MUTEDİL OLMAK VE AŞIRILIK
Batı, İslâm’ı hayattan koparmak için elinden
gelen her şeyi yapmaktan geri durmamıştır. Bunun için değişik
sahalarda farklı şekil ve tarzlarda İslâm ile savaşını sürdürmektedir.
İslâm’ın zaman aşımına uğramış olduğunu, sadece kitaplarda
mevcut bulunduğunu, hayatın vakıasıyla münasebetinin bir daha
kurulamayacağını, hükümlerinin zamanımıza uygun düşmediğini söyleyerek
İslâm’a saldırırken oldukça acımasız davranmakta kusur göstermemektedirler.
İslâm’ı paramparça yapıp hilafetini ilga etmekten de geri
durmamışlardır. Şimdi de onu tekrar hayata döndürecek ve dünya
yönetimini eline geçirecek bir akide durumuna gelmemesi için elinden
geleni arkalarına koymuyorlar. İslâm korkusu onlarda daimidir,
karakterlerine işlemiştir. Ayaklarını kaydıracak bir fırsatı müslümanlara
vermemek için her yola baş vurmaktadırlar. İslâm’a ve
müslümanlara yönelik hile ve tuzakları hiç eksik olmamaktadır.
Batı; Müslümanların, onlara devamlı surette
birlik ve bütünlüğü telkin eden, onları eğiten ve
maslahatlarını gösteren, evrensel olan İslâm’la hala dipdiri bir
ümmet olduklarını gördü. Her ne kadar şu anda muhtelif devletler
halinde iseler de ulaştıkları kıtalara hakim olacak stratejik
öneme sahip tek bir devlet olabilme kudretinde
olduklarını anladı. Büyük devlet olmak için ihtiyaç
duyulan büyük bir kültür birikiminin onlarda
mevcut olduğuna şahit oldular. Ayrıca dünya nüfuzunun üçte birine
sahip oldukları da dikkatlerinden kaçmadı. Hatta
Allah kendilerine yardım ve inayette bulunduğunda, zafer elde
ettiklerinde, sadece ülkeleri değil fertleri, insanları kılıçtan
geçirip mallarını yağmalamadıklarını, fetihlerden sonra
insanların iradeleriyle akın akın küfrün körlüğünden İslâm
hidayetine girdiklerini, zira Müslümanlar için bir kişinin sayesinde
hidayete girmesinin dünya ve içindekilerden daha hayırlı olduğunu
da batı gördü ve anladı.
İşte bunun içindir ki İslâm, onun hükümleri ve
onun için ihlaslı bir şekilde çalışan Müslümanlar aleyhine
büyük ve pek çok tuzaklara şahit olmaktadır. Bu tuzak ve hilelerin
en büyük amacı, İslâm'ın müslümanlara ve diğer milletlere
yaptığı etkiyi yok etmektir. Elbette ki hazırladıkları bu
tuzaklar, onların hissettikleri korkunun büyüklüğü mesabesindedir.
Eğer İslâm Allahu Teâla'nın gönderdiği hak din
olmasaydı gözden düşmüş, izi silinmiş, yok olmuş olurdu. Fakat
Allah'ın ezeli olan iradesi ve daima üstün gelen dilemesi buna
müsaade etmedi. Batı, onları bozuk düşünme metotlarını, belirsiz
mefhumların ve hatalı ölçülerin içine düşürmüş olsa da Müslümanlar
en zayıf günlerinde dahi dinlerine sahip çıkmaya devam ettiler. Zira
giriştikleri birinci haçlı seferinde İslâm'ın Müslümanların
bağrında ne kadar sapa sağlam, dip diri olduğunu gördüler.
Müslümanlara karşı giriştikleri maddi savaşlarla İslâm'a daha da
güç kattıklarını anladıklarında, bugün hala vehametini idrak
etmeyip önemsemediğimiz müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak
üzere planlarını değiştirdiler. Haçlı seferlerinin yönünü
fikrî sahaya çevirdiler. Maddi egemenliğini
garantilemek için çalışmalarını Müslümanları dinlerinden
uzaklaştırmak, mefhumlarını, kanaatlarını ve fikri ölçülerini
müslümanlar arasından yaymak esası üzerinde yoğunlaştırdılar.
