Farklı Olan Şeylerin
Arasını Bulmak
Şeriat birbirinden farklı
olduğu halde arasını bulup aklî kıyasın kabul ve idrak
edilmeyeceği bir şekilde aynı hükmü verdiği şeyler de pek
çoktur. Toprak kirletici, su temizleyici olmasına rağmen şeriat
temizlik hususunda ikisinin arasını bulup ikisinin de temizleyici
olduğuna hükmetmiştir. Altın ve buğdayın birbirinden farklı
şeyler olmasına rağmen faizi buğday hakkında da haram
kılmıştır. Vakıaları farklı olduğu halde mürtede ve evli olduğu
halde zina edene ölüm cezasını takdir etmiştir. Dinleri farklı
olmasına rağmen Müslümanın da zımminin de kanını haram sayıp
korumuştur. Durumları farklı olduğu halde namuslu kadına zina
iftirasında bulunana da içki içene de aynı cezayı takdir ederek
seksen sopanın vurulmasına hükmetmiştir. v.b.
Görüldüğü gibi vakıaları
birbirinden farklı olduğu apaçık görünen ve aralarını bulacak hiç
bir beraberliğe sahip olmayan daha bir çok hususta aynı hükmü vermiştir.
Eğer bu hususları aklın kıyas yapmasına terk etseydi farklı hükümlerin
verilmesine sebep olacaktı. Çünkü vakıaları muhtelif olduğunda
akıl aynı hükümler vermeye muktedir olamaz. İşte bu, aklî kıyas
metodunun bozukluğuna açık bir delildir.
Unutulmamalıdır ki şeriat,
aklen kavranılması mümkün olmayan konularda hükümler koymuştur.
Şeriat, birer alış-veriş olmaları bakımından aralarında fark
olmadığı halde alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.
Katil, zinadan daha ağır bir suç olmasına rağmen zina için dört,
katil için iki şahit şart koşulmuştur. Vasiyet hususunda kafirin
şahadetiyle iktifa ederken, talaktan dönme hususunda şahidin Müslüman
olmasını şart koşmuştur. İnsanı cezbedecek şekilde güzel olmasa
da hatta çirkin olsa da bir Müslüman kadının saçlarını ve süslerini
göstermesi haram kılınmışken ve Müslüman kadınlar, hür olmaları
itibariyle erkeklerin gözlerini onlara bakmaktan alıkoymalarını
emrederken, aynı hükmü köle olan kadınlar hakkında vermemiştir.
Hatta köle olan kadınlar daha güzel ve çekici olsalar da. Ayrıca içi
dışından daha bir önceliğe sahip olsa da mestin dışını
meshetmeyi vacip kılmıştır. Nitekim efendimiz Ali (
r.a.)
da bu hususta şöyle demiştir: "Eğer din kıyasa (yani aklî
kıyasa) dayansaydı, mestin içini meshetmek dışını meshetmekten
daha doğru olurdu."
Bu durum, meşhur şair Ebü'l
Ala el-Ma'ri'nin şu şiiri söylemesine neden olmuştur:
Bir elin diyeti beş yüz altınsa,
Çeyrek dinar için neden
kesilsin!
Yani bir kişi haksız yere
birinin elini keserse kendisinden diyet olarak beş yüz dinar
istenmekteyse, neden sadece çeyrek dinar çaldığında kesilsin! Adı
geçen kişi çeyrek dinar çalmaktan dolayı bir elin kesilmesini
yanlış bulup ayıplamaktadır. Aklın verdiği hükümle şeriatın hükmünü
ayıplamaktadır. Tıpkı bunun gibi eğer şeriatın genel
prensiplerinden veya nasların dış görünümünden kıyasa esas
olacak illet çıkarılıp kıyasa gidilirse ya da sırf iki hüküm
birbirine benziyor diye aralarında bir kıyasın mevcudiyeti aranırsa;
Allah'ın mübah kıldığı bir çok şeyi haram, haram kıldığı bir
çok şeyi de helâl kılınması neticesi kaçınılmaz olur. Bunun içindir
ki şeriatın karar kıldığı şekilden başka kıyasa gidilmesi caiz
değildir. Yani kıyasa esas olacak illetin muhakkak surette nasda geçmesi
gerekir. Nasda geçmeyen bir illet icad edilerek yapılacak olan kıyas
şer’î kıyas değildir. Bir illet bildirmeyen nas kıyasta
kullanılmaz. Eğer nas bir şer’î hükmü bir illete bağlı olmadan
vermiş ise onda illet aranmaz. Akıl ile bir illeti takdir etme yoluna
gidilmez. Zira nas bir illeti zikredip tayin etmemiştir. Bundan dolayı
fakihler illetin ancak nasta aranabileceğini belirtmişlerdir. Şöyle
demişlerdir: "İllet bazen nasın kendisi olur, illeti apaçık gösterir.
