Seyyid Kutb-2 51-56.Madde
51 — 
Seyyid Kutb (Cihan Sulhu ve İslam) kitâbında diyor ki: (Zekât, her 
sene esâs servetden yüzde iki buçuk mikdârında tahsîl edilir. Bu vergiyi her 
vergiyi tahsîl etdiği gibi, ancak devlet tahsîl eder. Sarf edilmesi ile vazîfeli 
olan da, devletdir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen bir mu’âmele 
değildir. İşte zekât bir vergidir. Bunu devlet tahsîl eder ve belirli yerlere 
sarf eder. Zekât, elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir.
Eğer 
bugün, ba’zı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleri ile ayırıp yine 
kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, islâmın farz kıldığı bir şekl ve nizâm 
değildir) diyor.
Seyyid Kutb, 
zekât üzerinde de, İbni Teymiyyenin sözlerini tekrar etmekden kendini 
kurtaramamış, burada da, Ehl-i sünnet âlimlerinden ayrılmışdır. Mevdûdî ile 
Hamîdullah da, böyle yazıyorlar. Ehl-i sünnetin dört mezhebi, sözbirliği ile 
bildiriyor ki, (Zekât) demek, (Bir müslimânın tam mülkü olan Zekât malı)nın 
ya’nî halâl yoldan mâlik olduğu, elindeki zekât malının belli bir kısmını, 
Kur’ân-ı kerîmde bildirilen sekiz sınıf müslimândan yedisine temlîk, teslîm 
etmesi, vermesi demekdir. Hanefî mezhebinde, bunlardan yalnız birine de 
verilebilir. Bu yedi kimse, fakîr, miskin, âmil, ya’nî hayvan zekâtını ve uşr 
denilen toprak mahsûlleri zekâtını toplayan kimse, hac ve gazâda olan kimse, 
evinden ve malından uzak kalmış olan ve borclu olan kimse ve âzâd olacak 
köledir. Sekizinci sınıf, (Müellefe-i kulûb) denilen kimseler olup, 
kalblerine îmân yerleşdirilmesi istenilen veyâ kötülükleri önlenmek istenilen 
ba’zı kâfirler ve yeni îmân etmiş olan ba’zı za’îf müslimânlar idi. Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bunların üçüne de zekât verirdi. Fekat, hazret-i 
Ebû Bekr zemânında, Beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbni Âbidînde yazılı 
âyet-i kerîmeyi ve (Kütüb-i sitte)nin hepsinde bulunduğunu haber verdiği, 
Mu’âz hadîsini okuyarak, Müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah 
nesh eylemişdir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, bunu kabûl ederek, nesh 
edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ’ hâsıl oldu. (Nesh), 
Resûlullah hayâtda iken olur. (İcmâ’) ise, vefâtından sonra olur. Bu 
inceliği anlamıyanlar, bunu hazret-i Ömerin nesh etdiğini sanıyorlar. Eshâb-ı 
kirâma ve fıkh âlimlerine dil uzatıyorlar. (Bedâyı’) ve diğer kitâblarda 
bildirildiği gibi, islâmiyyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için, 
onlara mal, para her zemân ödenir. Fekat bu Beyt-ül-mâlın zekât bölümünden 
değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor ki, Müellefe-i kulûb denilen kimselere 
ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara zekât verilmesi yasak edilmişdir.
Dört dürlü
(Zekât malı) vardır: Altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, dört ayaklı kasab 
hayvanları, toprak mahsûlleri. Toprakda yetişen maddelerin zekâtına (Uşr)
denir. (Mecma’ul-enhür)de ve (İbni Âbidîn)de buyuruyor ki, 
(Zenginlerden her çeşid zekâtı devlet topluyordu. Halîfe Osmân “radıyallahü anh”
(Altın ile gümüş ve ticâret eşyâsı) zekâtlarının verilmesini sâhiblerine 
bırakdı. Zekât toplayan me’mûrların millete zulm etmemeleri ve kul borcu olanın 
malından zekât almamaları için böyle yapdı. Borcluları da hapse girmekden 
kurtardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi böyle yaparak, icmâ’ hâsıl oldu. Bu malların 
zekâtını sâhibi verince, hükûmet istiyemez. İsterse, icmâ’a karşı gelmiş olur). 
Mal sâhibi, zekâtını kendi veremez demek, hazret-i Osmân zemânındaki Eshâb-ı 
kirâmın sözbirliğini hiçe saymak olur. (Ehl-i sünnet) âlimleri, Eshâb-ı 
kirâmın büyüklüğünü anlamış, kendi görüşlerine, anladıklarına uymayıp, Eshâb-ı 
kirâmın icmâ’ına uymuşlardır.
(Ehl-i 
sünnet) âlimleri bildiriyor ki, (Zenginin, zekâtını fakîrin eline vermesi 
lâzımdır. Zengin olan bir kimse velîsi olduğu yetimi zekât niyyeti ile 
doyurursa, zekât vermiş olmaz. Yemeği çocuğa vermeli, çocuk kendi malını 
yimelidir. Zengin, altını masa üstüne koysa, bir fakîr de gelip, masadan alsa, 
kabûl olmaz. Fakîr veyâ vekîli alırken, zenginin görmesi lâzımdır. Zekât niyyeti 
ile fakîri evinde parasız oturtsa, kirâ almasa, kabûl olmaz. Çünki, fakîre mal 
vermesi lâzımdır.
Dört çeşid 
zekât malından, zekât hayvanlarının ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını ve şehre 
dışardan gelen ticâret eşyâsının zekâtını, hükûmet alır. Fekat, hükûmet de 
aldığını yalnız müslimân fakîrlere dağıtır. Ya’nî hükûmet, fakîrlerin vekîli 
olarak almakdadır.
Zekât 
parası ile câmi’, köprü, çeşme, yol, baraj, hac, cihâd gibi hayr işlerinin ve 
âmme hizmetlerinin hiçbiri yapılmaz. Her çeşid zekâtı, yedi kimseden birine veyâ 
vekîline teslîm etmek lâzımdır. Devlet topladığı zekâtı başka işlerde 
kullanamaz. Yedi sınıfdan bir kimseye verir. Zenginin, zekâtını, fakîr olan 
akrabâya, sâlihlere, ilm öğrenen fakîrlere vermesi dahâ sevâbdır.) Hadîs-i 
şerîfde, (Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn 
ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teâlâ kabûl 
etmez) buyuruldu. Ya’nî sevâbı olmaz. Müşebbihe gibi kâfir olan bid’at 
sâhiblerine (Mülhid) denir. Mülhidlere zekât verilmez.
Devleti 
devirip yok etmeğe ihtilâl denir. Meşrû’ devletin emrlerine uymıyan müslimânlara 
âsî, bâgî denir. (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Bâgîlerin veyâ zâlim hükûmetlerin 
baskısı altında veyâ Dâr-ül-harbde bulunan müslimân, hayvan zekâtını ve uşru 
onlara vermeyip, fakîrlere kendisi dağıtmış ise veyâ verdiğinin, onlar 
tarafından yedi belli kimseden birine verilmiş olduğunu biliyor ise, bu 
zekâtları ve uşru meşrû’ hükûmet tekrar alamaz. Fekat altın ile gümüşün ve 
ticâret eşyâsının zekâtını almış iseler, zenginin bunları tekrâr fakîrlere 
vermesi lâzım olur. Ba’zı kitâblar, bâgîlerin ve zâlimlerin, eğer müslimân 
iseler, her zekâtı almaları ve başka yerlere de sarf etmeleri câiz olur 
demişlerdir. Bunları, fakîr saymışlardır). Buradan da, zekâtın fakîrlere 
verilmesi lâzım olduğu anlaşılmakdadır.