Önce fikri bağımlılığı oluşturdu ardından da maddi
egemenliklerini sağladılar. Daha sonra bozuk
fikri ve siyasi ortamla kuşatılmış yöneticileri yetiştirip yönetime
getirdi. Neticede maslahatlarını gerçekleştirmek için siyasi olarak
hakimiyeti altına aldığı devletlerden tek bir siyasi yapı meydana
getirdi. Bu yolla dünyayı kendileri için üretim yapan anonim
şirket; diğer devletleri de kendileri için çalışan ve tüketen
devletler şekline getirdiler. Bununla da kalmayıp büyük bir haberleşme
ağını oluşturarak diğer devletlerdeki haberleşme ağlarını da
buna bağladılar. Ülkeler ancak onların yazıp çizdiklerini yazıp
çizdiler. Yazdıklarından başkasının okunmamasını,
yayınladıklarından başkasının duyulmamasını, göstermek
istediklerinden başkasının görülmemesini istediler. Böylece
hayatın işleri ile ilgili kavrayışları hep onların yönetimiyle
oldu. İşte bu yeni tarz sömürü eski tarz sömürüden çok daha
geliştirilmiş tehlikeli ve dehşetlidir. Eski tarz sömürü insanı
haricen aldatma esası üzerine kurulu iken yeni tarz sömürü insanı
içten ve dıştan kuşatmaktadır. Öyle ki insanlar artık onların
diledikleri gibi düşünüp karar veriyorlar. Sonuçta hiç bir
menfaatleri tehdit etmeyen mutlak itaat içinde olan halklar
sömürülmeye hazır bekliyorlar.
Hatta batı dinimizi bile kendi düşünce metotlarıyla
bize anlatmayı başardı. Kendi bakış açısına uymayanlara karşı
sahip olduğu telekominikasyon ağını seferber etti. Düşünce metoduna
uymayan her düşünceyi aykırı bir düşünce, çizgisinden sapmış,
tutarsız, aşırı, köktenci, terör ve şiddet içeren fikirler
olarak ilan etti. Ayrıca bu fikirlerin insanlığın düşmanı
fikirler olduğu, insanlara karanlık bir hayat biçimi vaad ettiğini
ve insanlar arasında kin ve düşmanlık tohumlarını eken keskin,
aşırı karakterde olduğuna dair propagandalarını
yaygınlaştırdılar. Dinimizin hakikatini bu şekilde tersyüz
ettikten sonra vurulmaya müstahak bir nizam olarak İslâm nizamını
vurdular. Bütün güçleri, ümmetin hakikati idrak etmedeki gafletine
dayanmaktadır. Ayrıca batının her yaptığı işi pek abartan
alimlerden de yardım görmektedirler. Fakat her şeye rağmen bugün
ümmetin bünyesinde onların işlerini zorlaştıran bir kıpırdanma
bir hareketlenme görmekteyiz. Bu ümmet artık batıya, yönetim,
yönetici ve alimlerine tek bir bakış açısıyla bakmaktadır. Artık
ümmet batıya şeytan, yöneticilere de şeytanın müritleri gözüyle
bakmaktadır. Yöneticilere yardım eden bu alimler makam ve mevkilerini
ancak dinlerinin saygınlığını heder ettikleri, yöneticilere yarandıkları
seviyede geliştirebilmişlerdir. İnhitat ve düşüş döneminin sona
ermesiyle onların da nesli son bulacaktır. İslâm'ın kalkınma
asrında alimleri de sahih düşünce metoduna sahip, İslâm'a serpilen
toz ve toprakları gideren nezih ve dosdoğru kimseler olacaktır.
Gerçekten bugün batının, İslâm'ın tekrar
hayata dönmesinden bilfiil korkuya kapıldığı bir dönemi yaşamaktayız.