Bazen de nas delalet yoluyla illeti gösterir. Bazen de nastan cehd ve
gayretle, bazen de kıyasla bulunur, çıkarılır." Ama her halükarda
nasda aranır. Bu konuda usul kitaplarına müracaat edilsin.
Diğer taraftan Rasul (
s.a.v.)
kıyasa olur verdiğinde, onun nevini de tayin edip çerçevesini çizmiştir.
Ahmed b. Hanbel ve Nesei, Abdullah b. Zübeyr'den şu hadisi rivayet
ederler:
“Hasam'dan biri
Rasul (s.a.v.)’e gelip şöyle dedi: “Babam
çok yaşlı olduğu halde Müslüman oldu. Haccetmek kendisine farzdır.
Ancak yolculuk yapacak güçte değil. Ben onun yerine haccedebilir
miyim?” Rasul (s.a.v.) ona: Sen
babanın en büyük oğlu musun? Adam. Evet dedi.
Rasul (s.a.v.) ona: Babanın bir borcu olsa da
yerine sen ödesen, borcu ödenmiş olur mu? Adam: Evet
dedi. Rasul (s.a.v.) de: Öyle ise onun yerine
haccetmen hacc farizasını ondan giderir.”
Görüldüğü üzere hac bir
ibadettir. Borcun ödenmesi ise bir muameledir, bir münasebettir. Her
biri diğerinden farklıdır. Her biri bir borç olması bakımından
birinin yerine haccetmek onun borcunu ödemekle bir tutulmuştur.
Evladın babasının yerine haccetmesi onun yerine borcunu ödemesiyle kıyaslanmıştır.
Nihayet i
kisinde de borcun ödenmesi söz konusudur. Rasul
(s.a.v.) ödemelerin vacip olması hususunda
Allah'ın borcunu kulun borcuna ilhak etmiştir. Eğer Rasul (s.a.v.)
bunu böyle teşri kılmasaydı, akıl buna güç yetiremezdi.
Hükümlerin illetleri
hükümlerin niçin vazedildiğini açıklayan
delillerdir. Bu da bulunduğu yerde illete tabi olmayı gerektirir.
İşte kıyas budur. Rasul (s.a.v.) kedi
hakkında,
“O necis değildir” dediğinde
ardından illetini yani neden necis olmadığını beyan etmek için, “Onlar
aranızda dolaşıp dururlar”
diye buyurmuştur. Binaenaleyh
bir delil ile istisna edilmeyen insanlar arasında dolaşıp duran her
hayvan necis olmamaktadır. Yine Rasul (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
“Gözün kayıp
bakmasından dolayı, izin istemek şart olmuştur.”
Yani
herhangi bir eve girdiğinde Müslümanın izin istemesi gereklidir.
Çünkü evin dokunulmazlık ve mahremiyeti vardır. İnsanın tesettürsüz
durabileceği bir yer olarak değerlendirilmiştir. İzin istemek
kanunlaştırılmıştır ki göz fırsat bulup mahrem olana bakmasın.
Rasul (s.a.v.)'in: "Gözün kayıp
bakmasından dolayı" şeklindeki ifadesi izin istemenin vacip
oluşunun sebebidir, yani illetidir. Öyleyse Müslüman kendi evine
girdiğinde izin istemesine ihtiyaç yoktur. Çünkü illet ortadan
kalktığında hüküm de ortadan kalkmıştır. Ancak eğer beraberinde
misafir varsa veya buna benzer hallerde durum değişir. İllet ne zaman
geri dönerse hüküm de beraberinde geri döner. Bunun içindir ki varlığı
ve yokluğu hususunda hüküm illete ilhak olmuştur.