Türkçe 
ilmihâl kitâblarının en kıymetlilerinden olan (Dürri yektâ) sâhibi 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Dört çeşid zekât mallarından ikisine, 
ya’nî altın ile gümüşe ve ticâret eşyâsına, (Emvâl-i bâtına) gizli mallar 
denir. Bir kimsenin gizli mallarını araşdırmak ve zekâtlarını istemek câiz 
değildir. Böyle malların mikdârını hesâb etmek ve zekâtını vermek işi, bunların 
sâhiblerine bırakılmışdır. Sâhibi, zekâtını dilediği fakîre vermekde serbestdir. 
Zekât hayvanlarına ve toprakdan yetişen maddelere (Emvâl-i zâhire) denir. 
Emvâl-i zâhirenin mikdârını anlamak ve fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine 
bırakılmamışdır. Bu işleri müslimânların imâmı tarafından gönderilen me’mûr 
yapar. Bu me’mûra (Âmil) denir.)
Mal demek, 
insanlara, lâzım olan ve kullanmak için saklanabilen şey demekdir. Birkaç buğday 
dânesi, bir kaşık toprak, bir içim su, mal değildirler. Çünki, insanların hepsi 
veyâ birkaçı, bunları saklamaz.
Kâğıd 
paralar, üzerinde yazılı kıymet ile kullanılmazsa, kendileri kıymetsiz olur. 
Çünki para olarak kullanılması yasak edilen, çarşıda, pazarda geçmiyen bu kâğıd 
parçaları bir işe yaramaz ve kullanmak için saklanılmaz. (İbni Âbidîn) 
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf ya’nî sarraflık satışını anlatırken, (Fülûs 
ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. 
Üzerindeki değeri kaldırılırsa, kıymetsiz mal olur) diyor. Kâğıd liralar da 
böyledir. Onüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki ma’nâsı 
vardır: Üzerinde yazılı olan değeri ve kâğıdın kendi değeri. Üzerindeki değer 
(Deyn) olan, ya’nî insanın kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. 
Kâğıdın kendi değeri ise pek azdır.) Hükûmetden alınacak aylıkların senedleri, 
çekleri üzerinde yazılı değerlerin, deyn olan malı gösterdiği, İbni Âbidînin 
ondördüncü sahîfesi başında yazılıdır. Kâğıd liraların üzerindeki değerler de 
böyledir.
İnsanın tam 
mülkü olan, ya’nî tesarrufu, istifâdesi câiz ve mümkin olan malın zekâtı 
verilir. İnsanın tam mülkü değilse, zekâtı verilmez. Zekât malı insanın kendinde 
bulunuyorsa, (Ayn) denir. Başkasında bulunuyorsa (Deyn) denir. 
Alışverişde, malın ayn ve deyn olması başkadır. (Mebi’) ya’nî satın 
alınan mal, akd ya’nî sözleşme yapılınca müşterinin mülkü olur ise de teslîm 
alınmadan önce, kullanılması câiz değildir. Bunun için teslîm almadan önce tam 
mülkü değildir. Teslîm almadan, zekât hesâbına katılmaz. Satılan bir malın 
(Semen)i, ya’nî karşılığı, teslîm alınmadan önce, alışverişde ayn ise, ya’nî 
satış peşin ise, herkese verilebilir. Semen söz kesilirken deyn ise, ya’nî satış 
veresiye ise yalnız borcluya, ya’nî satıcıya verilebilir. Bunun için semen, 
teslîm alınmadan önce de zekât hesâbına katılır.
İster ayn 
olsun, ister deyn olsun, tam mülk olan (Emvâl-i bâtına), nisâb mikdârı 
oldukdan bir sene sonra, elde bulunanın kırkda birini ayırıp, zekât olarak 
vermek farz olur. Bunların zekâtlarının beş şeklde verilebileceği, (Dürr-ül-muhtâr)
kitâbında şöyle yazılıdır:
1 — 
Deyn olan mal, fakîrde ise, hepsi veyâ bir kısmı, bu fakîre bağışlanırsa, 
bağışlanan malın zekâtı da deyn olarak verilmiş olur. Zengindeki mal, zengine 
bağışlanırsa, bunun zekâtını, ayrıca fakîre ayn olarak vermek lâzımdır.
2 — 
Ayn olan malın zekâtını, ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî hâzır olan malın 
zekâtını vermek için kendinde olan bu malın kırkda birini ayırıp fakîre verir.
3 — 
Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî 
başkasında bulunan malının zekâtını, hâzır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır 
malı yoksa, başkasındaki malından zekât mikdârını isteyip teslîm alıp, sonra 
bunu fakîre verir.
4 — 
Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Ya’nî hâzır bulunan 
malın zekâtı olarak, fakîrdeki alacağını bu fakîre bağışlamak câiz değildir. 
Fekat, yanındaki malın zekâtı olarak, başka birisindeki alacağını alması için 
fakîre emr etmesi câiz olur. Çünki fakîr, o kimsedeki malı, altını eline alınca, 
ayn olur. Ayn olan malın zekâtı, ayn olarak verilmiş olur. Fakîrde deyn olan 
malın zekâtı, o deyn maldan verilemez. Çünki, geri kalanı fakîrden aldığı zemân, 
ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.
5 — 
Fakîrden alacağı olan deynin bir kısmını bu fakîre bağışlarsa, bu kısmın zekâtı 
da verilmiş olur. Geri kalan kısmın zekâtını, ayn olarak ayrıca vermek lâzım 
olur. Bağışlamış olduğunu, bu zekât yerine sayamaz. Çünki, geri kalanı teslîm 
alınca, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.
Fıkh 
bilgilerini dört mezhebe göre ayrı ayrı bildiren (Kitâb-ül-fıkh alel-mezâhib-il 
erbe’a) kitâbını hâzırlıyan hey’etin reîsi Abdürrahmân Cezîrî “rahmetullahi 
teâlâ aleyh” [1365 [m. 1946] da Mısrda vefât etdi.] diyor ki, (Kâğıd paraların 
zekâtını vermek üç mezhebde de lâzımdır. Hanbelî mezhebinde ise, karşılıkları 
olan altın veyâ gümüş ele geçince zekâtları verilir).
Kâğıd 
liraların kendi değerlerinin değil, üzerlerinde yazılı değerlerin zekâtı 
verilmekdedir. Çünki, kendi değerleri pek az olup nisâba erişemez. Üzerlerindeki 
değerlerin de, deyn olan malı göstermekde olduğu yukarıda bildirilmişdir. Deynin 
zekâtı, deyn olarak verilemiyeceği için kâğıd liraların zekâtı, kâğıd lira 
olarak verilemez. Ayn olarak vermek, ya’nî deyn olan malı teslîm alıp da, fakîre 
vermek lâzımdır. Bundan başka, her dürlü borc, önce zekât malından ödenir. 
(Zekât malı) ya’nî altın ve gümüş ve ticâret malı varken, başka mal, meselâ 
evde kullanılan halı, inci gibi zekâtı verilmiyen malı vererek borc ödemek câiz 
değildir. Kâğıd liraların zekâtı da, fakîre olan borcudur. Bu borcu, zekât 
malından ödemek lâzımdır. Tüccâr olmayıp yalnız kâğıd parası ile zengin olanın 
zekât malı altındır. Çünki kâğıd liralar, altın karşılığıdır. Gümüş karşılığı 
değildir. (Dürr-ül-muhtar)da ve (İbni Âbidîn)de, sekizinci sahîfe 
başında diyor ki, (Bir kimsede altın, gümüş ve ticâret eşyâsı ve zekât 
hayvanları gibi çeşidli zekât malları varsa, borcunu önce altın ve gümüşden 
ödemesi lâzım olur). Tüccâr olmıyan kimsenin satın alacağı mal, ticâret eşyâsı 
olmaz. Bu kimsenin herhangi birşeyi satın alıp, bunu zekât olarak fakîre vermesi 
câiz olmaz. Çünki, ticâret eşyâsı olmıyan mal, zekât olarak verilemez. Altın 
alıp vermesi lâzım olur.