Oluşan her İslâmi hareketi aleyhlerine bir tehlike olarak
hissettiklerini görmekteyiz. Ellerindeki basın ve yayın borusunu
öttürerek bu hareketlerin faaliyet alanlarını kısıtlamaya veya
onları parçalamaya çalışmaktadırlar. Bu saldırılarında bazı
alimlerin sarfettikleri sözleri de kullanmaktadırlar. İşte bunun içindir
ki sadece ve sadece İslâm’ı istiyorlar diye bazı İslâmi
hareketleri aşırılıkla ve terörizmle suçladılar. Ne yazık ki
bazı Müslüman alimler de dahil olmak üzere ırkçı, vatancı,
yazarlar yoğun bir telif furyasıyla İslâmi olmayan her şeye karşı
çıkan bu hareketleri aşırılıkla itham edip onları mutedil olmaya
davet etmeye başladılar. Bu kanatta yer alanların hareket noktaları
ve bakış açıları hep aynıdır. O da batının bakış açısıdır.
Eğer bugün bozguncu güruh içinde İslâm şeriatını garbın
teorilerine entegre eden ve bu işi makbul sayan Müslüman alimler
olmasaydı işimiz bu denli zor olmayacaktı. Çünkü İslâm ümmeti
zaten alimlerin dışındakileri ölçü olarak alıp i tibar
etmemektedir. Onların işleri yöneticiler iledir.
Bilakis onların İslâm'a saldırmaları aksi tesir meydana
getirmektedir. Neticede onlar kendilerini İslâm ümmetinden ayrı
olduklarını açığa vururlar. Hak ve hakikate sığmayan
saptırmaları çoğaldıkça ümmet de onlara
arkasını döner. Zira bunlar Şer’î usulün dışına çıkarak
tutarsız fetvalar verirler. Neticede sadece Şer’î usule uygun
olmayan fetvalar vermekle kalmayıp, İslâm şeriatının büsbütün
ortadan kaldırılmasından da söz ederler. Bunu ümmete de kabul
ettirmeye çalışırlar. Nitekim bu tarz fetvalarla iş münkeri
emretmeye ve ma’rufu nehyetme kadar varır. Evet böyle bir durumun
devam etmesinden Allah'a sığınırız. İşte bu vahim durumun tek
sebebi alimlerin Allah'ın rızasını değil de yöneticilerin ve
efendilerinin rızasını gözeterek İslâm şeriatının
metodolojisine müdahale ederek İslâm'a aykırı hükümlere varmalarıdır.
Şükürler olsun ki onlar, Müslümanların ve İslâm davetinin
maslahatları bunu gerektirmektedir deyip de bir takım tezler ileri sürseler
de bu ümmet onların tezlerinin derin aldatmacadan ibaret olduğunu ve
sahiplerinin haktan saptıklarını idrak etmeye başlamıştır.
"İtidal ve aşırılık" konusunun iç
yüzü ortaya çıksın diye sunmak zorunda kaldığımız bu girişten
sonra şimdi de bu konuyu İslâmi bir bakış açısıyla ele alalım
ki müslümanlar gerçeği bütün çıplaklığıyla görüp anlasınlar.
Zira böylesi durumlarda bazı şiarların sunulması yeterli
gelmemektedir. Adetimiz olduğu üzere biz bu konuyu da Şer’î
metotla çözüme kavuşturacağız. Böylece İslâm akidesinden ibaret
olan İslâm esaslarıyla bir insicam içerisine girsin.
İslâm, insanı bir bütün olarak ele alıp her türlü
problemini çözmek için gelmiştir. Yeme, içme, giyinme v.b. ahlaki
sorunlarına getirdiği düzenlemelerle kendisiyle olan alakasının
nasıl olması gerektiğini ortaya koyarak çözerken muamelat ve cezai
müeyyideler yoluyla diğer insanlarla olan münasebeti düzenleyerek
çözüme kavuşturur. Bununla da yetinmez, akide ve ibadetler yoluyla
da yaratıcısıyla olan alakasını da tanzim eder. Bunun içindir ki
İslâm insanın bütün davranışlarına düzenleme getirmesi bakımından
kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. O öyle külli ve temel bir
fikirdir ki hayatla ilgili bütün işlerin ihtiyaç duyduğu düzenlemeye
cevap verecek bir niteliktedir.
