, “Mim” ise Muhammed’e işaret etmektedir.

3) Bu harfler Allah’ın ismi A’zamı’dır.

4) Kelbi, Süddi ve Katade’ye göre bu harfler Kur’an’ın isimleridir.

5) Ahfeş’e göre bu harflerle Allah yemin etmektedir.

6) Ferra, Kutrub ve Müberred’e göre bunlar münferit harflerdir, gayesi müşriklerin ilgi ve dikkatini çekmektir, onlara meydan okumaktır.

7) Birer tenbih edatıdır.

8) Bazı cümel hesapları ve bir kısım olayların istihracına yardımcı olan hususlardır.

Belirtilen görüşlerden anlaşılıyor ki, bu konuda açık ve kesin neticelere ulaşılmamıştır. Harfler hakkında geçmişte ve halde bir çok şeyler söylenmiş, gelecekte de pek çok şeyler söylenecektir. Ortaya atılan görüşler bazı yönlerden akla uygun geliyorsa da hemen hemen hepsinin tenkide açık yönleri bulunmaktadır.Rasulullah da bu hususta bir şey söylemediğine göre, bu konuda bizlere düşen şey, Hurufu Mukatta’a’nın Allah ile Rasulü arasında bir şifre olduğunu söylemekten ibarettir.[363]  

 

5- SURE BAŞLANGIÇLARI (FEVATİHU’S-SUVER)

 

Dinleyicinin ilgisini çekmek için söze tatlı, akıcı, ince ve güzel bir üslupla başlamak esastır. Belağatın ana ilkelerinden olan söze güzel başlamak prensibi, Kur’an-ı Kerim’de sure başlarında en güzel ve en olgun örneklerini vermiştir. Kur’an’daki 114 surenin tamamını Suyuti (911/1505) Başlangıç itibariyle 10 grupta toplayıp, şu başlıklar altında incelemiştir:

1) Allah’ı övme ile başlayan sureler: 14 tanedir. a) Elhamdulillah ile başlayanlar: Fatiha, En’am, Kehf, Sebe’, Fatır. b) Tebareke ile başlayanlar: Furkan, Mülk. c) Tesbih ile başlayanlar: İsra, Hadid, Haşr, Saff, Cuma, Teğabun, A’la.

2) Hurufu Mukatta’a ile başlayan sureler: 29 tanedir. a) Tek harfliler: Sâd (Sad) Kâf (Kaf) Nûn (Kalem) b) İki harfliler: Tâ-Sîn. (Neml) Yâ-Sîn (Yasin) Hâ-Mîm (Mü’min, Fussilet, Casiye, Ahkaf, Zuhruf, Duhan) Tâ-Hâ (Taha) c) Üç harfliler: Elif-Lâm-Mîm. (Bakara, Al-i İmran, Ankebut, Rum, Lokman, Secde) Elif-Lâm-Ra. (Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim, Hicr) Tâ-Sîn-Mîm. (Kasas, Şuara) d) Dört harfliler: Elif-Lâm-Mîm-Sâd. (A’raf) Elif-Lâm-Mîm-Ra. (Ra’d) e) Beş harfliler: Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. (Meryem) Hâ-Mîm-Ayn-Sîn-Kâf (Şura)

3) Nida ile başlayan sureler: 10 tanedir. a) Ey insanlar ile başlayanlar: Nisa, Hac b) Ey iman edenler ile başlayanlar: Maide, Hucurat, Mümtahine c) Ey Nebi ile başlayanlar: Ahzab, Talak, Tahrim d) Ey bürünüp sarınan ile başlayanlar: Müzzemmil, Müddessir.

4) Haber cümlesi ile başlayan sureler: 21 tanedir. İsim, fiil veya edatlarla başlatılmıştır. Enfal, Tevbe, Nahl, Enbiya, Mü’minun, Nur, Zümer, Muhammed, Fetih, Kamer, Rahman, Mücadele, Hakka, Mearic, Nuh, Abese, Kadr, Beyyine, Karia, Tekasür, Kevser.

5) Yemin ile başlayan sureler: 17 tanedir. a) Vav ile başlayanlar: Saffat, Zariyat, Tur, Necm, Mürselat, Naziat, Buruc, Tarık, Fecr, Şems, Leyl, Duha, Tin, Adiyat, Asr. b) La Uksimu ile başlayanlar: Kıyame, Beled.

6) Şart ile başlayan sureler: 7 tanedir. “İza” ile başlar. Vakıa, Münafikun, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Zilzal, Nasr.

7) Emir ile başlayan sureler: 6 tanedir. a) Kul ile başlayanlar: Cin, Kâfirun, İhlas, Felak, Nas. b) İkra ile başlayan: Alak.

8) Soru ile başlayan sureler: 6 tanedir. a) “E” ile başlayanlar: İnşirah, Fil, Maun. b) Hel ile başlayanlar: İnsan, Ğaşiye. c) “An” ile başlayanlar: Nebe.

9) Dilek ile başlayan sureler: 3 tanedir. a) “Veyl” ile başlayanlar: Mutaffifin, Hümeze. b) “Tebbet” ile başlayan: Leheb.

10) Ta’lil ile başlayan sureler: 1 tanedir. Kureyş.[364]

 

Fevatihu’s-Suver ve Hurufu Mukatta’a Kaynakları:

 

1) Muhammed b. Muhammed el-Gazali (505/1111)

2) İbn Ebi’l-Esbağ, Zekiyyuddin Abdu’l-Azim el-Kayravani el-Mısri (654/1256), el-Havatiru’s-sevanih fi Esrari’l-Fevatih.

3) Tacuddin b. Ebu Duveyhen el-Mevsıli eş-Şafii (762/1361) Kenzü’d-Dürer fi Hurufi Evaili’s-Suver.

 

6- ĞARİBU’L-KUR’AN

 

Ğarib kelimesi, yabancı, anlaşılmaktan uzak ve kapalı anlamına gelmektedir. Kur’an’da yer alan, araplar arasında da yaygın bir şekilde kullanılmadığı için pek bilnmeyen kelimelere ğarib denilmiştir. Kur’an’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin bulunuşu, ekseriyeti teşkil eden Kureyş lehçesinin dışında, diğer lehçelerden de birçok kelimelerin yer alması “Ğaribu’l-Kur’an” meselesini ortaya çıkarmıştır.

Çok zengin bir yapıya sahip olan Arap dilinin muhtelif lehçelerine herkes vakıf olamaz. Bir insan bir dili ne kadar bilirse bilsin, her kelimenin manasını anlayamaz. Arap diliyle indirilen Kur’an[365] için de aynı durum söz konusudur. Nitekim sahabeden bazıları bunu itiraf etmişlerdir. Mesela ashabın ileri gelenlerinden Abdullah b. Abbas “Fatır” kelimesinin, başlamak anlamını ifade eden bir isim olduğunu iki arap köylüsünün bir kuyu başındaki münakaşası sonrasında öğrendiğini söylemiştir.[366] Ömer (r.a.) da Abese: 80/3 ‘deki “Ebben” kelimesinin manasını bilemediğini itiraf eder. Bu kelime çeşitli dil ve lehçelerde müşterek bir lafız olduğundan ihtilafa sebep olmuştur. Aşağı yukarı buna yedi çeşit mana verilmiştir. İnsanların yemeyip hayvanların yediği ot, saman, arz üzerindeki her nevi nebat, meyvanın dışındaki şey, yaş meyva, kuru meyva, nasıl meyva insanlar içinse, hayvanat için olana da “el-eb” denir.[367]

Kur’an’da bu çeşit garib kelimelerin anlaşılması için, sahabe devrinden itibaren eski Arap şiirine baş vurmak zarureti hasıl olmuş ve öyle yapılmıştır. Nitekim birçok ayetin manası kendisine sorulan İbn Abbas’ın bu soruları beyitler şahit getirerek cevapladığı nakledilmektedir.[368] Rasulullah çeşitli Arap kabileleriyle görüşmüş onlarla anlaşmış hatta onların lehçe özelliklerini kullanmıştı. Sahabe de bilmedikleri şeyleri ona sormuşlardı. Sahabe devrinin sonuna kadar arab dili asliyetini muhafaza etmişti. Artık yeni beldeler fethedilmiş, ayrı dil, din ve kültüre sahip insanlar İslam’ın bünyesi içerisinde toplanmıştı. Bunların tabii bir neticesi olarak arab lisanı, yabancı dillerle karışmaya başlamıştı. Zaman geçtikçe bu karışıklığın arttığını gören maarif ehlinden bir cemaat, Arap dilini bir kaideler sistemi içine almaya koyuldu. Bu konuda ilk eser yazan Ebu Ubeyde Ma’mer b. el-Müsenna’dır (210/825).[369]

Kur’an-ı Kerim’de yabancı kelimelerin olup olmadığı meselesi ihtilaflara yol açmıştır. Aralarında İbn Cerir, eş-Şafii ve Ebu Ubeyde’nin bulunduğu bir kısım alimler, Allah kelamında arapçadan başka, tek yabancı kelimenin mevcut olmadığını iddia etmişlerdir. Bir kısım alimler ise Kur’an’da yabancı kelimelerin varlığını kabul etmektedirler. Arapların gerek ticaret ve gerekse diğer vesilerle, zaman zaman temas ettikleri yabancılardan bazı kelimeleri almış oldukları ve kendi dillerinde kullandıkları düşünülebilir. Kur’an-ı Kerim de arapların konuştukları dil ile nazil olduğuna göre, onda bazı yabancı kelimelerin bulunması tabiidir.[370]

Kur’an’da geçen ğarib kelimelere bir kaç örnek vermek gerekirse bunları şöyle sıralayabiliriz:

Sefih kelimesi Kinane lehçesinde cahil manasına gelir.

Saika kelimesi Umman lehçesinde ölüm manasına gelir.

Riczen kelimesi Tayy lehçesinde azab manasına gelir.

Bağy kelimesi Temim lehçesinde hased manasına gelir.

Refese kelimesi Mezhec lehçesinde cima manasına gelir.

Nihle kelimesi Kays lehçesinde farz manasına gelir.

Musafaha kelimesi Kureyş lehçesinde zina manasına gelir.

Tasdiye kelimesi Kureyş lehçesinde alkış manasına gelir.

Ve Kıyde kelimesi Habeş lehçesinde noksan manasına gelir.

Siccil kelimesi Furs lehçesinde çamur manasına gelir.

Er-Rakîm kelimesi Rum lehçesinde kitap manasına gelir.

El-Yemmu kelimesi Kıbt lehçesinde deniz manasına gelir.

Tûr kelimesi Süryani lehçesinde dağ manasına gelir.

Sinîn kelimesi Nabat lehçesinde güzel manasına gelir.

El-Mühl kelimesi Berber lehçesinde kızgın yağ manasına gelir.[371]

 

Ğaribu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

48)

 

7- İ’CAZU’L-KUR’AN (KUR’AN’IN EŞSİZLİĞİ)

 

İ’caz kelimesi lügatte, aciz bırakmak anlamına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan aciz bırakan şeye de mu’cize denir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim Rasulullah’ın en büyük ve ebedi mucizesidir. Onun bir benzerini meydana getirmek mümkün değildir. Çünkü Kur’an en büyük şairleri ve ünlü hatipleri dahi hayrete düşürmüş, hiç kimse ona benzer veya ona yakın bir eser meydana getirememiştir. Dolayısıyla Kur’an, Rasulullah’a indirilen en büyük sürekli akli mu’cize olma özelliğini kazanmıştır. Geçmiş rasullerin mucizeleri sadece o devirde yaşayanlar ve orada hazır bulunanlar tarafından müşahade edilebilirdi. Kısaca ifade etmek lazım gelirse, onların bu mucizeleri sürekli değil, geçici ve hissi idi. Mesela, sihirin revaçta bulunduğu ve ünlü sihirbazların yaşadığı bir devirde Musa’ya sihirli bir asa verilmiş, bununla sihirbazlar mağlub edilmişti. İsa’nın tıb alanında gösterdiği büyük mucizeler ise, onun zamanında tıbbın ve hazik tabiblerin en yüksek derecelere ulaştıklarını gösteren bir delildir.[372]

Kur’an-ı Kerim’in i’cazını şu yönlerde aramak mümkündür:

1) Uslûbu, Dili ve Fesâhatı: Tüm insanlar bir araya gelip, Kur’an’a benzer bir eser meydana getirmek için çalışsalar bile yine de onun benzerini meydana getiremiyecekleri bizzat Kur’an’ın diliyle açıklanmıştır.[373] Fakat ayetlerin bu şekilde meydan okuyuşuna hiçbir kimse karşılık vermeye cesaret edememiştir. Edebiyatta ileri bir seviyede olmalarına rağmen Arap müşrikleri, üslup, belağat, fesahat ve beyan bakımından Kur’an’ın benzeri kısacık bir sure dahi olsa meydana getirememişlerdir. İşte bu Kur’an’ın en büyük i’caz yönüdür.

Kur’an’ın üslub özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

1) İnsanların te’lif ettiği eserlerin uslubuna benzemediği gibi diğer indirilen kitapların üslubundan farklıdır.

2) Kur’an gönüllere hoş gelen üslubuyla dost ve düşmanın dinlemekten kendini alamadığı kitap olmuştur. Bu yüzden Velid, Lebid, el-A’şa, Ka’b b. Züheyir gibi belağat üstadları hayret ve takdir hislerini gizleyememişlerdir. Ayrıca Velid b. Muğire, Ahnes b. Şerik ve Ebu Cehil gibi İslam düşmanları onu dinlemekten vazgeçememişlerdir.

3) Kur’an’ın üslubuna yalnız müslümanlar değil, arapça bilen ve bilmeyen gayri müslimler, hatta müsteşrikler bile hayran kalmışlardır.

4) Gönüllere hoş gelişi, muhtevası, dünya ve ahiret saadetini sağlayan prensipleriyle Kur’an, Arap dilini de basit mantık alanından ileri seviyede medeniyet ve kültüre kaynaklık edecek seviyeye yükseltmiş, dolayısıyla Arap edebiyatının ilk ve ölmez şaheseri olmuştur.[374]

2) Te’lif yönündeki eşsizlik: 20 yılı aşkın süre içinde aralıklarla parça parça nazil olmasına rağmen ayet ve sureler arasında eşsiz bir vahdet ve insicam vardır.

3) İhtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı:

4) Beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılaması: Kur’an insanların akidesini, ibadetlerini, ahlaklarını ıslah edip kardeşliği ve üstünlüğün ancak takva yönünden olduğunu bildirir. Adaleti tesis eder, mali işleri ıslah eder, kadın ve zayıfları himaye eder, akıl ve fikirleri hürriyete kavuşturur.

5) Tabiat ilimlerine temas ve işarette bulunması: 

6) Geçmiş, gelecek ve hal ile ilgili gaybi haberlerinin gerçekleşmesi: Bu üç çeşittir:

a) Eski milletlerin haberleri.

b) Rasulullah zamanında içyüzleri açığa vurulan münafıkların durumu

c) Bizanslıların İran’la yapacakları savaşta galip gelecekleri, Allah’ın Rasulullah’ı ve Kur’an’ı koruyacağı haberi.

7) Kur’an’ın Rasulullah tarafından tebdil edilmemesi: Rasulullah vahye bağlı kalarak sadakat göstermiş, yer yer kendisinin dikkatini çeken ve tenkid eden ayetleri bile aynen tebliğ etmiştir. İfk hadisesi, Ümmü Mektum olayı, Bedir esirleri meselesi, Tebük seferine gitmek istemeyenlere izin vermesi, Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması vb.

İşte Kur’an’ın bütün bu özellik ve meziyetlerinden geniş bir şekilde ve delillere dayanarak bahseden ilme “İ’cazu’l-Kur’an” adı verilmiştir.[375]

 

Kur’an’ın İfade Özellikleri:

 

1) Edebi Üslubu:

 

Kur’an edebi açıdan bir şaheserdir. Bu sadece müslüman alimlerin fikri de değildir. İslam’ı din olarak seçmemiş olan pek çok insan da, Kur’an’ın eşsizliğini, i’cazını kabul etmiştir.

Bilindiği gibi Kur’an’ın indirildiği dönemde Hicaz bölgesinde söz sanatları, çok ileri seviyedeydi. Arap dil ve edebiyatı adeta altın çağını yaşıyordu. O dönemde Arap şiirininin en güzel örnekleri Ka’be’nin duvarlarına asılıyordu. Yedi Muallaka (Yedi Aslı Şiir) bunlara bir örnektir.[376] O sıralarda yine Ukaz, Zu’l-Mecaz ve Mecenne gibi panayırlarda şir ve edebiyat müsabakaları yapılıyordu. Kur’an, edebi sanatların böylesine inkişaf ettiği bir bölgede tarih sahnesine çıkıyordu. Bütün güzelliklerin kaynağı olan ve insana dil zevkini, şiir zevkini veren Yüce Yaratıcı’nın kelamı, tabiatıyla çok daha üstün ve büyüleyici olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Kur’an’ın ifade kudreti karşısında şairler, acizliklerini itiraf ettiler.

Ömer (r.a.) Kur’an’ın bu eşsiz üslubunun tesiriyle müslüman olmuştur.[377] Velid b. Muğire, Kur’an’dan etkilenip tam müslüman olmak isterken Ebu Cehil, ona mani olmuştur. Fakat Velid, Kur’an hakkında arkadaşlarına şunları söylemiştir:

“Onun hakkında ne diyeyim? Vallahi hiçbiriniz şiiri, onun recezini ve cin şiirlerini benden iyi bilemezsiniz. Vallahi onun söyledikleri bunun hiçbirine benzemiyor. Vallahi sözünde bir tatlılık, bir güzellik var. O, altında olanları kırar, yükselir, onun üstünde bir söz olamaz.”[378] 

Kur’an’ın etkileyici, sürükleyici ve büyüleyici üslubu o kadar üst seviyededir ki, Kur’an’ın inzal edildiği ilk dönemlerde müşrikler onu gizli gizli dinlemekten kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden aralarında, Kur’an okunurken onu dinlememe ve gürültü çıkarma kararı almışlardır.[379] “Kafirler şöyle dediler: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, onda gürültü edin, belki galip gelirsiniz.” (Fussilet: 41/26)

 

2) Kur’an İfadelerinin Zihinlere Yaklaştırıcı ve Düşündürücü Özelliği:

 

Bu şu şekillerde olur:

a) Benzetmelerle

b) Kıssalarla

c) İnsanbiçimci (Antropomorfist) bir dil kullanmakla. Mutlak varlık Allah, Kur’an’da özellikle Zatından bahsederken muhatapların anlayabileceği bir dil kullanmıştır. Allah, kendini, olduğu gibi, hiç benzetme yapmaksızın nazari bir çerçevede tanıtsaydı insanlar O’nun zatı ve sıfatları hakkında, sağlam bir fikre sahip olamazlardı. Bu bakımdan Allah Kur’an’da kendinden bahsederken, insanlarda bulunan bazı uzuvları ve bazı vasıfları, kendine izafe etmiştir. Teknik tabiriyle  antrapomorfist (insanbiçimci) bir dil kullanmıştır. Bu, mutlakın mukayyed bir varlığa kendini anlatma, tanıtma zaruretinden doğmuştur.

Allah, el, yüz, göz, nefs gibi kelimeleri kendine izafe etmiştir. Gelmek, yönelmek, istiva etmek gibi tabirleri de, kendine isnad etmiştir. Ayrıca kendisine ait bir kürsi’den ve arş (taht)’tan bahsetmektedir. Yine görmek, işitmek, intikam almak, gazab etmek gibi fiilleri de kendisi için kullanmıştır. Dikkat edilirse bu fiiller de, insanın fiilleridir. Şu halde Allah, kendini insanlara tanıtırken insanlarda bulunan bazı hususiyetleri, kendisi için kullanmada bir beis görmemiştir. Bu anlatma tarzıyla, muhataplar, kendi tecrübe sahaları dahilindeki kavramlar sayesinde, Allah hakkında bir fikre ve tasavvura sahip olmuşlardır.

Allah, kürsisi’nin gökleri ve yeri ihata ettiğinden bahsederken kendini, adeta son derece kudretli bir hükümdar gibi tanıtmaktadır. Böylelikle muhataplar, gökleri ve yeri ihata eden bir kürsiye sahip olan bir varlığın, ne kadar büyük ve ne kadar güçlü olduğunu zihinlerde rahatlıkla canlandırabilmektedirler. Bu ifade onların Allah karşısında ne kadar küçük varlıklar olduklarını da kolayca hissetmelerini sağlamaktadır. Allah, arşa istiva ettiğinden, arşının etrafında meleklerin varlığından bahsederken de yine insanların zihninde, özel adamları olan güçlü bir padişah imajını canlandırmaktadır. 

 

3) Kur’an’ın Bilimsel ve Felsefi Bir Dil Kullanmayışı:

 

Allah ortalama insanın anlayabileceği, sade, açık ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Ama kullandığı bu dil aynı zamanda sengin ve derin manaları ihtiva eder. Dolayısıyla farklı kültür ve bilgi seviyesinden insanlar, o ifadeleri, kendi zihin ve ruh dünyasında farklı alğılayabilirler.

Mesela Allah “Dağları birer kazık yapmadık mı?” (Nebe: 78/7) ifadesiyle, dağları vasfediyor. Kazık tabiri ilmi bir terim değildir. Dolayısıyla okuyucu dağlara bakıp onların gerçekten kazığa benzediklerini ve onları Allah’ın yarattığını anlamaktadır. Burada Allah’ın asıl anlatmak istediği, tabiatta insanların gözleri önünde bulunan bazı varlıklara dikkat çekmek, bütün bunların, Allah tarafından yaratıldığını ve O’na ait olduğunu anlatmaktır. Ortalama insan, Allah’ın söz konusu ifadedeki bu mesajını algılar.

Öte yandan jeolojik açıdan coğrafi açıdan veya diğer bilimler açısından dağlarla meşgul olan insanlar, söz konusu ayetteki kazık kelimesinden, biraz daha farklı sonuçlara ulaşabilirler.

Mesela onlara göre kazık, bir şeyi sağlama ve emniyete almak için vardır. Dağlar da yerkürenin yörüngesindeki istikrarına, yörüngesinden ayrılmamasına yardım eder. Yeryüzünün alt tabakalarındaki kızgın magma tabakaları için tepeler, çıkış yeri vazifesi görür. Yeryüzünün denge kanununda dağlar, mühim bir unsurdur. Öte yandan yine o insanlara göre dağlar, suyun deposudur. Havayı zararlı gazlardan temizler. Dolayısıyla havanın tarağıdır. Şu halde dağlar, canlıların yaşaması için zaruri şartların oluşmasında rol oynamaktadırlar.[380]   

 

4) Kur’an İfadelerinin İnsanın Zihin, His ve Ruh Dünyasına Birlikte Hitap Edişi:

 

Allah bazen insanın akılcı yanına, bazen gerçekçi yanına, bazen de onun hissi yanına hitap etmektedir. Mesela Allah, birliğini anlatırken son derece akli bir deli getiriyor:

“Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, göklerin ve yerin nizamı bozulurdu.” (Enbiya: 21/22)

Bu ayeti şu ayetle birlikte değerlendirmek daha sıhhatli bir sonuca varmamızı sağlar:

“De ki: “Eğer söyledikleri gibi O’nunla birlikte ilahlar olsaydı, onlar arşın sahibine mutlaka bir yol ararlardı.” (İsra: 17/42)

Bu iki ayeti birlikte değerlendirirsek ayetlerin, gerçekten insanın aklına, mantığına hitap ettiklerini görürüz. Tanrılar çok olsaydı, her bir tanrı üstün bir tanrısal güce sahip olacağından, mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Çünkü hiçbir tanrı diğer bir tanrının hakimiyeti ve idaresi altında yaşayamaz. Bu taktirde onun tanrılık iddiası anlamsız olur. İnsan, mahlukatın gücüyle mukayese edilemeyecek kudretteki tanrıların alemde birbirleriyle savaşını düşündüğünde gerçekten varlık aleminin kaosa sürükleneceğini ve kainatta nizam diye bir şey kalmayacağını bir anlık bir düşünmeyle kavrayabilir.

Kur’an’ın gönüllere hitap eden bir ifadesini ele alalım:

“Dikkat edin, ancak Allah’ı anmakla kalpler huzur bulur.” (Ra’d: 13/28)

Bu ifade bir tecrübeyi, bir yaşantıyı dile getiriyor. Bu hal yaşanır, tecrübe edilir ve hissedilir. Bu bir gönül işidir. İnsan Allah’ı andıkça, hatırladıkça, gönlünün mutmain olduğunu, huzur bulduğunu, ancak yaşayarak, egzerzis yaparak hiseder. Bu iki ile ikinin çarpımının dört ettiğini bilen akılla ilgili olan ve sadece onun bilmesine ve anlamasına sunulmuş bir ifade değildir.[381]             

 

Kur’an’ın Temel Mevzuları:

 

1) Allah-Alem Münasebeti:

 

Alemden kasıt Allah’ın yarattığı her varlık ve oluştur. Alem temelde iki kategoride ele alınır:

 

a) Görünen Alem (Şehadet):

 

Görünen alemde insanlar, hayvanlar, bitkiler, madenler, diğer gezegenler, güneş, ay, kısaca uzayda bulunan ve bizim, hakkında bilgi elde edebileceğimiz veya görebileceğimiz varlıklar ve oluşlardır.