Ticâret 
eşyâsının zekâtını vermek için, alış fiyâtı, altın veyâ gümüş para üzerinden 
nisâb mikdârı ise, eşyânın kendisinin veyâ kıymetinin kırkda biri verilir. 
Şernblâlî, (Dürer) hâşiyesinde diyor ki, (Fülus denilen metal paralar 
geçer akça iseler veyâ ticâret malı iseler, bunların kıymetlerinden zekât vermek 
vâcib olur.) (Hidâye) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Kıymet hesâb 
edilip, ikiyüz dirhem için, beş dirhem gümüş verilir) buyuruldu. Görülüyor 
ki, fülûs veyâ kâğıd paraların zekâtı olarak kendileri değil, kıymetleri kadar 
altın verilir. Tüccâr olmıyanlar, kâğıd paralarının zekâtını yalnız altın olarak 
vermelidir. Zekâtı kâğıd para olarak vermek câiz değildir. Tüccârlar ise, kâğıd 
paralarının zekâtını, altın olarak da, ticâret yapdıkları maldan da 
verebilirler. Fekat, başka maldan veremezler. Dahâ çok bilgi almak için, (Se’âdet-i 
Ebediyye) kitâbına bakınız!
DİKKAT: Bir 
kimse çıkıp da, (Zekâtı altın olarak vermek, eski zemânda imiş. Şimdi, 
altın kullanılmıyor. Her yerde kâğıd para kullanılıyor. Şimdi, zekâtı altın 
olarak vermek lâzım demek, müslimânlara güçlük çıkarmakdır. Allahü teâlâ, güçlük 
çıkarmayınız! Kolaylık gösteriniz buyuruyor. Kâğıd para kullanmak, umûm-i belvâ 
olmuşdur. Âlimler, umûm-i belvâ olan şeye izn vermişdir. Bunun için, bugün 
zekât, kâğıd para ile niçin verilmesinmiş?) derse, bu söz doğru 
değildir, hem yanlışdır, hem de islâm âlimlerine iftirâdır. Çünki:
Dinde 
güçlük göstermeyiniz demek, kolayınıza geleni yapınız demek değildir. 
İslâmiyyetin izn verdiği, câiz olan kolaylığı yapabilirsiniz demekdir. Meselâ, 
hasta olduğu için veyâ çok soğuk olduğu için ayakları yıkamak güç olunca, mest 
üzerine mesh edilir. Çünki, islâmiyyet buna izn vermişdir. Fekat kolaylık olsun 
diye ayakları yıkamadan mest giyilmez. Çünki islâmiyyet bu kolaylığa izn 
vermemişdir. Hasta olan kimse, başkasının yardımı ile yıkar. Soğuk ise, suyu 
ısıtıp da yıkar. Mestlerini bundan sonra giyer. İslâmiyyet, bu kolaylığa da izn 
vermişdir. Din âlimlerinin sözlerine ehemmiyyet vermeyip de, fıkh kitâblarının 
gösterdiği kolaylıkların dışına çıkmak câiz değildir. İslâmiyyeti, kendi aklına, 
kendi görüşüne göre çevirmek isteyenlere (Dinde reformcu) veyâ 
(Zındık) denir. Şimdi Mısrda ve Hicâzda böyle zındıklar çoğaldı. İslâmiyyeti 
istedikleri tarafa çekip çeviriyorlar. Bu zındıklara, bu sapıklara, asrımızın 
derin âlimi, müctehid, müceddid ve şehîd gibi parlak ismler takarak ve zehrli 
kitâblarını terceme ederek satan, böylece milletin dînini, îmânını yıkarak, para 
kazanan din tüccarları da memleketimizde çoğalmakdadır.
Âlimlerimizin, umûm-i belvâ olan, ya’nî, her yere yayılan ve sakınılması güç 
olan şeylere izn vermesi de böyledir. Ya’nî, kitâbları karışdırarak, çeşidli 
ictihâdlar arasında, çok za’îf olsa bile, en kolayını arayıp bulmuşlar ve 
millete bildirmişlerdir. Umûm-i belvâ olunca, müctehidlerin en za’îf sözleri ile 
fetvâ vermek câiz olur. Fekat, hiç bir âlim, hiçbir zemânda hiçbir müctehidin 
câiz demediği bir şeye câiz dememişdir ve diyemez. Dinde reformcular, ya’nî 
mezhebsizler ise, akllarına gelen herşeyi yazarlar. Bunlara uyanların ibâdetleri 
de, dinleri de bozulur.
Zekâtı 
altın olarak vermek, çok kolaydır. Hiç de güç değildir. Sarrafa gitmeğe, altın 
satın almağa lüzûm da yokdur. Zekâtını fakîrlere kâğıd para olarak dağıtmakda 
ısrâr eden bir zengin, (Eşbâh) ve (Redd-ül-muhtâr) kitâblarının 
sâhiblerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, fakîrdeki alacağını, ona zekât 
olarak bırakmak istiyen bir zengin için bildirdikleri gibi yapar: Dağıtmak 
istediği nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını zevcesinden veyâ başkasından 
ödünç alır. Sâlih bir fakîre (Birkaç tanıdığıma ve sana zekât vereceğim. Dînimiz 
zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor. Altınları kâğıd paraya çevirmekde 
size kolaylık olmak için senin zekâtını almak ve dilediği kimseye hediyye 
etmek üzere şunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece benim islâmiyyete uymamı 
sağlamış olacaksın. Bunun için de, ayrıca sevâb kazanacaksın!) der. Zenginin 
güvendiği bir kimse vekîl yapılır. Altınları fakîrin yanında olmıyarak, bu 
vekîle zekât niyyeti ile verir. Fakîrin bu vekîli, altınları teslîm alıp, birkaç 
dakîka sonra bu altınları zengine hediyye eder. Zengin de kâğıd paralarını o 
fakîre ve başka fakîrlere, Kur’ân-ı kerîm kurslarına ve dîne hizmet eden 
müslimânlara dağıtır. Câiz olmayan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse, 
zekât vermemek azâbından kurtulursa da sevâblarına kavuşamaz. Altınları ödünç 
almış olduğu kimseye geri verir. Dahâ çok zekât vermesi îcâb ediyorsa, bu işi 
tekrâr eder.
Îmânı 
kuvvetli olana, ibâdetler güç gelmez. Kolay ve tatlı gelir.
52 — 
Yine (Cihân Sulhu) kitâbında Seyyid Kutb diyor ki: (Ba’zı kimseler, 
din nâmına şöyle derler: Zekâtı verilmiş olan mal [herhangi bir mal veyâ para], 
birikdirilmiş mal sayılmazlar. Çünki malın hakkı zekâtdır. Zekâtı verdikden 
sonra malın tedâvülden çekilmesinde [Ya’nî hiçbir yerde kullanmamakda] 
bir suç yokdur derler. Bu, doğru değildir. Şahsî mülkiyyetin sâhibi, malı 
tedâvülden çekip saklayamaz. Beyt-ül-mâlın ihtiyâcını kapatmak için, devlet ona 
el koyabilir. Fazlasını alıp fakîrlere taksim edebilir) diyor.
Bu sözü de, 
bir bilgi, bir anlayışın ifâdesi değil, kendi görüşü ve düşüncesidir. 
İslâmiyyeti, kendi görüşüne, siyâsî düşüncesine uydurmak istemekdedir. 
Mevdûdînin de övmek zorunda kaldığı imâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât) 
kitâbının birinci cild, yüzaltmışbeşinci mektûbunda buyuruyor ki:
(Ebedî 
se’âdete kavuşmak istiyen, Muhammed aleyhisselâma uymalıdır. Ona uymakla 
şereflenmek için, dünyâyı büsbütün bırakmak lâzım değildir. Farz olan zekât 
verilince dünyâ terk edilmiş sayılır. Mal zarardan kurtulur. Çünki, zekâtı 
verilen mal zarardan kurtulur. Dünyâ malını zarardan kurtarmanın ilâcı, bunun 
zekâtını vermekdir. Malın hepsini vermek dahâ iyi ise de, zekâtını ayırıp vermek 
de, hepsini vermek gibi olur).