Nitekim İslâm'ın çatısı bütün fikirlerin
dayandırıldığı ve bütün çözümlerin kendisinden fışkırdığı
bir temel esas üzerine kuruludur. Bundan dolayı İslâm'a ait bütün
kavramlar, kanaatlar ve ölçüler temel akidenin cinsindendir. Yani
İslâm her şeyi yaratan ve her hususta ölçü koyan bir Allah'a iman
ve insanın zayıf, aciz, muhtaç, eksik ve mahdut olduğundan münasebetlerine
çözüm bulmaktan yoksun olduğu temel gerçeği üzerine kuruludur.
İnsanın gerçek vakıası bu olunca Allah ( C.C.)
da hak mabudun kim olduğunu, kendisine nasıl ibadet edileceğini,
kendisine ibadet edildiğinde veya edilmediğinde terettüb edecek sevap
ve ikabın Ahiret alemindeki keyfiyetini bildirmek için Rasulünü
göndermiştir. Müslüman açısından bütün amellerin tek ölçüsü
helâl ve haram olmaktadır. Buna göre Müslüman kişinin aklı ne
Şer’î nasların üstünde bir denetleyici ne de Şer’î naslarla
hüküm koymada ortaktır. Bilakis o aklını Şer’î nasın delalet
ettiği şeyi anlamada kullanır. Çünkü sorunların çözümünü
içeren naslar Allah'tandır. İnsana düşen de gereğini yapmak üzere
o nasları anlamaktır. Öyle ki bazen Allah'ın nasta geçen muradını
kavramada isabet eder bazen de hataya düşer. Şer’î ictihad
metoduna bağlı kalmak şartıyla her iki halde sevap kazanacağı
bildirilmiştir. İşte burada Müslümanın nasları tespite ve bu
nasları kavratacak metoda yönelmesinden başka çaresinin olmadığının
bilincine varması gerekmektedir. Zaten hadis ve fıkıh usulü ilimleri
bu ihtiyaca binaen doğmuşlardır. Ayrıca bunlara ek olarak "hüküm
koyucunun yalnızca Allah olduğu", "eşya ve fiiller
konusunda Şer’î delillere bağlı kalmanın asıl olduğu",
"Allah'ın razı olduğu şeyin ancak hayır olduğu ve Allah'ın
razı olmadığı şeyin şer olduğu", "şeriatın iyi ve güzel
gördüğü şeyin ancak iyi ve güzel olduğu, şeriatın kötü ve
çirkin gördüğü şeyin de çirkin ve kötü olduğu"
v.b. bir takım önemli Şer’î kaidelerin de gereği
gibi idrak edilmesi lazım gelmektedir. Tıpkı bunlar gibi Müslüman,
saadetinin Allah'ın rızasını elde etmekte olduğuna inanan kişidir.
Onun itminan ve istikrar sahibi olduğu içgüdüsel ve uzvi ihtiyaçları,
Allah'a iman ve O'nun şeriatına bağlanmak suretiyle doyuma
kavuşturma esası üzerine kurulmuştur. Onu doyuma ulaştıran Allah'a
iman ve O'nun şeriatı olmadığında istikrarı bozulur, itminan ve güveni
yok olur. Nitekim bütün fikirleri ilahi olması bakımından aynı
cinsten olan İslâm'ın mükemmel yapısı tek bir esas üzere
kuruludur. Bu temel esasın kararlaştırdığı şey alınır. Bu temel
esasın kararlaştırmadığı şey her ne ise terk edilir.
İslâm'ı nasıl böyle temelden ele aldıysak,
kapitalizmi de temelden ele almak gerekmektedir. Zira kapitalizm de bütün
fikirlerin uyumlu bir şekilde kendisine dayandığı bir esas temele
sahiptir. Onun düşünce yapısı da birbirleriyle uyumlu mütecanis
fikirlerle örülmüştür. Onu benimseyen bir bütün olarak benimser.
Onu reddeden bir bütün olarak redde der. Dinin hayattan uzaklaştırılması
kapitalizmin bütün fikirlerinin kendisine dayandığı temel esastır.