 

b) Görünmeyen Alem (Gayb):

 

Melekler, cinler, kabir hayatı, ruhun durumu vb. gaybi hadiseler.

Allah tüm mahlukatın yaratıcısıdır. O, alemin bir nizam içinde varlığını devam ettirmesi için tabii kanunlar koymuştur. O, her an alemle ilgili bir iştedir. Alem, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuştur. Göklerde ve yerde olan hiçbir şey O’nun koyduğu kanunların dışına çıkamaz. Her şey, Allah’ın bilgisi ve programlaması dahilindedir. Allah, vakti gelince alemde köklü değişiklikler yapacak, alem başka bir alem olacaktır.  

 

2) Allah-İnsan Münasebeti:

 

Bu üç çeşittir.

 

a) Ontolojik Münasebet:

 

Yaratanla yaratılanlar ve yaratılanlarla yaratılanlar arasındaki münasebeti içine alır. Allah insanı nutfeden yaratmış, ona güzel bir şekil vermiş, onu rızıklandırmış, onu iyiye ve kötüye eğilimli olarak yaratmıştır.

 

b) Bilgisel Münasebet:

 

Allah ilk insan olan Adem’den son rasul Muhammed’e kadar bir çok nebi ve rasul vasıtasıyla insanları bilgilendirmiştir.

 

c) Varoluşsal Münasebet:

 

Allah insanın düşüncesine, inancına ve davranışlarına göre ona muamele eder ve karşılık verir. İnananları sever onları cennet nimetleriyle mutlu eder, inkar edenlere ise buğzeder ve onları cehennem azabıyla cezalandırır. Bu varoluşsal ilişkiyi sıhhatli bir şekilde yürütebilmek için Kur’an’ın koyduğu iki ilke iman edip salih amel işlemektir.

 

3) İnsan-İnsan Münasebeti:

 

Bu iki çeşittir.

 

a) Ahlak:

 

Kur’an’ın ahlak anlayışıyla ahlaklanan insanlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde edrler. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmayan insanlar ise hem dünyada hem de ahirette rezil olurlar, çeşitli cezalara çarptırılırlar.

 

b) Hukuk:

 

Kur’an bir hukuk kitabı olmamasına rağmen hukukun tüm konularında genel ilkeleri belirler. Evlenme, boşanma, miras, eşya, borçlar hukuku gibi şahsi hükümlerin yanında idari, cezai gibi umumi hükümler de içerir.

 

4) İnsan-Alem Münasebeti:

 

Allah insanın mahlukat ile olan ilişkilerini belirleyici kurallar bildirmiştir.[382]   

 

İ’cazu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

55)

 

8- AKSAMU’L-KUR’AN (KUR’AN’DAKI YEMINLER)

 

Kur’an’ın bazı ayetlerinde Allah’ın kendi yüce ismi üzerine, rasullere, Kur’an’a, meleklere, kıyamet gününe, tabiatta bulunan önemli varlıklara yemin edilmiştir. Kur’an’da yeminlerin bulunmasındaki sebepler şöyle açıklanmıştır:

1) İslam’dan önceki Arapların toplum hayatında yeminin büyük rolü vardır. Arapların öteden beri alıştıkları bu usulü Kur’an-ı Kerim muhafaza etmiştir.

2) İndirilen ayetler yeminlerle teyid edilip ayetler ve öngördüğü hususlar vurgulanmıştır.

3) Yemin edilen şeyin kıymet ve önemine işaret edilmiştir.

4) Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için kullanılmıştır.[383]

Kur’an’da 17 surenin başında yemin bulunmaktadır. Bunlar şunlardır: Melekler (Saffat), Felek (Buruc, Tarık), Feleğin levazımı (Necm, Fecr, Şems, Leyl, Duha, Asr), Hava (Zariyat, Mürselat), Toprak (Tur), Bitki (Tin), Hayvanı nâtık (Naziat), Hayvan (Adiyat)[384]

Ayrıca sure içlerinde de bir çok yemin mevcuttur. Bunlardan bazıları:

1) Allah’ın kendi ismine yemin etmesi: Hicr: 15/92, Zariyat: 51/23, Yunus: 10/53, Teğabun: 64/7, Meryem: 19/68, Nisa: 4/65, Mearic: 70/40

2) Rasulullah’ın yemin etmekle emredilmesi: Teğabun: 64/7, Sebe’: 34/3, Yunus: 10/53.

3) Kur’an üzerine yemin edilmesi: Yasin: 36/2-4, Vakıa: 56/75-77, Zuhruf: 43/1-3.

4) Rasulullah üzerine yemin edilmesi: Yasin: 36/2-4.

5) Melekler üzerine yemin edilmesi: Mürselat: 77/1-7.

6) Tevhid için yemin edilmesi: Saffat: 37/1-4.

7) Ceza, va’d ve vaid için yemin edilmesi: Zariyat: 51/1-5, Tur: 52/1-8.

Kur’an’da kasemi (yemini) ifade eden ayetler “vav” veya “la” harfleriyle başlamıştır. Yemine “La” nefiy harfiyle başlanması eski arap yeminlerinde de vardı. Kasem fiiline ilave edilen bu harfle söz takviye , i’zam ve te’kid edilmiş olur. Bu şekilde ilave, müfessirler tarafından şöyle izah edilmiştir:

1) Kelamın ahengini tezyin için ziyade kılınan ve nefiy manası kasdedilmeyen ziyade bir “La”dır.

2) Bunun aslı te’kid lamı yani ibtidaiye lamıdır. Vakf halinde olduğu gibi, fethası işba’ edilmiştir. Buna göre kelime “La uksimu” değil “Le uksimu” dur.

3) Bu harf nefiy içindir. “La vallahi” denildiği gibi, aslı üzere nafiyedir. Son görüşe göre bu harfe şu manalar verilmektedir.

a) İş öyle onların zannettikleri gibi değil, yemin ederim...

b) Artık başka söze lüzum yok, yemin ederim..

c) Şu söyleyeceğim söz o kadar mühim ve büyüktür ki, bunun büyüklüğünü tanıtmak için kasem etmek bile onu hakkıyla büyültemez...

d) İş o kadar açıktır ki, yemin bile etmiyorum...

e) Bunu kasemden evvel muhatabın zihnini tahliye manası ile de izah edebiliriz ki, şimdi zihninden bütün muhalif fikirleri sil, söylenecek ve dinlenecek başka bir şey yok, ancak söyleyeceğim şu hakikat vardır. Kasem ederim ki...

 

Aksamu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1) Şemseddin İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye (751/1350), et-Tibyan fi Aksami’l-Kur’an, Tah: Taha Yusuf Şahin, Kahire, ts. 280, Mekke, 1321, Kahire, 1933, Tah: Muhammed Hamid el-Fıkhi. 

2) Abdulhamid el-Ferahi, İman fi Aksami’l-Kur’an, Kahire, 1349, Hindistan, 1329, s. 55.

 

9- KISASU’L-KUR’AN

 

Allah, muhataplarına tevhid ve ahlak ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatırken, öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metodu kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hadiseleri, dini ve ahlaki bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla gerçekleşmiştir.

Kıssa kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hadiseyi veya bir haberi bildirmek ve nakletmektir.[385] Bu manayla alakalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebi ve rasullerin yanında başından geçen hadiseleri anlatan Kur’an birimlerine kıssa denir.[386]

Kur’an-ı Kerim’de geçmiş nebi-rasuller ve milletlere dair kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasulullah’ın zamanında meydana gelen hicret, Uhut, Mekke’nin Fethi, İfk Hadisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kısasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır. Yoksa tarihi bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gaye edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı bir kaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlak ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükafat verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş nebi-rasullerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın galip geldiği açıklanmıştır.

“Sana elçilerin haberlerinden –kalbini sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” (Hud: 11/120)

Kur’an-ı Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkanı getirilmiştir. Birçok surelerde ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı motiflerle dolduran olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

1) Adem ile melekler ve şeytan, Adem ile Havva, Adem ve iki oğlu (Habil ve Kabil) hadisesi.

2) Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Eyyub’un hayatı ve tevhid mücadelesi.

3) Lokman’ın oğluna yaptığı öğütler.

4) İbrahim ve oğulları’nın kıssası, Kabe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi hadisesi.

5) Yusuf’a karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hadise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi.

6) Musa’nın rasullüğünden önceki hayatı, risaleti, mucizeleri, Firavun’un inadı, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır kıssası.  

7) Davut ve Süleyman’ın kıssası, Süleyman ve Belkıs.

8) İsa’nın doğumu, risaleti, sofrası.

9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud, Ashab-ı Fil.

10) İsra, Hicret, Bedir, Uhud, Beni Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hadisesi ve Münafıklara ait kıssalar.  

Kur’an’daki kıssaların tarihi gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermek durumundayız.[387]

 

Kısasu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

10)

 

10- TEKRARU’L-KUR’AN

 

Kur’an-ı Kerim’de bazı kelime ve ayetlerin bir veya birkaç yerde tekrar edilmiş olması “Tekraru’l-Kur’an” terimi ile ifade edilmiştir. Tekrarın sebebi tekrar edilen şeye önem vermek ve dikkat çekmektir. Tekrarın gayesi de teşvik etmek, sakındırmak, rağbeti artırmak, şükre önem vermek, haber verilenleri teyid edip kuvvetlendirmektir. Arap edebiyatında “Tekrar” ın lüzumlu bir keyfiyet olduğu da bilinmektedir. Bu tekrarlarla her defasında geçmişteki olayların insanlara daha açık ve etkili bir şekilde ibret dersi vermesi de sağlanmış olmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de tekerrür eden bazı ayetler şunlardır:

1) “Şu halde benim azabım ve uyarılarım nasılmış!?” (Kamer: 54/16, 18, 21, 30) 4 defa.

2) “Andolsun biz Kur’an’ı zikir için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer: 54/17, 22, 32, 40) 4 defa

3) “O gün yalanlayanlara veyl olsun.” (Mürselat: 77/15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49) 10 defa.

4) “Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz.” (Rahman: 55/13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77.) 31 defa.

5) “Gerçek şu ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnız alemlerin Rabbine aittir. Artık Allah’tan korkup sakının ve bana itat edin.” (Şuara: 26/107-110; 125-127, 131; 143-145; 162-165; 178-180) Bu ayetler 5 rasulün kendi ümmetlerine hitabı olarak beş yerde tekrar edilmiştir.

6) Nebi ve rasullerin hayatları değişik surelerde çeşitli bölümler halinde anlatılmakta ve her surede olaya değişik yönden bakılmakta ve çeşitli dersler verilmektedir. Mesela Adem’in (r.a.) kıssası Bakara suresinde, Allah’ın nimetlerini; A’raf’da, Allah’ın nimetlerine karşı insanların şükürlerinin azlığı; Hicr’de, Allah’ın insanı topraktan cinni ateşten yaratıp bu iki maddenin birbirinden üstün olmadığını ve İblis’in kendini Adem’den hayırlı telakki etmesinin de bir aldanma ve cehalet eseri sayılması lazım geldiği; İsra’da, insanların fitnelerini; Kehf’de insanın düşmanı olan İblis ve onun cinsinden olanlarla dostluk tesis etmenin ne kadar kötü bir şey olduğu; Taha’da, insanın zaaf hallerini ve bundan dolayı her zaman Allah’ın yardımına muhtaç bulunduğunu hatırlatmaktadır.[388]

 

Tekraru’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

2)

3)

4)

 

11- EMSALU’L-KUR’AN

 

Mesel kelimesi lügatta şibih, nazir, delil, hüccet, bir nesnenin sıfatı, halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir –ki bunlara Türkcede atasözleri denir-, bunların irad edilip söylenmesine de “darb-ı mesel” denir, çoğulu ise emsaldir.

Kur’an-ı Kerim’de pek çok meseller vardır. Bunlardan çeşitli yönlerden istifade edilir. Tezkir, va’z, his, zecr, ibret gibi yönlerden gidilerek ahlaki bir netice çıkarmak için insanları tenbih ve teşvik etmektir. Kur’an’daki bu meseller, medih ve zem üzerine olduğu gibi, sevab ve ikab, işin ehemmiyetini yüceltmek veya tahkir etmek, işin tahkiki veya ibtali üzerine olabilir. Beyhaki’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir haberde Rasulullah şöyle buyurdu: “Kur’an beş vecih üzerine nazil oldu: helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal. Helali işleyin, haramdan kaçının, muhkeme tabi olun, müteşabihe inanın ve emsallerden de ibret alın.”[389]  İmam Şafii bu ilmi, müctehidin bilmesi lazım gelen Kur’an ilimlerinden biri olarak kabul eder.[390] Zemahşeri de “Kur’an’daki bu emsaller, insanları manaları keşfetmeye yöneltir.” demektedir.[391] Kur’an’daki mesellerin ifadesinden onların gayesi gayet açık olarak anlaşılır:

“İşte misaller, biz onları insanlar düşünsünler diye irad ediyoruz.” (Haşr: 59/21)

“Andolsun biz bu Kur’anda insanlar için nasihat kabul etsinler diye her misalden gösterdik.” (Zümer: 39/27)

“İşte misaller, biz onları insanlar için irad ediyoruz, alim olanlardan başkası onları anlamaz.” (Ankebut: 29/43)

Kur’an-ı Kerim’de ebedi şekillerden biri olan mesel, yani teşbih, mühim bir yer işgal eder. Kur’an’daki bu güzel teşbihler hakkında F. Buhl hakiki temsil ve kinayenin inkişaf etmiş olduğunu ifade eder, demektedir.

Kur’an’daki emsalleri başlıca iki gruba ayırabiliriz. a) Sarih ve zahir olanlar b) Kamin, gizli, remizli ve imalı olanlar ki, herkes bunu idrak edemez. Sarih emsale örnek olarak şu ayeti ele alabiliriz.

“Gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca çağlayıp aktı. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp-erittikleri şeylerde de bunun gibi bir köpük vardır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah örnekleri böyle vermektedir.” (Ra’d: 13/17)

Bu ayet-i kerimede, Hak Teala, hakkı ve hak sahiplerini gökten yağan ve yerde türlü menfaatler sağlayan sulara, batılı ve batıl olanları ise hak üstünde kısa bir müddet içinde yükselmiş olmakla beraber, çabuk kaybolan köpüklere teşbih etmektedir. Hakkın ve batılın birinci teşbihi budur. İkinci teşbih ise, hak, insanlara zinet ve fayda temin eden muhtelif aletler ve kaplar imaline elverişli madenlere, batıl ise, erimiş madenlerin üstündeki kir ve köpüklere benzetilmektedir.[392]

Gizli emsale örnek olarak ta şu ayeti ele alalım:

“Güzel şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise kavruktan başkası çıkmaz. İşte biz, şükreden bir topluluk için ayetleri böyle çeşitli biçimlerde açıklıyoruz.” (A’raf: 7/58)

İbn Abbas’a göre bu ayette mü’min ile kafir için bir mesel irad edilmiştir. İyi toprağın mahsulü iyi olduğu gibi, iyi mü’minin de ameli iyidir. Çorak toprağın mahsulü kıt ve kötü olduğu gibi, kafirin de ameli kötüdür.

Es-Suyuti, kamin emsal için şunları nakleder.[393] El-Maverdi der ki, Hasan ibnu’l-Fadl’a soruldu: “Sen arap ve acem mesellerini Kur’an’dan çıkarıyorsun, öyleyse sen “İşlerin en hayırlısı orta olanıdır.” meselini Allah’ın kitabında bulur musun? O da: “Evet, dört yerde.” buyurdu.

1) “O ne pek yaşlı ne de genç ikisi arası dinçliktedir.” (Bakara: 2/68)

2) “Onlar harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; ikisi arasında orta bir yoldur.” ‘Furkan: 25/67)

3) “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret içinde kalakalırsın.” (İsra: 17/29)

4) “Namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma, bu ikisi arasında bir yol benimse.” (İsra: 17/110)

Kendisine yine soruldu Allah’ın kitabında “Bir şeyin cahili olan, ona düşman olur.” sözünü bulabilir miyiz? Cevap olarak: “Evet iki yerde.” dedi.

1) “Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.” (Yunus: 10/39)

2) “Onunla hidayeti kabul etmedikleri için de “bu eski bir yalandır,” diyeceklerdir.” (Ahkaf: 46/11)

Bunun gibi daha pek çok sualler sorulmuş ve bunların Kur’an’daki yerlerinin tayini istenmiştir.

Kamin mesel için en iyi örneklerden biri de “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 24/35) ayetidir. Bu ayete bakarak, Allah’ı göklerin ve yerin nuru olarak görmek veya Allah’ı nurla bir tutmak doğru değildir. Çünkü “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve nuru kılan Allah’adır.” (En’am: 6/1) bu ayette Allah gökleri ve yeri aydınlatan olarak vasıflandırılmaktadır. Bu bakımdan, mesellere hakikat diye bağlanıp kalmamalı, onların ötesindeki hakikatı sezmeye çalışmalıdır.[394] Daha çok tasavvuf ehli bu konulara dalmıştır, fakat malesef bir çoğu aşırılığa gitmiştir.

 

Emsalu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

9)

 

12- MECAZU’L-KUR’AN

 

Kur’an-ı Kerim’de kelimeler hakiki manalarında kullanıldıkları gibi, bazen de mecazi manalarda kullanılırlar. Kelimelerin hakiki manalarında kullanılmış olmasında bir ihtilaf yoktur. Kelimelerin mecazi kullanılışına gelince bu hususta görüş ayrılıkları belirmiştir. İslam alimlerinin çoğunluğu, kur’an’da mecazın varlığını kabul etmişlerdir. Fakat bir Şafii alimi olan Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ahmed et-Taberi (335/946), bir Maliki fakihi olan Huveyzimendad (400) Zahiri mezhebinin kurusu olan Davud b. Ali b. Halef el-İsbahani (270/883) ile oğlu Muhammed (297/910) ve Mutezile fukahasından olan Ebu Müslim Muhammed b. Bahr el-İsbahani (370/980) gibi zevat, mecazın Kur’an’da olamayacağını söylemişlerdir. Onlara göre mecaz, yalanın kardeşidir. Kur’an ise bu gibi şeylerden münezzehtir. Konuşan kimse, bir hakikatı ifade etmek için sıkıntıya düşerse ariyet olarak mecazı kullanır. Böyle bir durum Allah için bahis konusu olamaz. Böyle bir şey onun için muhaldir. Eğer böyle bir şey kabul edilirse Allah için noksanlık teşkil eder, derler.

Yukarıda da söylediğimiz gibi pek çok kimse bu görüşü kabul etmez ve onun batıl olduğunu söylerler. Muhaliflerin söylediği gibi Kur’an’dan mecazı kaldıracak olursak, onun güzellik yönü de ortadan kalkmış olur. Belağat sahipleri, mecazın hakikatten daha beliğ olduğunda ittifak etmişlerdir. Kur’an’ın ibaresinin tatlılığı ve çekici güzelliği, biraz da kendisinde mevcud olan mecazlardan ileri gelir.

Mecaz iki kısımda mütalaa edilir:

1) El-Mecazu fi’t-Terkib veya El-Mecazu’l-Akli’dir. Mesela: “Ticaretleri onlara kâr getirmedi.” (Bakara: 2/16) Bu ayetteki ticaret ve kâr mecazdır. Manası şudur: “Onlar ticaretlerinde kazanamadılar.”

2) El-Mecazu fi’l-Müfred veya el-Mecazu fi’l-lüğavi’dir. Bir lafzın başka bir manada kullanılmasının çeşitleri sayılamayacak kadar çoktur. Mesela, bütünü ifade eden bir kelimenin, bir cüz için kullanılışına ait bir örnek verelim “Parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.” (Bakara: 2/19) Bu ayetteki parmak mecazdır. Manası şudur: “Parmak uçlarını kulaklarına tıkıyorlar.” Cüz ifade eden bir ismin kül üzerine ıtlakı da mümkündür. Mesela “O’nun vechi hariç her şey yok olacaktır.” (Kasas: 28/88) ayetindeki vech=yüz’den maksat, halef ulemasına göre Allah’ın zatıdır.[395]

 

Mecazu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

5) Eş-Şerif er-Radiyy (406/1015) Telhisu’l-Beyan fi Mecazi’l-Kur’an, Bağdat, 1955, s. 389. Bu kitapta 583 ayetin mecazi anlamda kullanıldığı bildirilmiştir.

 

13- MÜŞKILU’L-KUR’AN

 

Kur’an-ı Kerim ayetleri arasında ilk bakışta ihtilaf ve tenakuz gibi görünen durumları inceleyen ilme Müşkilu’l-Kur’an denilir. Aslında Allah’ın kelamında böyle bir halin mevcudiyeti bahis konusu olamaz. “Onlar hala Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar bulacaklardı.” (Nisa: 4/82) Eğer kişi cehaleti sebebiyle ayetler arasında bir çelişki hissederse, zıt mana taşıdığı sanılan ayetlerin bağdaştırılması gerekir. Bu yöndeki tereddütlerin giderilmesi de “Müşkilu’l-Kur’an” ilmiyle sağlanmıştır.[396] Gazali’ye yukarıdaki ayetin manası sorulduğunda ihtilaftan maksat, manalar arasındaki müşterek lafızların ihtilafıdır. Yoksa bu husustaki insanların ihtilaflarını nefyetmek değil, belki Kur’an’ın zatı hakkındaki ihtilaflara nefiydir. Hakikatte herhangi bir şey hususunda insanların görüşleri çeşitli olabilir. Dünyayı bazıları medhederken bazıları da zemmedebilir. İşte insan kelamı ihtilaflardan beri olamaz. Çünkü insanlar arasındaki bu ihtilaf A’raz ve ahval ihtilafıdır. Fakat Kur’an, tek bir menşeden aynı metod ve aynı gayeyi tahakkuk ettirmek için geldiğinden, önü ve sonu arasında bir ihtilafın vukuu bahis konusu olamaz.[397]

Ayetler arasında tenakuz gibi görülen hususa bir iki örnek verelim:

1) “Hani Musa ile kırk gece vaadleşmiştik.” (Bakara: 2/51)

“Musa ile otuz gece vaadleştik ve ona bir on gece daha kattık.” (A’raf: 7/142)

Bu ayetlerde Cenab-ı Hak, Musa ile vaadleşmeyi birinde kırk diğerinde ise otuz gün olarak vermektedir. İki rakam birbirini tutmadığı için sanki bir tenakuz varmış gibi görülmektedir. A’raf suresindeki ayette Allah 30 gün vadediyor ve ona 10 gün daha ilave ederek toplam 40 da istikrar buluyor. Halbuki Bakara suresindeki ayet ise istikrar bulmuş olan bu adedi bize bildirmektedir.

2) “Şayet adaleti gözetemeyeceğinizden endişe ederseniz o zaman bir tane ile yetinin.” (Nisa: 4/3)

“Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adalet göstermeye gücünüz yetmez.” (Nisa: 4/129)

İlk ayetteki adaletten maksat, eşler arasındaki hukuku eşit derecede tutmaktır, bu vukuu mümkün olabilecek bir şeydir. İkinci ayetteki ise kalbi bir meyildir. Erkek zevceleri arasından birine karşı olan meyline mani olmaya muktedir olamaz. İbn Atıyye, bu ikinci ayetteki adl kelimesini, tam adalet diye vasıflandırmıştır.[398]

3) “Böylece asasını fırlatınca, anında apaçık bir ejderha oluverdi.” (A’raf: 7/107)

“Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de o, açıkça bir ejderha oluverdi.” (Şuara: 26/32)

“Asanı bırak” onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, geriye doğru kaçtı ve arkasına bakmadı.” (Neml: 27/10)

“Asanı bırak” onun şimdi bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, arkasına dönüp bakmaksızın kaçmaya başladı.” (Kasas: 28/31)

Bir şeyin aynı anda hem küçük hem büyük olması mümkün olmayacağından bu ayetler arasında bir tutarsızlık var gibi görülmektedir. Ama Musa’nın asasının ejderha kadar büyüklüğüne rağmen küçük bir yılan kıvraklık ve çevikliği taşıdığı düşünülürse bu çelişkili durum ortadan kaldırılmış olur.[399]

Ayetlerin birbirine zıt gibi görünüşlerini izale etmek için bazı kaideler vazedilmiştir. Ebu İshak el-İsferayini (418/1027) iki ayet birbirine tearuz halinde bulunursa, iki ayetin nüzul tarihlerine bakılır, önce olan terk olunur, der. İhtilaf konusundaki tercih kaidesini şöylece sıralayabiliriz:

1) Hüküm hususunda Medeni olanlar Mekki olanlara tercih olunur.

2) İki hükümden biri Mekke ehli ahvaline, diğeri Medine ehli ahvaline ait olursa, Medine ehli ahvali takdim olunur.

3) İki hükümden birinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer ayetin lafzı bunu iktiza ederse, müstakil hüküm ifade eden tercih olunur. 

