MUKADDİME
Hamd alemlerin Rabbına
mahsustur. Alemlere rahmet olarak gönderilen, Nebilerin ve Rasullerin
en sonuncusu Muhammedü’l Emin’e, onun ehli beytine, sahabesine ve
en güzel bir şekilde ona tâbi olana; Kıyamete kadar sâlat ve
selam olsun.
“İslâm'a Davet” Adındaki
bu kitap, İslâmi sahada çok önemli bir yer teşkil eden ve hakkında bir
çok tez ileri sürülen bir konuda sahih çözümü göstermektedir.
Öyle ki bu konu bir çok dal ve budağı bulunan, ayrıntıları olan
çetin ve kolay olmayan hassas bir konudur. Selefimiz müçtehit imamlar
(Allah onlardan razı olsun) ibadet, muamelat, münakahat ve miras v.b.
konularda ayrı olarak bu mevzuyu ele almadılar. Onların
(r.a.)
“İslâm'a Davet” konusunda söyledikleri hep "emri bi'l maruf
ve nehyi ani'l münker" ve ferdi davet ekseni etrafında dönüp
dolaşıyordu. Zira onlar “İslâm Hilâfet'i”nin kaldırılacağını,
“İslâm Devleti”nin yıkılacağını, “İslâm şeriatı”nın
tatil edilip yürürlükten kaldırılacağını, “İslâm ülkesi”nin
dar'ül küfre dönüşeceğini asla ve asla tahayyül bile edememişlerdi.
Kaldı ki böyle biri şeyi düşünsünler bile ona hal çarelerini
ortaya koymayacaklardı. Çünkü müçtehitler vukuu bulması muhtemel
farazi hadiselere değil vukuu bulmuş olaylara çözüm ürettiler.
Bunun için biz onun yüzde
yüz kuşatıcı ve mükemmel olduğunu iddia etmesek de bu kitap sadece
ve sadece bu konuya hasredilmiş ve bir ölçüde çözüm göstermiştir.
Bunu yaparken de ister istemez bu konuda bireysel olsun veya kafirleri
taklid niteliğinde olsun belli başlı görüşler naklederek şer'i
metot ve usul ortaya konmuştur.
Bu kitap “İslâm'a Davet”
açısından ele alıp incelendiğinde İslâm'a davet konusunda neler
yapılacağı meselesinden çok bunların nasıl yapılacağı üzerinde
çokça durduğu görülecektir. Çünkü yapılacak şeylerin nasıl
yapılacağı meselesi bugün büyük bir ihtiyaç haline geldi. Neler
yapılması gerektiği meselesinden çok daha önem arz eder oldu. Bu
kitapta daha ziyade “İslâm Hilâfet sistemini ikame etmeye davet
keyfiyeti”ni anlatıyor. Çünkü bu yönü bugün İslâm'a davetin
bel kemiğini teşkil etmektedir. Zira İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı
şu şartların gölgesinde yapılan her İslâm'a davet ve İslâm
Devleti'ni kurmayı kendine eksen yapmayan her İslâm'a davet ameliyesi
cüz'i bir uğraş olup gerçek davetten inhiraptır, sapmadır.
Bugün gücünü “İslâm'a
Davet” konusunda yoğunlaştıran bu kitap; bu davetin nasıl
yapılacağını, özellikle “İslâm Hilâfet sistemini ikameye nasıl
davet edilir?” mevzusunu ele almaktadır. Bundan başka İslâm'ın
temel meseleleri olan ve fakat bu kitapta ancak kısa değinilebilen de
çok konu vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
İslâm'da saf ve duru
akidenin önemi pek büyüktür.
İslâm akidesinin esaslarının
zann veya zannı galibe dayanması caiz değildir. Kesin ve yakin
olmalıdır. Bu konuda taklit veya hurefa türü inançlara ve batıl
deccalımsı şahıslara tabi olmak asla caiz değildir.
Ancak akideyle ilgili
fikirlerde yani akidenin esaslarının ayrıntılarında zanna veya
zannı galibe uyulması caizdir. Şer'i hükümlerde olduğu gibi
bunlarda da taklid caizdir.