Hayatın sorunlarını çözüme de bu temel esastır. Diğer bütün
fikirler buna bina edilmiştir. Dini hayattan ayırma düşüncesi,
insanı kendi kendinin efendisi kılmaktadır. Bunun gerçekleşmesi için
insanın her türlü baskı ve etkiden kurtulması yani dört temel
hürriyete bizzat sahip olması gerekmektedir. Böylece hürriyet fikrî
doğup gelişmiştir. Unutulmamalıdır ki hürriyet kavramı bu düşünce
sistemi için özel, muayyen bir mana ifade etmektedir. Kişinin kendi
kendisinin efendisi olmasıyla, kişinin din dahil olmak üzere harici
herhangi bir tesir altında kalmadan uzvi ve içgüdüsel ihtiyaçlarını
özgürce doyuma kavuşturması bunu canının istediği gibi
yapmasıdır. Bu hürriyet fikrinden de demokrasi
doğup gelişti. "Dini hayattan ayırma" düşüncesini
benimseyen ve yüklenen kişi huzur, mutluluk ve saadetinin mümkün
olduğu kadar lezzeti en üstün seviyede elde etmekte olduğuna kanaat
getirmiştir. Neticede aklın maslahat olarak gördüğü şeyi elde
etmeye çalışır. Onun mesaisi aklın tespit ettiği maslahatı gerçekleştirmek
içindir. Böyle olunca akıl hüküm koyucu, şari' konumuna
getirilmiş olmaktadır.
Gerçek şu ki, fikir kendi içerisinde uyumlu,
insicamlı olduğu zaman kendi cinsinden olmayan ve aynı temel esasa
dayanmayan fikirlerin karışmasını kabul etmez. Zira ihtilat ve
birbirine karışmanın şeriatça manası şirktir. Söz konusu akide
boyutunda küfri bir şirk veya amel boyutunda masiyet ve günahkarlık
nitelikli bir şirk olması arasınd a fark yoktur.
Hakimiyeti halka vermesi dolayısıyla nasıl ki İslâm
demokrasiyi kabul etmiyorsa kapitalizm de İslâmiyetin hükmetme
mevkiine gelmesini kabul etmez. Çünkü İslâm, hakimiyeti halka değil
şeriata vermektedir. Nitekim İslâm'ın hakimiyeti elde etme sinin
yolu demokrasiyi ve ondan çıkan bütün mefhumları
ilga etmekten geçiyor. İşte bunun içindir ki batının; İslâm'ın
köktenci düşüncelerine ve işi temelden alan İslâmi hareketlere
karşı açıktan açığa şiddetli bir savaş verdiğine şahit
olmaktayız. İslâm'ı yönetime taşımak isteyen İslâmi
hareketlerin önünü kesme konusunda her şeyi mübah görmektedirler.
Çünkü bu İslâmi hareketler temel esaslara yönelmişlerdir. Bu
nedenle bu köktenci hareketlerin kendilerinin can düşmanı olduğunu
anlamışlardır. Onları değişik sıfatlarla vasıflandırmaları ve
onları olduğundan farklı gösterme gayretleri bundandır. Onları köktenci
hareketler olarak nitelemelerinin sebebi de onlarla pazarlığa
girmeleri ve onlarla ortaklığı reddetmelerinden kaynaklanmaktadır.
Onları, şiddet ve aşırılık taraftarı diye nitelendiriyorlar.
Çünkü bu İslâmi hareketler İslâm dışı hiç bir fikre müsamaha
göstermiyorlar. İslâm dışı fikir ve yapılanmaları haram
saymaktadırlar. Bunun dışındaki yakıştırmalarına
baktığımızda da kendilerinin bu sıfatlara daha layık oldukları görülür.
Zira onlar her türlü küfür ve fucurun içine gırtlaklarına kadar
batmışlardır. Kendi sıfatlarını başkalarına verme konusunda
mahirdirler. Kaldı ki köktenci olma özelliği demokratlar için
de geçerlidir. Zira onlar da demokrasinin ruhuna aykırı
bir şeye müsamaha göstermezler. Çünkü onlar demokrasiye iman etmişlerdir.