İşte bunun içindir ki kıyas
gerçekten çok ince bir iştir. Kıyasın ancak nasları, hükümleri
ve hadiseleri anlayan akıl sahipleri için olgunun bilinmesi gerekir.
Arzuladığı ve canının istediği gibi kıyas yapmak her insanın
yapacağı bir iş değildir. Allah'ın kendilerine basiret ve kuvvet
anlayışı verenler içindir. Yoksa kıyas, yıkıcı ve haktan
uzaklaştırıcı bir araç olur. Bu hususta Şafi (r.aleyh)
şöyle demiştir: "Arapçayı, geçmiş ulemanın
ictihadlarını ve Sünneti tam kavrayıp alim olana kadar kişiye
kıyas yapmak düşmez. Ayrıca müteşahibin arasını ayıracak sahih
bir akla sahip olmalı. İçtihat etmede acele etmemeli. Kendisinden
farklı ictihatta bulunanları dinlemekten geri durmamalı. Zira bu,
çoğu defa gafletten uyandırıp, dağınıklıktan kurtarıp onu
doğruya ulaştırır."
Gerçek şu
ki kıyası kullanmak için pek ince bir kavrayışa ihtiyaç vardır. Hüküm
çıkarmak için kıyası kullanmak, müçtehit olandan başkasına caiz
değildir.
Buraya kadar
anlattıklarımız ancak cahiliye hükümleriyle iştirak edebileceğini
savunanların sözlerini, kullandıkları delilleri ve bu delillerin
konuya münasip olmadıklarını açıklayan şeyleri anlatıp durduk.
Şimdi de İslâm'ın bu konu hakkında içtihadı gerçekleştirmeyecek
şekilde manaya delaleti kati naslarla neler ifade ettiğine bir
bakacağız!
Şüphe yok ki şeriat akide
noktasında Allah'ın birliğine iman ve kullukta O'nu birlemek esası
üzerine kuruludur. (Lailâhe) "hiç bir ilâh
yoktur" demek, Allah dışında tapınacak
ibadet edilecek ve kanun koyucu olarak kabul edilecek her şeyin inkâr
edilmesi demektir. (İllallah) "ancak Allah vardır" sözüyle
de, ibadet edilecek ve kanun koyucu olarak kabul edilecek olanın sadece
ve sadece tek başına Allah olduğu tespit edilmiş olmaktadır. O ilâh
edinilmeye ve kanun koyucu olarak kabul edilmeye müstahak tek varlıktır.
Rasul (s.a.v.) O'na nasıl ibadet etmiş ise
öyle ibadet edilir. O'na nasıl boyun eğmiş ise öyle boyun eğilir.
O'nu nasıl noksan sıfatlardan tenzih etmiş ise öyle yapılır.
İşte tıpkı bunlar gibi Rasul (s.a.v.)
O'nun şeriatını hangi metot üzere anlamış ise şer’î hükümler
öyle anlaşılır. Buraya kadar yapılan açıklama iki şahadetten
yarısının ifade ettiği manadır. Zira ikrar ettiğimiz ikinci
şahadet kelimesinin ikinci yarısı (Muhammedün
Rasulullah) "Muhammed Allah'ın Rasulüdür"
ifadesidir. Yani şeriatı anlamada ve onu tatbik etmede bağlayıcı
bir nitelikte kendisine uyulacak olan sadece Rasul (s.a.v.)'dir.
Hatta fıkhın usul ve
kaideleri dahi vahyin kaynaklarından çıkarılmalıdır. Bu, vahyin
dışında bir mercinin hüküm koyucu konumuna gelmemesi içindir.
Şeriata, ondan olmayan hiç bir şeyin girmemesi için Kitap ve
Sünnetten çıkarılmış sağlam usul kaideleri ile nasların
anlaşılmasına çalışılması vaciptir. Bunun için de her şeyden
önce sadece ve sadece Allah'ın hüküm koyucu olduğu kabul
edilmelidir. Çünkü hüküm ancak ve ancak Allah'a aittir. Şer'i hükümden
önce veya şer’î hükmün dışında hüküm olmaz ve olamaz.