Zekâtı 
verilmiş olan mal, ne kadar zemân saklanırsa saklansın, sâhibine zarar vermez. 
Zekâtı verilmiş olan malı tedâvülden çekmek suç olmaz. Devlet bu mala el korsa, 
zulm etmiş olur. Suç olmaz demek, âhıretde bunun için, süâle çekilmez ve azâb 
olunmaz demekdir. Fekat, bu mal ile hayrlı işler yapmanın, ticâretde ve san’atda 
kullanmanın, islâmiyyete ve müslimânlara yardım etmenin sevâblarına kavuşulamaz. 
Âhıretdeki yüksek derecelere erişilemez. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretleri
(Hadîka) kitâbında diyor ki, (Zekât, malı zarardan korur.) 
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Zekâtını vermekle mallarınızı 
zarardan koruyunuz) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Münâvîde de senedi ile 
yazılıdır. (Altınlarını, gümüşlerini saklayıp Allah yolunda dağıtmıyanlara 
çok acı azâb vardır) meâlindeki âyet gelince, Resûlullah “sallallahü aleyhi 
ve sellem” (Zekât müslimânların mallarını temizlemek için emr olundu. Zekâtı 
verilen mal kenz olmaz. Ya’nî saklanan mal sayılmaz) buyurdu. Bir hadîs-i 
şerîfde, (Zekâtı verilmiyen mal için kıyâmetde çok acı azâb vardır) 
buyuruldu. Seyyid Kutb, bu hadîs-i şerîflere inanmıyormuş gibi davranıyor. 
Taberânînin bildirdiği ve Münâvîde yazılı hadîs-i şerîfde, (Zekâtı verilen 
mal kenz değildir) buyuruldu. Resûlullah, zekâtı verilen mal birikdirilmiş 
mal sayılmaz diyor. Seyyid Kutb da, bu söz doğru değildir diyor. Seyyid Kutbun 
nasıl bir adam olduğu, bu sözünden de anlaşılmakdadır.
53 — 
Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Devlet yalnız vergi 
yolu ile değil, şahsî mülkiyyetden ihtiyâcın gerekdirdiği mikdârı karşılıksız ve 
iâde etmemek üzere alır. Toplumun umûmî ihtiyâclarına harcar) diyor.
Allahü 
teâlânın emrlerini, kanûn şekline koymuş olan Cevdet pâşa, (Mecelle)nin 
doksanbeşinci maddesinde diyor ki, (Başkasının mülkünü kullanmak için emr 
olunamaz). Meselâ, filânın şu malını, falanca kimseye ver diye birisine emr 
olunamaz. Doksanaltıncı maddesinde ve (Dürr-ül-muhtâr)da, (Bir 
kimsenin mülkü onun izni olmaksızın kullanılamaz) denilmekdedir. Mülk, 
insanın mâlik olduğu şeydir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir 
mü’minin malı, onun gönlü rızâsı olmadan alınırsa halâl olmaz) buyurdu. Bu 
hadîs-i şerîf imâm-ı Münâvînin (Künûzüddekâık) kitâbında ve imâm-ı 
Ahmedin (Müsned)inde ve Ebû Dâvüdda yazılıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, 
devlet milletden meşrû’ olmıyan ve meşrû’ mikdârı aşan birşey alamaz. Meşrû’ 
olmıyan vergileri de millete yüklemez. Alırsa, gasb etmiş, zulm etmiş olur. 
Gönül rızâsı olmadan, zorla aldığı bu malları sâhiblerine geri vermesi lâzım 
olur. Devletin millet malına el koyması, gasb etmesi, sosyalist memleketlerde 
olur. İslâmiyyetde sosyalist devlet olamaz. Hâcı Reşîd pâşa “rahmetullahi teâlâ 
aleyh”, Mecellenin doksansekizinci maddesini açıklarken (İştirâk-i emvâl) 
ya’nî komünistlik, islâmiyyetde aslâ câiz olmadığını bildirmekdedir. 
İslâmiyyetde kapitalist bir ekonomi sistemi de yokdur. Milleti kemiren bu iki 
zulm ocağını, zekât farîzası, kökünden temizlemekdedir. İslâmiyyetde sosyal 
adâlet vardır. Herkes çalışmasının, alın terinin karşılığına kavuşur. Kimsenin, 
başkasının malında gözü olmaz. Devlet de, milleti sömürmez. Devlet hazînesi olan
(Beyt-ül-mâl)ın parasını da kendi keyflerinde kullanamazlar.
İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri ve millete lâzım olan hizmetleri devlet 
yapar. Bunların parasını (Beyt-ül-mâl) denilen devlet hazînesinden öder. 
Milletden zorla alması câiz olmaz. İslâm devletinin büdcesi, Beyt-ül-mâldır. 
Devletin gelirleri, Beyt-ül-mâlın gelirleridir. Devlet, Beyt-ül-mâlın 
kaynaklarını kurutmamalı ve isrâf etmemeli, gayr-i meşrû’ yerlere harc 
etmemelidir. Cihâd için ve hizmetler için, Beyt-ül-mâlın gelirleri yetişmezse, 
adâlet üzere milletden ödünç istemesi câiz olur. Fekat, sonra bunları ödemesi 
veyâ vermiş olanların bağışlamaları lâzımdır. Beyt-ül-mâlın kaynaklarını 
işletmezse ve Beyt-ül-mâlı gayr-i meşrû yerlere harc ederse, zulm etmiş olur. 
(Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cildde, bu konuda 
geniş bilgi vermekdedir. Devlet, Beyt-ül-mâlın gelirlerini sağlar ve kullanırsa, 
bütün işlerini yapmağa yetişir. Milletden yardım istemek zorunda kalmaz.
Hâcı Reşîd 
pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mecellenin otuzüçüncü maddesini açıklarken 
diyor ki, kimsenin mülküne dokunmağa islâmiyyet izn vermemişdir. Zarûret hâlinde 
olan, ya’nî bunalan kimse bile, başkasının hakkına dokunamaz. Aç kalan kimsenin, 
başkasının ekmeğini, izni olmaksızın yimesine izn verilmiş ise de, sonra 
kıymetini ödemesi lâzım olur. Onun aç olması, ölüm tehlükesinde bulunması, bir 
kimsenin kendi mülkündeki hakkının yok olmasına sebeb olamaz. Zarûret hâlinde 
bile başkasından alınan malın ödenmesi lâzım olur. Zarûretlerin, yasak olan 
şeylerin yapılmasına sebeb olmaları, kimsenin hakkının gitmesine sebeb olamaz.
(Müslimânların 
iyi gördüğü şeyi, Allahü teâlâ da iyi kabûl eder) hadîs-i şerîfindeki 
müslimân, derin âlim, ya’nî müctehid olan müslimân demek olduğu, (Berîka)da 
yazılıdır. Bu âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine 
uygun olmıyan şeyler, hiçbir zemân kabûl edilmez.
Ellisekizinci maddenin şerhinde diyor ki, hükûmetin emri ile birinin mülkü, 
kıymeti ile satın alınıp, yola katılabilir. Fekat, değeri ödenmedikçe, elinden 
zorla alınamaz. Hükûmet emr edince, zorla satın alınır. Fekat, parası verilmeden 
alınamaz.
Komünistlik 
yeni birşey değildir. (Burhân-ı kâtı’) lügat kitâbının sâhibi 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” Zerdüştün mîlâddan yedi asr evvel kurduğu ve 
Sâsânîler devrinde (Mejdek) adındaki birinin neşr etdiği (Mecûsî) 
ya’nî ateşe tapma dînini anlatırken diyor ki, Mejdek, acem şâhı Kubad zemânında 
idi. Buna göre:
(Ateşe tapılacakdır. Herşey, herkesin malıdır. Zevceleri değişdirmek halâldir. 