4) İki ayetten her biri zahirde kastedilen şeyi yüklenmiş olarak umum ifade ederse, bu taktirde onlardan birinin başka bir maksadı tahsise gideni varsa o tercih edilir.

Ayetler arasında zıtlık varmış gibi bir vehme düşmenin sebepleri nelerdir. Veya başka bir ifade ile, bu çeşit ayetleri hangi şekiller altında görebiliriz:

1) Vuku bulan şeyin muhtelif hallerde ve çeşitli şekillerde görünmesi: Mesela, Adem’in yaratılışı toprak (Al-i imran: 3/59), kuru çamur-balçık (Hicr: 15/26, 28, 33), cıvık-yapışkan bir çamur (Saffat: 37/11), ateşte pişmiş gibi kuru bir çamur (Rahman: 55/14). Bu durum aslında bir çelişki değildir. İlk yaratılışın safhaları anlatılmaktadır. Asli cevher itibarıyla hepsinin menşei topraktır ve yukarıda zikredilen haller topraktan neşet etmiş ve derecelenmiş oluyor.

2) Mevzu ihtilafı. Mesela “Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz.” (Bakara: 2/174) “Rabbine andolsun, onların tümüne soracağız. Yapmakta oldukları şeyleri.” (Hicr: 15/92-93) İlk ayette Allah onlarla konuşmaz denilirken, diğerinde onlara soracak ifadesi bir tenakuz teşkil eder gibi görünüyorsa da, birinci olumsuzluk ikram ve lütuf manasındadır. İkinci ayetteki olumluluk ise tevbih ve ihanet makamındadır. Bunlar ise birbirini nefyetmez.

3) Fiil yönünden ayetteki ihtilaf. “Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü.” (Enfal: 8/17) Bu ayette katl kesb ve mübaşeret yönünden insanlara izafe edilmiş ve yine onlardan tesir cihetinden nefyedilmiştir. Buna dayanarak, fiiller Allah’ın mahlukudur, diğer bir ifade ile, Allah kulların fiillerinin yaratıcısıdır, denilir.

4) İhtilaf gibi görülen husus, bazen de hakikat ve mecaz yönünden olur. Mesela: “İnsanları sarhoş olmuş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir.” (Hacc: 22/2)  Ayette, kıyametin dehşetine izafetle mecaz olarak insanları sarhoş gibi görürsün denilirken, sarhoşluğun, şarabtan geleceği düşünülerek hakikate izafetle de onlar, sarhoş değildirler denilmektedir.

5) İki vecihle çeşitli ayrılıkları cem etmesi. Mesela: “Rasullerimiz onun hayatına son verirler.” (En’am: 6/61) “Melekler onların canlarını aldıkları zaman” (Nahl: 16/28) “Allah canlarını alır.” (Zümer: 39/42) “Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek.” (Secde: 32/11) Bu ayetlerde, nefislerin rasuller, melekler, ölüm meleği ve bizzat Allah tarafından öldürüldüğü zikredilmektedir. Müfessir Beğavi, bu ayetlerin arasını şöyle cem eder. Meleklerin öldürmesi kabz ve nez’, ölüm meleğinin öldürmesi dua ve emir, Allah’ın öldürmesi ise, ölümü yaratmış olması sebebiyledir.[400]  

 

Müşkilu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

13)              

 

14- İ’RABU’L-KUR’AN

 

Kur’an kelimelerinin cümle içinde bulundukları yere göre gramer yönünden incelenmesi ve tahlillerinin yapılması “İ’rabu’l-Kur’an” ilmini meydana getirmiştir. Bu yolla cümlenin fiil, fail ve mef’ulleri belirlenir, Kur’an’ın doğru olarak anlaşılmasına yardımcı olunur. Kur’an-ı anlamak isteyen bir kimsenin, kelimelerin sigasına bakması, bulundukları yerde ne olduğunu bilmesi gerekir.[401] 

 

İ’rabu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

22)

 

15- MÜCMEL-MÜBEYYEN

 

Mücmel, lügat manasından da anlaşıldığı gibi, müphem bir lafızdır. Ondan ne murad edildiği anlaşılamaz. Mücmel olan ayette de manalar izdiham eder ve onlardan hangisi olduğu açık bir şekilde belli olmaz. Manası kapalı bir şekilde olan ayetler Kur’an’da mevcuttur. Davud ez-Zahiri, mücmel ayetlerin Kur’an’da varlığını kabul etmez. Kur’an’daki mücmeller için umumiyetle şu sebepler bahis konusu edilebilir:

1) Kelimenin iki zıt manada birleşmesi. Mesela: Tekvir: 81/17’deki “As as”kelimesi hem gelen hem de geçen anlamına gelir. Bakara: 2/228’deki “Kuru” kelimesi hem hayız hem de temizlik haline delalet eder. İşte bu gibi haller ayetin mücmelliğine işaret eder.

2) Zamirin mercii ihtilafı. “Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir.” (Fatır: 35/10) “Yerfeahu: Yükseltir” daki bu zamirin Allah’a mı, güzel söze mi, yoksa iyi işe mi raci kılınacağı hususndaki ihtilaf dolayısıyla ayet mücmel olur.

3) Atıf ihtimali veya istinaf sebebiyle. Mesela: Al-i imran: 3/7’deki “ve’r-Rasihune” kelimesinin başındaki “vav” harfi atıf ise manası “O’nun te’vilini ancak Allah ve ilimde ruhsat verilenler bilir.” şeklinde olur. Eğer “vav” harfi istinafiyye ise manası “O’nun te’vilini ancak Allah bilir, ilimde ruhsat verilenler ise buna iman ettik derler.” Bu ihtilaf ayetin mücmel olması sebebiyledir.

4) Lafzın garabeti. Mesela: Bakara: 2/232’deki “Fela ta’duluhunne” kelimesi.

5) Lafzın çok kullanılmaması. Mesela: “Yesmeune” yerine “Es-sem’a” (Şuara: 26/223) “Mütekebbir” yerine “Saniye ıtfihi” (Hac: 22/9) “Nadimen” yerine “Fe esbeha yukallibu keffeyhi” (Kehf: 18/42) kullanılması gibi.

6) Takdim ve tehir: Mesela: “Velevla kelimetun sebekat min Rabbike lekane lizamen ve ecelun musemma.” (Taha: 20/129) ayeti “Velevla kelimetun ve ecelun musemma lekane lizamen” şeklinde, keza “Yes’eluneke keenneke hakkun anha” (A’raf: 7/187) ayeti de takdim ve tehirsiz “Yes’eluneke anha kezalike hakkun” şeklinde olması lazım gelirdi.

7) Asıl lafzın başka bir şekle kalbolması. Mesela “Sina” kelimesi “Tur-i Sinin” (Tin: 95/2), keza “Ala ilyas”ın “Ala il yasin” (Saffat: 37/130) şekline girmesi gibi.

Birkaç madde halinde zikretmeye çalıştığımız şu haller, ayetlerin anlaşılmasını güçleştirmekte ve onları mücmel kılmaktadır.

Mübeyyen ise, lügat manasından da anlaşılacağı üzere, açıklama, beyan etme manasındadır. Ayetlerdeki müştereklik, müşkil, mücmel, hafi gibi hususları açıklayan ayetlere de mübeyyen ayetler denir. Mübeyyen ayet veya lafız, kapalı, bir ayeti ya muttasıl veyahut ta munfasıl bir şekilde tebyin eder. Bunlara ait bir kaç örnek verelim. Mesela: “Beyaz iplik siyah ihlikten ayırt edilinceye kadar.” (Bakara: 2/187) Bu ayet mücmeldir. Ayetin hemen arkasından gelen “Fecrin” lafzı bu mücmelliği açıklamaktadır. Görüldüğü gibi, bu örnekte, mücmeli beyan eden lafız, hemen mücmelin akabinde ve aynı ayette gelmektedir. “Tarık’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?” (Tarık: 86/2) ayeti de mücmeldir. Bu ayeti takib eden “Delen yıldızdır.” (Tarık: 86/3) bu mücmelliği beyan etmektedir. “Boşanma iki defadır.” (Bakara: 2/229) ayeti de mücmeldir. “Yine onu boşarsa, onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça ona helal olmaz.” (Bakara: 2/230) Bu ayet ile mücmellik açıklanmaktadır. Bir haberde, birisi Rasulullah’a gelir ve ona Allah Kur’an’da iki talak olduğundan bahseder, üçüncüsü nerededir? diye sorar. Rasulullah da cevap olarak “Onu maruf bir şekilde tutmak veya güzel bir şekilde salıvermektir.” ayeti bu üçüncü talakı ifade eder demektedir. Demek ki ilk iki ayet ric’i talaka ait olmaktadır, ikinci ayet ise beynuneti ifade eder mahiyettedir. Yine Maide “Haram kılınanlar müstesna olmak üzere davarlar size helal kılındı.” (Maide: 5/1) denilmektedir. Ama haram kılınan bu hayvanlar bize bildirilmemektedir. “Kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adı ile kesilen, boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya sürüklenerek ölen, canavar tarafından parçalanan hayvanlar haram edilmiştir.” (Maide: 5/3) demekle haram kılınanları beyan etmektedir. Bu örneklerde de görüldüğü gibi, mübeyyen olan lafız veya ayet, aynı ayette değil de, bir ayet veya birkaç ayet sonra, hatta başka bir surede de gelmiş olabilir. Bir çok mücmel ayetin açıklayıcısı Rasulullah’ın sünneti olmaktadır. Namaz, zekat ve haccın bazı menasiki mücmeldir. Bunlar Rasulullah’ın sünnetiyle açıklanmıştır.[402]        

 

16- MÜBHEMATU’L-KUR’AN

 

Kur’an-ı Kerim’de sarih olarak isimleri zikredilmeyip te, ismi mevsuller veya zamirlerle zikredilen erkek veya kadınlar olduğu gibi, melek veya cin veyahut ta bir topluluk veya kabile de olabilir. Bu gibi ismi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini bilmek kolay bir şey değildir. Suyuti ve Katip Çelebi’nin nakline göre, bu mübhemat ilminin mercii sadece nakildir. Bu hususta re’y hiç bir zaman ifade edemez, demektedirler. Bu konuda müstakil eserler meydana getirildiği gibi, tefsir kitaplarında da bilgiler verilmektedir. Mübhemat hakkındaki bilgiler, nakle dayandığına göre, o haberlerin sağlam senetlerle, Rasulullah, sahabe ve tabiuna ulaşması gerekir. Sahih olan haberlerin yanında, belki ondan çok daha fazla mevzu haberlerin yer alması ve konumuza, israiliyat dediğimiz İslam dışı haberlerin girmesine müsait oluşu sebebiyle, kanaatımca bu konu, İslam’da epeyce istismar edilmiştir. Biz burada istismar edilişi yönünü değil de sağlam olarak bilinmesi lazım gelen esasları üzerinde duracağız.

Evvela akla şöyle bir sual gelebilir. Acaba Kur’an-ı Kerim’de müphemlerin bulunmasının sebebi nedir? Bu hususları İslam bilginleri şöyle cevaplandırmışlardır.

1) Müphem olan husus Kur’an’ın başka bir yerinde tekrar zikredilerek onun aydınlatılmasıyla bir zenginlik elde etmek için. Mesela: “Kendilerine nimet verilenler” (Fatiha: 1/7) den kasıt nedir? İşte bu ayet “Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse kendilerine nimet verilen nebi, sıddık, şehid ve salihlerle beraberdir.” (Nisa: 4/69) bu ayetle beyan olunmaktadır.

2) Yakinen görülecek bir hale getirerek, müphemi meşhur etmek için. Mesela: “Ey Adem sen ve eşin birlikte cennete yerleşin.” (Bakara: 2/35) Havva denilmedi de, eşi denildi.

3) Müphemin gizlenmesinin maksadı, o müphemin atfedilmesini istemenin daha beliğ olduğunu göstermek için. Mesela: “İnsanlardan öylesi vardır ki, onun bu dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider.” (Bakara: 2/204) Buradaki şahıs Ahnes b. Şerik’tir. Sonunda iyi bir müslüman olmuştur.

4) Müphemin tayin edilmesinde büyük bir faide umulmadığı için. Mesela: “Yahut o kimse gibisini ki bir kasabaya uğradı.” (Bakara: 2/259) Burada kastedilen kasaba Beytü’l-Makdis’tir. Ama bunun bilinmesinde bir fayda mülahaza edilmemektedir.

5) Şahıs tayin edilse bile, hususiliğin zıddı ifade edilerek, umumiliği tenbih için. Mesela: “Allah ve Rasulüne hicret etmek için evinden çıkan” (Nisa: 4/100) ayeti hakkında İkrime bunu bilinceye kadar, 14 sene üzerinde durduğunu ve bu şahsın Damra b. İys olduğunu zikreder.

6) İsim zikretmeksizin kamil bir vasıf ile onu yüceltmek için. Mesela: “Doğruyu getiren ve onu doğrulayanlar.” (Zümer: 39/33) Ayetteki doğruyu getiren Muhammed’dir. Onu tasdik eden ise Ebu Bekir’dir.

7) Nakıs bir vasıfla, onu tahkir etmek için. Mesela: “Muhakkak ki sana buğzeden, zürriyetsizin ta kendisidir.” (Kevser: 108/3)

Bu ayette kastedilen şahıs ise As b. Vail’dir.

Yukarıda zikretmeye çalıştığımız veya sebebini bilemediğimiz daha pek çok haller yüzünden Kur’an-ı Kerim’de müphemler mevcuttur. Kur’an, bugün elde mevcud Tevrat ve İncillerde olduğu gibi, hadiseleri, şahısları ve yerlerini zikrederek anlatmaz. Onun gayesi, olayları bir tarihi hadise olarak anlatmak değil, insan oğluna ibret dersi verip, onu düşünmeye davettir.

Kısaca müphematın sebeplerine temas ettikten sonra, biraz da Kur’an’dan alacağımız örnekler üzerinde duralım. Alacağımız bu örnekleri iki kısımda mütala edeceğiz:

1) Erkek, kadın, melek, cin, tesniye veya cemi halinde bulunup da isimleri tamamen bilinenler.

a) “Biz Meryem oğlunu da, anasını da bir ayet kıldık.” (Mü’minun: 23/50)

Burada Meryem ve İsa (a.s.) zikredilmektedir. Yine burada iki ayet kıldık denilmemiş, bir ayet kıldık denilmiştir. Çünkü burada tek bir hüküm vardır, o da İsa’nın babasız olarak doğuşudur.

b) “Temeli takva üzerine kurulan mescid.” (Tevbe: 9/108)

Bu mescidin Kuba mescidi olduğu söylenir. Zira bu mescid, Medine’deki mescidden daha evvel tesis edilmiştir. Fakat bu hususta gelen bir haberde, bu ayette geçen mescit hakkında ihtilafa düşen iki kişiye Rasulullah, o mescidin, Medine’deki mescit olduğunu söylemiştir. Her ikisi de hicretin ilk senesinde yapılmıştır. Bu bakımdan her ikisi de mümkün olabilir.

c) “Hani Rabbin meleklere: “Muhakkek ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.” (Bakara: 2/30) Ayetin siyakından da anlaşıldığına göre, buradaki halife Adem’dir.

d) “İsteyen biri, inecek azabı istedi.” (Mearic: 70/1) Gökten inecek azabı isteyen, Nadr b. el-Haris idi.

e) “Kendisine o âma geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.” (Abese: 80/1) Ayette zikri geçen âma Abdullah b. Ummu Mektum’dur.

f) “Küfrün önderlerini hemen öldürün.” (Tevbe: 9/12) Katade’nin rivayetine göre bunlar Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Ümeyye b. Halef, Süheyl b. Amr ve Utbe b. Rabia’dır.

2) Cem’i halinde bulunup da, onladan bazılarının isimleri bilinenler.

a) “Sana yeni doğan ayları sorarlar.” (Bakara: 2/189) Yeni doğan ayları soranlardan yalnız Muaz b. Cebel ve Salebe b. Ganem zikredilir.

b) “Kitap’tan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi?” (Al-i İmran: 3/2) Bunlar arasında Nu’man b. Amr ve Haris b. Zeyd zikredilir.

c) “Zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar.” (Nisa: 4/75) Onlardan İbn Abbas, annesi Ummu’l-Fadl, Ayyaş b. Ebi Rabia ve Seleme b. Hişam zikredilir.  

d) “De ki: “Ey kâfirler!” (Kâfirun: 109/1) Bu ayet Velid b. Mugire, Esved b. Muttalib ve Ümeyye b. Halef hakkında nazil olmuştur. Ama bu ayetin şumulü içerisinde, İslama karşı olan Kureyşin diğer ileri gelenleri de olabilir.[403]

 

Mübhematu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

9)

 

17- HALKU’L-KUR’AN

 

Kur’an-ı Kerim Allah kelamı olması hasebiyle, mahluk değildir. Bu görüşü ehl-i sünnet alimleri ittifaken kabul etmişlerdir. Zaten İslam’ın ilk asrında, Kur’an mahluk mudur? şeklinde bir mesele mevcut değildi. Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gösteren sarih ayetler[404] varken,onun mahluk mu, yoksa gayr-ı mahluk mu olduğu meselesi ilk devirlerde bahis konusu olamazdı. Ayet ve hadislerde de bu konuya temas edilmemekte idi. Şayet ayet ve hadislerde bu hususta bir delil olsaydı, kitap ve sünnete bağlı kalan ehli sünnet, o hükmü muhakkak yerine getirmekte acele ederdi. Fakat 2. asrın sonlarından itibaren ortaya çıkan ve 3. asrın başlarında İslam aleminde geniş bir fikir mücadelesine yol açan ve bir çok alimin eza ve cefa görmesine, hatta katledilmesine kadar varan halku’l-Kur’an meselesi, Me’mun’un halife olmasıyla (198-218) mesele su yüzüne çıkmış, ilme karşı fazla muhabbeti olan bu zat, Mutezile imamlarının tesirinde kalarak, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşünü resmen ilan etmişti. Me’mun bu arada çeşitli muhaddis ve fakihleri, Kur’an’ın mahluk olduğu fikrini ikrara zorlamak için imtahana tabi tutmuş, ikrar etmeyenleri çeşitli işkencelere maruz bırakmış, tanınmış bir çok ilim adamı bu işkenceler altında can vermişti. Bunlara en iyi örneği Ahmed b. Hanbel teşkil eder. Çeşitli ve uzun süren münazaralardan sonra, halku’l-Kur’an meselesinin din ve itikadla ilgili bir mesele olmadığı, Allah ve Rasulünün böyle bir şeyi emretmediği neticesine varmışlardı. Mutezilenin bir hakimiyet prestiji olarak Mu’tasım (218-227) ve Vasık (227-232) devrine kadar devam etmiş, Mütevekkil (232-247) zamanında ise, halku’l-Kur’an meselesi yasaklanmış, tekrar Kur’an’ın mahluk olmadığı ehli sünnet görüşüne dönülmüştür.[405]

Kaynaklar, Kur’an’ın mahluk olduğuna dair olan görüşün tohumlarının daha evvel atılmış olduğuna işaret etmektedirler. Subki bu meselede, Ahmed b. Ebi Davud adındaki bir kadi’nin mühim roller oynadığını zikrederse de bu fikrin Mutezile mezhebi tarafından benimsendiği göz önünde tutulursa, fikrin menşei için daha aşağılara inmek icab edecektir. Zehebi Ca’d b. Dirhem’den bahsederken, Allah İbrahim’i dost edinmedi ve Musa ile konuşmadı şeklinde fikirler ileri sürdüğünü ve bu sebepten Irak’ta katledildiğini zikreder.[406] Bu fikir Mutezile fırkası arasına, Allah Kelamını bir ağaç üzerinde yaratmış ve Musa o ağaçtan gelen sesi dinlemiştir, şeklinde girmiştir.[407] Yukarıda adı geçen Ahmed b. Ebi Davud, halife Mu’tasım ve Vasık’ın baş kadısı olmuş ve alimleri imtihana çekip, onları, Kur’an’ın mahluk olduğu fikrine zoraki davette rolü mühim olmuştur. Kaynaklar bu zatın Cehmiyyeden olduğunu kaydederler. Ahmed b. Hanbel onu Allah’a küfredenlerin büyüğü olarak görür, küfrünün sebebi sorulduğunda, Kur’an Allah’ın ilmidir.Kim ki Allah’ın ilminin mahluk olduğunu düşünürse, Allah’a küfretmiş olur, demektedir.[408]

Mutezile çok serbest bir görüşle, Kur’an’ın mahluk olduğu neticesine varmışlarsa da, bu meselenin çeşitli yönlerinde onlar arasında da görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Mesela Allah’ın kelamı cisim midir, cisim değil midir, harf midir, harf değil midir, baki midir, baki değil midir? gibi daha pek çok hususlarda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Fakat bizzat Eş’ari, yazılı veya okunan Kur’an’ın cevher itibarıyla gayrı mahluk olduğunu müdafaa etmesiyle Ehli Sünnet akidesinin zaferi temin edilmiş oldu.[409]    

 

Halku’l-Kur’an Kaynakları:

 

1) Abdulkahir el-Bağdadi (429/1037), Nefyu Halkı’l-Kur’an[410]

2) İbn Kemal Paşa, Ahmedb. Süleyman (940/1533), Risale fi Beyani Mes’eleti Halkı’l-Kur’an, Yazma.

3) Abdulfettah Ebu Ğudde, Mes’eletü Halki’l-Kur’an, Haleb. 

 

18- KUR’AN’DA HİTAPLAR

 

Umumiyetle Kur’an-ı Kerim’deki hitaplar üçe ayrılır:

a) Rasulullah’a olan hitablar.

b) Rasulullah dışındakilere yapılan hitaplar

c) Her ikisine birden olan hitablardır.

Bunlara ait örnekler hemen hemen her sahifede rastlanacak kadar çoktur. Kur’an-ı Kerim’de pek çok olan hitablar kendi aralarında bir tasnife tabi tutulacak olursa, bunlar 33 kısımda mütalaa edilebilir.[411] Bunları daha açık bir şekilde anlayabilmek için örnekleriyle görelim.

1) Hitab umumadır ve kastedilen umumidir. “Şüphesiz Allah, insanlara hiç bir şeyle zulmetmez.” (Yunus: 10/44) 

2) Hitab hususidir ve bununla hususilik kastolunur. “Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” (Maide: 5/67)

3) Hitab hususidir, ondan umumilik kastolunur. “Ey Nebi! Kadınları boşayacağınız zaman...” (Talak: 65/1)

Buradaki hitab Rasulullah’a ise de talak yapan herkese de caridir.

4) Hitab umumidir, ondan hususilik kastolunur. Bu nev’in Kur’an’da mevcut olup olmaması hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları bunu inkar etmişlerse de, bu çeşit hitap bir vakıa olarak Kur’an’da mevcuttur.

“Onlara insanların iman ettiği gibi iman edin, denilince...” (Bakara: 2/13) 

Buradaki insanlardan maksat Abdullah b. Selam olduğu rivayetleri vardır.

5) Cinse hitab: “Ey insanlar” şeklindeki pek çok olan hitab şeklinde, insan cinsi kastedilmektedir.

6) Nev’e hitab: “Ey israiloğulları” (Bakara: 2/40)  Yakup oğulları kastolunur.

7) Zata hitab: “Ey İbrahim” “Ey Musa” “Ey İsa” gibi hitaplar. Kur’an’da rasullerin zatına hitab edildiği halde “Ey Muhammed” şeklinde bir hitap mevcut değildir. “Ey Nebi” “Ey Rasul” şeklinde hitablar vardır. Rasulullaha ismiyle değil de, diğer rasullerden tahsis edilerek “Ey Nebi” “Ey Rasul” denilmesi, onun tebcil ve ta’zim edildiğinin bir delilidir.

8) Medh hitabı: “Ey iman edenler” hitabı çoğunlukla, Mekkelilerden Medine’li Muhacir ve Ensarı ayırt etmek ve onları tebcil etmek içindir.

9) Zemm hitabı: “Ey küfürlerinde bilinçli olarak ısrar edenler” (Tahrim: 66/7) ve “De ki: “Ey Kâfirler” (Kâfirun: 109/1) gibi hitaplar.

10) Şeref verme hitabı: “Ey Adem, sen eşinle birlikte cennette yerleş.” (A’raf: 7/19) “Oraya esenlikle ve güvenlikle girin.” (Hicr: 15/46)

11) İhanet hitabı: “Dedi ki: “Öyleyse ondan çık, çünkü sen kovulmuş bulunmaktasın. Ve şüphesiz din gününe kadar lanet senin üzerinedir.” (Hicr: 15/34-35) Bu ayetle Allah, şeytanın kötü vasıflarını bildirmektedir.

12) Muhatabla alay etme hitabı: “Tad, çünkü sen üstün, onurluydun.” (Duhan: 44/49) Buradaki hitab Ebu Cehil’edir. Çünkü o, mevki ve zenginliğine güvenerek, kendisinin çok yüce ve şerefli olduğunu söylüyordu. Allah ta onun bu gururlu sözü ile alay ederek, “Yüce ve şerefli olduğun halde tat o azabı bakalım.” demektedir.