Şer'i hükümler; Kitap,
Sünnet, sahabe icması ve nasslarda şer'i illeti bildirilmiş olan
illete dayalı kıyas olmak üzere bu dört şer'i delil çıkar. Başka
hiç bir kaynaktan şer'i hüküm çıkmaz. Ayrıca şer'i delillerden
şer'i hüküm ancak ve ancak müçtehit alimler çıkarır. Mukallide düşen
de taklid ettiği müçtehidin istinbat ettiği görüşünü iyice
kavramaktır.
Müslüman kişiye farz olan
şeylerin hepsini yerine getirmek mümkün olmadığından şer'i
delille farziyeti daha kuvvetli olan amellere yönelmesi gerekir. hangi
vecibenin daha lazım ve farz olduğu şer'i bir delille tespit edilir.
kişi bunu aklına veya heva ve hevesine göre değil..
Diğer taraftan Müslümanlar
için tabii olan hal “İslâmi Hilâfet”in mevcut bulunduğu haldir.
Bu durumda dahil de İslâm davetini yüklenme, marufu emretme ve
münkerden sakındırma ve ülke içinde Müslüman olmayanları İslâm'a
davet etme şeklinde olur. Onu hariçte yüklenme ise gayri müslimleri
kesin bir delille dine davet etme ve gerekli gördüğünde halifenin
cihad ilan ederek İslâm’ı aleme taşıması şeklinde olacaktır.
Fakat Hilâfet'in mevcut olmadığı
ve Müslümanlar için tabii olmayan duruma gelince; bu durumda İslâm'a
daveti yüklenme bütün gücünü, olmayan halifeyi ikame etmeye
harcama şeklinde olur. İnsanları ıslah etme ameliyesi olan
"emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker" ve Müslüman
olmayanları dine davet işleri de devam eder. Ancak bunlar asgari
seviyede olur. Zira İslâm ülkesinde İslâm Devleti olmayıp da İslâm
şeriatı uygulanmadı mı dar'ül küfür olur. Islah ve iyileştirme
kafi ve yerinde değildir. Yapılacak iş kesin çözüm ve inkilabi değişikliklere
dönüşmüştür. Öyle ki küfür düzenini yıkıp İslâmi düzeni
kursun.
İslâm Hilâfeti’nin
olmadığı durumda İslâm'ın dış aleme taşınması meselesine
gelince, gayri müslimlerin İslâm'a davet edilmesi şeklinde ancak
olur. Ancak gayri İslâmi fikirlerin çürük ve düşüklüğünü
görmek üzere batıl fikirleri saldırmakla olur. Bununla beraber İslâm
ülkelerinin dışında yaşayan Müslümanların gayret ve güçleri
İslâm Raşidi Hilâfet Devleti kurmak için biriktirmeleri gereklidir.
Zaten büyük ihtimalle bu İslâm ülkelerinin birinde olacaktır.
“İslâm'a Davet”
konusunu işleyen her kitap, bununla alakalı temel hükümleri
çözüme kavuşturmayı kendine esas mesele yapacaktır. Bu temel hükümlerden
bazılarını örnek olsun diye sunuyoruz:
Hilâfet'i ikame etme çalışması
şu an için en son gayretle ve en son suretle yapılması gereken bir
farzı ayındır.
Hilâfet'i ikame çalışmasının
bir kitle tarafından örgütlü olarak yürütülmesi vaciptir.
Çünkü bu ferdi olarak yapılacak bir iş değildir.
Bu kitlenin yetkileri şeriatça
belirlenmiş kendisine itaat edilen bir emirin olması gerekir.
Bu kitle kadın ve erkek müslümanları
kapsamına almalıdır. Zira İslâm'a davet erkeğe de kadına da
farzdır.
Bu kitle organik bir bağla
birbirine bağlı olması lazım. Şu var ki bu kitlenin tek ve vaz geçilmez
bazı İslâmi akidesi ve İslâmi fikirleridir. Onları bir arada tutan
yalnızca İslâm akidesi ve fikirleridir.
Bu kitle şahıslara değil
de fikirlere tabi olması için her meseledeki fikirlerini ortaya koyup
kendisine lazım gelen hükümleri ve görüşleri benimseyip
oluşturmalıdır. Bu sayede ancak hedefini gerçekleştirebilir.