Herkesin malları ve yaşayışları eşitdir. Herkes birlikdedir. Şahsî tasarruf 
yokdur. Bütün insanlar müsâvî ve herşeyde ortakdırlar. Biri, birinin zevcelerini 
isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler, malları fakîrlere vermeli, onların 
ihtiyâclarını gidermelidir) derdi. Bu din, tenbellerin, serserilerin ve 
hele kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Kubad 
şâh da, böyle zevkine düşkün biri idi. Bu da komünizmi kabûl etdi. Oğlu Nûşirvân, 
hükûmeti ele alınca, Mejdek alçağını, seksenbin adamı ile birlikde kılınçdan 
geçirerek komünizm belâsını ortadan kaldırdı. Nûşirvân şâhın adâleti hadîs-i 
şerîfde övülmekdedir. 1917 de Rusyada komünist ihtilâlini hâzırlıyarak binlerle 
vatandaşın birbirini öldürmesine ve koca bir milletin küçük bir azılı azınlık 
elinde köle olmasına sebeb olanların, Nûşirvân şâhın yok etdiği ahmakların 
yolunda oldukları anlaşılmakdadır.
İslâm 
devletinin vazîfesi, milletin mallarını, canlarını ve ırzlarını korumakdır. 
Mazlûmların haklarını zâlimlerden almakdır. Milletin mâlına, cânına, nâmûsuna [ya’nî 
karısına] dokunmağa, devletin hiçbir zemân hakkı yokdur.
54 — 
Yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Yağma, soygunculuk, gasb, hırsızlık, 
rüşvet, hîle ve fâiz, ihtikâr ve bunlara vesîle olan yollardan şahsî mülkiyyet 
meydâna gelmez. Devlet istediği zemân bunu temâmen veyâ kısmen hazîneye 
alabilir. Târîhi örnekler, bu hakkın temâmen devlete verildiğini göstermekdedir) 
diyor.
Bu sözü de 
pek yanlışdır. Evet bu haksız kazançlar halâl olmaz. Devletin bunları geri 
alması lâzımdır. Hem de, istediği zemân değil, hemen alması lâzımdır. Fekat 
geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sâhiblerine ulaşdırması lâzımdır. 
Devletin vazîfesi, âcizin hakkını zâlimden alıp, ona yardımcı olmakdır. Bunları 
mazlûma ulaşdırmayıp, hazîneye alırsa, devlet de zâlim olur. (İbni Âbidîn) 
beşinci cildde kadınlara Beyt-ül-mâldan aylık verilmesini anlatırken, (Harâmdan 
elde edilen, meselâ gasb edilen mallar, sâhiblerine geri verilir. Böyle mallar, 
Beyt-ül-mâlın olmaz. Bütün müslimânların ortak malı da olmaz) buyurmakdadır. 
Milletden gayr-ı meşrû’ toplanan, meselâ gasb edilen mallar da devletin olmaz. 
Sâhiblerine, sâhibleri ölmüş ise vârislerine geri verilir. Sâhibleri 
bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtılır. Bunu bilenlerin de almaları, kullanmaları 
harâm olur.
Harâm malı, 
sâhibini bildiği hâlde, geri vermeyip, bununla bir ibâdet yapan, meselâ câmi’ 
yapdıran, sadaka veren kimse, bundan sevâb beklerse, kâfir olur. Başkaları da, 
bunun harâm mal olduğunu bilerek, sevâb kazandığını söylerse, kâfir olurlar. 
Çünki, bu malı, eğer bozulmuş ise benzerini, benzeri yoksa değerini sâhibine 
veyâ vârislerine geri vermesi, bunları bulamıyorsa, sevâbın onlara olmasını 
niyyet ederek, fakîrlere dağıtması farzdır. Başka yerde kullanılması, harâmdır. 
Başkalarının da, bu malı, harâm olduğunu bilerek, almaları ve kullanmaları harâm 
olur.
Harâm 
olarak gelen malı, harâmdan veyâ halâldan gelmiş olan başka mal ile karışdırıp, 
bu karışımdan sadaka vererek sevâb beklerse, kâfir olmaz. Çünki, karışınca, 
kendi habîs mülkü olur. Sâhibine borçlu olur. Mislini veyâ kıymetini ödemeden 
önce, kendi kullanması harâm ise de, başkasının bundan alması ve kullanması 
harâm olmaz.
55 — 
Seyyid Kutb, (Cihân Sulhu) kitâbında: (Müslimânlar ihtilâlci olur. 
Zulm, haksızlık yapan hükûmete karşı ihtilâl yapar) diyor.
Bu sözü de, 
islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymamakdadır. Müslimânlar ihtilâl yapmaz. 
Fitne ve fesâd çıkarmaz. Zâlim olan hükûmete de isyân etmek günâhdır. Kanûnlara, 
emrlere karşı gelmek, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Seyyid Kutb ve Mevdûdî 
ve bunlara aldananlar, Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetine yanlış ma’nâ 
verdikleri için, bu felâkete düşmüşlerdir. Bu âyetde meâlen, (Mü’minlere 
saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyuruldu. Mekkede kâfirler, 
müslimânlara zulm edip, yaralayınca, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr 
tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edilince, bu âyet gelerek, 
yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimlerle cihâd yapmasına izn verildi. 
Bu âyet-i kerîme, müslimânların, zâlim hükûmete isyân etmeleri için değil, 
insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan zâlim 
diktatör orduları ile cihâd yapması için, islâm devletine izn vermekdedir. 
(Siyer-i kebîr) tercemesi, kırkbirinci sahîfedeki hadîs-i şerîfde, (Emîre 
isyân eden kimseye Cennet harâmdır) buyuruldu. Yetmişbirinci sahîfesindeki 
hadîs-i şerîfde, (Âdil ve zâlim, her emîrin emri altında cihâd ediniz!) 
buyuruldu. Kitâblarda yazılı olan cihâd, başka memleketlerdeki kâfirlerle harb 
etmek demekdir.
İbni Adînin
(Kâmil) kitâbında ve Beyhekînin (Şüa-bül-îmân) kitâbında 
bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Bozuk bir işi düzeltemediğiniz zemân, sabr 
ediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir) buyurulduğunu yazmakdadır. Bu hadîs-i 
şerîf, kanûnlara karşı gelmeği, ihtilâl yapmağı değil, meşrû’ yollardan nasîhat 
verip sabr etmeği emr buyurmakdadır. (Künûzüddekâık) kitâbında ve 
Tirmüzîde ve Taberânîde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Cihâdın en kıymetlisi, 
zâlim sultân yanında, doğru yolu gösteren bir söz söylemekdir) buyuruldu. 
Âlimlerin gücü yetdiği kadar hükûmet me’mûrlarına, emr-i ma’rûf yapması 
lâzımdır. Fekat emr-i ma’rûf yaparken, fitne çıkmamasına çok dikkat etmelidir. 
Görülüyor ki, müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fekat, zulme, haksızlığa da teslîm 
olmaz. Meşrû’ yollardan hakkını arar. Hükûmetin meşrû’ emrlerine uymak, her 
müslimâna vâcibdir. Hiç kimsenin harâm olan emrleri yapılmaz. Fekat, buna isyân 
edilmez. Fitne çıkarılmaz. Zâlimlere karşı gelmemeli, onlarla münâkaşa 
etmemelidir. Meselâ, nemâz kılmamak, en büyük günâhlardandır. Âmir, kumandan, 
kâfir ve zâlim olup, emri altında olana nemâz kılma derse, baş üstüne kılmam 
demeli, senin yanında kılmam demeği düşünmelidir. Çünki fitne çıkarmak, ya’nî 
müslimânların ezilmelerine sebeb olmak harâmdır. O zâlimin yanından ayrılınca, 
nemâzı hemen kılmalıdır.
Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhak-ı Dehlevî, 1052 [m. 1642] 
de vefât etmişdir. Çok kıymetli hadîs kitâbı olan (Mişkât-ül-mesâbîh)i 
fârisî olarak şerh etmişdir. (Eşi’at-ül-leme’ât) ismindeki bu şerhde, 
(Kitâb-ül fiten) kısmında diyor ki: Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe “radıyallahü 
anh” diyor ki, (Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ilerde hâsıl olacak 
fitnelerden sordum. Çünki, bunların şerrine yakalanmakdan korkuyordum). Zararlı 
şeyden sakınmak, fâideli şeye kavuşmakdan dahâ mühimdir. Buradaki fitne, 
insanlar arasında karışıklık, döğüş demekdir. Harâm işlemenin yayılması da fitne 
ise de, bunu sormağa lüzûm yokdur. Çünki, harâmlar bellidir. (Yâ Resûlallah, 
biz, müslimân olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdün 
ile, islâm ni’metini, iyilikleri bizlere ihsân etdi. Bu se’âdet günlerinden 
sonra, yine kötü zemân gelecek mi dedim. (Evet gelecek!) buyurdu. Bu 
şerden sonra, hayrlı günler yine gelir mi dedim. Yine (Evet gelir. Fekat, o 
zemân bulanık olur) buyurdu). Ya’nî, bu zemânda, iyilik kötülükle karışık 
olur. Kalbler, ilk zemânlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ’tikâdların 
sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asrdaki gibi olmaz. 
Kötülükler, bid’atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler 
arasına bid’atler karışır. (Bulanıklık ne demekdir dedim. (Benim sünnetime 
uymıyan ve benim yolumu tutmıyan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günâh da 
işlerler) buyurdu). Hayr da yaparlar, şer de yaparlar. Bid’at işlerler. (Bu 
hayrlı zemândan sonra, yine şer olur mu dedim. (Evet. Cehennemin kapılarına 
çağıranlar olacakdır. Onları dinliyenleri Cehenneme atacaklardır) buyurdu. 
Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. (Onlar da, bizim gibi 
insanlardır. Bizim gibi konuşurlar) buyurdu). Ya’nî, arabî konuşurlar. Âyet 
ve hadîs okuyarak, va’z ve nasîhat ederler. Fekat, kalblerinde hayr ve iyilik 
yokdur. (Onların zemânlarına yetişirsek, ne yapmamızı emr edersin dedim. (Müslimânların 
cemâ’atine ve hükûmetine tâbi’ ol) buyurdu. Müslimân cemâ’ati ve müslimân 
hükûmeti yoksa, ne yapalım dedim. (Bir kenâra çekil. Aralarına hiç karışma. 
Ölünceye kadar, yalnız yaşa!) buyurdu). Bir hadîs-i şerîfde, (Benden 
sonra öyle hükûmetler olur ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalbleri şeytân 
yuvasıdır. Bunlara da itâ’at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Sizi döğse de, 
mallarınızı alsa da karşı gelmeyiniz!) Ya’nî, zâlim olan, malınıza, canınıza 
saldıran hükûmete de isyân etmeyiniz. Fitne çıkarmayınız. Sabr edip, ibâdetiniz 
ile meşgûl olunuz. Şehr içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. 
Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, 
ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız! (İyi dinleyin ve bana itâ’at 
edin) buyurdu. Bu son emr, hükûmete karşı gelmemek, fitne çıkarmamak için, 
çok dikkatli olunuz demekdir. (Eşi’at-ül-leme’ât)dan terceme temâm oldu. 
Bu hadîs-i şerîflerden ve islâm âlimlerinin açıklamalarından anlaşılıyor ki, din 
adamları, devlete şekl vermek, kanûn yapmak işlerine karışmaz. Siyâset ile 
uğraşmaz. Politikacılara âlet olmaz. Şu veyâ bu devlet şeklinin savunuculuğunu 
yapmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yasağa titizlikle uymuşlar, din adamlarının 
siyâsete karışmasının, yakıcı ateşi tutmak gibi olduğunu bildirmişlerdir.
Kuvvete 
karşı gelmek, devlete karşı isyân etmek ahmaklıkdır. Kendini tehlükeye atmak 
olur. Bu ise, harâmdır. Kâfir memleketlerinde müsâfir olan müslimânın da, 
kâfirlerin mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunması ve hükûmetlerine isyân 
etmesi câiz değildir. Kâfirlerin gönüllerini hoş ederek, onlardan fâidelenebilir. 
Dâr-ül-islâmda yaşayan zimmî kâfirlerin ve müsâfir gelen harbî kâfirlerin, ya’nî 
turistlerin ve tüccarların haklarını gözetmek, müslimânların haklarını 
gözetmekden dahâ mühimdir. Bunlara saldırmak, hattâ bunları gîbet etmek, 
çekişdirmek bile müslimânlara saldırmakdan dahâ kötüdür. Müslimânlar, boş yere 
hiç vakt geçirmez. Din bilgilerine ve fen bilgilerine çok çalışarak kuvvetlenir. 
Böylece, gâlib ve hâkim olurlar. Bir müslimânın cihâd yapması demek, ihtilâl, 
isyân yapması değil, din bilgilerini yayması demekdir.
İbni Âbidîn 
buyuruyor ki, (Sultân veyâ başka zâlimler, ikrâh ederek, zorlıyarak, ölümle, 
habs ile, işkence ile korkutarak emr edince, belli günâhları işlemek mubâh, 
hattâ farz olur. Emrini yapmamak günâh olur). (Berîka)da, doksanbirinci 
[91. ci] sahîfede diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Emîrlerinize itâ’at ediniz!) 
buyuruldu. Emîr, en aşağınız olsa dahî, islâmiyyete uygun olan emrlerine uymak 
vâcibdir. Hiç kimsenin günâh olan emrine itâ’at edilmez. Fekat, isyân etmek 
fesâda sebeb olursa, bu emrine de itâ’at olunur. Çünki, büyük zarar işlememek 
için, küçük zararı irtikâb etmenin câiz olacağı (Eşbâh)da yazılıdır. 
Sultânın emr etdiği mubâh birşeyi yapmak vâcib olur). Abdülganî Nablüsî, (Hadîka)da, 
143. cü sahîfede diyor ki, (Sultânın, kendi aklı ile, arzûsu ile verdiği 
emrlerine itâ’at etmek vâcib olmaz. Fekat sultân zâlim ise, eziyyet ve işkence 
ediyorsa, onun Allahü teâlânın hükmlerine uymıyan emr ve yasaklarına da uymak 
lâzım olur. Hele, itâ’at etmiyenleri öldürüyorsa, kendini tehlükeye atmak, 
kimseye câiz olmaz. (Hediyyet-ü ibn-il-imâd) kitâbına yazdığım şerhde ve
(El-metâlib-ül-vefiyye) kitâbında bu konuda geniş bilgi vardır.)
İbni Âbidîn, 
bâgîleri anlatırken diyor ki, müslimânlar, bir memleketde emîn ve râhat ibâdet 
eder ve huzûr içinde yaşarlarsa, hükûmete karşı isyân etmeleri câiz olmaz. 
Hükûmet zulm yaparsa, zulme karşı gelmeleri fitneye sebeb olursa, yine câiz 
olmaz. Böyle sultâna yardım etmek, zulme yardım etmek olur. Karşı gelenlere de 
yardım edilmez. Çünki, câiz olmıyan şeye yardım edilmez. [Müslimânların ibâdet 
yapmalarına, çocuklarına din bilgisi öğretmelerine mâni’ olmak ve harâm 
işlemelerine, îmânlarının bozulmasına sebeb olmak, en büyük zulmdür.] Hükûmet 
zulm yapmıyor ise iktidârı ele geçirmek için isyân edenlere (Bâgî) denir. 