13) Tek bir lafızla çoğa hitab: “Ey insan, o keremi bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar: 82/6) Bu ayette insan kelimesi tek bir lafız olduğu halde, bütün insanlara hitab edilmektedir.

14) Çoğul lafızla teke hitab: “Ey elçiler, güzel ve temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun.” (Mü’minun: 23/51) Buradaki hitab Rasulullah’adır. Çünkü onunla beraber başka bir rasul olmamıştır.

15) İki lafızla (tesniye ile) teke hitab: “Siz ikiniz, her inatçı nankörü atın cehennemin içine.” (Kaf: 50/24) Buradaki tesniyeden murad, cehennem bekçisı olan Malik’tir.

16) Tek bir lafızla ikiye hitab: “Dedi ki: “Sizin Rabbiniz kim ey Musa?” (Taha: 20/49) Burada “Ey Harun” hitabı olmamakla birlikte “Ey Musa” hitabı içerisinde o da vardır. Çünkü ikisi birlikte hareket etmektedirler.

17) Tekden sonra çoğa hitab: “Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki...” (Yunus: 10/61) Görüldüğü gibi ayette ilk fiiller müfred iken, üçüncü fiil cemi kılınıyor. Buradaki hitap Rasulullah’adır. İbnu’l-Enbari 3. fiilin cemi olmasını, ümmetin Rasulullah’a dahil olduğuna işaret ve Rasulullah’ı ta’zim etmek için olduğunu söyler.

18) Hitab zatadır, fakat ondan zatın gayrı murad olunur. “Ey nebi, Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme.” (Ahzab: 33/1) Buradaki hitab Rasulullah’adır. Fakat murad olunan şey mü’minlerdir. Çünkü Rasulullah zaten bu gibi şeylerden korunmuştu.

19) Vazu nasihat ve ibret hitabı: “O da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (A’raf: 7/79) Salih (a.s.) kavmine bu şekilde hitapla vazu nasihat etmiş, geri kalanlar için de bu sözler bir ibret numunesi olmuştur.

20) Şahsa hitabdan sonra başkasına yönelmek: “Eğer buna rağmen size cevap vermezlerse, artık biliniz ki, o gerçekten Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse artık siz müslüman mısınız?” (Hud: 11/14) Lafızlarıyla kâfirlere hitap edilmiştir. Bunun delili de ayetin son kısmıdır.

21) İltifat hitabı: “İnsanların mallarından artsın diye, verdiğiniz riba Allah katında artmaz. Ama Allah’ın vechini isteyerek verdiğiniz zekat ise işte kat kat artıranlar onlardır.” (Rum: 30/39) Ayetin başında hitab muhataba iken, ayet sonunda gaibe geçilmektedir. “Rableri onlara tertemiz bir şarab içirmiştir.” (İnsan: 76/21) Burada hitab gaibedir. Daha sonra “Şüphesiz bu, sizin için bir mükafattır.” (İnsan: 76/22) bu ayet ile muhataba geçilmektedir. Mesela: “Şüphesiz biz seni bir şahit, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih: 48/8) bu ayetten sonra “Ki Allah’a ve Rasulüne iman etmeniz.” (Fetih: 48/9) şeklinde gayra hitab edilmektedir.

22) Akıllara hitab gibi cansızlara hitab: “Ey dağlar, onunla birlikte yankıyla ses verin.” (Sebe’: 34/10) Burada dağa hitap vardır. “Sonra duman halinde göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: “İsteyerek veya istemeyerek gelin.” İkisi de: “İsteyerek geldik.” dediler.” (Fussilet: 41/11) Burada arz ve semaya hitap vardır.

23) Tahrik hitabı: “Ey iman edenler, gerçek mü’minlerseniz Allah’tan korkun, ribadan kalanı bırakın.” (Bakara: 2/278) Bu ayette Allah onları başlangıçta imanla vasıflandırıyor, sonra da gerçek mü’minlerseniz ibaresiyle de ribayı terk etme hususunda teşvik ediyor. Mü’min olanın da yapacağı şey budur.

24) Gazab ve tehdid hitabı: “Bu durumda beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zalimler için ne kadar kötü bir değiştirmedir.” (Kehf: 18/50) Bu ayette tehdit ve gazab kendini göstermektedir.

25) Kahramanlığa teşvik hitabı: “Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff: 61/4) Bu ayette birlikte hareket etmeye ve kahramanlığa teşvik vardır.

26) Nefret hitabı: “Kiminiz kiminizin gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah Tevvab’dır, Rahim’dir.” (Hucurat: 49/12) Bu ayeti kerime gıybet yapan bir kimsenin ne kadar kötü bir neticeye ulaşacağını aksettirmektedir. Bu ayet aynı zamanda hiç kimsenin böyle bir neticeye ulaşmayı istemeyeceğini işaret etmekte, canlı bir kardeşin etini değil de, ölü olanını zikretmesi, böyle bir hareketin fenalığının büyüklüğüne işarettir.

27) Meyl ve iştiyak hitabı: “De ki: “Ey nefislerine karşı hadden aşırı hareket edenler, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer: 39/53)

28) Muhabbet, sevgi hitabı:

“Hani babasına demişti ki: “Ey babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?” (Meryem: 19/39)

“Ey oğlum, gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da...” (Lokman: 31/15)

29) Aciz bırakma hitabı:

“Siz de onun benzeri bir sure getirin.” (Bakara: 2/23)

“O halde onun benzeri bir söz getirsinler.” (Tur: 52/34)

30) Yalanlama hitabı:

“De ki: “Şu halde eğer doğruysanız, Tevrat’ı getirin de onu okuyun.” (Al-i İmran: 3/93)  

31) Hayıflanmak hitabı:

“De ki: “Kininizle geberin!” (Al-i İmran: 3/119)

32) Şereflendirme hitabı: Bu şekilde hitaplar Kur’an-ı Kerim’de “Kul: De” hitabı ile gelir. Bilhassa ihlas ve muavizeteyn surelerinde olduğu gibi.

33) Mevcud olmayana hitab: Tabiidir ki hitablar mevcut olanlara yapılır. Alimler maduma hitabı da caiz görmüşlerdir.

“Ey Adem oğulları” (A’raf: 7/26)

Bu hitab şu zamanın ehli ve sonradan gelecekler içindir. Bu da vasiyet yoluyla insanın evladına, torununa ve ondan geleceklere “Allah’tan korkun ve ona itaat edin.” demesi gibidir.[412]                    

 

19- KUR’AN’DA SUAL VE CEVAPLAR

 

Kur’an-ı Kerim’de çeşitli sualler ve bunlara verilen çeşitli cevaplar vardır. Bunlar kendi aralarında bir tasnife tabi tutulurlarsa, 13 bölümde mütalaa edilebilir:

1) Sualin hemen akabinde cevap:

“Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyacınızdan artanı...” (Bakara: 2/219)

2) Munfasıl cevap: Bu da iki şekilde olabilir:

a) Sualle cevabın aynı surede olması:

“Dediler ki: “Bu nasıl rasul yemek yiyor, pazarlarda dolaşıyor.” (Furkan: 25/7)

“Senden önce gönderdiklerimizden, gerçekten yemek yiyen ve pazarlarda gezenlerden başkasını göndermiş değiliz.” (Furkan: 25/20)

b) Sualle cevabın ayrı ayrı surelerde olması:

“Rahman da neymiş?” derler.” (Furkan: 25/60)

“Rahman. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı.” (Rahman: 55/1-3)

3) Sualin cevabı muzmer olması:

“Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı...” (Ra’d: 13/31)

 Bunun cevabı gizlidir. Cevabı “O ancak yine bu Kur’an olurdu”

4) Sualin zikrinden mücerred cevap:

“Allah imanınızı zayi edecek değildir.” (Bakara: 2/143)

Bu, kıblenin değiştirilmesinden önce Beytü’l-Mukaddes’e yönelip namaz kılanların namazları nasıl oldu? Sualinin cevabı olmaktadır.

5) Bir suale iki cevap:

“Ve dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf: 43/31)

Bu sualin iki cevabı vardır:

a) “Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” (Zuhruf: 43/32)

b) “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.” (Kasas: 28/68)

6) İki suale bir cevap:

“Eğer Allah’ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf ve Rahim olmasaydı!?” (Nur: 24/20)  

Bu iki sualin cevabı ifk hadisesidir.

7) Mahzuf cevab:

“Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü amel kendisine süslü ve çekici gösterilmiş ve kendi hevalarına uyan kimseler gibi midir?” (Muhammed: 47/14)

Bu kimsenin hali, dünya hayatını tezyin eden kimsenin hali gibidir, şeklinde mahzuf bir cevabı vardır.

8) Cevap, suale muttasıf olmayan bir fasla raci olur.

“İbrahim de hani kavmine demişti ki: “Allah’a kulluk edin ve O’ndan sakının, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Ankebut: 29/16)

“Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: “Onu öldürün ya da yakın!” demek oldu.” (Ankebut: 29/24)   

9) Kelamın zımnında olan cevap:

“Sad, zikir dolu Kur’an’a andolsun; Hayır; o inkar edenler bir gurur ve parçalanma içindedirler. Biz kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryat ettiler; ancak kurtulma zamanı değildi. İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür.” (Sad: 38/1-4)

Kafirler Rasulullah’ın hak bir rasul olmadığını zannetmişlerdi. Bu ayetler ise, yeminle tehdidli olarak Rasulullah’ın risaletinin doğruluğunu teyid etmektedir.

10) Kelamın nihayetinde olan cevap:

“Diyecekler ki: “Üçtüler, onların dördüncüsü köpekleridir...” (Kehf: 18/22)

“De ki: “Rabbim onların sayısını daha iyi bilir.” (Kehf: 18/22) 

11) Suale mütedahil olmuş cevap:

“Onlara doğru yönelerek: “Neyi kaybettiniz?” dediler. Dediler ki: “Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu getirirse...” (Yusuf: 12/71-72)

12) Vakte mevkuf cevap:

“Rabbiniz dedi ki: “Bana dua ediniz ki size icabet edeyim.” (Mü’min: 40/60)

Sahabe, duanın icabet zamanını Rasulullah’a sordular. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

“Kullarım sana benden sorarlarsa, ben onlara yakınım, dua ettikleri zaman dualarına karşılık veririm, o halde bana icabet etsinler, bana iman etsinler, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara: 2/186)

13) Nehiy cevabı:

“Ey Nebi’nin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.” (Ahzab: 33/32)              

 

20- VÜCUH VE NEZAİR

 

Kur’an-ı Kerim’de, çeşitli manalarda kullanılan müşterek lafızların mevcut olduğu müşahade edilir. Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile, yine aynı kelimenin diğer ayetlerde anlamlar aynı olmamaktadır. İşte biz buna tefsir ilminde “Vücuh” diyoruz. Bunun aksine de, yani çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine “Nezair” denir. Kur’an’ın iyi anlaşılması ve bilinmesi için, tefsir ilminde öğrenilmesi lazım gelen mühim hususlardan biri de şüphesiz “Vücuh ve nezair”dir. İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Ali b. Ebu Talib onu, Haricilerle münakaşa ve onları ikna etmek için gönderdiğinde, ona şu hususu tenbih etmeyi ihmal etmemişti: “Onlarla münakaşa ederken delil olarak Kur’an-ı Kerim’i hüccet gösterme, çünkü onda, bir çok manaları ihtiva eden, zü vücuh kelimeler vardır. Yalnız sünnet ile fikirlerini teyid et.”[413] İşte Kur’an’da, bir kelimenin bir kaç veya yirmiye yakın bir mana ifade etmesi, onun mu’cize oluşunun bir delilidir. Zira beşer kelamında böyle şeyler pek bulunmaz. Mukatil b. Süleyman kitabının mukaddimesinde naklettiği bir haberde “Kişi Kur’an’daki bir çok vecihleri görmedikçe hakiki bir fakih olamaz.” demektedir.[414]

Şimdi bunlardan bazı örnekler verelim: Mesela, “El-Hüda” kelimesi ve ondan türeyen kelimelerin, Kur’an-ı Kerim’de 17 manası olduğu görülür. Bu kelime beyan (2/5), din (3/75), iman (19/76), dâi (13/7, 21/73), rasuller ve kitaplar (2/38) ma’rife (16/16), reşad (1/6), Muhammed (2/159, 47/32), Kur’an (53/23), Tevrat (40/53), istirca (2/157, 64/11), hucce (2/258), tevhid (28/57), sünne (43/22), islah (9/52), ilham (20/50), tevbe (7/156) gibi manalara gelmektedir. Tağut, salat, rahmet, ruh, kaza gibi pek çok kelime çeşitli anlamlara gelmektedir.[415] 

Keza “cehennem”, “nar”, “sakar”, “hutame”, “cahim” gibi çeşitli lafızların aynı manayı ifade etmeleri gibi daha pek çok kelimeye rastlanabilir. Bunlar da nezaire ait örnekleri teşkil eder.[416]

 

Vücuh ve Nezair Kaynakları:

 

1)

22)

 

21- FEDAİLU’L-KUR’AN

 

Kur’an’ın faziletine ait haberleri iki kısımda mütalaa edebiliriz:

1) Kur’an’ın bütününün faziletine ait hadisler:

a) Osman’dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Sizin en hayırlınız (muhakkak ki en faziletliniz) Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”[417]

b) Ebu Musa el-Eş’ari’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kur’an okuyan mü’minin meseli, kokusu güzel, tadı güzel, portakal meyvesi gibidir. Kur’an okumayan mü’minin meseli de, kokusu olmayan fakat tatlı olan hurma gibidir. Kur’an okuyan münafıkın meseli ise, kokusu güzel, fakat tadı acı olan reyhane gibidir. Kur’an okumayan münafıkın meseli de, güzel kokusu olmayan ve tadı da acı olan Ebu Cehil karpuzu gibidir.”[418]

c) Aişe’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kur’an’ı okumakta mahir olan, kerim muti elçilerle beraberdir. Kur’an’ı hafız olmayarak ve kendisine ağır geldiği halde okuyan ve bu suretle okumakta zorluk çeken kimse için de iki ecir vardır. (Kur’an okuma ve zorluk ecri)”[419]

d) İbn Abbas’dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İçinde (ezberinde) Kur’an’dan bir şey bulunmayan kimse, harab olmuş bir ev gibidir.”[420]

2) Bazı muayyen sure ve ayetlerin faziletlerine ait hadisler:

a) Said b. Mualla’dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Ey Eba Said, sen bu mescidden çıkmadan, sana muhakkak bir sure öğreteceğim ki bu sure Kur’an’daki surelerin en büyüğüdür.” dedi. Elimi tuttu. Mescitten çıkmayı murat ettiğimiz zaman:

“Ey Allah’ın Rasulü, bana Kur’an’dan en büyük sureyi öğreteceğinizi söylememiş miydiniz?” dedim. Cevaben:

“O sure elhamdulillahi rabbilalemin’dir ki, tekrar olunan yedi ayet ve bana ihsan olunan Kur’an’ı azim’dir.” buyurdu.[421] 

b) Rasulullah (s.a.v.) ihlas suresi hakkında şöyle buyurdu:

“Nefsim elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o, Kur’an’ın üçte birine denktir.”[422]

c) Rasulullah (s.a.v.) geceleri Bakara suresinin sonundan iki ayet okuyan kimseye: “O iki ayet kâfi gelir.” buyurdu.[423]

Kur’anın her suresinin fazileti hakkında zikredilen rivayetler Ubeyy b. Ka’b’a dayanır ki, bunların pek çoğu mevzudur. Vahidi, Sa’lebi, Zemahşeri gibi meşhur müfessirler eserlerinde bu mevzu haberlere geniş yer vermişlerdir. Bu haberleri uyduranların çoğu, bunları hangi sebeplerden dolayı va’zettiklerini itiraf etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Mesela: Ebu İsma Nuh b. Ebi Meryem’e (173/789) “Sure sure Kur’an’ın faziletlerini bildiren İbn Abbas-İkrime tarikiyle gelen haberler sana nereden ulaştı?” diye sorulduğunda “Ben insanların Kur’an’dan yüz çevirip, Ebu Hanife fıkhı ve Muhammed b. İshak’ın Megazisi ile meşgul olduklarını gördüm ve sevap ümit ederek şu hadisleri uydurdum.” şeklinde itirafta bulunmuştur.[424] İbn Hibban Tarihu’d-Duafa adlı eserinin mukaddimesinde, İbn Mehdevi’den naklen Meysere b. Abdi Rabbih’e “Bu hadisleri nereden aldın?” diye sorduklarında “İnsanları onlara rağbet ettirmek için” va’zetmiş olduğunu söylemiştir.[425]

İbn Hibban, Ebu Davud, Darekutni ve Ebu Hatim gibi zevat, Meysere’nin Kur’an surelerinin faziletleri hakkında hadisler uydurduğunu söyler.[426]

 

Fedailu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

25)

 

22- HAVASSU’L-KUR’AN

 

Kur’an’ı Kerim’in bazı ayet ve surelerinin özelliklerinden bahseden ilimdir. Kur’an’daki birçok sure ve ayetlerin özelliklerine dair hadisler ve alimlerin sözleri mevcuttur. Bunların okunmasıyla müsbet neticeler elde edildiği tecrübelerle sabittir.

Kur’an’ın özelliklerini aksettiren bazı rivayet örnekleri verelim:

1) Abdullah b. Mesud’dan rivayet edildiğine göre, kendisine büyük faydalar veren bir şeyi öğretmesini isteyen İbn Mesud’a Rasulullah Ayete’l-Kursi’yi okumasını emretmiş, bunun kendisini, çocuklarını, evini, hatta evinin etrafında bulunan evleri koruyacağını söylemiştir.

2) Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre, Rasulullah üzüntülü ve zor durumlarda Cebrail kendisine görünüp İsra suresinin 111. ayetini okumasını hatırlatırmış.

3) Ali b. Ebi Talib’in ifadesine göre “En’am” suresi bir hasta üzerine okununca hasta şifaya kavuşur.[427]

 

Havassu’l-Kur’an Kaynakları:

 

1)

8)

 

23- AYETLER VE SURELER ARASINDAKİ UYGUNLUK (TENASUBİ’L-AY VE’S-SÜVER)

 

Ayet ve sureler arasındaki uyum ve ahengi inceleyen tenasüb ilmi, şerefli bir ilimdir. Bazı müfessirler bu husus üzerine dikkatle eğilmişler ve azami gayreti göstermişlerdir. Fahreddin Razi (606/1209), Ebu Bekir İbnu’l-Arabi gibi bir çok alim bu ilmin önemini ve Kur’an araştırmalarındaki yerini ifade etmişlerdir.

Ayetler çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebeplere binaen nazil olmakla beraber, aralarında öyle bir irtibat var ki, onlardan birini yerinden oynatmak mümkün değildir. Kur’an’ın i’cazı bu yöne de teşmil edilebilir. Belağat ve ahenk bakımından Kur’an’ın böyle bir insicama sahip olması, onun ebedi bir mucize olduğunun delilidir. Arapçada, kelimelerin teşkil ettikleri terkiplerin güzelliğini yaşatan ve ilelebed yaşatacak olan Kur’an’dır. Onun terkipleri gibi terkipler yapmak insanoğlunun kudretinde değildir.

Ayetler ve sureler arasındaki münasebetleri incelemek çok ince ve çok dikkat edilmesi lazım gelen bir iştir. Bu sahada kendilerini gösterebilen müfessirler, tefsirlerinde bu münasebetlere temas etmişlerdir. Ayetler arasında münasebet olmadığına kail olanlar eserlerinde bu hususa temas etmeyenlerdir. Fatiha suresi bir bakıma mukaddimedir.

Kur’an-ı Kerim’in sureleri arasında da mutlak bir irtibat vardır. Gelişi güzel serpiştirilmiş olması bahis konusu olamaz. Bazıları, Kur’an sureleri uzunluk ve kısalıklarına göre tertib edilmiştir, söylendiği gibi bir tertib bahis konusu değildir, demişlerse de, biz tertiblerdeki uzunluk ve kısalıkları kabul etmekle beraber, bundan maksadın sadece bu olmadığını ve aralarında bir münasebetin varlığını söylüyoruz. Kur’an’ın bıkılmadan okunması ve çocukların kısa sureleri bir arada kolayca ezberlemeleri gibi kolaylıklar yanında aşağıda vereceğimiz örneklerde görüleceği gibi başka faydalar da vardır.

1) Ayetler arasındaki münasebete örnek:

a) “Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O yücedir. Şüphesiz O, Semi’dir, Basir’dir.” (İsra: 17/1)

“Musa’ya kitap verdik ve “Benden başka vekil edinmeyin” diye onu İsrailoğullarına kılavuz kıldık.” (İsra: 17/2)

Birinci ayette Rasulullah’ın bir mucizesi bildiriliyor. İsra ve Mi’rac hadiselerine inanmayanları ikna etmek için, Musa’nın Mısır’dan gece kaçışı ve Tur dağında Tevrat’a nail oluşu arasında münasebet vardır. Musa’nın kavmi inanmayıp ona zorluk çıkardığı gibi, Rasulullah’ın kavmi de bu hadiseye inanmak istememiş ve zorluklar çıkarmıştı.

b) “Sana hilalleri sorarlar. De ki: “O, insanlar ve hacc için belirlermiş vakitlerdir. İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınanınkidir. Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa ereresiniz.” (Bakara: 2/189)

Hilallerin hükümleriyle eve girme arasında ne gibi bir münasebet vardır? Burada sual soranların ters soruşları bir temsille izah edilmektedir. Onlar ayın tam veya noksan haldeki durumunu soruyorlar. Rasulullah ise onlara ayın asıl hikmetini izah etmiş oluyor. Bedihi olan bir şeyi niçin soruyorsunuz da, asıl sizin için menfaat olan yönünü sormuyorsunuz demek istemektedir. Nasıl evinin kapısından çıkan bir kimse, evine kapısının aksi bir cihetinden girmezse –ki bu iyilik değildir- o halde siz de sualinizi eve ters girenler gibi aksi şekilde sormayın, demek istemektedir.[428]

c) Bakara suresinde sadaka ayetlerinden sonra faizin haram olduğunu bildiren ayetler ardarda gelmişlerdir. Bu iki grup ayet ayrı ayrı zamanlarda nazil olmasına rağmen aralarında irtibat vardır. Çünkü her iki grup ayet de fakirleri korumayı hedefleyen özelliğe sahiptirler.[429]

2) Sureler arasındaki münasebete örnek: Duha ve İnşirah sureleri gaye ve maksat bakımından aynıdırlar. Kevser suresiyle Maun suresi arasında da şöyle bir münasebet açık olarak görülür. Maun suresinde, münafıkın dört vasfı zikredilmiştir. Onlar da pintilik, namazı terk, namazda riya ve yardıma mani olmadır. Kevser suresinde ise pintiliğe mukabil, hayrı çok olan kevser, namazı terk yerine namaza devam, namazda riya yerine Rab için namaz kılmak, yardımı men etmek yerine kurban kesmek, onun etini tasadduk etmek gibi bir mana açık olarak kendini göstermektedir.

Hakkında müstakil olarak eserlerin yazıldığı bu konuyu, ilim dalı olarak ortaya koyanın Ebu Bekir en-Nisaburi (324/936) olduğu bildirilmektedir.[430]

 

Ayetler ve Sureler Arasındaki Uygunluğa İlişkin Kaynaklar:

 

1)

4)

 


TEFSİR TARİHİ

 

1- KUR’AN’IN TEFSİRİ

 

Mubarek ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim, insanlığın muhtaç olduğu dünyevi ve uhrevi bütün hükümleri ihtiva etmektedir. Bu engin kaynaktan her fert ve her toplum imkan ve yetenekleri ölçüsünde istifade edip ihtiyaçlarını karşılama durumundadır. Kur’an-ı Kerim her probleme çözüm getiren, her meseleyi çözen ve her derde şifa olan bir ilahi kitap olduğuna göre, onun çok iyi bilinmesi, değerinin takdir edilmesi, saygıda kusur gözetilmemesi gerekir.

Yaşadığımız yüzyılın maddeye ve dünyaya yönelik materyalist anlayışının tüm değer hükümlerini yıkarak yerine inançsızlığı ve başıboşluğu aşıladığı görülmektedir. Materyalist anlayışın bertaraf edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi Kur’an’ı öğrenmek ve onun anlamını bilmekle mümkündür. Yani Kuran okunacak, anlamı kavranacak, ibadet dili olması sebebiyle kısmen veya mümkünse tamamen ezberlenecektir. Aslında Kur’an bilinir, öğrenilir veya kavranırsa sözü edilen yanılmalar ve sapmalar da önlenmiş olur.

Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin başlangıçtan günümüze kadar geçirdiği tekamül ve değişiklikleri bilmek gerçekten lüzumludur. Bu sayede Rasulullah’ın, Sahabenin, Tabiin ve Tebeu’t-Tabiin’in tefsirdeki yerleri belirlendiği gibi sonraki dönemin tefsir faaliyetleri de gözden geçirilmiş olur. Bu anlamda Sahabenin Kur’an’ın ruhunu iyice anlayıp kavradıkları ve İslam’ın yüce mesajını beldelere ulaştırmayı kendilerine gaye edindikleri görülmektedir. Fetihlerle birlikte İslam’ın nurlu dairesine arap-arap dışı toplumların diğer ilimlerle birlikte Kur’an ve Kur’an ilimlerine özel bir önem verdikleri de bilinmektedir.