Bunlar böyle kararlaştırıldıktan
hemen sonra kulluğun sadece Allah'a ait kılınmasının yalnızca O'na
boyun eğilmesinin, O'nun dışında kanun koyucu bir kudretin
reddedilmesinin şeklini gerçekleştirmek için fıkıh devreye girer.
Böylece hükmeden sadece O'nun şeriatı olur.
Kâfir yönetimlere ortak
olmak, insanların koyduğu yasalarla Allah'ın koyduğu yasaların
beraber bulunabileceğini kabullenmektir. Bu da İslâm şeriatından hüküm
çıkarmanın yanı sıra şeriatın dışındaki kaynaklardan da hüküm
çıkarmayı kabullenme sonucunu verecektir. Böylece birden çok
hüküm kaynağı kabul edilmiş olur. Hak mabudun bir tek olması ve
bunun bir gereği olarak açık olsun gizli olsun Allah'a kulluğun
vahdaniyeti nerede kaldı?
Allah'a ortak koşmanın caiz
olmaması hüküm koyma hususunda da ortak olmamayı gerektirir.
İşte bu noktada şeriatın
cahiliye yönetimine ortak olmanın, onlara iştirak etmenin asla caiz
olmadığını açıkça ortaya koyduğunu görmekteyiz.
Rasul (s.a.v.)'in
hayatı, vakıanın etkisinden uzak köklü bir değişimin gerekli
olduğuna en ufak bir şüpheye meydan vermeyecek şekilde delalet
etmektedir. İstenilen değişimin meydana gelmesi için vakıaya tesir
eden bir çalışma yapmak lazımdır. Nitekim Rasul (s.a.v.)
davetinde Mekke kâfirlerinin de bulunduğu şirk olgusuna riayet
etmedi. Onların örf ve adetleri onu engellemedi. İnsanların onun
davetini kabul veya reddetmeleri ile ilgili bir hesabı yoktu. İşlerin
idaresini elinde tutanlarla içli dışlı olmadı. Halbuki Rasul (s.a.v.)
ve daveti pek zor bir vaziyette idi. İslâm'ın bütününü özünde
taşıyan ve ondan olmayan her şeyi reddeden (Lailâhe illallah
Muhammedun Rasulullah) sözünü söyleyerek hicret etti. Bundan dolayı
Ebu Cehil ve Mekke'nin ileri gelenleri İslâm’ı reddediyorlardı.
Rasul (s.a.v.) bu esaslı manasına binaen;
beyazı, siyahı, arabı, acemi, hür olanı, köleyi, fakiri, zengini,
müşriki ve ehli kitabı davet ediyordu. Onu kabul veya reddetmelerine
bakmaksızın davetine devam ediyordu. Taptıkları ilâhların iç
yüzünü ortaya koymakla işe başladı. Bunun üzerine düşmanca onu
reddettiler. Bununla da kalmayıp sen bizim iktidarımıza karışıp
putlarımıza dil uzatma, biz de sana karışmayalım diye pazarlık
teklif ettiler. İstediler ki Rasul (s.a.v.)
onlara dokunmasın, onlara yumuşak davransın, onlar da Rasule yumuşak
davransınlar. Rasul (s.a.v.) onların bu
tekliflerini kabul etmedi. Şiddetli baskılarına ve daveti kabul
eden sahabelere eziyet ve işkence etmelerine rağmen
davette sabır ve metanet gösterdi. Mü'minler de onunla beraber
büyük bir sabır gösterdiler. İşte gösterilen bu sabır ve metanet
davalarında ve sözlerinde dosdoğru olduklarının en kuşatıcı
deliliydi. Hatta Beni Sa'sa'a kabilesinden nusret talep ettiğinde onlar
kendisinden sonra yönetimin kendilerine geçme şartıyla dine nusret
vereceklerini söylediler. Rasul (s.a.v.)
onların bu şartlı kabullerini reddetti. Kaldı ki davetin en çetin
zamanlarıydı. Geçici bir müddetle de olsa onlardan istifa etme
yoluna gitmedi. Aksine o gün onlar için bugün de bizim için öğretici
ve eğitici ve yol gösterici şu kadri yüce sözü söyledi:
“Emir Allah’ındır, onu
dilediği yere verir.”