Bu kitle İslâm hilafetini
ikame etmek için vardır. Bu iş te siyasi bir iştir. Öyle ise bu
kitle siyasi bir kitle olması gerekmektedir.
Siyasi olarak çalışan bu
kitlenin işi fikirler bazındadır. Kuvvetle ilgili değildir. Zira bu
kitle ümmetin genel siyasi kanadından çıkan iradesi İslâm olunca,
ümmet vasıtasıyla yönetimi eline geçirmek durumundadır.
Bu kitlenin küfür
hükümleriyle hükmetmek üzere yönetime iştirak edip ortak olması
asala caiz değildir.
Bu kitlenin
mevcut yönetimden bir menfaat antlaşmasına girmesi caiz değildir.
Çünkü mevcut nizamlar küfür akidesine mebni kılınmıştır.
Ayrıca mevcut yönetimden mali destek v.b. konularda yardım istemek
asla caiz değildir. Zaten bu da karşılıklı rehin alma meselesine
girmektedir.
Bunun gibi “İslâm'a Davet”
mevzuunu ele alan kitap, bu davetin nasıl yapılması gerektiği
meselesi ile ilgili hükümleri de çözüme kavuşturmak durumundadır.
Şöyle ki:
a-) Ameli
Kaide: Gerçek şu ki hiç bir amel rastgele, ön hazırlıksız icra
edilmez. Bilakis her amelin öncesinde ona yön veren bir fikir devresi
vardır. Kaldı ki bu fikir de bir farazi olamaz. Mahsus bir vakıaya
dayanır. Diğer taraftan bu fikir bu amelle birlikte bu gayeyi tahakkuk
etmek içindir. Müslüman için gaye de amel de fikir de İslâm'dan
olması lazım gelmektedir. Nihai gayi Allah rızasıdır. Ki bu da İslâm
akidesine iman etme ameliyesi üzerine bina edilmiştir. Öyle ise
daveti yüklenen kişi aynı zamanda kendini Allah'a imanın verdiği
teşvik tahrik ve ölçü atmosferinde bulunur.
b-) Metot
ve uslubun arasını ayırmak: Hakikatte İslâm ahkamının eda ediliş
metodu Kıyamete kadar değişmez. Fakat usluplara gelince bunlar bir
takım mübah amellerdir ki daveti yüklenen şartlara ve durumlara münasib
olanı seçer.
c-) Siyasetin
vakıasını kavramak: Siyasi vakıayı kavramak şer'i hükümleri
kavramak kadar zaruri bir iştir. Çünkü şer'i hükmün tatbik
edilmesi için şer'i hükmün ve şer'i hüküm ile ilgili olduğu
durumun aynı derecede bilinmesini gerektirmektedir. Hükmün ilgili
olduğu durumdan maksat şer'i hükmü çözmek üzeri indiği
vakıadır. Bunun içindir ki eğer şer'i hükmü kavradığımız
halde hükmün ilgili olduğu hadiseye yabancı kalırsak şer'i hükmü
tatbik etmemiz mümkün olmaz. onu tatbik etmeye kalkışırsak hata
ederiz. Çünkü muhtemelen onun ilgili olmadığı vakıaya tatbik
edeceğiz. Öyle ise bir sistemi yıkıp o sistemin sahiplerinden
sultayı almak için çalışan kişinin mahalli bir tarzda değil
devlet ve bölgeler boyutunda siyasi vakıayı çok iyi bir şekilde
kavramış olma dirayetine sahip olmalıdır.
d-) Sultayı
ele alma ve Hilâfet'i ikame etme ameliyesi kuvvet ve sulta sahipleriyle
başlayıp biten bir hadise değildir: Zira bazıları bunu böyle
görmektedirler. Bilakis davetin en başta halk tarafından yüklenilmesi
gerekmektedir. Davetin halka yönelik devresi yoğun bir kültürlendirme
devresidir. Daveti yüklenenler bunu başarıyla tamamladıktan sonra küfürle
yüz yüze mücadele etme ve eylem dönemine girilmiş olur. Eğer
ümmetle birlikte küfürle yüz yüze mücadele etme devresi başarıyla
yürütülürken ve ümmetin genel siyasi anlayışından çıkan görüşleri
davet hareketinden yana ise işte bu durumda daveti yüklenen kitle
kuvvet ve sulta sahiplerinden nusret talep edebilirler.