Hicri 4. yüzyılda en verimli eserlerini vermeye başlayan tefsir ve Kur’ani ilimlerle ilgili çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda altın çağlarını yaşamıştır. Tefsirdeki farklı metod ve üsluplarıyla belirginleşen müfessirler yüzyıllarının unutulmayan büyük isimleri olmuşlardır.[431]                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

 

1) Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç:

 

Her zaman ve her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhatablar tarafından iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması lazım gelir. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler var ki, onu okuyan herkes, ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı dalalet bataklığından kurtaracak esasları ihtiva eden ilahi kitapların muhteviyatı, muhatabları tarafından daha iyi anlaşılması gerekir. O halde, ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ın müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp insanların ona bağlanabilmek için, onun mutlak surette tefsir ve izah edilmesi icab ediyordu. Bütün insanlık için prensipler ihtiva eden bir kitabın, insanlığın ayrı ayrı zamanlar ve mekanlar içinde bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevasında derc etmesi mümkün değildi. Onda umumi esaslar vardır. Onda açıkça anlaşılabilen ayetler olduğu gibi, sarih olarak anlaşılmayan ayetler de vardır. Yine onda yüksek edebi sanatlar da mevcuttur. Bunlar ancak onları iyi bilenler tarafından izah edilmekle anlaşılır. Ondaki dini hakikatler, ilmi kaide ve mantık prensipleriyle de çözülemez. Eğer bu hakikatler, ilmi kaidelerle çözülebilseydi, dinin ilahi karakterine lüzum kalmaz, onları eğitim ve öğretim yoluyla öğrenir ve öğretirdik. Bu bakımdan dini eserlerin, diğer ilmi eserlere nisbetle tefsire daha çok ihtiyacı vardır. Araplarda, yıllardan beri kökleşmiş olan cahili adetlerin fena olanlarını söküp atacak ve ileride sosyal hayat kanunlarını ortaya koyacak olan Kur’an’ı, Rasulullah’ın tefsir etmesi lazım geliyordu.

Fütuhat devrinde Araplar yarımadalarının dışına çıkıp, harici alemle temas ettiklerinde, ellerinde Kur’an’dan başka kitab da yoktu. Onu okuyor ve onunla hükmediyorlardı. Kur’an’ın üslub ve belağatı onları hayrette bırakıyor, taaccübe sevkediyordu. Çünkü onlar, bu kitapdan evvel, kahinlerin secili nesirleriyle, şairlerin vezinli ve kafiyeli nazımlarından başka bir şey işitmemişlerdi. Halbuki Kur’an, bildikleri ne şiir ve ne de nesir idi. Onda, bildiklerinin dışında ibret verici bir üslub ve belağat vardı. Hele onun ihtiva ettiği hükümler ve kıssalar, onları teshir ediyordu. Elbette, onları bu kadar hayrette bırakan bir kitabı okumak ve hükümlerini anlamak, onlar için en büyük gaye olacaktı. Bundan dolayı, müslümanlar dini ve dünyevi işlerinde ve hatta günlük muamelelerinde ona müracaat ediyor ve onu iyi anlamaya çalışıyordu.

Yukarıda Kur’an-ı Kerim’in ilim ve felsefe kitabı olmadığını ve onun ilahi bir kitap olduğunu söylemiştik. Ondaki hakikatları bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz şahıstır ki, o da Muhammed’dir (s.a.v.). O, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’an-ı Kerim ona indirilmiştir. O mutlak olarak, Kur’an’ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Yine bu bakımdan o, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu husus ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur’an, kendisinin bizzat tefsir edilmesini yine kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslam’ın kendi bünyesinden doğmuştur. Elbette yeni harekete geçen bu faaliyete hız verecek veya onu frenleyecek bazı amiller zuhur edecektir ki, bunlara yeri geldikçe temas edilecektir.

Rasulullah tebliğ ve tebyinle mükelleftir. Tebliğ, nübüvvetin esaslarından biridir. Tebliğsiz nebi olamaz. Tebliğ edeceği konuyu da en iyi bilen nebi ve rasullerdir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de gerek Muhammed’e ve gerekse diğer nebi ve rasullere ait tebliğ emirleri pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:

“Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Maide: 5/67)

“(Hud:) “Ey kavmim, bende akıl yetersizliği yoktur; ama ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir alçiyim.” dedi.” (A’raf: 7/67)

“O (Salih) da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (A’raf: 7/79)

“Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye.” (Nahl: 16/44)

“Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim: 14/4)

“Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mubarek bir kitaptır.” (Sad: 38/29)

“Öyle olmasa Kur’an’ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa bir takım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş?” (Muhammed: 47/24)

“Onlar yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (Mü’minun: 23/68)

“Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’an’da sadece Rabbini bir ve tek andığın zaman, nefretle kaçar vaziyette gerisin geriye giderler.” (İsra: 17/45-46)

“Fakat ne oluyor ki bu topluluğa,  hiç bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (Nisa: 4/78)[432]

 

2) Tefsir, Te’vil, Terceme ve Meal Kelimelerinin Anlamı:

 

1) Tefsir: Tefsir kelimesi “Fesera” veya taklib tarikiyle “Sefera” köklerinden gelmektedir. Tef’il babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten de türemiş olması mümkündür. Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek, aydınlatmak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamındadır. Istılahta; müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek anlamına geliyorsa da alimler arasında yaygın anlamı, Kur’an-ı kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib lafızlardan kastedilen şeyi beyan etmek, demektir.[433]

2) Te’vil: “Evl” kökünden gelen ve “Geri dönme” anlamına gelen bir mastardır. Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir. Istılahta ise; görünürde birbiriyle uyumlu iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir. Yani ayete muhtemel manalardan birini vermektir.[434]

Tefsir ve te’vil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerlerine de kullanılmışlardır. Tefsir kelimesi ıstılah olarak te’vilden daha evvel kullanılmıştır. İslamın ilk asrında tefsir ve hadisten başka ilimler şuyu bulmadığından tefsir kelimesi bu ilimlere tahsis ediliyordu. Terceme devri ile bu ilimler tedvine başlanıp, muhtelif ilimler İslamiyete girince bu kelime diğer ilimlerde de kullanılmaya başlanmış, te’vil kelimesi ise Kur’an’ı ve ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir. Et-Taberi de bu kelimeyi tefsir yerinde kullanmıştır. Bu bir tevazuun ifadesi olabilir. Bazıları tefsir ile te’vil kullanılış bakımından aynıdır demişlerse de, bunlar aynı şey değildir ve tefsir te’vilden daha umumidir. Zerkeşi’ye göre sahih olan bu ikisinin değişik manalarda kullanılmasıdır. Ragıp el-İsfehani, tefsir ile tevili şöyle ayırt etmektedir. “Tefsir te’vilden daha umumidir. Tefsir ekseriya lafızlarda, te’vil ise manalarda kullanılır. Mesela rü’ya te’vili gibi. Te’vil ekseriya ilahiyat kitaplarında, tefsir ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi, bunun gayrısında da kullanılır. Te’vil umumi ve hususi olarak da kullanılabilir. Mesela küfür kelimesi umumi olarak mutlak inkar manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak Allah’ı inkar manasına, iman kelimesi de mutlak tasdik manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak ta hak dini tasdik etmek manasında kullanılır. Ragıp el-İsfehani, te’vili makbul olma veya olmama bakımından iki kısma ayırmaktadır. Makbul olmayan te’vil, kendisine bakıldığı vakit hoş olmayan, ayetin ileri ve gerisiyle mutabakat etmeyen ve delilleri çirkin olandır. Bu şartları havi olmayan te’vil ise makbul addolunur.[435] 

3) Terceme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) “Terceme” fiilidir. Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir. Lügat manası bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir. Istılahi manası ise, bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelamın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir.[436]

Terceme iki kısımda incelenebilir:

1) Harfi veya lafzi terceme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercemedir. Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir terceme türüdür. Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an7ın belağat hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.

2) Manevi veya tefsiri terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercemedir. Bunda asıl gaye, mananın güzel bir şekilde ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercemeye tercih edilmiştir.

Kur’an’ın Tercemesi yapılabilir mi?: Bu hususta alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercemesinin yapılamıyacağıdır. Buna karşılık tefsiri tercemenin yapılacağına izin verilmiştir. Çünkü bu tün terceme, lafzın manasını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu terceme aslının da aynı sayılmamaktadır.Yalnız yapılan tercemenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceği ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’an-ı Kerim’in zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile, asıl manayı ifade etmekten çok acizdir.[437]

 

Tefsir İle Terceme Arasındaki Farklar:

 

1) Terceme sigası müstakil bir sigadır. Aslından müstağni olunup, tercemenin aslın yerine geçmesi düşünülebilir. Halbuki tefsir böyle değildir. Tefsir asl ile irtibatını kesmez. Eğer tefsirle irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya batıl olurdu. Bu arada mana da doğru ifade edilmemiş olurdu.

2) Tercemede istidrat yapmak caiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak caizdir, hatta bazen vacip bile olur. Bu da terceme ile aslın birbirine benzer olmasının zaruriliğini ifade eder. Terceme fazlalıksız ve noksan olarak, tam bir vukufla aslına uygun olması bir zarurettir. Tefsir ise böyle değildir. Çünkü o, aslın bir beyanı ve tavzihidir. Bu beyan ve tavzihler, istidratta müfesseri çeşitli mezheplere sevketmeyi iktiza eder. Bu da va’z olunduğu manadan başkası kastedildiğinde lügatçıların şerhlerinde, ıstılahların izahında ve delillerin serdedilmesinde görülür.

İşte Kur’an tefsirinin ekserisi, lügat alimleri, akaid, fıkıh ve fıkıh usulü, nüzul sebepleri, nasih ve mensuh, tabii ve ictimai ilimlerin çeşitli istidratları ihtiva etmelerindeki sır budur. Hata edildiğinde, aslın hatası üzerine yapılan tembih, bu istidradın yönlerindendir. Keza bunu ilmi eserlerin şerhlerinde de mülahaza edebiliriz. Böyle bir şeyi tercemede görmemize imkan yoktur. Eğer tercemede böyle bir şey görseydik, emanetin vücubundan ve terceme inceliğinden çıkılmış olurdu.

3) Terceme, örf cihetinden aslın bütün manalarına ve maksatlarına uygunluk manasını tazammun eder. Tefsir için böyle bir durum yoktur. Yukarıda zikredildiği gibi tefsir ancak izah üzerinde durur. Bu izah ister icmali, ister tafsili, ister bütün manaları kaplasın, isterse bazılarını ihtisar etsin, müsavidir. Halbuki terceme ne fazla ve ne de noksan aslın manasını aynen nakleder. Bu işe tefsir kifayet etmeyebilir.

4) Terceme, örf yönünden mütercimin naklettiği maksat ve manaların, asıl sözün medlülü olduğuna ve söz sahibinin bunu kastettiğine itminan tazammun eder. Halbuki tefsir böyle değildir. Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa böyle bir itminanı verebilir. Deliller az olursa susar ve bir tercihde de bulunamaz. Bazen bir kelime veya bir ibareyi anlamaktaki aczini bildirerek “Söz sahibi kendi maksadını daha iyi bilendir.” der. Bilhassa bunlar sure başlarında ve müteşabih ayetlerde daha çok görülür.[438]

Terceme aslın aynı olduğuna göre, zamanımızda da bazı asıllar unutulup tercemeler onların yerine kaim olmaktadır. Ekseriya aslın tercemesindeki terceme lafzı hazfedilip, terceme bir asılmış gibi gösteriliyor. Mesela, muhtelif dillerdeki Tevrat ve İncil tercemeleri gibi. Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir. Burada tercemenin aksine asıl lafız düşebilir. Fakat tefsir lafzı asla düşmez. Taberi tefsiri, Razi tefsiri, Celaleyn tefsiri gibi.   

4) Meal: Meal kelimesi lügatte “Evl” kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gaye manasına mekan ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istılahta ise, bir sözün manasının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine meal denir. İşte Kur’an-ı Kerim’in tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen terceme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe Allah’ın kelamını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında İslamı yaymak için Kur’an-ı Kerimin tercemesi zaruridir. Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da salahiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir.[439]    

 

3) Kur’an-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri:

 

Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme edildiğine dair örneklere rastlamaktayız. Prof. M. Hamidullah Le Saint Coran adlı Fransızca tercemesinin mukaddimesinde, Kur’an-ı Kerim’in terceme tarihi adlı bölümünde[440], aslen İran’lı olan Selman el-Farisi’nin, Fatiha’yı farsçaya terceme ettiğini, keza hicri 127 senesinde Kur’an’ın berbericeye çevrildiği, el-Cahiz’in (255/869) beyanına göre, Musa b. Seyyar el-Esvari’nin, Kur’an’ı talebelerine hem arapça, hem farsça tefsir ettiği, keza Buzurg b. Şehriyar’ın ifadesine göre, 270/883 senelerinde Kur’an’ın Hind diline terceme edildiği bildiriliyor. Samanoğullarından Mansur b. Nuh devrinde (354/956) bir heyet Kur’an’ı farsçaya terceme etmiş, bu esere Taberi tefsirini ek olarak ilave etmişlerdir. Bu heyetin, Kur’an’ı türkçeye de terceme ettiği söylenmektedir. Aynı devreye ait, mütercimi belli olmayan bir tercemenin Cambridge’de olduğu söylenir. Bunlardan başka hicri 5. ve 6. asırlara ait Surabadi İsfaraini (471/1049), Zahidi (519/1125) ve Hoca Abdullah Ensari’nin tercemeleri günümüze kadar ulaşmıştır. Hoca Abdullah bu eserinin, 107 tefsirden istifade edilerek toplandığını kaydeder. Hatta müsteşrik Mingana, Kur’an’dan kısımlar ve reddiyeleri ihtiva eden süryanice bir eserin parçalarının el-Haccac b. Yusuf devrine ait olduğunu zikreder.

Kur’an-ı kerim’in ilk latince tercemesi 1143 tarihinde Robertus Ketenensiz (Robert of Retina) ile Dalmaçyalı Hermannus tarafından yapılmış ise de, bu terceme ancak 1543 senesinde Luter’in tavsiyesi üzerine Theodor Bibliender tarafından neşredilmiştir. Bu neşir tarihinden bir asır kadar sonra Slezyalı rahip Dominicus, izahlı bir Kur’an tercemesi hazırlamış, fakat bu eser yazma olarak kalmış, basılmamıştı. Bunlardan başka 1698’de basılan tefsirli ve tenkidli bir Kur’an tercemesi, bu tercemelerin en iyisi addedilir. Bu terceme Ludovicus Maraccius (Maracci) tarafından yapılmıştır.

Kur’an-ı Kerim hemen hemen bütün avrupa dillerine terceme edilmiştir. İlk fransızca tercemesi 1647’de A. du Ryer tarafından yapılmıştır. Bundan sonra M. Savary, B. Kasimirski, R. Blachere, E. Montet ve M, Hamidullah’ın yapmış olduğu tercemeler meşhur olmuştur. Fransızcada bunlardan başka 30’a yakın terceme vardır. İngilizcede de G. Sale, J. M. Rodwell, F. H. Palmer, A. J. Arberry, Muhammed Ali gibi şahısların tercemeleri yanında 50’den fazla terceme bulunmaktadır. Diğer avrupa dillerinde de ur’an tercemeleri çok yaygındır. Bu hususta tafsilata girişmek istemiyoruz.[441] Batı dillerinde yaygın olan Kur’an tercemesi şark dillerinde de bol miktarda bulunmaktadır. Türk, İran, Çin, Urdu, Hindu, Malaya, Bengale, Cava ve Japon dillerinde de tercemeler vardır.

Kur’an-ı Kerim’in türkçe tercemelerine uygur, arap ve latin harfleriyle rastlamaktayız. Uygur harfleriyle Kur’an’ın tam bir tercemesi yoktur. Ancak bazı ayetlerin parçaları ele geçmiştir. Prof. Reşit Rahmati Arat 1951 senesinde İstanbul’da neşrettiği Edip Ahmed b. Mahmud Yükenki’nin, Atabetü’l-Hakayık’ında bazı ayetlerin tercemesine rastlandığını söylemektedir.[442] Arap harfleriyle, Kur’an’ın en eski tercemesi Ebu Ali el-Cubbai el-Huzistani’ye (303/915) ait olduğu söylenirse de bu tercemeye ait bir ize rastlanılamamıştır. Başka bir nüsha, 1914 senesinde Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın Türkistan’da bulduğu nüshadır ki, müellifi meçhuldür. Bu terceme halen Leningrat’taki Asya müzesinde “Anonim tefsir” adı ile korunmaktadır. Yine müellifi meçhul, fakat tam bir nüsha İstanbul Türk-İslam Eserleri Müzesi 73 noda kayıtlı olan terceme ‘734/1333) yılında Muhammed İbnu’l-hace Devletşah eş-Şirazi tarafından istinsah edilmiştir. Bu nüshayı Abdulkadir Erdoğan, Vakiflar Dergisi’nde tanıtmıştır. Keza 764/1363 senesinde istinsah edilen ve Hekim oğlu Ali Paşa Kütüphanesinde 951 no da bulunan nüsha da ilk tercemelerdendir.

Abdulkadir İnan’ın tetkikine göre, yukarıda zikredilen üç nüshanın, tercemeleri birbirine uygun ve çok yakın olduğunu söylemekte ve bunların hepsinin bir asıl nüshadan geldiğini ilave etmektedir. Yine bu zata göre, Kur’an’ın ilk tercemeleri miladi 11. asra kadar inmektedir. Fakat bugün elde mevcut en eski türkçe tercemeleri 14. asra ait bulunmaktadır. Asırlar boyunca latin harflerinin kabulüne kadar, yüzlerce terceme yapılmış, bunların ekserisi hayır sahipleri tarafından çeşitli kütüphanelere ve camilere vakfedilmiştir. Şahısların elinde veya hususi kütüphanelerde de bol miktarda bulunmaktadır. Kur’an’ın türkçe tercemelerine ait bilbiyografyalar bu bakımdan daima eksik kalmaktadır. Her an Anadolu’nun çeşitli kütüphane ve camilerinden veya hususi kütüphanelerden yeni ve kıymetli tercemeler çıkma ihtimali kuvvetlidir. Eski türkçe tercemelerin ekserisi kelime kelime yapılmıştır. Ord, Prof. Süheyl Ünver, türkçe kelime kelime yapılmış olan tercemelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını söylemektedir.[443]

 

Latin Harfleriyle Yapılan Tercemeler:

 

Latin harfleriyle yapılmış tercemelere gelince, adedleri epeyce vardır. Onlardan en önemlilerini zikredelim:

1) İmirli İsmail Hakkı, Kur’an-ı Kerim Tercemesi.

2) Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu.

3) Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, yeni meali türkçe tefsir.

4) Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meali Kerim.

5) Osman Nebioğlu, Türkçe Mur’an-ı Kerim.

6) Abdulbaki Gölpınarlı, Kur’an-ı Kerim.

7) Besim Atalay, Kur’an.

8) Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri.

9) İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an.

10) Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Yaşar Kutluay-Hüseyin Atay)

11) Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Meali.

Yukarıda zikrettiklerimiz Kur’an’ın tam tercemeleridir. Ayrıca ayet ve surelerin tercemelerine ait latin harfleriyle yazılmış başka eserler de vardır.

 

4) Kur’an-ı Kerim Tefsirinde İhtilaf Sebepleri:

 

Kur’an-ı Kerim tefsirinde, sahabe ve tabiilerden itibaren bir çok ihtilaflar olduğu sabittir. “Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.” (Nahl: 16/44) Rasulullah’ın ashabına Kur’an lafızlarını beyan ettiği gibi, manalarını da açıkladığını bilmek vacip olur. Bu bakımdan sahabe, Rasulullah’dan on ayeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine geçmezlerdi.

İbn Teymiyye diyor ki[444]: Selef arasında tefsirde ihtilaf gayet azdı. Onlar arasındaki ihtilaf tefsirden ziyade hükümlerde idi. Mevcud olan bu ihtilaf da bir zıtlık (tezat) ihtilafından ziyade bir nevi ihtilafı idi. Bu da iki kısımda mütalaa edilebilir: 1) Bir müsemmanın başka başka isimlerle çağrılmasından doğan ihtilaflar. Mesela kılıç için bir müsemma olduğu halde buna “Sarim, seyf ve mühenned” diye üç isim verilmesi gibi. Keza Kur’an-ı Kerim’de de Allah’ın esma-i hüsnası ve Rasulullah’ın çeşitli isimleri olması gibi. Yine bu hususa örnek olarak Sırat-ı Mustakim’i verebiliriz. Bundan maksat, Kur’an’a ittiba etmektir, diyenler olduğu gibi, onun İslam olduğunu söyleyenler de vardır. Buradaki iki tefsir tarzı zahiren ayrı görülmekte ise de, bu iki sözün maksadı ayrı ve zıd değil, bilakis aynıdır. Ayrı gibi görülen ifade ediliş tarzıdır. Zira İslam demek Kur’an’a ittiba demektir. Bununla beraber, bu şekildeki nevi ihtilafları sebebiyle, elde edilen izah tarzları, diğerinde bulunmayan bir vasfı ortaya koyar. 2) Tefsiri yapılması istenen bir şeyin, tamamı değil de temsil veya tembih tarikiyle o şeyin bazı nevilerini zikretmektir. Yani ihata ve hasır için muhataba temsil tarikiyle ismin bazı envaı zikredilir. Mesela, yabancı biri ekmek sorsa da, ona bir ekmek dilimi gösterilse ve ona istediğin şu mu? denilse... işte bu işaret ekmeğin nevine işarettir, yoksa bir ekmek dilimine işaret değildir. Mesela buna ait bir misal Kur’an’dan verelim:

“Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir.” (Fatır: 35/32)

Malumdur ki bu ayette nefsine zulmedenler, vacip olanları terkedip haramları helal gibi işleyenlerdir. Muktesid ise orta yolda olanlardır ki, vacipleri işleyip, haramları terkedenlerdir. Es-Sabık ise; vaciplerle birlikte, hayırlarda da ileri gidenlerdir. Veyahut şunlardan her biri taat nevilerinden biri olarak zikredilir. Vaktin evvelinde namaz kılana sabık, zamanında kılana muktesid, namazın vaktini geçirenlere (bilhassa ikindi namazını akşama doğru geç bırakana) zalim denilir. Keza Bakara suresinin sonlarında, sadaka verenlere muhsin, riba yiyenlere zalim denilir. Malı kullanma bakımından insanlar ya muhsin, ya adil, yahut ta zalim olurlar. O halde muhsin olan sabık vaciplerle beraber müstehapları da eda edendir. Zalim riba yiyen ve zekata mani olandır. Muktesid ise, farz olan zekatı eda eden ve riba yemeyendir.

Tefsirdeki ihtilaf iki nevidir. Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri ise naklin gayrı ile bilinir. İlim ise ya muraddaki bir nakildir veya tahkik edilmiş bir istidlaldir. Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan. Birinci nevide sahih ve zayıfı bilmek mümkün olur, bu taktirde yapılacak bir şey yoktur. Yahutta sahih veya zayıfı bilmek mümkün olmaz. O taktirde bunları tasdik etmek mümkün olmaz. Onun üzerinde araştırma yapmanın faydası yoktur. Mesela Ehli Kehf’in ahvali gibi, bu hususta Rasulullah’dan sahih bir haber varsa makbuldür. Yoksa merduddur. Rasulullah’dan tefsir, hadis, ahkam ve megazi hususunda nakledilmiş sahih haberler boldur. Burada bir ihtilaf bahis konusu değildir. Asıl ihtilaf, istidlal yoluyla gelen haberlerin bilinmemesindendir. Hataların ekserisi burada görülür. Daha sonra gelen müfessirlerden bir kısmı, evvela manalara inandılar sonra onun üzerine Kur’an’ın lafızlarını hamlettiler. Diğer bir kısmı ise ne konuşanın, ne inmiş olanın ve ne de onun muhatabını nazarı dikkate almaksızın, mücerret Kur’an’ı kendi konuştukları arapçaya ve tabirlere, murat ettikleri şeyleri sevkederek tefsir ettiler. Birinciler delalet ve beyan bakımından Kur’an lafızlarının mustahak olup olmadıklarına bakmaksızın, sadece manayı sevkettiler. Diğerleri ise, kelamın siyakına ve mütekellimin muradına bakmaksızın, arabın indinde caiz görülen şeyi, caiz görüb mücerred lafza tabi oldular. Evvelkiler Kur’an’ı tefsir ederken manalarda hata yaptıkları gibi, bunlar da birçok lafızlarda galat yaptılar. Birincilerde mana, ikincilerde lafız ön plandadır. Birinciler iki sınıftır. Onlar bazen bir şeye delalet eden Kur’an lafzını selbederler, bazen de ona delalet etmiyen veya murat edilmeyen şey üzerine hamlederler. Bu iki halde de mana batıl olmuş olur. Onlar delil ve medlulde hata etmişlerdir. Bid’at, heva ve heveslerine kapılmış taifeler gibi ki, onlar dalalet üzere ittifak etmiyenmutedil bir ümmete muhalif bir mezhep oldular. İşte bunlar, Kur’an’ı kendi görüşlerine göre te’vil etmeye kalkıştılar. Onlar bazen, ayetlerle mezheplerine delil getiriyorlar. Halbuki ayetlerin delaletle bir alakası yoktur. Bazen de mezheplerine muhalif olanları te’vil ediyorlar ve kelimelerin yerlerini oynatıyorlar. Tefsirlerindeki butlan açık bir şekilde bir çok yönlerde kendini gösterir.