Bununla şunu demek
istiyordu: Emirlik ancak ve ancak Allah'a aittir. Allah emrinde kimseyi
ortak kabul etmez. Allah onu dilediği kimseye verir. Rasul (s.a.v.)
davet süresi boyunca Allah'ın emrine uygun hareket etmekten ve fikir
kuvvetinden başka bir şeye dayanıp itimat etmedi. Ona kucak açacak,
onu bağrına basacak ve ona nusret verecek olanların akıllarını ve
gönüllerini İslâm’a açtıktan sonra davet hedeflerini gerçekleştirecek
İslâm Devleti'ni kurmaya muvaffak oldu. Allah'ın tevfik ve inayeti geçmişte
olduğu gibi bugün de kendisine kayıtsız şartsız güvenen ve ondan
yardım dileyen, fikri arı ve duru anlayışların, saf ve temiz,
metodun dosdoğru, yetki ve tasarrufların sahih olmasının üzerine
titreyenlerle beraber olacaktır.
Allah indirdiği hükümlerin
dışındaki hükümlerle hükmetme konusunun sonuna gelmişken şimdi
de günümüzde mevcut olan sistemlerin yönetim mekanizmalarının
vakıasını ve ona ortak olmanın hangi hal üzere gerçekleştiğini göstereceğiz.
Ardından bu yola başvurmanın haram olduğunu belirten, bu yolu takip
etmek için her türlü bahaneyi ve tevili ortadan kaldıran delaleti
kati ayetleri ve hadisleri sunacağız.
Her devletin anayasasının
esaslı ve köklü muayyen bir fikir üzerine kaim olması gerekir. Bu
esaslı fikir, demokrasi de olabilir İslâm da olabilir. Ancak üzerine
kurulu oldukları temel fikirden fışkırmayan hiç bir hükmü
kabul etmezler.
Demokratik sistemlerde
anayasa hükümlerinin "hakimiyet milletindir" şeklindeki
temel esasla tam bir uyum içerisinde olması gerekir. Yani millet,
meclis yoluyla kanunları bizzat kendisi çıkarır. Zira Millet Meclisi
yasama için seçilmiştir. Bunun için bu meclise "Millet
Meclisi" adı verilmiştir. Yürütme mekanizması, hükümleri
icra ve infaz sahasına koyarken millet adına yasamayı yapan
mekanizmanın koyduğu hükümleri icra ve infaz sahasına koymuş
olmaktadır. Milletin iradesiyle hükmetmekle kayıtlı kalmanın
muhafazası için millet meclisine hükümetlere güven oyu verme veya
vermeme salahiyeti verilmiştir. Ayrıca hükümetin icraatlarını
denetleme, gensoru verme ve gerektiğinde güvensizlik oyu vererek
hükümeti düşürme yetkisi de verilmiştir. Hatta anayasanın
dışına çıktığında bir bakan hakkında gensoru verme salahiyeti
Millet Meclisine verilmiştir.
Bu açıdan hükümetten
hangi icraat çıkarsa onun esası İslâm değil demokrasidir. Geçmiş
konularda açıkladığımız gibi İslâm, ruhi yönü olmayan
icraatlar üzerine bina edilmez. Zira İslâm Allah'a iman esası
üzerine kuruludur.
Her sistem gibi demokratik
nizamın da tek bir temel üzerine kurulu rukünleri, uygulamak istediği
tek siyasetleri ve tüm bakanlıklar arac˝lığı ile uygulamaya
çalıştıkları politikaları vardır. Her bir bakanın siyaset ve
icraatının diğer bakanlarla bir insicam içerisinde olması gerekir.
Zira bu siyaset ve icraat ameliyesi bütün bir hükümete aittir. Temel
fikirden çıkan muayyen bir anayasanın ışığı altında partinin
başkanı/başbakanı tarafından belirlenen bu siyasette müslüman bir
bakanın oyu, tüm oylar arasında tek oy olarak sayılmaz. Bunlar, bu
işin kanunlarla ilintili olan yönüdür. İşin uygulama kısmı Müslüman
bakana farklı bir şey yapma fırsatını vermemesi bakımından daha
da sıkıntılıdır. Herhangi bir kimse bakan olarak seçildiğinde, söz
konusu ülkenin başkanı ve ortağı tarafından yazılı hale
getirilerek resmileştirilmiş bir siyasetle karşı karşıya kalır.