Her ne kadar diğer fikirlere de kendilerini halka seçtirmeye fırsat
veriyoruz deseler de bu doğru değildir. Örneğin İslâm'ın siyasi
olarak onlarla seçime katılmasına müsaade etmezler. Siyasi İslâm'ın
yönetim hususunda onlarla yarışmasına izin vermezler. Öyle ise
onlar da aşırıdırlar, teröristtirler ve onlar da şiddet
kullanmaktadırlar. İşte onların başkalarını suçladıkları
sıfatlara ne kadar sahip oldukları ortadadır. Kendisini milletin
iradesine dayandırarak demokrat olduğunu söylediği halde hangi
demokrasi sistemi seçimleri ortadan kaldırıp yerine diktatörlüğü
getirebilir? Bu büyük bir çelişki olmaz mı?
Binaenaleyh bir düşüncenin, bir fikrin doğru veya
yanlış olduğunu söylememiz için onu aslına döndürüp kaynaklandığı
asıl dolayısıyla hakkında hüküm vermeliyiz. Diğer bir ifade ile
hiç bir cüz'i fikrî başka bir temel fikir dolayısıyla kabul veya
reddetmemiz doğru değildir. Meselâ; İslâm'da saadet daha fazla
lezzet alabilme esasına dayanır diyemeyiz. Müslüman, batının kabul
ettiği hürriyetin mevcudiyetine inanır diyemeyiz. Çünkü İslâm
onları benimsememiştir. İslâm’a temelinden razı olan kişi bu
temelden fışkıran fikirlere de razı olmuştur. İslâm’ı bir bütün
olarak almıştır. Nitekim bir kısmını terk etmek hepsini terk etmek
demektir. Bakın Allah ( C.C.) bu konuda ne buyuruyor:
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyor bir
kısmını da inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapan her kim olursa
onun cezası dünya hayatında rüsvaylıktır. Ahirette de en şiddetli
azaba sürüklenecektir.”
Yeri gelmişken batılıların "İslâm esasen
mutedil bir dindir. Aşırılığı reddeder" şeklindeki sözlerin
reddedilmesi gerektiğini de belirtelim. Evet bu söz doğru olsa da
onlar bununla batıl bir manayı kast etmektedirler. Onların bu
suikastları dar anlamlı düşünce sistemlerinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim aşırılık, taşkınlık, israf ve ifrat
v.b. kavramların birer Şer’î manaları vardır ki Müslüman
bunlara muhalif davranırsa harama girmiş olur. Aynen bunun gibi
itidal, iktisat, istikamet, vasat v.b. kavramlar da birer muayyen
manayı ifade etmektedirler. Müslümanların bu kavramların şeriatça
kastedilen manalarına bağlanması gerekmektedir. İfrat ve tefritte de
durum aynıdır. Söz konusu kavramlarda neyin kastedildiğini anlamak
ve ilgili Şer’î hükmünü öğrenmek istiyorsak, kapitalist düşünce
sisteminin bu kavramlara yüklediği manalara müracaat etmemiz ve
kapitalist düşünce yapısının ölçülerini kullanmamız asla
doğru olmayacaktır. Gerçek şu ki bunu yapmak haramdır. Bunda
batıya ve fikrine hizmet etmek vardır. Hatta bunda İslâm dışı
ölçüleri İslâm'a ve İslâmi kavramlara hakim, onlar üzerinde ve
onları belirleyen bir konuma getirmek vardır.
Kaldı ki Müslümanın gereğini yapması vacip ve
terk etmesi haram olan öyle çok Şer’î hüküm vardır ki, batı
onları aşırılık, şiddet, terör diye nitelendirmektedir. Meselâ;
Allah yolunda cihad etmek, Hilâfeti ikame etmek, küfre karşı koymak
ve yöneticileri de içine alacak şekilde ma’rufu emretmek ve münkeri
nehyetmek, İslâm davetini yaymak, demokrasiyi reddetmek, faiz ile alış-verişi
yasaklamak, kadınların tam tesettüre bürünmelerini emretmek v.b.
Müslümanın gereğini yapması farz olan daha bir çok husus
böyledir. Yıllardan beri kendisine tabi olanlara hiç bir fayda sağlamayan
batının fikirleriyle yukarıda adı geçen farziyetleri muhakeme etme miz
hiç caiz olur mu? Kendilerine bir yarar sağlamayan
başkasına yarar sağlar mı? Onlara ait söylemleri Müslümanların
kullanması doğru olur mu? Batının taktığı isimlerle, sıfatlarla
müslümanları vasıflandırmak müslümanlara yakışır mı?