Müslimânların bu hükûmete yardım etmeleri lâzım olur. Çünki hadîs-i şerîfde, 
(Fitneyi uyandırana la’net olsun!) buyuruldu. İsyân edenler, hükûmete ve 
müslimânlara kâfir der ve mallarına, canlarına saldırırlarsa, bunlara 
(Hâricî) denir. Bu inanışları, şer’î delîli te’vîl sebebi ile ise, bunlar 
kâfir olmaz. Şimdi ba’zı kimseler de, kendileri gibi inanmıyan müslimânlara 
kâfir diyor, saldırıyorlar. Bu işleri delîlleri te’vîl ile olduğu için, 
kendilerine kâfir denilemez ise de, te’vîlden haberi olmıyanları kâfir 
oluyorlar. Sultân âdil olsun, zâlim olsun islâmiyyete uygun olan emrlerine 
itâ’at etmek vâcibdir. Devlet reîsi, mürted veyâ mecnûn yâhud islâmiyyeti 
tatbîkden âciz olursa, azl ya’nî hal’ olunur. Azli fitneye sebeb olursa, zararı 
az olana tehammül edilir. Bir müslimân, kahr ve zor ile halîfenin yerine 
iktidârı eline alırsa buna itâ’at olunur. Kâfir hükûmetin ta’yîn etdiği müslimân 
vâlî, ahkâm-ı islâmiyyeyi tatbîk ederse, buna itâ’at olunur. Tatbîk edemezse 
veyâ vâlî de kâfir ise, müslimânlar, içlerinden birini müftî, emîr ta’yîn 
ederler. Bu müftî, ahkâm-ı islâmiyyeyi icrâ eder. Buna da imkân olmazsa, esâret 
hayâtı olur. Fitneye sebeb olmamak lâzım olur. İbni Âbidînden terceme temâm 
oldu. Buradan anlaşılıyor ki, sultân Abdül’azîz hânın “rahmetullahi teâlâ aleyh” 
hal’i için şeyh-ul-islâm Hasen Hayrullah efendinin ve ikinci Abdülhamîd hânın 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” hal’i için fetvâ emîni hâcı Nûri efendi imtinâ’ 
edince, yerine bir yobazın, silâh tehdîdi ile ve ölüm korkusu ile imzâladıkları 
fetvâlar meşrû’ değildi. Bu iki fetvânın sahîh olmadıkları, uydurma sebeblere 
dayandıkları (Türkiye târîhi)nde yazılıdır. Bunun için, bu iki sultân, 
ölünciye kadar meşrû’ halîfe idi. Yine bunun için, meşhûr 93 harbinde ve Balkan 
ve Birinci cihân harblerinde Osmânlılar mağlûb oldu. Çünki, bu üç harbi, islâm 
hükûmeti değil, islâmdan nasîbi olmayan komüteciler çıkarmış ve idâre 
etmişlerdi.
56 
— Bir 
hürriyyet kahramanı şekline sokulmuş olan Seyyid Kutbun, (İslâmî etüdler) 
kitâbının tercemesinde, otuzikinci sahîfede: (Diktatörlerin ve taşkınların 
yüzüne durarak, haykırmayanlar, yâ büyük bir günâh işliyorlar, yâ münâfık 
oldukları için böyle davranıyorlar. Yâ da bunlar hakîkî islâmı bilmeyen kara 
câhillerdir) diyor. Böylece, müslimânlar arasında fitne ve ihtilâl çıkarmağı 
körüklüyor. Hâlbuki, hadîs-i şerîfde, (Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana, 
Allah la’net etsin!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir münker 
gördüğünüzde, bunu değişdiremezseniz, sabr edin! Allahü teâlâ onu değişdirir)
buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, emr-i ma’rûfu yumuşak olarak 
yapmalıdır buyuruyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Zâlimin zulmünü değişdiremiyen, 
oradan hicret etmelidir) buyuruldu.
Seyyid Kutb, 
otuzüçüncü sahîfede: (İslâmiyyet, bir mücâdele, sonsuz bir savaşdır. 
Düâlar mırıldanmak, tesbîh dânelerini şıkırdatmak, aman Allahım sen koru 
sözlerine dayanarak, gökden hayr yağacağına güvenmek, islâmiyyet değildir) 
diyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri üçüncü cildin kırkyedinci mektûbunda Seyyid 
Kutbun da yazısına çok güzel cevâb vermekdedir. Bu mektûb, (Se’âdet-i 
Ebediyye) kitâbının ikinci kısmında vardır. Okununca, Seyyid Kutbun nasıl 
bir yolda olduğu hemen anlaşılır. Allahü teâlâ düâ ve tevekkül etmeği emr 
ediyor. Düâ edenleri, tevekkül edenleri severim diyor. Seyyid Kutb ise, düâ 
edenlerle, tevekkül edenlerle alay ediyor. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler 
tesbîh söylemeği emr ediyor. Tesbîh okuyanları övüyor. O ise, bunu red ediyor. 
Savaşa hâzırlanmak, sebeblere yapışmak, en modern korunma vâsıtalarını yapmak, 
elbet lâzımdır. Dînimiz bunu emr etmekdedir. Fekat bu, müslimânlarda ve 
kâfirlerde ortak olan bir işdir. Müslimânlarda ayrıca tevekkül ve düâ silâhı da 
vardır.
İbni Hacer-i 
Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının 
yüzkırkdokuzuncu sahîfesinde buyuruyor ki, islâm âlimlerinin çoğuna göre, düâyı 
inkâr eden kâfir olur. Kur’ân-ı kerîme inanmamış olur. Düâ ile istenilen şey, yâ 
kabûl olup verilir. Yâhud âhiretde verilir. Yâhud, günâhın afv edilmesine sebeb 
olur. Allahü teâlâ, kulunun düâ etmesini, yalvarmasını sever. Düânın kabûl 
olması için şartlar vardır. Bunlardan biri, halâl yimek, halâl giymekdir. Biri 
de, kalb ile, ya’nî gönülden istemekdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü 
teâlâ, çok düâ edenleri sever. Düâ edip, ümmîdini kesmeyen, va’d olunan üç 
şeyden birine elbette kavuşur). Tesbîh kullanmanın sünnet olduğu, aynı 
kitâbın yüzelliikinci sahîfesinde yazılıdır. Hadîs-i şerîflerle bildirilen 
ibâdetlerin islâmiyyet olmadığını söylemesi, Seyyid Kutbun nasıl bir reformcu 
olduğunu açıkça göstermekdedir.
Otuzüçüncü 
sahîfede: (İslâm, kimsenin dîne zorla girmesi için bir harbin yapılmasını 
aslâ göz önünde bulundurmaz) diyor.
Kırkbirinci 
sahîfede: (İslâm peygamberinden ve onun yolunda gidenlerden istenilen şey, 
insanları bu dîne sokmak için yumuşak da’vetlerde cehd ve gayret göstermekdir) 
diyor.
Bu 
yazıların yanlış ve iftirâ olduğunu ellinci maddede uzun bildirmişdik. 
Müslimânlar herkese yumuşak davranır. Birbirlerine yumuşak olarak (emr-i 
ma’rûf) yaparlar. Dâr-ül-harbdeki kâfirler ile de iyi geçinmemiz emr olundu. 
Müslimânların düşmanlara karşı en kuvvetli silâhı, güler yüzlü ve tatlı dilli 
olmakdır.
Kırküçüncü 
sahîfede yine: (İlk fethlerin hepsi, islâmı, bütün beşerin tek dîni hâline 
zor kullanarak değil de, serbest da’vet yoluyla getirmekdi) diyor.
Bunun 
yanlış olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler yukarıda bildirilmişdir.
Kırkbeşinci 
sahîfede: (İslâmiyyet herkese, yeryüzünde adâletin tehakkukunu emr eder) 
diyor.