Ya önüne konulan resmi siyaset ve icraatı yürütmek üzere bakanlığı
yüklenir, ya da bunları reddederek bakan olarak kalmasına son
verilir. Bu iki şık arasından birini tercih etmek kaçınılmaz olur.
Diğer taraftan bakanların
sorumluluğu kollektif bir sorumluluktur. Yani hükümet yazıya geçirmek
suretiyle resmileştirdiği siyasetini, icraat safhasına koymak
istediğinde çoğunluğun görüşü çerçevesinde bir takım
bağlayıcı kararlar alır. Bu, her bakanın diğer bakanların
işlerine müdahale edebileceği ve bir bakanlıkla ilgili kararlarda
eli olduğu anlamına gelmektedir. Zira herhangi bir bakana ait bir
işle ilgili kararlar aldığında diğer bakanlar oylarıyla müdahale
halindedirler. Dolayısıyla Müslüman bakan sadece kendi alanında
olup bitenden değil, her alanda olup bitenden sorumludur. Bunun içindir
ki kapalı kapılar ardında İslâm’a muhalif alınan kararların
aleyhine görüş bildirse de, dışarıda ve insanların önünde
hükümetin icraatını savunmak mecburiyetindedir. Burada bazen; Müslüman
bakanların İslâm’a muhalif ve İslâm dışı icraatlara karşı çıkıp
engelleyecekleri tasavvur edilir. Bu ve benzer tasavvurlar ve bu
nitelikteki sözler düşüncelerinin ne kadar yüzeysel olduğunu gösterir.
Milletvekilleri zaten bakanlardan farklıdır. Milletvekillerinin
kanunların tatbiki bakımından bir etkinlikleri yoktur. Sadece
kendilerini seçenleri temsil ederler. Demokratik sistemde müslümanları
temsil ettikleri gibi kapitalist sistemde solcuları temsil eden
milletvekilleri de olurlar. Bakanın durumu böyle değildir. Bakan olan
kimse hükümete muhalefet ederse bu tavrı onu dışarıda bırakır.
Zira demokratik metotla icraat yapan hükümete ya da demokratik
yönetime karşı çıkan kişi dışarıda kalır, hükümete katılamaz.
Bir yanlışlık sonucu katılırsa ısrarla dışarı atılır.
Çünkü hükümetler muayyen icraatları yapmak için gelirler.
Hükümetler çelişkiler yumağı değildirler. Kim onlara muarız
tavır ve tutum takınırsa başbakan veya başkan tarafından hükümetten
ihraç edilmesi talep edilir. Milletvekili olmasından dolayı kendisine
verilen güvenoyu ve dokunulmazlığı ondan kaldırılır. O böyle tek
başına kalırken hükümet yoluna devam eder.
Burada söylemek
gerekir ki Müslüman bir bakan yönetime ortak olmayı kabul etmekle
ülkede mevcut olan anayasayı ve anayasanın üzerine kurulu olduğu
temel esası, ideolojiyi, temel felsefeyi kabul etmiş olmaktadır.
Bunun için yukarıda söz konusu ettiğimiz "karşı çıkmak"tan
maksat, esastan karşı çıkmak değildir. Bu ifade sistem içinde
kalarak icraatlara karşı durmak anlamına gelmektedir. Bu durum,
sistemin temelindeki her şeyi kabul ederek detaylarda kalan bir takım
şeylere muhalefet edilebildiğine delalet etmektedir.
Diğer taraftan her
bakanlıkla ilgili icra etmek üzere alınan kararlar üç kişinin
muvafakatı ve oluru alınmadan yürümez. Bunlar ilgili bakan, başbakan
ve devlet bakanıdırlar. Bu demektir ki Müslüman bakan kendi alanında
istediği kararları uygulayacak ve istediği uygulamalara son verecek
şekilde serbest değildir.