Bazıları da medlulde değil de delilde hata ederler. Bunun misali de bazı sofilerde ve fakihlerde görülür. Kur(an’ı sahih bir mana ile tefsir ederler, fakat Kur’an vermek istedikleri bu manaya delalet etmez. Şu zikredilen umumi ihtilaflardan sonra müfessirler arasında mevcut ihtilafın sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:

1) Kıraat ihtilafları: Bir ayet hakkında sahabeden muhtelif iki tefsir gelir ki, bu da ihtilaf gibi addolunursa da hakikatte bir ihtilaf yoktur. Mesela: “Ev lamestumu’n-Nisa: Yahut kadınlara dokunursanız...” (Nisa: 4/43) ayetindeki okunuşa, cima veya dokunma manaları verilmesi gibi.

2) İ’rab yönlerindeki ihtilaf: Mesela: “Fetelekka Ademu min Rabbihi kelimatin: Adem Rabbinden kelimeler belleyip aldı.” (Bakara: 2/37) Bu ayette Adem merfu, kelimat ise nasb okunduğu gibi, aksi de mümkündür. Bu taktirde failler değiştiği için , manalarda da değişiklik olacaktır. 

3) Kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı: Mesela: “Yetufu aleyhim vildanun muhalledun: Ebediliğe mazher edilmiş evlatlar etraflarında dolanırlar.” (Vakıa: 56/17) “Muhalledun” kelimesinin manası ebedi olarak onlar ihtiyarlamayacaklar, olabileceği gibi, onlar aynı yaşta oldukları ve yaşları değişmeyeceği gibi bir mana da verilebilir.

4) Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki: Mesela: “Feesbahat ke’s-sarim: Bahçe simsiyah kesiliverdi.” (Kalem: 68/20) “Es-sarim” kelimesi hakkında dört görüş vardır:

a) Gece gibi oldu, zira es-sarim lügatte gece manasına gelir.

b) Gündüz gibi oldu, es-sarim kelimesi hem gece hem de gündüz manasına gelir.

c) Bazı arap lehçelerinde, yangından arta kalan siyahlıklar manasına gelir.

d) Kesilmiş ziraat gibi bir manaya da gelir.   

5) Itlak ve takyit ihtimali: Mesela: “Femen lemyecidu fesiyamu selaseti eyyamin: Bulaman kimse için üç gün oruç vardır.” (Maide: 5/89) Ebu Hanife, Sevri ve onlara tabi olanlar takyidle hareket etmişler ve Ubeyy b. Ka’b ile İbn Mes’ud bu ayeti “Fesiyamu selaseti eyyamin mutetabiatin: Üç gün peşpeşe oruç tutar.” şeklinde okuduğu için, bu iki imam da bu üç günlük orucun arka arkaya olacağını ileri sürmüşlerdir. İmam eş-Şafii ise, bu görüşten ayrılarak, yukarıdaki şazz olan kıraatin hüccet olamıyacağını ileri sürerek, ayeti ıtlaka hamleder.

6) Umum ve husus ihtilafı: Mesela: “Emyahsudune’n-nase ala ma atahumu’l-lahu min fadlihi: Yoksa onlar, Allah’ın kendi fazlındaninsanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar.” (Nisa: 4/54) Denildi ki, ayetteki en-nas’dan murad, Rasulullah’dır. Çünkü Allah ona nübüvvet verdi, onlardan ona haset ettiler. Yine denildi ki, en-nas’dan murad, Rasulullah’ın âli ve ashabıdır. Birinci mana hâs, ikincisi ise âm’dır.

7) Hakikat ve mecaz ihtimali: Mesela: “Ve ennehu huve edhake ve ebka: Şüphesiz ağlatan ve güldüren O’dur, O!” (Necm: 53/43) Allah, insan oğlunu maruf olan gülüş ve ağlayışı ile yaratmıştır. Bu hakikattır. Veya arz, nebatı vermekle güler, sema da yağmurla ağlar, bu mana ise mecaz yönüdür. Sahih olan ferah ve hüzünden ibarettir. Zira gülme, sürur ve feraha, ağlama ise hüzne delalet eder.

8) Kelimenin ziyadeliği ihtimali: Mesela: “La uksimu biyevmi’l-Kıyameti: Yoo, Kıyamet gününe yemin ederim.” (Kıyame: 75/1) Bazı alimlere göre bu ayetteki “La” fazladandır, kelamı takviye eder.Bazı alimlere göre ise aslidir ve nefiydir. Zira kıyamet bizatihi o kadar muazzamdır ki, onu izah etmek için yemine ihtiyaç yoktur.

9) Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali: Mesela: “Ya eyyühe’l-lezine amenu’t-teku’l-lahe hakka tukatihi: Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öyle korkun.” (Al-i imran: 3/102) Bu ayet hakkında bazıları mensuhdur derken, bazıları da muhkem olduğunu söylemeleri gibi.

10) Rasulullah ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı: Mesela: “Hazani hasmani ihtesamu fi Rabbihim: İşte bunlar çekişen iki gruptur, Rableri konusunda çekiştiler.” (Hacc: 22/19) Bazı alimler şu iki fırkadan birine ehli iman diğerine de ehli kitap demişlerdir. Diğer bir kısmı da, o iki fırkadan biri mü’minler, diğerleri ise, hangi milletten olursa olsun kafir olanlardır, demişlerdir. Keza “Ve ezzin fi’n-nasi bi’l-hacci: İnsanları hacca çağır” ayetinde de olduğu gibi, .uradaki hitabın İbrahim’e ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Muhammed’e ait olduğunu zikredenler de vardır.

Bundan başka, takdim ve tehirler, izmarlar ve diğer bir çok hususlardan dolayı ihtilaf konusu olabilecek meseleler eksik değildir.[445]                            

 

2- BAŞLANGIÇTA TEFSİR

 

1) Rasulullah’ın Zamanında Tefsir:

 

Kur’an-ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları konuları, bu hususta en selahiyetli zat olan Rasulullah’a sormuşlardı. Derin akaid meseleleri üzerinde düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi bir tekellüften kurtarmıştı. Rasulullah’ı Kur’an tefsirine sevkeden en mühim amil, İslamiyetin kendisinden olan emridir. Bu risalet vazifesinin iktizasıdır. O tebyin ve tebliğle mükellefti. Buna tipik bir misal, Haccetü’l-Veda hutbesinde üç defa müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlardan müsbet cevap alınca “Ya Rabbi şahid ol.” demişti. Kur’an-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Rasulullah’ın sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kur’an’ın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.[446] Bir hadiste: “Bana kitapla beraber, misli de verildi.”[447] denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, Yahya b. Ebi Kesir, sünnet Kur’an’a kadirdir, Kitab ise sünnete kadir değildir, demektedir. Bu söz Ahmed b. Hanbel’e söylendiğinde “Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünnet kitabı tefsir ve tebyin eder derim.” demiştir.[448] Kurtubi tefsirin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanı iki şekilde olduğu anlatılmaktadır.[449] Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekatın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikahını, hala ve teyze üzerine haram kılmak gibi.

Rasulullah konuşma yönünden arabın en fasihlerindendi. Çünkü ona arap edebiyatının meani, beyan ve bedi bakımından en yükseği olan Kur’an nazil olmuştu. Böyle bir kitabı ona müyesser kılan Allah, elbette onun lisanını en fasih ve en beliğ kılması icab ederdi. Nitekim o, öyle yetiştirilmişti. Daha evvelce söylediğimiz gibi, arap dili yazı ile pek işlenmediğinden cümleler kısa ve manalar çok genişti. Kur’an-ı Kerim’de de bu ifade şekli mevcuttu.      

 

2) Sahabe Zamanında Tefsir:

 

3) Tabiiler Zamanında Tefsir:

 

4) Tabiilerden Sonraki Zamanda Tefsir:

 

3- TEFSİR ÇEŞİTLERİ

 

 

 

 

 

Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük Tefsir Tarihi Hakkında Bir Değerlendirme

 

Prof.Dr. Suat Yıldırım

 

Ömer Nasûhi Bilmen (rh.a)'in yazdığı Büyük Tefsir Tarihi adlı eser, Usûl-i Tefsir ve Tabakâtü'l-Müfessirîn olmak üzere iki kısımdan ibarettir. Müellifimiz önce, bunlardan birincisini yazmıştır. Bu eserin plânını, Tefsir Usûlüne dair yazılmış gerek eski, gerekse muasır kitapların plânları ile karşılaştırınca ilk nazarda dikkati çeken bir durumla karşılaşırız. Şöyle ki: Öbürlerinde yer alan bazı konular Ömer Nasûhi Bilmen'in eserinde ya pek muhtasar olduğu veya bulunmadığı hâlde, onlarda pek üstünde durulmayan birkaç konuya Bilmen genişçe yer vermiştir. Bunda elbette kitabın yazıldığı ortam önemli rol oynamaktadır. Yahut diyebiliriz ki, müellifimiz başka eserlerde bulunabilecek konuları genişçe ele almaya ihtiyaç görmemiş; o malumatı öbür eserlere havale etmiş, onların fazla yer ayırmadığı konularda tafsilat vermiştir.

Fakat bunlar geçerli olmakla birlikte, yaşadığı dönemde Kur'ân ve Tefsirin maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek için de kolları sıvadığını düşünebiliriz. Bizi böyle düşünmeye sevk eden gerekçeyi, eser hakkında kısa bir tanıtmadan sonra arz edeceğiz.

Müellifimiz önce, Tefsir tarihi ilmini, genel tarih çerçevesine yerleştirir [s.6-7]. Tefsir tarihi, beşeriyet tarihinde en büyük inkılabı gerçekleştiren Kur'ân'ın özelliklerini ve kuvvetini inceleyen Tefsir ilmini ve bu ilim dalında eser verenleri ve eserlerini tanıtma gayesine yöneldiğinden büyük bir önemi haiz olduğunu bildirir.

Tefsir usûlü kitaplarında esas konuları teşkil eden bahisleri müellifimizin pek kısa geçtiğini görüyoruz. Ezcümle: Esbâb-ı Nüzûl yarım sayfalık bir yer tutmakta [s.117], İ'râbü'l-Kur'an yarım sayfa [s.119], mübhemât yarım sayfa [s.120], muhkem-müteşabih bir sayfadan az [s.121], âyetler arası tenasüb yarım sayfa [s.122]. Buna mukabil "Müfessirlerin muhtaç oldukları ilimler" bahsi on yedi sayfa [s.123-140]. Keza bu bahsi teyid eden "Müfessirlerin âdâb ve şerâiti" bahsi de oldukça uzundur [s.143-153]. Üstad buradan müfessirin doğru bir itikad, güzel maksad, diğer tefsirlerden farklı orijinal taraf, aklî ve naklî ilimlerle mücehhez olma, Kur'an'a ve tefsirlerine vukuf, hadisleri bilme, arap dil ve edebiyatının inceliklerine vakıf olma şartlarını arar.

Buna mukabil Tencimü'l-Kur'an'ın parça parça indirilmesinin hikmetleri üzerinde birçok eserde fazla durulmazken Ö.N.Bilmen'in bu hikmetleri altı madde halinde güzelce özetlediğini görüyoruz [s.15-16].

Bilmen'den önce yazılıp da Tencîm konusuna ayrı bir başlık altında yer veren müellif, Menâhilü'l-İrfan adlı eserinde A. Zerkânî'dir (Eser 1943'de yayınlanmıştır.) Tencîm'in hikmetlerinin aslı Kur'ân'dan (İsra, 106 ve Furkan,32-33 âyetlerinden) alındığından, onların çoğunda benzerlikler varsa da, formüle edilişleri oldukça farklı olduklarından, merhum Bilmen'in, Menâhil'deki bahisden istifade etmeksizin yazdığı kanaatini taşıyorum. Hatta Bilmen, Zerkâni'nin yazmadığı şu önemli hikmete yer verir: "Kur'ân'ın umumî heyeti birden nazil olsaydı, başkası tarafından evvelce düşünülüp tertip edilmiş olduğu zannını uyandırabilirdi. Parça parça nüzulü ise, bu zanna imkân bırakmamıştır."

Eserin en orijinal sayılabilecek yerlerinden olan Tercîmü'l-Kur'ân bahsinin, kitabın fihristinde yer almaması çok tuhaftır. İndekste bile tencîm veya müneccem kelimelerine rastlanmaz. Keza Ahruf-i Seb'a bahsi fihristte görünmez. İndekste de ne Ahruf ne de yedi harf sırasında yer alır.

Bunlardan ve daha bazı karinelerden, bu eserin Usûl-i Tefsir kısmının çabuk yazıldığını düşünmekteyiz. Demek ki eserin konu fihristi ve indeks kısımlarını yeni baştan hazırlamak gerekir. Aksi hâlde okuyucu biraz eksik bilgilendirilmektedir.

Müfessirimiz önce yazdığı Usûl-i Tefsir ile sonra yazdığı Tabakâtü'l-Müfessirîn'i birleştirerek kitabına Büyük Tefsir Tarihi adını vermiştir.

"Müfessirleri tanıtan, "Tabakâtü'l-Müfessirîn" adını taşıyan ve bizce malum olan bazı eserler pek muhtasar şeylerdir ki, bunlar ne müfessirler hakkında malumatı câmidir, ne de tefsirler hakkında beyanâtı, mütaleâtı muhtevîdir" deyip, Süyûtî, Ahmed b. Muhammed adlı bir zat tarafından yazılmış Türkçe yazma bir eseri (Veliyyüddin Ef. Ktp. No:427), Sırrı Paşa, Davûdî (Hamidiye Ktp. No:179) eserlerini sayar. Bunlardan Davûdî'nin yazmasını aradığını, fakat başka yere nakledildiğinden okuma imkânı bulamadığını söyler [s.180].

Kendi eserinin ise müfessirlerin tefsir sahasındaki meslekleri, hayatları ve diğer eserleri hakkında bilgi verdiğini, böylece 464 müfessir tanıttığını bildirir. Tevazuan, bu eserin ulemanın hakkını vermekten uzak olduğunu, fakat büsbütün yazmamaktansa bu şekilde kaleme almanın daha iyi olacağı mülâhazası ile yayımladığını bildirir. Sıra dışı mümtaz müfessirler tabakasında, Hülefâ-i Râşidîn başta olarak ashâbın müfessirleri ile başlar. Bunlar 15 zattır. Sonra birinci tabakada, ilk asırdaki 6 müfessiri anlatır. Sonra asırlarına göre on dört asırda yaşayan müfessirleri tanıtır.

Terceme-i hâlini verdiği her müfessirin önce kısaca hayatını, sonra "mevki-i ilmî"sini, tefsirdeki mesleği, eserlerini ve o müfessiri anlatırken başvurduğu kaynakları bildirir.

Eserin bizce önemini artıran husus, Türk müfessirlerine geniş yer ayırmasıdır.

Hacı Paşa (Aydınlı), Kutbeddin İznikî, İbn-i Kâdı Simavna Bedrüddin, Kara Yakub b. İdris, Molla Fenârî, Yazıcızade Mehmed Efendi, Alaeddin Çelebi, Seyyid Ahmed Kırımî, Muhyiddin Kâfiyeci, Hasan Çelebi b. M. Şah Fenârî, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Cemal Halvetî, M.Necib Karahisarî, Hüsameddin Ali Bitlisî, Bayezid-i Rûmî, Muhyiddin Niksarî, Kemalüddin Karamânî, Abdurrahman Müeyyed Amasyalı, Celaleddin Karamanî, Yahşi Halife Amasyalı, İbn Kemal Paşa, Karabağî Muhyiddin, Bedreddin Mehmed Aydınlı, Bustanzade Mehmed Efendi, Muslihuddin Lârî, Kınalızade Alaeddin, Muhammed Birgivî, Ebussuud, Yusuf Sinaneddin Amasyalı, Molla Avâd Alâiyeli, Tatarpazarcıklı Mehmed Efendi, Muhammed Emir Padişah-ı Buhârî, Bedreddin Akhisarî, Galatalı Mehmed Efendi, Ahmed Şemseddin Karabağî, Şeyhüllislâm Sun'ullah Efendi, İsmail Ankaravî, Allâmek Mehmed Bosnalı, Abdülmecid Sivasî, Beypazarî Muslihuddin, Vardarlı Mehmed Efendi, Hıdır b. Muhammed Amasyalı, Minkarîzade Yahya Efendi, Kurabzâde Abdullah, Ali Çelebi İznikî, Şeyh İsmail Usturumcalı, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, Kara Halil Boyabâdî, Halil Naimî Manisalı, Saçaklızade Mehmed Efendi, Mestçizade Abdullah Efendi, Muhammed Emin Üsküdârî, Abdurrahman Rahmi Bursalı, Muhammed b. Veli İzmirî, Muhammed Hadimî, Mehmed Hâzık Erzurumî, Abdülgafur Lebib Amidî, Konevi İsmail Efendi, Lütfullah Erzurûmî, Müstakimzade Süleyman, Gözübüyükzade İbrahim, M. Said Kayserili, Molla Halil Siirdî, Burdurlu Halil Efendi, Karslı Hamid Efendi, Şeyhülislâm Muhtar Ahmed Efendi, Kilisli Abdullah Efendi, Yozgatlı Keşfî Efendi, Sırrı Paşa, Ali Yekta Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Şeyhülislâm Musa Kazım Efendi, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi bunlardan bir kısmıdır.

Müellifimiz, asrımızda alıştığımız üzere, eserin başında veya sonunda kaynaklarını liste halinde vermez. Bu sebepten onun geniş bir literatüre dayandığı intibaı hasıl olmaz. Fakat kitap okununca onun gerçekten zengin bir literatürden yararlandığı ortaya çıkar. Bunların büyük bir yekûnunun yazma olması, merhum müellifin ilim uğrundaki azim ve sebatının bir göstergesidir. İstifade ettiği yazmaların Kütüphane ve kayıt numaralarını da belirtmektedir. Bu eserlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

Zerkeşî'nin el-Burhân'ı [s.19-20, 24]; Muhadarâtü'l-evâil ve Müsameratü'l-evâhir [s.28]; Ebu Amr ed-Dânî'nin el-Muknî [s.27]; lusî'nin Rûhu'l-Meânî'si [s.28]; M. Mahlûf'un Ünvânü'l-Beyan fî Ulûmi'l-Kur'ân [s.28]; Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi [s.29]; Kâdı İyâd, Şifa-yı Şerif [s.30, 46]; Keşfü'z-Zünûn [s.30]; Kitabü'n-Nakt [s.32]; Ahmed İbn Mübarek'in el-İbrîz'i [s.33]; Ahmed Dimyatî'nin İthâf'ı [s.34]; Tefsir-i Keşşâf [s.34]; İbn Deresteveyh'in Kitâbü'l-Kûttâb ve Şeyhülislâm Merginânî'nin Tecnîs'i [s.34]; ez-Zikra'l-Muhammediyye Dergisi [s.34, 46]; Tefsirü'l-Menâr [s.46]; T. V. Arnold'un İntişar-ı İslâm Tarihi [s.52]; İmam Gazâlî'nin el-Hikme fî Mahlukâtillah [s.80]; Hasaneyn Mahlûf'un el-Medhâlü'l-Münîr fî Mukaddimeti İlmi't-Tefsir, Muhammed Süleyman'ın el-İkdâm alâ Tercemeti'l-Kur'ân, İbn Haldun'un el-Mukaddime'si [s.110]; Cemalüddin Aksarayî'nin Es'ile ve Ecvibe-i Kur'âniyye'si [s.157].

Bu listeden anlaşılacağı üzere o, eski ve muasır; matbu ve yazma, tefsir veya diğer ilimlere dair birçok kitaba bizzat müracaat etmiştir. Birinci cildin son sayfasında istifade ettiği bazı eserleri, belli belirsiz bir tarzda şöylece üç-beş satırda yan yana yazıvermiştir: Tefsir-i Kurtubî Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Atiyye Mukaddimesi, Tefsir-i Nisaburi Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Arefe Mukaddimesi, Aynü'l-A'yan Mukaddimesi, Sevati'u'l-İlham Mukaddimesi, Tefsir-i Alusi Mukaddimesi.

Şu eserlerin isimlerini de Arapça olarak yazmıştır: el-İksîr fi Kavâidi't-Tefsir, el-Burhân fî Ulumi'l-Kur'ân, el-Münîr fî İlmi't-Tefsir, et-Ta'bir fi Kavâidi't-Tefsir, el Cevâhir fî İlmi't-Tefsir, Takrîbü'l-İksir fî Usûli't-Tefsir, el Medhalü'l-Münir fî Mukaddimet-i İlmi't-Tefsir (Hasaneyn Mahlûf), el-Cevâhir fî Ulûmi't-Tefsir, Kavâidü't-Tefsir, Kitâbü Hattı'l-Mesâhif, Hülâsatü'l-Beyan fî Te'lifi'l-Kur'ân, Mukaddimetün li İlmi't-Tefsir, el Fevzü'l-Kebir fi Usûl-i Tefsir. Müellifimiz bu eserlerin sadece isimlerini yazar; müellifleri, basıldığı yerler veya kütüphane yazma kayıt numaraları gibi bilgilere yer vermez.

Buna mukabil Büyük Tefsir Tarihi eserinde bazı faydalı ekler ve fihristler yer almaktadır. Bunlardan birincisi: Alfabetik sıraya göre tefsirlerin ve müfessirlerin listesi (s.799-839 arasında 40 sayfa halinde). Bu cetvelde kitabın adı, müellifinin adı ve vefat tarihi ve Büyük Tefsir Tarihi'ndeki terceme numarası bildirilir. İkincisi: Kıraat, i'râb, i'câz, fezâil, meâl, usûl-i tefsir, ulûmü'l-Kur'ân gibi sahalarda yazılmış kitap ve müelliflerinin fihristi, zeyl başlığı altında, (s.800-872 arasında 72 sayfa halinde) verilir ve burada 489 eser yer alır. Üçüncüsü: Eserde hayatı anlatılan müfessirlerin isimlerine göre alfabetik fihristi [s.873-878] ve nihayet dördüncüsü: Kitabın İçindekiler kısmı.

Büyük Tefsir Tarihi kitabının elimizdeki 1973 tarihli neşri maalesef, mazur görülebilecek nisbetten fazla miktarda dizgi hataları ihtiva etmektedir. Hata-Savâb Cetveli de ilâve edilmemiştir (Kaldı ki o da derde derman değildir).

Meselâ: "Kur'ân-ı Hakim'in terceme-i harfiyye sureti ile tercemesi tecviz edilmiştir > edilmemiştir." [s.100]. Bu önemli bir hatadır; zira doğrusu ancak müellifin bu husustaki fikrini bilmekle anlaşılabilir. Aksi hâlde sadece bu paragrafa bakan kimse, tamamen tersine bir kanaate sahip olur.

Kamîsün aleyh > Makîsün aleyh [s.28]. İklimlerinde > Kelimelerinde [s.27]. El-İman > El-İmam [Mushaf] [s.30]. Ve ki vechile kıraata mustaid > iki vechile [s.30]. Şek-i Kur'anî > Şekl-i Kur'anî [s.32]. Tarfe > Tarafe [s.39]. Tarif > Ta'riz [s.97]. > [s.39]. Hiçbir meha-yı mezhebî > deha-yı mezhebî.

Kanaatimize göre merhum Ö. N. Bilmen, Usûl-i Tefsir eserini yazarken Türkiye'de yaşanan bir sıkıntının sancısını çekiyor, Kur'ân'ın etrafındaki surda meydana gelen bazı yıkıntıları tamir etmeye çalışıyordu. O sıkıntı şudur: Önce gelenek ve müçtehidleri taklid etme kınandı. Sonra tefsirler hafife alındı; beşer eseridir diye hatalar ve eksiklerle dolu olduğu zannı uyandırıldı. Sadelik adı altında yalnız Kur'ân'a yönelmek, Kur'ân'ın tercümesiyle yetinmek revaçlandırıldı. Tabiatıyla böyle bir sathî bakışla Kur'ân'ın, İslâm ümmeti ve İslâm medeniyetindeki mevkiinin anlaşılabilmesi de kolay olmayacaktı. İşte bu tehlike karşısında Kur'ân'ın ehemmiyetini, geniş kapsamlı olduğunu, başlıca İslamî ilimlerin kaynağı olduğunu anlatmak, dolayısıyla onun sathî tercümesinin mu'teber olmayacağını bildirmek, Tefsire duyulan ihtiyacı vurgulamak, Tefsirde ihtilâf sebeplerini bildirmek gerekiyordu. Müellifimiz bundandır ki, klâsik tefsir usûlü kitaplarında pek az yer verilen bu konulara büyük önem vermiştir.

Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimler konusuna s.46-95 arasında kırk sayfalık yer ayırır. Yalnız unutmamalı ki, sarahaten veya işareten ihtiva ettiği ilimleri ayırt eder.

 

Kur'ân-ı Mübin'in Sarahaten veya İşareten İhtiva Ettiği İlimler

 
"Bilgili olan her kimse, Kur'ân'ın mübarek âyetlerini okudukça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi'l-kıyâmı olan eserlere, umdelere, düsturlara muttali olabilir. Bu cihetledir ki, İslâm âlimleri Kur'ân-ı Mübin'den birçok ilimlerin esaslarını istinbat etmişlerdir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'den bast ve tefsir edilmiş bulunur. Bir nice âyetler de vardır ki, başka bir takım ilimlerin, fenlerin mevzularını teşkil eden maddeleri, mes'eleleri i'cazkârane bir surette hulâsaten veya işareten muhtevî bulunmaktadır." [s.46] deyip sonra şu ilimleri sayar: Tefsir, Hadis, Tevhid (Kelâm), Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Hikmetü't-Teşri', Hitabet ve Mev'ıze, Ahlâk, Havas, Rüya ilmi, Belagat, Mantık, Riyâziyye, Hey'et, Tasiiyyat denilen ilimler (fizik, kimya, nebatat, hayvanat, meandin), Hikmetü't-Tekvin, Siyer ve Tarih, İctimaî İlim (Sosyoloji). Sonra şöyle bitirir:

"İşte Kur'ân-ı Azîmü'ş-şan, yukarıdan beri yazdığımız bu ilimleri ve bunların nice emsalini bir i'caz dairesinde sarahaten veya işareten muhtevîdir. Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları mümkün mertebe nazara almak bir vazifedir." [s.95]

Kur'ân'ın geniş kapsamını anlattıktan sonra sıra onu tercüme etmenin zorluğuna gelir.

Evvelce Tefsir ilminin geniş bir tarifini yapmakla, Kur'ân'ın sathî bir tercüme ile geçiştirilemeyeceği fikrini okuyucuya vermek ister: "Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in lâfızlarının nasıl okunacaklarını ve bunların manalarını Arap lügatına ve lisan kaidelerine tatbikan beyan, âyetlerin manalarını, medlûllerini, hükümlerini, ihtiva ettikleri kıssaları izah, bu âyetlerin muhkem ve müteşabih olanlarını, nâsih ve mensûh olanlarını tasrih, aralarındaki irtibat ve insicamı izhar ve bunlardaki nükteleri, mezaya-yı beşeriyetin takati mikdarınca da tebyin ve tavzih etmekten ibarettir." [s.97]

Daha sonra "Tefsir ile Terceme arasındaki fark" başlığı altında, tefsire dayanan ve bir nevi tefsir olan tefsîrî tercemenin caiz, fakat terceme-i harfiyyenin caiz olmadığı gibi, mümkün de olmadığını ispatlar. Bu hususta icma-i ümmet var diye birçok eski, Hasaneyn Mahlûf, Muhammed Bahid, Muhammed Süleyman gibi bazı muasır âlimlerin de bu görüşte olduklarını belirtir. [s.100-101]

Daha sonra terceme-i harfiyyenin caiz olmayışının gerekçelerini on bir madde halinde hülâsa eder ki bu, usûl kitaplarında kolay kolay rastlayamayacağımız bir durumdur. [s.101-104]

Şu hâlde merhum üstad Ö. N. Bilmen, Yirminci asrın başlarından itibaren ortaya çıkan ve arada bir alevlendirilen "Kur'ân terceme edilsin" davasının asıl maksadını pek iyi anlamış ve gerek Tefsirden habersiz aydınları, gerekse geniş halk kitlesini bu konuda aydınlatmak istemiş ve bunu başarı ile yapmıştır. Gerçekten tercüme isteyenlerin büyük bir kısmı, dinî bir gayretle bu işe teşebbüs edenler değildi. Sadelik iddiası altında, Kur'ân'ın birçok özelliklerini gözden uzak tutmak, onu sıradan bir kitap durumuna indirmek, ondan çok mana ve işaretler çıkarmış olan ulema hakkında yanlış düşünceler uyandırmak, mezhepleri reddetmek ve netice itibariyle toplumu Kur'ân'dan uzaklaştırmak isteyenler bu işin başını çekiyordu. Belki tek tük bazı dindarlar da bunlara aldanmış olabilirdi. Ama halk genel olarak sağduyusu ile onların gerçek maksadını anlıyordu. O yüzdendir ki, İslâmî hassasiyetten uzak, hatta yıl boyunca İslâm ve müslümanlar aleyhinde yayın yapmaktan geri durmayan bazı gazetelerin çıkardıkları, hatta parasız olarak kupon karşılığında dağıttıkları Kur'ân tercümelerine halkımız itibar etmediği gibi, bu arada iyi bir niyetle Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, 1960 askeri darbesini müteakip hazırlatılan Meâle karşı da soğuk kalmıştır.

Ö. N. Bilmen'in darbeyi müteakip Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilip sekiz ay kadar sonra ayrılmasında bu husustaki baskıların tesirleri olabileceğini düşünmek lâzımdır. Tercüme kampanyası 1960 ihtilâlinden hemen sonra alevlendiği gibi, 1955'lerde de ortaya atılmış, devrin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu buna karşı koymuştu.

Ö. N. Bilmen, Kur'ân tercümesi fikrine karşı koymak için, diğer taraftan, Tefsir ilminin ehemmiyeti, prensipleri, kaynakları, müteaddit bilimlerle münasebetleri, tefsirlere olan ihtiyaç üzerinde uzun uzadıya durmak ihtiyacını hissetmiştir [s.104-107]. Bu bahsin peşinden "Müfessirler arasında görülen bazı ihtilâfların sebepleri" [s.153-160] üzerinde durmuştur. Dikkat edilirse bu bahis de aynı mihver manayı, yani Kur'ân tefsirinin çok geniş bir deniz olduğu manasını teyid maksadına matuftur.

 

Kur'ân Harfleri


Yirminci asrın ilk çeyreğinden sonra harf inkılabı yapılmasının ardından yeni nesil Kur'ân okuma, öğrenme imkânından uzak kaldı. Bir çok resmi ağız "Buna lüzum yok" deyip, gerekirse âyetlerin lâtin harfleri ile de yazılabileceğini söylediler. Onun yazı konusundaki sıkı tutumu, bu ihtiyaçtan ileri gelmiş olabilir.

Resm-i hattın tevkifî olduğunda ısrar eder [s.27]. "İlm-i Resmi'l-Kur'ân, Mushaf'a mahsus hatt-ı ıstılahî ile hatt-ı kıyasî arasındaki farkları ve onların hikmetlerini göstermek içindir. Hz. Osman mushafinın imlâsına uymak icab ettiğinden basılacak mushafların bu esasa mutabık olmak lazımdır [s.27] ve ümmete farz-ı kifayedir." Bu görüşte olan İmam Ahmed b. Hanbel, Alûsî, M. Mahluf ve benzerlerinin görüşlerini nakleder [s.27-28]. Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi [s.29], el-Muknî [s.29]; Neşr (el-Cezerî ?) ve Şerh-i Mecâmi gibi zevata dayanarak, hatt-ı Osmânî'ye uymanın vücûbunu ifade eder.

Fakat, imam mushafın hattına uyma şartını: a) tahkikî b) takdirî çeşitlerine ayırır. "Meselâ, el-Muknî'de mezkur olduğu veçhile şeklinde yazma tahkikî, şeklinde yazma ise takdirî muvafakattır. Çünkü bu elifler Mesâhif-i Osmaniyye'de ihtisar için hazfedilmiştir, okunuş itibari ile yine mevcuttur. Binaenaleyh yerine, yazılması, asl-ı kıraata uygun olduğundan Hatt-ı Osmânî'den bir inhiraf sayılmaz. Emsali hakkında da hüküm böyledir. Nitekim bizimTürkçemizde gibi birçok kelimeler, sırf ihtisar için

şeklinde elifsiz yazılagelmiştir." [s.28-29]

"İşte bunun içindir ki, İslâm âleminde Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattına son derece itina edilegelmiştir (...) Hemze, ta'şir, fasıla işaretleri bilâhare kabul edilmiştir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in asıl yazısından hariç, onun şekil ve mahiyetini tağyirden berî; bir nevi tefsirden ibaret olup, mücerret tilâvetini teshîle hâdim, ziyadesiyle zabt ve beyana elverişli işaretlerdir. Âyetlerin başlarındaki fâsılalar ile vakf ve ibtidaya ait rumuzlar da bu cümledendir. Bunlar kelimelerin cevherlerinden hariç, resm-i hattı tağyirden berî olduğundan, cumhûr-u müslimîn tarafından tasvîb edilmiştir." [s.30-31]

II. cildin baş tarafındaki Müteaddit Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet başlığı da aynı manayı te'kid eder [s.181-183]. Hatta müteakip Müfessirlerin Meslekleri de [s.183-187] tefsir çeşitlerini tanıtarak aynı manayı pekiştirir.

İbrîz'den"Kur'ân'ın hattı tevkifî olup, nazmı mu'ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu'cizdir" sözünü nakleder [s.33]. Bundan sonra Kur'ân'ı Arapça olmayan bir kalemle yazmanın veya Arapça'nın gayrı ile tilâvetinin doğru olmadığını bildirir [s.33]. Meseleyi biraz incelerken Zerkeşî'nin cevaz araştırmasını nakletmesini eleştirir.

Ezher ulemasının yayınladığı ez-Zikra'l-Muhammediyye dergisinde, söz Kur'ân'ın Lâtin harfleriyle yazılmasının caiz olmadığı şeklinde bitirilir. [s.34]

Münferid harflerle basılmış bir risale hakkında mülga fetva emanetinin fetva vermediği nakledilir. [s.34-35]

Devamla: "Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattını değiştirmek arzusu, Arapça bilmeyen müslümanların Kur'ân-ı Mübin'i kolayca okuyabilmesini temin gibi bir maksada müstenid olabilir. Fakat güzelce mülâhaza edilince bu maksadın daha güzel tecellisi için Kur'ân'ın resm-i hattını muhafazadan başka çare olmadığı tezahür eder. Bir kere bu yazının yerine başka yazıların kaim olamayacağını yukarıda söylemiş bulunuyoruz. Sonra resm-i hattın hafızalara pek büyük yardımı vardır. Kur'ân'a has resm-i hat ise bu hususta birinciliği haizdir. Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim'i kendisine mahsus bir resm-i hat ile okuyup bellemek, bilfarz bariz fazla bir zaman sarfına muhtaç olsa da yine faideli olacak ve İslam âlemine ait, müstakil, tarihî bir resm-i hatta ittila peyda edilmiş bulunulacaktır. Medenî müterakkî milletler birçok yabancı kavimlerin dillerini, yazılarını öğrenip dururken müslümanlar umum İslam âlemine ait, din bakımından da pek büyük bir kudsiyyeti haiz olan bir yazıyı niçin bellemesinler? Aynı zamanda ibadetten de sayılan bu bilgiyi niçin tahsile çalışmasınlar? [s.35-36]

 

Fennî Tefsir Hakkındaki Tutumu

 
Müellifimiz bu hususta açık fikirli olmak birlikte fennî tefsir konusunda aşırı gidenlere karşı tavrını belirtmeyi ihmal etmez. Meselâ şöyle der:

"Şu da bedihîdir ki: Kur'ân-ı Mübin'in gayesi gök cisimlerinin şekillerini, tavırlarını, mikdarlarını, uzaklıklarını tayin etmek, sema tabakalarının şu mahiyette, bu mahiyette bulunduğunu bildirmek değildir. Belki (bilâkis) kısmen müşahede edebildiğimiz ve letafetlerine, nuraniyetlerine meclûb bulunduğumuz gök cisimlerinin birer kudret âyeti, birer azamet nümûnesi, birer ulûhiyyet şahidi olduğunu telkin ile insanları tefekkür ve intibah dairesine celbetmektir." [s.709]

Fakat Küre-i arzın teşekkülü konusunda fenni esas alır: "Kant ve Laplas nazariyesine göre evvelce güneş ile yer ve bütün seyyareler bir kül halinde ve kürevî bir şekilde bulunmakta idi. Fezada dönen bu küreden kopmalarla seyyareler ayrıldı ve fakat güneşin cazibesinden kurtulamadılar." der. [s.74]

Bazı âyetleri (Fussilet, 11; Enbiya, 30) buna delil getirir. Fakat bu konuda örnek olarak şöyle bir tutum belirtir: "Kant ve Laplas, kendi nazariyelerinin bu babdaki beyanat-ı Kur'âniyye'ye yaklaşmasıyla pek ziyade müftehir olabilirler." [s.75] ve diğer misallere dair âyetler zikreder. [s.75-79]

Ö. Nasûhi Bilmen, müfessirlerin adabı bahsini yazarken de:

"Müfessir, tabii ilimlerin sahasına giren konuları ele alırken ihtiyatlı olmalıdır. Birtakım fennî nazariyelere kesin gözüyle bakıp Kur'ân'ın yüksek beyanlarıyla bağdaştırmaya kalkmamalıdır. Zira fennî nazariyeler değişmektedir.

Nitekim bazı âyetleri Batlamyus nazariyesi ile bağdaştıranların gayretleri bugün kıymetini kaybetmiştir. İşin künhünü Allah Teâlâ'nın ilmine havale eylemelidir." [s.151]

 

Tatlı İkazlar


Yapılması gereken bir iş de, Kur'ân tefsiri aleyhindeki bid'atları bildirmek, tatlı ikazlarda bulunmak suretiyle onlara aldanmayı önlemektir.

Ezcümle, M. Sıddık Hasan Han'ın "Fethu'l-Beyân" tefsiri hakkında: "Şu kadar var ki, müellifi Selefiyye mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok sahifelerinde Eş'ari mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re'y ve Ehl-i bid'at diye bazı zevata -haksız yere- tarizlerde bulunmuştur. Bunlar bir kusur ise de muhterem müellifin hüsn-i niyetine bağışlanabilir." demiştir. [s.758]

Bu tutum müfessirimizin genel çizgisidir. Yani, tenkide müsait yerleri görür, kabul eder. Fakat kusur buldu diye kusuru büyütmeye, şahsı çürütmeye gitmez, bilâkis özür arar, tevil ederek onun hakkında iyi düşünceler uyandırmaya çalışır. Fakat ikaz vazifesini yapmaktan asla çekinmez.

M. Abduh üzerinde tafsilâtlı olarak durmuş [s.163-170], onun ilmî kudreti yanı sıra Avrupa'nın ve yeni fikirlerin tesirinde kalarak bazan nasları zorladığını, delilsiz te'vil yaptığını, hürmetli bir ifade ile belirtmiştir.

"Şeyh Reşid Rıza merhumun, tefsiri ve sair dinî mevzulara dair bir kısım yazılarında, mu'cizat-ı kevniyyeye kail olmadığını işaret eden bazı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemadan bazı zevatın ve bilhassa Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi'nin el-Kavlu'l-Fasl ünvanlı eserinde tenkidlerini celbetmiştir." [s.783]

Ömer Nasûhi Bilmen, Tantâvî Cevherî'ye yöneltilen tenkidi naklettikten sonra: "Hasılı, muharririn asıl gayesi, Allah Teâlâ'nın halk hususundaki acayip sun'unu hatırlatarak müslümanları, siyasetin, kuvvet ve izzetin istinadgâhı olan ilimleri tavsile teşvik etmekten ibarettir." demiştir. [s.784]

Bilmen, yenilik hususundaki anlayışını, Elmalılıya yöneltilen "Eskiye bağlı idi. Bütün İslâm meselelerini asrın idrakine söyletemedi." tenkidini cevaplandırırken ortaya kor: "Ya "İslam meselelerini asrın idrakine söyletemedi." sözünün manası ne olabilir? Asrın kabul edebilmesi için İslâm meselelerine başka bir mahiyet mi vermeli? İslâm namına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı? Dinî meselelerin sabit olan mahiyetleri, asrın idraki bahanesi ile tağyir edilemez, belki bu meseleler asrın tefhim ve müdafaa usûlleri dairesinde tahrir ve telkin edilir. İşte bu Elmalılı Hamdi Efendi de bu vechi ile hareket etmiştir." [s.791]

 

Muasır Hadiseler

 
Ömer Nasûhi Efendi, nadiren de olsa bazı muasır hadiselere temas eder. Erzurumlu Mehmed Hazık Efendi'yi tanıttıktan sonra: "Bir teessüf" diye başlayan paragrafında: Hazık Efendi'nin kabrinin yanında Maksud Efendi (Ö. N. Bilmen'in babasının dayısı), Gıdalızade Şeyh Mehmed Efendi, Solakzade Ahmed Efendi (v.1314). "Bu dört zatın medfun bulunduğu kabristanın kaldırılarak yerleri bînam ve nişan kalmıştır. Malumdur ki bir belde için, belki bir ülke için büyük bir âlimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha ziyade bir zinet teşkil eder.", diye başlayan teessüfünü, Eşref merhumun şu beyti ile bitirir:

Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı kim, İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı. [s.726-727]

Mushaflar Tetkik Heyeti ülkemizde bulunup Kur'ân neşrindeki en cüz'î de olsa yazı ve basım yanlışlığının önlenmesi vecibesini ifa etmektedir. Ö. N. Bilmen bunu takdirle anlatır. [s.26]

"Nokta sadr-ı İslâm'da vardı, bilâhare birçok yazışmada kullanılması terk olunmuş, nokta konması muhatabın vukufsuzluğuna bir tariz gibi telakki edilegelmişti. Nitekim bir zamanlar bizde de imzaya nokta konulması doğru görülmezdi." [s.31]

Böylece Ömer Nasûhi Bilmen Hocaefendi, yazıldığı dönemin şartları içinde faydalı bir eser ortaya koymuştur. Allah Teâlâ'dan bu eserini hasenat mizanına koyacağını umuyor ve kendisi için rahmet diliyoruz.

 

  

  

  

 

 

 



[1] Zerkeşi-El-Burhan: 1/14; Zehebi-Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/45; Kattan-Mebahis: 9.

[2] Zerkani-Menahil: 1/28; Salih-Mebahis: 127.

[3] Müslim, Zühd: 72.

[4] Zerkani-Menahil: 1/28.

[5] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10.

[6] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10; Salih-Mebahis: 128-129.

[7] Zerkani-Menahil: 1/31; Kattan-Mebahis: 11.

[8] Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/99-132.

[9] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 15.

[10] Zerkani-Menahil: 1/31; Salih-Mebahis: 129.

[11] Yazma nüshası Hamidiye kütüphanesi: 58; Umumi kütüphane: 281, 561 no’da kayıtlıdır.

[12] Ebu Abdullah Süfyan b. Said tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.

[13] Ahmed Salih Mehayiri tarafından tahkiki yapılmış ve Riyad’da neşredilmiştir.

[14] Hind b. Şelebi tarafından tahkiki yapılarak Tunus’ta neşredilmiştir.

[15] Muhammed Ali en-Neccar ve Ahmet Yusuf Necatî tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.

[16] Farid el-Faris tarafından Kuveyt’te neşredilmiştir.

[17] Zerkani-Menahil: 1/31-32; Kattan-Mebahis: 12; Salih-Mebahis: 121.

[18] Zerkani-Menahil: 1/33.

[19] Zerkani-Menahil: 1/33.

[20] Salih-Mebahis: 133.

[21] Hüseyin Kuvvetli tarafından tahkiki yapılmış ve Daru’l-Fikir tarafından neşredilmiş 245 sayfalık bir eserdir.

[22] Zirikli-A’lam: 2/153-154; İsfehani-Hilyetü’l-Evliya: 10/73-110; İbn Hallikan-Vefayatu’l-A’yan: 1/126; Bağdadi-Tarih: 8/211.

[23] Zirikli-A’lam: 6/348; Bağdadi-Tarih: 5/237.

[24] Zirikli-A’lam: 5/69; İbn Kesir-Bidaye ve’n-Nihaye: 11/187.

[25] İbn Ferhun, İbrahim b. Ali, ed-ibacu’l-Mühezzeb fi ma’rifeti a’yani Ulamai’l-Mezheb: 195.

[26] Kehhale-Mu’cemu’l-Müellifin: 11/58-59; Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz: 3/141-142.

[27] Salih-Mebahis: 131; Zirikli-A’lam: 7/160; Ğaye: 2/198.

[28] Salih-Mebahis: 133; Zirikli-A’lam: 5/53; Zerkani-Menahil: 1/35; Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 1/241; Suyuti-Buğyetu’l-Vuat: 2/140.

[29] Zirikli-A’lam: 3/200.

[30] Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 2/1773; Serkis, Mu’cemu’l-Matbuatu’l-Arabiyye:921-923; Adil Nüvehid-Mu’cemu’l-Müfessirin: 1/158-259.

[31] Mukaddimetan Fi Ulumi’l-Kur’an: 5/250.

[32] Zirikli-A’lam: 7/106; Davudi, Tabakatu’l-Müfessirin: 2/162.

[33] Vefeyat: 2/321; Tezkire: 4/133; Miftahu’s-Saade: 1/254, 2/146; Suyuti, Tabakatu’l-Huffaz: 480.

[34] İbn Receb-Zeyl: 2/367; Şezerat: 3/39; Buğye: 1/599; A’lam: 3/189.

[35] Zirikli-A’lam: 1/140; El-Bidaye: 14/135; Dairetü’l-Mearif: 1/109; Askalani-Dürerü’l-Kamine: 1/144-160.

[36] Ed-Dürerü’l-Kamine: 3/397; Şezerat: 6/335; A’lam: 6/286.

[37] A’lam: 4/93; Şezerat: 7/166; Hediyyetü’l-Arifin: 1/529-530; Mebahis: 134.

[38] Şezerat: 7/326; Hediyyetü’l-Arifin: 2/208; Suyuti, Hüsnü’l-Muhadara: 1/264.

[39] Şezerat: 8/51-55; İslam Ansiklopedisi: 10/260; A’lam: 4/71-73; Mu’cemu’l-Matbuat: 1/229.

[40] Osmanlı Müellifleri: 1/229.

[41] Mu’cemü’l-Müellifin: 890; İslam Ansiklopedisi: 3/585.

[42] Zirikli-A’lam: 3/222; Mu’cemu’l-Matbuat: 688-691; Mu’cemü’l-Müellifin: 3/35-37.

[43] Zirikli-A’lam: 6/210.

[44] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 52-54.

[45] Kattan-Mebahis: 28.

[46] Zirikli-A’lam: 8/57.

[47] Tezkire: 2/18; Keşfu’z-Zunun: 1/526.

[48] El-Bidaye, 10/385; Bağdadi-Tarih: 4/12; Hilye: 9/61; İbn Asakir-Mu’cemu’l-Müştemil: 58; İbnü’l-Cevzi-Sıfatu’s-Safve: 2/336-359.

[49] Bağdadi-Tarih: 6/284; Buğye: 1/443; A’lam: 1/305.

[50] Yakut el-Hamevi-Mu’cemu’l-Udeba: 3/64-68; Buğye: 1/131.

[51] Ğaye: 2/119; Tezkire: 3/909; Bağdadi-Tarih: 2/201; A’lam; 6/310; Brock: 1/334.

[52] Miftahu’s-Saade: 2/183; El-Fevaidu’l-Behiyye: 27-28.

[53] A’lam: 7/247; Şezerat: 4/10; Mu’cemu’l-Matbuat: 2/1408-1416.

[54] A’lam: 5/137; İzahu’l-Meknun: 4/529.

[55] A’lam: 6/246.

[56] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/405.

[57] Suyuti-El-İtkan: 1/52.

[58] Suyuti-El-İtkan: 1/52; Zerkeşi-El-Burhan: 1/278; Bağdadi, Tarih: 2/62; Lisanu’l-Arab: 1/129; Salih-Mebahis: 16.

[59] Suyuti-El-İtkan: 1/52; Zerkeşi-El-Burhan: 1/278; Salih-Mebahis: 16.

[60] Lisanu’l-Arab: 1/129.

[61] El-Burhan: 1/278; Salih-Mebahis: 16, Kattan-Mebahis: 33.

[62] El-İtkan: 1/52; Lisanu’l-Arab: 1/128.

[63] Mebahis: 19; Menahil: 1/7.

[64] Menahil: 1/7.

[65] Kattan-Mebahis: 33.

[66] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/405-406.

[67] Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi'l Mirkat el Vüsûl, İst.1307, c. I, sh. 33.

[68] İslâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. VI, sh. 995, ("Kur'ân" mad.)

[69] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları: 224.

[70] Menahil: 1/12.

[71] El-Burhan: 1/273.

[72] Kattan-Mebahis: 35-37.

[73] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/406.

[74] Buharî Tecrid-i Sarih, XI, 228.