e-)
Daveti yüklenen kitle, cemaat veya hiziplerin birden fazla olmaları
şer’an caizdir. Ancak bunların akide ve amelde İslâmi esaslar
üzerine kurulu olmaları her halükarda şarttır.
f-)
Birden
fazla İslâmi cemaat olduğunda bunların karşılıklı şer'i hükümlerin
açıkladığı şekil ve adab üzere ihtilaflarla yaklaşmaları
gerekir. sadece görüşüne muhalefet ettiği için Müslümanın
diğer bir Müslüman küfür ve fasıkla suçlaması caiz değildir.
Ancak bu ihtilafın şer'i hudutları dairesinde meydana gelmiş olması
şartı vardır. Kuvvetli veya zayıf şer'i bir delile dayanan veya
delile benzeyen bir delile dayanan her görüş şer'i bir görüştür.
O görüş veya sahipleri dışlanamaz. Bilakis zayıf delile veya delil
gibi görünen fakat hakikatte delil olmayan kişilere şöyle denilir:
Sizin görüşünüz hatalıdır veya en azından zayıftır. Bu
şekilde açık ve kesin delillerle en güzel bir tarzda onlarla tartışır.
Fakat hiç bir zayıf veya şüpheli delile (şibhi delil) dayanmayan
her görüş gayri İslâmi bir görüştür. Daha açıkça bir
ifadeyle küfrün görüşüdür. Böyle durumlarda bu görüşlere
saldırılır ve bu görüş sahipleri ayıplanır ve kınanır. Ne var
ki küfür fikirlerini taşıyan kişi her halükarda kâfir olduğu söylenemez.
g-) İslâm
şeriatını yürürlükten kaldıran ve buna zorlanmadıkları halde
İslâm şeriatının dışında kanunlar ve nizamlar ihdas edenler, oruç
tutup namaz kılıp haccetseler de çoğunlukta kafirdirler. Zira onlar
küfür hükümlerini İslâm şeriatına tercih etmişlerdir. Fakat
eğer bunlar İslâm şeriatının daha güzel olduğuna inanıyorlarsa
İslâm şeriatını uygulayacak usul ve bilgiden yoksan olduğu için
onları mukaveten geçici olarak yürürlükten kaldırsa, bu haliyle o
kâfir değil fasık olacaktır. Şu halde daveti yüklenen kişilerin
hatta hiç bir müslümanın susarak ta olsa bunlara karşı bir
memnuniyet ve rıza içinde olması onları desteklemesi asla caiz
değildir. Bunun gerekçesi şu hadisi şeriftir:
“Sizden kim bir münker
görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle
düzeltsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle ona
karşı buğuz beslesin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.”
Diğer taraftan “İslâm'a
Davet” adlı bu kitapta Rasul (s.a.v.)’e
İslâm'a davet hususunda uyulması gerektiği ayrıca bu uyulacak
işlerin nasıl değerlendirildiğinin açıklanması amaç edinmiştir.
Şöyle ki:
Rasul (s.a.v.)
İslâm'a girmeleri için kafirleri davet ediyordu. Fakat biz çoğu
defa müslümanları İslâm'ın gereklerini yerine getirmeye davet
ediyoruz.
Rasul (s.a.v.)
İslâm'a davet ederken şer'i hükümlerin inişi tamamlanmamıştı.
Fakat bizim için bütün şer'i hükümler inmiş durumda. Bu demektir
ki Rasul (s.a.v.)’in Mekke'de iken muhatap
olmadığı hükümler şu anda mevcuttur. Zira onlar inmemişti. Fakat
biz şu anda onlara muhatabız ve onlarla amel etme durumundayız.
Ayrıca Rasul (s.a.v.)’in kendisiyle amel
ettiği ve neshedildikleri için onunla amel etmemizin söz konusu
olamayacağı hükümler de vardır. Meselâ; savaş Mekke'de caiz
değildi. Fakat şu anda savaşmak meşrudur. Çünkü savunma savaşı
sadece halifenin bulunduğu duruma bağlanmadığı için İslâm
Devleti'nin mevcut olmadığı şu anda bile yapılması vaciptir.