Bunları biraz daha açıklayalım:
- Söz konusu hükümetin
hükmettiği kanunlar, temeli Allah'a iman olan ruhi esaslar üzerine
kaim değildirler. Aksine yasamanın Allah'a değil de millete ait
olduğu demokrasi temeli üzerine kuruludurlar.
- Şüphesiz hükümetler
anayasada yazılı bulunan hükümleri yürüten gücün ta kendisidir.
Hükümetler başbakanlarıyla, bakanlarıyla teker teker bunun için
vardırlar. Hiç birine anayasaya aykırı düşme hakkı
verilmemiştir. Aksine onun dışına çıkmamaya büyük önem
verirler.
- Müslüman bakan dahil
olmak üzere her bir bakan kendi bakanlığına ait işleri yürütme
siyasetini kendi başına oluşturamaz. Aksine başbakan dahil bütün
bakanlar, bir bütün olarak devlet tarafından resmileştirilmiş
siyaset ile işleri yürütürler.
- Bütün bakanlar
hükümetlerden sadır olan her karar ve işten sorumludurlar. Çünkü
yasalar bakanlara toplu ve kollektif bir sorumluluk yüklemektedir.
Kısacası demokratik
sistemin toplu ve kollektif bir mesuliyet vermesi hiç bir bakanın
kendini bu sorumluluktan kurtarmasına veya kendi başına hareket
etmesine imkan tanımamaktadır. İşte demokratik hükümetlerin vakıası
budur. Bir çok ayeti kerime Müslümanın bu nevi hükümetlere iştirakini
kati ifadelerle haram kılmaktadır. Şöyle ki
:
- Allah sübhanehu ve Teâla,
kanunların kendisinden çıktığı temel esas gibi hükmün de Allah'a
ait olmasını farz kılmaktadır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Rabbine and olsun
ki aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem tayin etmedikçe ve
senin verdiğin hükme karşı nefislerinde hiç bir sıkıntı
duymaksızın teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”
Yine
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Allah ve Rasulü bir iş
hususunda hüküm verince artık mü'min kadın ve erkeğin seçme hakkı
kalmaz.”
- Allahu Teâla; “Allah'a
itaat edin, Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.”
buyurarak
yöneticinin Müslüman olmasını farz kılmıştır.
-
Ayrıca Müslüman yöneticinin İslâm ile hükmetmesini de farz kılmıştır.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
“Aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet.”
Bununla
da kalmayıp Müslüman yöneticiyi bir tek hükümde dahi İslâm'ın
dışına çıkma fitnesine karşı uyarmak üzere; “Allah'ın sana
indirdiklerinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın.”
diye
buyurmaktadır. Açıktan açığa küfürle hükmeden Müslüman
yöneticiye silâhla karşı çıkmayı emretmiştir. Zira Rasul (s.a.v.)
günahkar yöneticiden söz ederken kılıçla karşı
çıkıp çıkmama hususunu sormaları üzerine şöyle cevap vermiştir:
“...Allah katında kesin
bir delil olarak açık bir küfür görmenize kadar.”
-
Allahu sübhanehu Teâla, İslâm dışı hükümlerle hükmeden
yöneticiyi ve kadrosunu dost edinmeyi de şu sözüyle haram kılmıştır:
“Sizden başkasını dost
edinmeyin.”
- Diğer
taraftan Allah (C.C.) müslümanlara İslâm
ile muhakeme olan kimsenin emrederek tağuta gidip muhakeme olunmayı
haram kılmıştır. Tağuta gidip muhakeme olunanın imanının bir
idiadan ileriye geçmediğini açıkça belirtmiştir. Zira şöyle
buyurmaktadır:
“Sana ve senden
önce indirilene inandığını iddia edenleri görmedin mi?! İnkar
etmekle emrolundukları halde tağuta gidip muhakeme olmak istiyorlar.
Şeytan da onları haktan uzak bir sapıklığa düşürmek ister.”
- Yine Allah (C.C.)
müslümanlara kendilerinden başkasını dost edinmeyi haram kalmış,
yasaklamıştır. Şu ayetlerin buna delaletleri apaçıktır:
“Ey iman edenler!
Allah'ın gadap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin. Muhakkak ki onlar
kâfirlerin ölülerden ümit kestikleri gibi (Allah'tan) ümitlerini
kesmişlerdir.”