Öyle ise batının "itidal ve
aşırılık" hususundaki fikirlerini reddetmek vaciptir. Onların
bizim dinimize olan müdahalelerini şiddetle reddetmemiz farz
olmaktadır. Esasen bu meselenin hareket noktası hukuki olmaktan ziyade
siyasidir. Ümmet içinde etkin olanların batı çıkarlarına uygun
hareket etmelerini sağlamak, akıllarını ve beyinlerini sömürmeyi
sürekli kılmak için bu yaklaşımlar yaygınlaştırılmaktadır.
Şimdi de sıra davet ameliyesine hizmet eden ve
Allah'a yaklaştıran, İslâm'ın bu husustaki görüşünü Şer’î
naslardan har eketle ortaya koymaya geldi.
Esasen mugalata, safsata ve aşırılıklar fazlalık
ve abartmalardan ibarettir. Dindeki safsatalar ve yanılgılar
şeriatın takdir ettiği, koyduğu sınırı aşmaya yol açan katılık
ve şiddete karşılık gelmektedir. Buna da ifrat denir. Bunun
karşıtı da tefrittir ki, emredilen işleri boş vermek, onları
önemsememek, kusur göstermek ve gereğini yapmakta acizlik göstermektir.
Dinde tefrit, dinin hükümlerinin hakkını vermemek, eksik yerine
getirmek ve kusur göstermek, gereğini yapma hususunda acziyetini açığa
vurmak demektir. Bütün bunlar şu ifadeyle dile getirilmiştir:
"İslâm’da ifrat da tefrit de yoktur."
Diğer taraftan “iktisat” ve “doğruluk”,
dengedir, mutedil olmaktır, doğruyu yapmaktır ve istikamettir. Dinde
mutedil olmak ve ifrata ve tefrite düşmeden Allah'ın emirlerine yönelip
gereğince yerine getirmektir. Nitekim Allah ( C.C.)
şöyle buyuruyor:
“Onlardan (ifrat ve tefrite düşmeyen) muktesit
bir cemaat vardır. Ve onlardan bir çoğu da kötü işler yapıp
duruyorlardı.”
Yani Allah'ın
tayin ettiği sınırı aşmadan denge üzerinde emirlerini yerine
getiren mutedil bir ümmet. El-Feyumî Mesabihu'l Münir adlı eserinde;
"İşinde tam muktesit davrandı, yani dengeyi ölçüyü kaçırmadı.
İfrat ve tefrit arasında orta yolu tuttu, dosdoğru yaptı. Ne
gereğini yapmada geri kaldı ne da işi abarttı, haddi aşmadı"
demektedir.
Bu tarife bakan kişi, Müslümandan Allah'ın
emirlerini yerine getirme hususunda mutedil olmak ve dosdoğru olması,
Allah'ın koyduğu sınırlara bağlı kalması ve sınırı
aşmamasını istenmiş olduğunu anlar. Zira Rasul ( s.a.v.);
“Allah'a inandım de ve dosdoğru ol.”
diye
buyurmuştur. Yani Allah'ın sana emrettiği şeye sarıl, bağlı kal
ve nehyettiği şeyden kaçın. Bu hadiste geçen “dosdoğru ol” ,
Allah'tan kork, takvalı ol, sakın demektir. Nitekim şu ayeti kerime
bunu açıklamaktadır:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol.”
Allah emreden, âmir, müslüman da emre itaat eden
kimsedir. Müslüman kendi kendine takvanın ve doğru istikametin
yolunu bilemez. Kendi nefsine uyarsa heva ve hevesine uymuş olur. Kim
de heva ve hevesine uyarsa zaten sapmıştır. Bunun içindir ki doğru
istikamet ancak Allah'ın emirlerine ne eksik ne fazla tam tamına
uymakla elde edilir. Bunu daha iyi anlamak için adet edindiğimiz
üzere meselenin temeline ineceğiz.