Diğer taraftan İslâm'a daveti yüklenme ameliyesi Mekke'de sadece
Rasul (s.a.v.)’e vacip idi. Sahabe için
mendup durumundaydı. Zira nisa biatında neler üzerine biat ettikleri
malumdur. Bu durum bu hal üzere Evs ve Hazreç kabilelerin İkinci
Akabe biatına kadar devam etti. İşti İkinci Akabe biatından beri
İslâm'a davet işini yüklenmek sadece Rasul (s.a.v.)’e
değil bütün müslümanlara vacip oldu. Neshedilen bazı hükümlere
gelince Meselâ; Mekke'ni fethine kadar hicret etmek vacip sayıldı.
Fakat Mekke'ni fethinden sonra hicret vacip sayılmadı.
Buna göre ortaya çıkan
netice şudur ki; Mekke dönemine ait işler veya Medine dönemine ait işler
dendiğinde bundan maksat şu olmalıdır: Demek ki ferdin bireysel
durumuyla ilgili amelleri vardır. Bir de yönetici (halife) ile bağlantılı
ameller vardır. Diğer bir ifadeyle yöneticiye özel onun yetkisinde
ve onun mevcudiyetine bağlanmış kişilerin veya fertlerin icra ve
infaz edemeyeceği ameller vardır. Meselâ; hadlerin uygulanması veya
fetih amacıyla savaşın ilan edilmesi veya barışın akdedilmesi v.b.
durumlar halifenin tasarrufundadır. Bundan başka diğer bir takım
ameller de vardır ki onlar ferde bağlı kılınmıştır. Bunlar
ibadet, ahlâk, giyecek, yiyecek, içecek ve muamelat v.b. şeylerdir ki
fert, ülkenin dar'ül İslâm veya dar'ül küfür olmasına
bakmaksızın onlarla amel etme durumundadır. Yine bir takım ameller
de vardır ki fertlerde veya halifede onlarla amel edebilir. Meselâ;
bir cami inşa etmek veya marufu emretmek münkerden sakındırmak ya da
delil ve hüccet göstererek İslâm davetini yüklenmek v.b. işler.
İş, mahdut bir gayeyi gerçekleştirme
meselesine yani İslâm Hilâfet'i’ni ikame etme gibi bir somut mahdut
gaye ortada olunca İslâm'a daveti yüklenen kişinin karşı karşıya
kaldığı bir sorun kendini gösterir. Şeyle ki: Bir gayenin gerçekleşmesi
için on veya yirmi sene gibi mahdut bir süre var mıdır, yoksa onun
mahdut bir süresi yok mudur? Bu soruda iki ayrıntı karşımıza çıkmaktadır.
Birincisi:
Bu işin tabiatı yani ümmetin akidesi ve şeriatı esası üzerine
devlet kurma ameliyesi birden fazla üç veya daha çok akideye mi
muhtaçtır? Zira adı geçen kitle futuhat tarzıyla çalışmıyor.
Bilakis bu kitle bağlı bulunduğu şeriatın gereğini icra etme
durumundadır. Öyle ki bu şer'i hükümlerin tabiatının
gerektirdiği süre içinde gayesini gerçekleştirecektir. Aksi
takdirde adı geçen kitle yolundan sapmış şaşkın bir duruma düşmüş
olur.
İkincisi: Kitle yapmak için
uğraştığını başaramadığında ve makbul bir süre içerisinde
gayesini gerçekleştiremediğinde bu söz konusu kitlenin programının
bir kısmında hataya düştüğüne ve programını tekrar gözden
geçirmesi ve hatta değiştirmesi gerektiğine delalet eder mi? Veya bu
kitlenin ihlas ile hareket ettiğini gösterir mi? İhlaslı hareket
etmediği ve dolayısıyla Allah'ın yardımının kendilerine
ulaşmadığı manası çıkarılabilir mi? “İslâm'a Davet”
içerilikli olan her kitabın bu sorulara cevap vermesi muhakkak surette
gereklidir.