“Ey iman edenler! Onlar
birbirlerinin dostu oldukları halde Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmeyin. Sizlerden kim onları dost edinirse muhakkak ki onlardandır.
Allah zalim bir topluluğu hidayete erdirmez. Kalplerinde hastalık
bulunanların onlara (dost olma konusunda) koşuşup yarıştıklarını
görürsün. Derler ki; bize bir zararın dokunmasından korkuyoruz.
(onlara dost olmanın mazeretini gösterirler.) Umulur ki Allah bir
fetih (bir zafer) verir veya katından bir emir (bir iş) ihdas eder de
onlar nefislerinde gizledikleriyle pişman olurlar.”
- Gerçek şu ki; şu anda
halkı Müslüman olan ülkelerde yöneticilerin Yahudi veya Hıristiyan
olmadıklarından dolayı onların dost ve veli edinilebileceği ile
ilgili bir şüphe ve ihtimale mahal yoktur. Evet kim onları veli
edinirse, onlar kendilerini veli tayin edenlerin velileri olurlar. Allah
(
C.C.) şöyle buyurmaktadır:
“Kâfir olanlar
birbirlerinin velileridirler. Eğer siz O’nun (Allah'ın emirlerini)
yerine getirmezseniz, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesad olur.”
Unutulmamalıdır ki Müslümanlardan
başkasının dost ve veli edinilmesiyle kast edilen sadece Yahudi ve
Hıristiyanlar değildir. Bilakis İslâm'a muhalif olan herkesin dost
ve veli edinilmesi haram kılınmıştır. Onları dost ve veli
edinmemek, fikir ve metot olarak onlardan beri olmak demektir. Onların
temel fikirleri üzerine kurulu bulunan her kararlarını reddetmeyi
gerektirir. Allah (
C.C.)İbrahim (s.a.v.)’ın
dilinden şöyle buyurmaktadır:
“Biz
sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan beriyiz. İnancınızı
inkâr ediyoruz. Siz (Allah'a) inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda
düşmanlık ve nefret ebediyyen sürüp gidecektir.”
Halbuki mü'minlerin
velileri, dost ve yardımcıları ancak Allah (C.C.),
Rasul (s.a.v.) ve mü'minler olacaktır. Nitekim
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'ı, Rasulü’nü
ve müminleri dost edinirse, bilsin ki şüphesiz Allah'ın
taraftarları (hizbi) muhakkak surette galip geleceklerdir.”
Yine burada şöyle bir şüpheye
meydan verilmektedir: "Biz yönetimde olanlara ortak olmakla
onları dost edinmiş olmuyoruz. Aksine bizim onlara dost görünmemizin
bir maksadı vardır. Biz fırsat kolluyoruz, fırsatı yakaladık mı
yapacağımızı yapacağız. Halbuki kalplerimiz onların yaptıkları
şeyleri münker ve kötü germektedir." Evet böyle mazeret
ileri sürülemez. Gerçek şu ki veli ve dost edinme işine kalp de
katılır, organlar da. Allah'ın indirmediği hükümlerle hükmeden
yöneticinin el ile de dil ile de kalbi ile de inkâr edilmesi gerekir.
İnkarın en aşağı derecesi kalple buğz edilmesidir. Zaten Muhammed
Mustafa (s.a.v.)'in haber verdiği gibi ondan
daha aşağıda iman yoktur. Rasul (s.a.v.)'in
bu değerlendirmesi, hiç şüphesiz sadece kalp ile inkâr ederek
sözleriyle ve davranışlarıyla inkarına kuvvet kazandırmamakla
imanın en zayıf noktasında kalmayı tercih edenlerin aleyhinedir.
Ayrıca kim böyle yaparsa onun kalbi söz konusu hal üzere olsa da
Allah'a isyan ve günah içindedir. Eğer kalbi de rıza göstermiş ise
zaten kâfir olmuştur. Kısacası demek oluyor ki Allah'ın
indirmediği hükümlerle hükmeden bir yönetime iştirak edip ortak
olan kimse, ayetlerin delaletiyle en azından fasık, zalim, Allah Sübhanehu
Teâla'ya karşı asi olmuş olmaktadır.