[75] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761.

[76] Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763.

[77] el-A'raf, 19/58; er-Râd, 13/1; en-Nahl, 16/50; el-İsra, 17/107; Meryem, 19/58; el-Hacc, 22/18; Furkan, 25/60; en-Neml, 27/25; es-Secde, 32/15; Sad, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; İnşikâk, 84/21; Alâk, 96/19.

[78] Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 763.

[79] Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124.

[80] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/406-407.

[81] bk. El-Bakara, 2/219; en-Nisa, 4/43; el-Mâide, 5/90-91.

[82] Ayrıca şu ayetlere bakınız: el-Bakara, 2/286, Âlu İmran, 3/159.

[83] Buhari, el-Cami', IV, 422.

[84] b. Alu İmran, 3/97, el-Hac, 22/27, el-Bakara, 2/196, 197.

[85] Buhari, el-Cami" IV, 422.

[86] Zekiyüddin Şaban, Usulü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47.

[87] Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48.

[88] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/407-408.

[89] Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 276, 304; Buhârî, Tefsiru Sûreti'd-Duhân, VI, 164; Tefsîru't-Taberî, XXI, 12-15; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, VI, 304-310; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, V, 3794-3802.

[90] bk. el-Enfâl, 8/7; en-Nûr, 24/55.

[91] bk. Yâsin, 36/38.

[92] er-Ra'd, 13/2; Lokmân, 31/10.

[93] el-Hicr, 15/22.

[94] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/408-409.

[95] Muhyiddin Ebû Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Kafiyeci, Kitabu't Taysir fi Kavaidi İlmi't Tefsir Ank.1974, sh. 56-57.

[96] Abdülaziz el-Buhari, Keşfü'l Esrar, İst.1308, c.I, sh. 19.

[97] İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmû'l Kur'ân, Kahire:1976, c. I, sh. 75.

[98] Şeyh Nizamüddin ve Bir Heyet, el-Feteva-i Hindiyye, Beyrut:1400, c. II, sh. 266 vd.

[99] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları: 224-225.

[100] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27.

[101] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318, 366.

[102] el-Mâide, 5/89; bk. "Yemin Keffâreti".

[103] en-Nisâ, 4/92 bk. "Katl Keffâreti".

[104] el-Mücâdele, 58/1-4; bk. "Zıhar Keffâreti" mad.

[105] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Daru'l Fıkri'l-Arabî tab'ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142.

[106] Hamdi Döndüren, Naci Yengin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/409-411.

[107] Tirmizi. Tirmizi bu hadis için hasen-sahih dedi.

[108] Kattan-Mebahis: 41-42.

[109] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 738-739.

[110] İbn Manzur-Lisanu’l-Arab: 15/379-382; Sıhahu’l-Cevheri: 6/2519-2520; İbn Düreyd-Cemhere: 575-576; Mebahis: 22-27.

[111] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 289.

[112] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 739, 741.

[113] Salih-Mebahis: 23.

[114] ez-Zilzâl, 99/4, 5.

[115] Fussilet, 41/12.

[116] en-Nahl, 16/68, 69.

[117] el Enfâl, 8/12.

[118] el-Mâide 5/111.

[119] el-Kasas, 28/7.

[120] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 290.

[121] el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12; Kurtubî, Tefsîr, 75.

[122] bak. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 21.

[123] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 289-290.

[124] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 290.

[125] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 290.

[126] El-Burhan: 1/228-232; El-İtkan: 1/45.

[127] Zemahşeri-Keşşaf: 4/137.

[128] Müslim-Sahih: 8/229.

[129] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 742.

[130] Buhari, Bed’ul-Vahy: 3.

[131] Kattan-Mebahis: 55; Saffat: 37/101-112.

[132] Buhari, Bed’ul-Vahiy: 2.

[133] Buhari, Bed’ul-Vahiy: 3.

[134] El-İtkan: 1/46; Hakim, Müstedrek.

[135] Buhari: Bed’ul-Vahy /1-5; Müslim: 4/1816-1817; Tirmizi: 2/146-149; Ahmed: 2/222, 4/158, 163, 256; Muvatta-Tenviru’l-Havalık: 1/206-207.

[136] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 289.

[137] Taberani.

[138] Buhari.

[139] Kattan-Mebahis: 50-53.

[140] Buhari: Bed’ul-Vahy: 2-4; Müslim: 4/1817; Tirmizi: 2/286; Müsned: 1/34, 464, 4/163.

[141] Müsned: 2/176.

[142] Ebu Davud, Sünen: 2/11; Müsned: 5/184, 190.

[143] Müsned: 1/34.

[144] Buhari, Bed’ul-Vahiy: 2-4.

[145] Yakubi Tarihi: 2/11.

[146] Fethu’l-Bari: 2/11.

[147] Buhari, Sahih: 3/35; Müslim, Sahih: 4/1803, 1904, 1905; Nesai, Sünen: 4/125; Müsned: 1/288, 325, 326, 363.

[148] Buhari, Sahih: 9/93; Müsned: 5/185; Fecrü’l-İslam: 166.

[149] Ahmed, Müsned.

[150] El-Burhan: 1/198; El-İtkan: 1/19-23; Mebahis: 170-174.

[151] Hüseyin K. Ece-İslam’ın Temel Kavramları: 741-742.

[152] İsmail b. Hammad el-Cevheri, es-Sıhah, Mısır, 1956, c. VI, s. 2275, İslam Ansiklopedisi, c. II, s. 63.

[153] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst. 1935, c. 1, sh. 52.

[154] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.

[155] Doç Dr. İsmail Cerrahoğlu, tefsir Usulü, Ank. 1971, sh. 52.

[156] İslam Ansiklopedisi, c. II, sh. 64, Ayrıca bkz. Doç Dr. İsmail Cerrahoğlu a.g.e. sh. 52.

[157] Şah Veliyullah Ahmed İbn Abdurrahman ed-Dihlevî, el-fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir, 1980, sh. 88, vd. Ayrıca bkz: Doç Dr. İ. Cerrahoğlu, a.g.e., sh. 53.

[158] Abdulaziz el-Buhari, Keşfu’l-Esrar, İst. 1308, c. II, sh. 361.

[159] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 53-54; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 51.

[160] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.

[161] Buharí, Bed’ü’l Halk: 88, 4/251.

[162] Müslim, Fiten: 39-40, Hadis no: 2901, 4/2225.    

[163] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 53-54.

[164] Bakara: 2/164.

[165] Yunus: 10/5.

[166] En’am: 6/95-99.

[167] Nahl: 16/65-69.

[168] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 51-52.

[169] Âli İmran: 3/49.

[170] Maide: 5/114.

[171] İsra: 17/59.

[172] Meryem: 19/21.

[173] Tâhâ: 20/22.

[174] Ayrıca bak. Hûd: 11/103; Hıcr: 13/74; Kasas: 28/36; Ankebût: 29/15. vd; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 52.

[175] Bakara: 2/248; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 52.

[176] Mü’minûn: 23/50; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 52-53.

[177] Bakara: 2/248; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 53.

[178] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 53.

[179] Bakara: 2/23-24; Ankebût: 29/50-51; İsra: 17/88; Hûd: 11/13.

[180] Bakara: 2/145; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 53.

[181] Aliyyu’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, İst. 1309, c. II, sh. 525 vd. Ayrıca bkz. Feteva-i Hindiyye, c. II, sh. 266 vd.

[182] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 53-54.

[183] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.

[184] El-Cevheri, Sıhah: 6/2275-2276; Lisanu’l-Arab: 14/61-62; Menahil: 1/331-332.

[185] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179.

[186] Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/179-180.

[187] Menahil: 1/340-341.

[188] Kattan-Mebahis: 97-100.

[189] Suyuti-El-İtkan: 1/27.

[190] Kattan-Mebahis: 105-106.

[191] Fethu’l-Bari: 9/7; Menahil: 1/53-62; Mebahis: 107-117.

[192] Cevheri, Sıhah: 2/690; Lisanu’l-Arab: 4/368; Menahil: 1/343.

[193] Menahil: 1/346-351.

[194] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 7.

[195] El-Burhan: 1/187; El-İtkan: 1/8-9; Menahil: 1/185-188.

[196] El-Burhan: 1/193-196; El-İtkan: 1/10-12; Menahil: 1/191-194.

[197] Nüzul sırasına göre yapılan bu tasnif Osman (r.a.) mushafı esas alınarak yapılmıştır.

[198] Kattan-Mebahis: 77.

[199] Kattan-Mebahis: 77-78.

[200] Kattan-Mebahis: 78-79.

[201] Kattan-Mebahis: 79.

[202] Kattan-Mebahis: 79.

[203] Kattan-Mebahis: 80.

[204] Kattan-Mebahis: 80.

[205] Kattan-Mebahis: 80-81.

[206] Kattan-Mebahis: 81.

[207] Kattan-Mebahis: 84-85.

[208] Menahil: 1/189-191; Kattan-Mebahis: 89-90.

[209] Menahil: 1/195-197.

[210] Buhari, Sahih: 6/60, 9/93; Müsned: 5/185.

[211] İbn Hişam, Sire: 1/343-344.

[212] Müslim, Sahih: 3/1491; Ebu Davud, Sünen: 2/35; İbn Mace, Sünen: 2/961; Müsned: 2/6, 10, 55, 63, 76.

[213] Müslim, Sahih: 4/2298.

[214] Fethu’l-Bari: 9/43; El-Burhan: 1/241; El-İtkan: 1/71; Buhari, Sahih: 6/230; Müslim, Sahih: 4/1913.

[215] Beğavi, Şerhu’s-Sünne: 4/519; Menahil: 1/248.

[216] El-İtkan: 1/171; Buhari, Sahih: 20/16.

[217] Buhari, Sahih: 6/225; 9/92-93.

[218] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 3-4.

[219] El-Burhan: 1/281-282; El-İtkan: 1/58; Menahil: 1/252-254.

[220] Buhari, Sahih: 6/99; Müslim, Sahih: 1/560-562; El-İtkan: 1/59-60; Mebahis: 124-129.

[221] Salih-Mebahis: 80-81.

[222] El-İtkan: 2/170-171; El-Burhan: 1/376-379; Mebahis: 150-151.

[223] Müslim, Sahih: 1/562-563.

[224] Buhari, Sahih: 6/100; Müslim, Sahih: 1/560; Ebu Davud, Sünen: 1/340.

[225] El-Burhan: 1/211-227; El-İtkan: 1/45-50.

[226] Menahil: 1/403, 417, 441; Rafii, İ’cazu’l-Kur’an: 51-53.

[227] Suyuti-El-İtkan: 1/99; Salih-Mebahis: 255; Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 33.

[228] Kurtubi, El-Cami: 1/64.

[229] İbn Kesir, Zeyl: 26; Menahil: 1/410.

[230] Menahil: 1/380.

[231] Menahil: 1/380; Kattan-Mebahis: 146-147; Dani-el-Mukni: 9-10, 28; El-İtkan: 2/167.

[232] Keskioğlu-Kur’an Tarihi: 256-261; Mebahis: 99-100.

[233] İbnu’l-Cezari, en-Neşr: 1/209.

[234] Buhari, Fedailu’l-Kur’an: 29; Tirmizi, Fedailu’l-Kur’an: 23.

[235] Karaçam-Kur’an-ı Kerim’in Faziletleri: 169, 175, 177.

[236] Menahil: 1/412.

[237] İbnü’l-Cezeri-En-Neşr: 1/34; El-İtkan: 1/99-113; El-Burhan: 1/330; Rafii-İ’cazu’l-Kur’an: 52.

[238] Suyûtî, el-İtkan: I, 73; Zerkeşî, el-Bürhan: I, 331.

[239] Subhi es-Salih, Kur'an İlimleri, Ter. Said Simşek, 200.

[240] Abdü'l-Fettâh el-Kâdî, el-Kıraâtu'ş-Şâzze, 9-15.

[241] İ. Karaçam, Kur'an-ı Kerîmin Nüzûlü ve Kıraati, Konya 1974, 286-287; Celâleddin Karakılıç, Tecvid İlmi, Ankara 1977, 167-169.

[242] Abdü'l-fettah el-Kâdî, a.g.e., 7.

[243] Zerkeşî, el-Bürhan, I, 152, 222, 254, 333; İ. Karaçam, a.g.e., 287-288; S. es-Salih, a.g.e., 199-200.

[244] El-Burhan: 1/343.

[245] İbnü’l-Cezeri-En-Neşr: 1/255; El-İtkan: 1/83.

[246] El-Burhan: 1/342; El-İtkan: 1/83-91; Kattan-Mebahis: 186-187.

[247] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 115.

[248] İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 10.

[249] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 115-116.

[250] El-İtkan: 1/28; Mebahis: 139.

[251] İbn Sa’d-Tabakat: 6/63; İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 31; El-İtkan: 1/32; Salih-Mebahis: 134; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 116..

[252] Vahidi-Esbabu’n-Nüzul: 4.

[253] Menahilu’l-İrfan: 1/102.

[254] Menahilu’l-İrfan: 1/102.

[255] El-İtkan: 1/29.

[256] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 117.

[257] Buhari-Sahih: 6/68.

[258] Kasımi-Mehasinu’t-Te’vil: 1/22-23.

[259] Ebu İshak Eş-Şatıbi-El-Muvafakat: 3/349.

[260] Menahilu’l-İrfan: 1/105; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 117-118.

[261] Menahilu’l-İrfan: 1/105; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 118; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 136.

[262] Menahilu’l-İrfan: 1/102-107; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 118; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.

[263] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 118; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.

[264] Menahil: 1/109-114.

[265] El-Burhan: 1/31-32; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 119.

[266] Esbab-ı Nüzul: 27; Taberi-Tefsir: 1/518; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 119; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.

[267] El-Burhan: 1/29-32; Menahil: 1/116-121; Mebahis: 155-160; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 119; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 137.

[268] Menahilu’l-İrfan: 1/114-116; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 120; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 138.

[269] Kasımi-Mehesinu’t-Te’vil: 1/29-38; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 138.

[270] Esbab-ı Nüzul: 27.

[271] Taberi-Tefsir: 1/498.

[272] Zerkeşi-El-Burhan: 1/29-31; Salih-Mebahis: 117.

[273] Tefsiru’l-Kasımi: 1/29.

[274] Tefsiru’l-Kasımi: 1/38.

[275] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 10.

[276] El-İtkan: 1/9.

[277] El-İtkan: 1/29.

[278] El-İtkan: 1/32; Mebahis: 135.

[279] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 121.

[280] Hacc: 22/52

[281] Casiye: 45/28-29

[282] Nahl: 16/101

[283] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/88

[284] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 7.

[285] Seyyid Şerif Cürcani-Ta’rifat: 163.

[286] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/88

[287] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 122.

[288] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 7-8.

[289] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 5-6.

[290] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/89-90.

[291] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 124; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 141.

[292] M. Tayyib Okiç-Tefsir Dersi Takrirleri: 29-30.

[293] Salih-Mebahis: 206-207.

[294] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 126.

[295] Zerkeşi-El-Burhan: 2/42; Suyuti-El-İtkan: 2/35; Salih-Mebahis: 212.

[296] Müslim.

[297] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 7.

[298] Zerkeşi-El-Burhan: 2/35-37.

[299] Muhammed Ali el-Arıd-Fethu’l-Mennan: 227-228.

[300] Ali Hasen el-Arid: Fethu’l-Mennan: 223-230.

[301] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 8.

[302] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90.

[303] El-İtkan: 26-27; El-Mustasfa: 123; El-Amidi: 35/201; Merahi’l-İrfan. 25/110-115; Fethu’l-Menan: 220; Mevahibu’l-Menan: 28-29.

[304] Müslim, Zekat: 39.

[305] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 9-10.

[306] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 9.

[307] Müslim.

[308] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 11-12.

[309] Kafiyeci-Kitabu’t-Teysir: 75-76.

[310] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 11.

[311] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 13.

[312] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 14.

[313] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 15.

[314] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 16.

[315] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 17.

[316] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 18.

[317] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90.

[318] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 18.

[319] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 19-20.

[320] İmam Şafii-Risale: 106.

[321] Mustasfa s: 124; Cemu’l-Cevami: 2/110-113; Munheca’l-Furkan: 122-126.

[322] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90

[323] Buhari, Vasaya: 6; Ebu Davud, Vasaya: 6; Buyu’: 88; Tirmizi, Vasaya: 5.

[324] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 19-20.

[325] Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/90

[326] Müslim, Cenaiz: 106; Nesai, Cenaiz: 100.

[327] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 21.

[328] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 22.

[329] Mustasfa: 1/126; El-Amidi: 3/226-229.

[330] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 22.

[331] Suyuti-El-İtkan: 2/24; Zerkani-Menahil: 2/209-210.

[332] Zerkani-Menahil: 2/256-269)

[333] Ali Hasen el-Arid-Fethu’l-Mennan: 243-245)

[334] Dehlevi-Fevzü’l-Kebir; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 127.

[335] Suyuti-El-İtkan: 2/22-23.

[336] Şamil-İslam Ansiklopedisi: 5/90.

[337] Buhari; Müslim.

[338] Ebu Davut; Tirmizi; İbn Mace; Ahmed.

[339] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 23.

[340] Zerkani-Menahil: 2/80.

[341] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 21.

[342] Muhakkik Sami Ata Hasan’a ait. Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 24.

[343] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 24-25.

[344] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 122-123.

[345] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 26.

[346] Mer’i İbn Yusufi’l-Kermi-Kalaidu’l-Mercan fi Beyan en-Nasih ve Mensuh fi’l-Kur’an: 27.

[347] Lisanu’l-Arab: 13/505.

[348] Buhari: 6/41.

[349] El-İtkan: 2/2.

[350] Menahil: 175.

[351] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 131.

[352] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 132.

[353] Zerkeşi-El-Burhan: 2/80-83; Suyuti-El-İtkan: 2/6-7; Salih-Mebahis: 226.

[354] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 132.

[355] Mebahis: 322-325; El-İtkan: 2/6.

[356] Mebahis: 282.

[357] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 129.

[358] Menahil: 2/282-286; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 132-133; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 149-150.

[359] Buhari, Tefsir 3. sure: 1; Müslim, İlim: 1; Ebu Davud, Sünnet: 2; Tirmizi, Tefsir 3. sure: 2; İbn Mece, Mukaddime: 7; Müsned: 6/48, 124, 132, 256. 

[360] El-İtkan: 2/4; Tefsiru’l-Kasımi: 1/99.

[361] Alusi-Ruhu’l-Meani: 1/88; Meraği-Tefsir: 1/39; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 134-136; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 155.

[362] Zemahşeri-Keşşaf: 1/76; Alusi-Ruhu’l-Meani: 1/89; Tahir b. Aşur-Tefsir: 1/39; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 134-136.

[363] Nisaburi-Garibu’l-Kur’an; El-Burhan: 1/164-181; El-İtkan: 2/105-107; Menahil: 1/226-231; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 156-157.

[364] Suyuti-El-İtkan; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 148-150; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 154.

[365] İbrahim: 14/4; Yusuf: 12/2; Şura: 26/7; Zuhruf: 43/3.

[366] Zerkeşi-El-Burhan: 1/293; Suyuti-El-İtkan: 1/113; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 151-152; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 158.

[367] Zerkeşi-El-Burhan: 1/293-296.

[368] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 158.

[369] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 152.

[370] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 153; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 159.

[371] Ebu Ubeyd-Ğaribu’l-Kur’an; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 156.

[372] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 162.

[373] Bakara: 2/23-24, İsra: 17/88, Hud: 11/13.

[374] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 159-161; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 166.

[375] Zerkeşi-El-Burhan: 2/382-383; Menahil: 2/198-226; Rafii-İ’cazu’l-Kur’an: 195; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 165-167.

[376] Ahmed Emin-Fecrü’l-İslam: 58.

[377] İbn Hişam-Siret: 1/289.

[378] İbn Hişam-Siret: 1/289.

[379] Taberi-Tefsir: 24/112.

[380] Suat Yıldırım-Kur’an İlimlerine Giriş: 144-145.

[381] Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 51-53. Kısaltılmıştır.

[382] Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 71-88. Kısaltılmıştır.

[383] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 174-175; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 169.

[384] Suyuti-El-İtkan: 2/106.

[385] İbn Manzur-Lisan: 3/102.

[386] Halis Albayrak-Tefsir Usulü: 47.

[387] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 171-172; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 176-177.

[388] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179-180; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 173-174.

[389] Zerkeşi-Burhan: 1/486.

[390] Zerkeşi-Burhan: 1/486.

[391] Zerkeşi-Burhan: 1/488.

[392] Suyuti-El-İtkan: 2/132.

[393] Suyuti-El-İtkan: 2/132-34.

[394] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 174-177.

[395] Zerkeşi-El-Burhan: 2/254-299; Suyuti-El-İtkan: 2/36-40; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 177-178.

[396] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 186.

[397] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179.

[398] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 179-180; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 186.

[399] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 187.

[400] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 1780-181; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 187.

[401] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 190.

[402] Suyuti-El-İtkan: 2/18-20; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 182-184.

[403] Zerkeşi-El-Burhan: 1/155-163; Suyuti-El-İtkan: 2/145-151; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 186-189.

[404] Bakara: 2/75, Tevbe: 9/6, Fetih: 45/15.

[405] Subki-Tabakatu’ş-Şafii: 2/37-61; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 190.

[406] Mi’zanu’l-İ’tidal: 1/399.

[407] İbn Hazm, El-Fasl: 3/4.

[408] Bağdadi-Tarih: 4/153; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 191.

[409] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 191.

[410] Zirikli-A’lam: 4/173; Buğye: 2/105; Brock., G.: 1/482; S.: 1/666.

[411] Zerkeşi-El-Burhan: 2/217-253; Suyuti-El-İtkan: 2/33-35; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 192.

[412] Zerkeşi-El-Burhan: 2/217-253; Suyuti-El-İtkan: 2/33-35; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 192-198.

[413] Suyuti-El-İtkan: 1/42; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 184.

[414] Zerkeşi-El-Burhan: 1/103.

[415] Zerkeşi-El-Burhan: 1/103-111; Suyuti-El-İtkan: 1/143-146.

[416] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 185.  

[417] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 21; Ebu Davud-Vitr: 14; Tirmizi- Fedailu’l-Kur’an: 18; İbn Mace-Mukaddime: 16; Darimi-Fedailu’l-Kur’an: 2;

Ahmed-Müsned: 1/57, 58, 69.

[418] Buhari-Sahih: 6/235; Tirmizi-Sünen: 5/150; Ahmed-Müsned: 4/397, 404, 408.

[419] Müslim-Sahih: 1/549; Tirmizi-Sünen: 5/171.

[420] Tirmizi-Fedailu’l-Kur’an: 18; Darimi-Fedailu’l-Kur’an: 1.

[421] Buhari-Tefsir: 1.

[422] Buhari-Fedailu’l-Kur’an: 21; Müslim-Salatu’l-Müsafirin: 259-263.

[423] Buhari- Fedailu’l-Kur’an: 21-22; Tirmizi-Fedailu’l-Kur’an: 4.

[424] Zerkeşi-El-Burhan: 1/432; Suyuti-El-İtkan: 2/155.

[425] Mizanu’l-İ’tidal: 4/230; Suyuti-El-İtkan: 2/155.

[426] Suyuti-El-İtkan: 2/155.

[427] Suyuti-El-İtkan: 2/164; Miftahu’s-Saade: 2/568-573; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 213.

[428] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 204-206

[429] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 211.

[430] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 206; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 211.

[431] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 220-221.

[432] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 210-213.

[433] Lisanu’l-Arab: 4/369; 5/55; Cevheri-Sıhah: 2/686, 781; Zebidi-Tacu’l-Arus: 3/470; el-Burhan: 2/147; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 213-214.

[434] Lisanu’l-Arab: 11/32-33; Cevheri-Sıhah: 4/1627; Zebidi-Tacu’l-Arus: 3/470; 7/215; el-Burhan: 2/148; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 214.

[435] el-Burhan: 2/149; Mukaddimetü’t-Tefsir: 402-403; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 214-215.

[436] Cevheri-Sıhah: 5/1928; Zebidi-Tacu’l-Arus: 8/211; Menahil: 2/16; Zehebi-Tefsir ve’l-Müfessirin: 1/23; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 215-216.

[437] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 217-218; Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 222-223.

[438] Menahil: 2/10-14; Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 219-220.

[439] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 220-221.

[440] Le Saint Coran İntroduction: 36-38.

[441] M. Hamidullah, Macit Yaşaroğlu-Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bilbiyoğrafyası: 77-88; Le Saint Coran İntroduction: 36-38.

[442] Kur’an-ı Kerim Tarihi: 72-73; Abdulkadir İnan-Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme.

[443] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 221-223.

[444] Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 6-13.

[445] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 226-227.

[446] Tefsiri Kurtubi: 1/39.

[447] Mukaddime fi usuli’t-tefsir: 25; Tefsiri Kurtubi: 1/39.

[448] Tefsiri Kurtubi: 1/39; Ahmed-Müsned: 215; Tefsiri Kasımi: 1/191.

[449] Tefsiri Kurtubi: 1/38-39.