Ayrıca “İslâm'a Davet”
adlı bu kitapta aşağıda örnekleri verilmiş olduğu üzere bir takım
sorulara cevap verilmiş, bir takım şüpheler bertaraf edilerek
mefhumlarla ilgili bazı yanlış anlayışlar giderilerek doğru ve
sahih kavrayış göstermiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
a-) Meselâ
Allahu Teâla'nın; “Ey iman
edenler! Siz kendinizden sorumlusunuz. Siz hidayete ermişken sapmış
olanlar size bir zarar veremezler.”
şeklindeki
kavli kerimini yanlış anlayanlar olmuştur. Zannetmişlerdir ki Müslüman
sadece kendisinden ve ailesinden sorumludur. İslâm'ı diğer insanlara
götürmek üzere onu yüklenmekten sorumlu olmadığı şeklinde
kanaata vardılar.
b-) Yine
şu hadisi şerifi de hatalı bir kavrayışla ele aldılar:
Mümine kendisini takat
getiremeyeceği belalara atarak telef etmesi gerekmez.”
Bu hadisi
şeriften kişinin kendisinin hepsine veya görevinden atılmasına
sebep olacak ya da hakim olan zalimlerin eziyetine maruz kalmasını
netice verecek v.b. maksatlı işlere girişmesinin yanlış olacağı
kanaatına vardılar. Bunun için karşısında adı geçen
müeyyideleri bulduğunda gerekirse İslâm'a davetten vaz geçmesi
gerektiğini savundular. Hatta zalimlerin dediklerini bile
yapabileceğini ileri sürdüler.
c-) Diğer
taraftan Huzeyfe b. Yemane’nin Rasul (s.a.v.)’den
rivayet ettiği şu hadis de yanlış bir şekilde anlaşıldı. Hadiste
şöyle bir ifade geçmektedir: “...Ben
dedim ki, Müslümanların ne bir cemaatı ve ne de imamları yok ne
yapayım? Dedi ki: "Ağaç kökleriyle
beslensen de ölüm sana ulaşıncaya kadar bütün bu batıl
fırkalardan ayrıl ve tek başına kal.”
Bu
hadisi şeriften şu neticeyi çıkardılar: Müslümanların
halifesinin bulunmadığı durumda vacip olan Hilâfet'i ikame etmek değil,
bilakis vacip olan, ölüme kadar fırkalardan ayrılıp tek başına
kalmaktır.
d-) Şu
hadisi şerifi de yanlış değerlendirdiler:
“Öyle yıllar ve günler
gelip çatacaktır ki siz Rabbınıza kavuşuncaya kadar şerr şerri
takip edecektir.”
Bu hadisi yanlış kavrayarak ümitsizliğe veya
ye’se düştüler. Bir şey yapmalarının gereksizliğine karar verip
oturup beklemeye başladılar. Kaldı ki bu hadis onlara bu hakkı
vermiyordu.
e-) Yine
bazıları çıkıp dediler ki; mevcut vakıayı iyi yönde değiştirmek
Mehdi (a.s)’ın işidir. Bizim işimiz değildir. Bu anlayış ta bir
şey yapmadan oturmalarına netice verdi.
İşte bu kitap, mukaddimede
değinilen bütün bu mevzularda sahih ve doğru çözüm
göstermektedir. Bu kitap bununla da kalmıyor, daha bir çok konuda doğru
kavramayı sunmaktadır. Muhakkak ki kusur ve eksiği vardır. Zira
kusur ve noksanlıktan beri olan yalnızca Allah sübhanehu Teâla'dır.
Umarım ki Allah'ın yardımıyla İkinci Baskısı daha yeterli ve daha
mükemmel olacaktır. Bu kitabı Müslümanlar için faydalı ve
yararlı kılmasını, yazarını en güzel bir şekilde mükafatlandırmasını
Allah'tan niyaz ediyorum.
Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e
ve onun ehli beytine ve sahabesine ve onun getirdiği hidayetle doğru
yolu bulana Kıyamete kadar salat ve selam olsun. Hamd alemlerin Rabbı
olan Allah’a mahsustur.
Siyaset Dergisi
|