(Müslimânların 
arasını bulun!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bütün insanlar arasına yaymağa 
çalışmakdadır. İslâmiyyet, yeryüzündeki kâfir memleketlerinde adâletin 
tehakkukunu emr etmez. Buralara îmânın, islâm adâletinin ulaşdırılmasını, 
yerleşdirilmesini emr etmekdedir.
Ellidokuzuncu sahîfede: (Arab ülkelerinde ictimâî tesânüdü tehakkuk 
etdirmek için dînî inançları, ahlâkî eğitimin esâsı olarak alırsak, bu ülkelerde 
revacda olan -yalnız islâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını 
göreceğiz) diyor.
Bir âyet-i 
kerîmede meâlen, (Doğru olarak yalnız islâm dîni vardır) buyuruldu. Bu 
Mısrlı yazar ise, bütün bozuk, kötü dinleri, islâm dîni derecesine çıkarmakdadır. 
İslâm dîni varken, bozuk dinlere, düşüncelere, lüzûm olmadığını anlıyamamışdır.
Altmışdokuzuncu sahîfede: (Mal cem’iyyetin mülkiyyetinde olduğundan, ferd, 
malını ihtiyâcı olanlara fâizsiz ödünç vermekle mükellefdir) diyor. Mal, 
yalnız sosyalist ve komünist memleketlerde cem’iyyetin mülküdür. İslâmiyyetde 
mal, ferdin mülküdür. Bunu elliüçüncü maddede uzun bildirmişdik. İslâmiyyetde 
ferdin malına başkaları karışamaz. Cem’iyyet, ya’nî devlet, kimsenin malına el 
koyamaz. Karışırsa zulm etmiş, gasb etmiş olur. Kimse, kimseye ödünç vermeğe 
zorlanamaz.
Yetmişinci 
sahîfede: (Zekât, ferdlerin vicdânlarına bırakılmayan bir ödemedir. Devlet 
onu alır. Zekât, elden ele verilen ferdî bir bağış değildir) diyor.
Bu 
düşüncesinin de çok yanlış ve saçma olduğunu ellibirinci maddede bildirdik.
Yetmişbeşinci sahîfede: (İslâm, cem’iyyet nizâmını kurmuş, dünyâ 
nizâmlarını silâh zoru ile değil, fikr gücü ile yenmişdir) diyor. Bu 
düşüncelerin de islâmiyyete uygun olmadığını ellinci maddede vesîkalarla isbât 
etdik. (Cihân Sulhu) kitâbında, (Devletcilik sâhasında çalışmalar 
henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) 
dediğini kırkdokuzuncu maddede bildirmişdik. Burada ise, (islâm cem’iyyet 
nizâmını kurmuş...) diyor. Sözleri birbirini bozmakdadır. Her ilm 
kolunda da, böyle yeteri kadar bilgisi olmıyanların, derme çatma yazdıkları 
sıksık görülmekdedir.
Yetmişyedinci sahîfede: (Bugün onları, Peygamberin zemânında yapmış olduğu 
şeklde, kısa ve mufassal bilgilerle islâma da’vet etmemiz aslâ kifâyet etmez. O 
devrelerde, bugünkü gibi, islâm nazariyyesi karşısında duran teferruatlı ictimâî 
nazariyyeler yokdu) diyor. İslâmiyyeti nazariyye, insan düşüncesi 
sanmakdadır. Bu yazıları, islâmiyyetden hiç haberi olmadığını gösteriyor. 
İslâmiyyet, nazariyye değildir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın ve Onun yüce 
Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” emrleri ve teblîgleridir. Bu emrler, 
bu beyânlar karşısında, insanların kısa akllarından, düşüncelerinden doğan 
nazariyyeler, hiçbir zemân dayanamaz. Çürür, erir, söner. Dâimâ mağlûb olur. 
Seyyid Kutb denilen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim 
ecma’în” kitâblarını okuyup, biraz anlamış olsaydı, haddini bilir, edebini 
takınırdı. Kendi bozuk düşüncelerini, islâmın rûhuna uymıyan saçma sözlerini 
islâmiyyet olarak gençliğe sunmakdan belki çekinirdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin, 
âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları kıymetli 
kitâblarındaki bilgilere uymıyan böyle saçma yazıları, islâmiyyet olarak yazmak 
ve yaymak, islâmiyyeti bozmağa, içerden yıkmağa kalkışmak demekdir.
Yetmişdokuzuncu sahîfede: (Bütün inançları eşidlikle ve aynı hürriyyete 
da’vet ederiz. İnanç hürriyyetini korumak, müslimân devletin vazîfesidir. Bütün 
vatandaşlar gelir kaynaklarından müsâvî hakka sâhibdirler. Ferdî mülkiyyet 
sınırlıdır. Fazla malları alma hakkı cem’iyyetindir) diyor. Bu 
düşünceleri de islâmiyyetle taban tabana zıddır. Yukarıda islâmiyyeti 
yaymalıdır, diyordu. Burada ise, her dîne hürriyyet verilmesini istiyor. Sözleri 
birbirini tutmuyor. Bir tarafdan da, islâmiyyeti, sosyalizme ve komünizme 
çevirmeğe çalışmakdadır. Bunların cevâbı birkaç sahîfe önce uzun bildirildi.
Seksenyedinci sahîfede: (Devlet, lüzûmu hâlinde cem’iyyetini korumak için 
ihtiyâcı kadar parayı varlıklı ferdlerden kaydsız şartsız alabilir) 
diyor. Bu yanlış düşüncesinin cevâbını da elliüçüncü maddede uzun bildirdik.
Doksanikinci sahîfede: (Bu işler için zekât kâfî gelmez ise, hükûmet 
zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakîrlere iâde eder) diyor.
Seyyid Kutb, 
bu sosyalist düşüncelerini islâmiyyete yüklemeyip de, kendi malı olarak ortaya 
koysaydı çeşidli akıntılara kapılarak, şaşkına dönmüş olan gençler arasında, 
belki kendisine bir yer bulabilirdi. Fekat, bir din adamı kılığına girerek, Ehl-i 
sünnet âlimlerine saldırması ve kendi sosyalist düşüncelerini, islâmiyyet olarak 
tanıtmağa kalkışması, kendisini dünyâda da, âhiretde de rezîl etmekde, Allahü 
teâlânın intikâmına hedef olmakdadır. Elliüçüncü maddeyi okuyunuz!
İkiyüzüçüncü sahîfede, maskesini temâmen kaldırıyor. İğrenç fikrlerini açığa 
çıkararak:
(İslâm, yeryüzündeki bütün insanları, dînî inançların değişikliğine bakmaksızın 
hürriyyete kavuşdurmak için koşan bir kuvvetdir. Bu kuvvet, sapık kuvvetlerle 
karşılaşınca, mücâdele ederek, onları imhâ etmesi vazîfesidir) diyor. 
Müslimânları Dâr-ül-harbdeki kâfirlerle bir tutmakda, Allahü teâlânın necs, pis 
dediği küfrün yayılması, hürriyyete kavuşması için savaşmağı, vazîfe bilmekdedir. 
Fîsebîlillâh olan cihâdı böyle anlamakdadır. (Her çömlek, içinde olan şeyi 
sızdırır). Gülistândan gelen, gül kokar. Çöplükde yetişen Ebû Cehl karpuzu, 
elbet fenâ koku saçar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Çöplükde 
biten gülleri koklamayınız!) buyurdu. Dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmak 
istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumalıdır. Bu âlimler, 
ferdlere, âilelere ve cem’iyyetlere lâzım olan her bilgiyi kitâblarına 
yazmışlardır. Akllı olan, bu bilgileri arar, bulur. Câhil ve sapık olanlar, 
bulamaz, yok sanırlar. Ehl-i sünnetden ayrılanların Cehenneme gidecekleri, 
hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Allahü teâlâ, gençleri, sahte din adamlarının 
zararlarından, kitâblarından korusun! Âmîn.