Müslüman Allah'a iman ettiği gibi Allah'ın
kendisi üzerinde yarattığı fıtrata uygun bir şekilde hayatla
ilgili bütün sorunlarının çözümünü gösteren İslâm'a da iman
etmiştir. Çünkü İslâm dini kendisini yaratan ve yapısal
özelliklerini takdir eden maslahatını öylece yaratıp gösteren
yüce yaratıcı tarafından indirilmiştir. Aynı zamanda Müslüman kişi
İslâm'ın dışındaki dinler ve diğer akide ve ideolojilerin hayata
ait işleri tanzim etme hususunda eksik ve yetersiz kaldığına da
inanır. Bunların hatalı, tahrif edilmiş, sorunlara çare ve mutluluğa
vesile olmayacaklarına da kesin kanaat getirmiştir. Nitekim diğer din
ve ideolojiler, aciz, muhtaç, zayıf, aceleci, bilgisi ve kudreti
sınırlı olan beşeriyetin ürünüdürler. Gerçek şu ki insanın
aklı ve bilgisi daha henüz kendisi hakkında dahi kuşatıcı ve kamil
bir özellikte değildir. Böyle olunca da kendine ait sorunların
çözümünü göstermekten acizdir. Her ne kadar gelmiş geçmiş bazı
dinler de aslen ilahi iseler de, onlar bütün insanlığa inmiş dinler
değildir. Onlar belli kavimlere inmişlerdir. Daha da önemlisi
insanların elleriyle tahrif edilmiş ve değiştirilmişlerdir.
Bunun içindir ki İslâm, insanın hayatla ilgili bütün
işlerini ele alıp çözüm yolunu göstererek dünya ve Ahiret
saadetini bahşetmesi bakımından diğer bütün akide, ideoloji, fikir
ve dinlerden temelden farklı ilahi seçkin mümtaz bir dindir. Nitekim
Allah-ı Teâla şöyle buyurmaktadır:
“De ki; Birbirinize düşman olarak oradan
(cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde kim benim
hidayetime uyarsa o, sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz
çevirirse şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve biz onu
Kıyamet günü kör olarak haşrederiz. O; Rabbım, beni niçin kör
olarak haşrettin? Oysa ben hakikaten görür idim! der. Buyurur ki,
İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun.
Bugün aynı şekilde seni unutuyoruz.”
Evet gerçekten kim bu
dünyada Allah'tan gelen hidayet üzerine yürümezse, doğru yoldan
sapmış haktan yüz çevirmiş bir kördür.
Tıpkı bunun gibi Allah bu dini bizim için muhafaza
edip korumaktadır. Ayrıca nasların insan eliyle değiştirilmesini
engellemiştir. Allah sübhanehu Teâla; “Muhakkak ki zikri
biz indirdik ve muhakkak surette onu biz muhafaza
edeceğiz.”
diye buyurmuştur. Fakat
Cenab-ı Allah, insanların anlayışlarında bir sapmanın meydana
gelmesine engel olmamıştır. Naslar olduğu gibi muhafaza edilmiştir.
Böylece koruma altına alınan bu naslar Allah'ın insanları
kendisiyle hesaba çekeceği hüccetlerdir. Ve Kıyamete kadar indikleri
bu hal üzere baki kalacaklardır. Ne var ki insanların onları ifade
etmedikleri manalara tevil ederek kısıp uzatmaları, değiştirip
tahrif ederek sapmaları mümkün kılınmıştır. Ancak meydana gelen
bu inhiraf ve sapma, Kur'an naslarında değil anlayışlarda ortaya çıkmaktadır.
İşte bunun için Müslüman güzel bir imana sahip ve kuvvetli bir bağa
bağlanmalıdır. Bir parmak ucu kadar ondan sapmadan Alim ve Habir olan
Allah'ın emirlerini dosdoğru ikame etmelidir.
İslâm kararlaştırır, müslüman ise İslâm’ın
kararlaştırdığına iman eder. Mutlak anlamda insana her ne kadar güçlü
bir idrak, derin bir tecrübe ve kuvvetli bir iman verilmişse de hüküm
koymaya kadir değildir. İnsan Ebu Bekir es-Sıddık olsa da, hüküm
koyma noktasında naslara boyun eğmek durumundadır. Kendisine Hilâfet
mazbatası verildiğinde verdiği ilk hutbesinde söyledikleriyle bunu
demek istiyordu zaten: "Sizi yönetme hususunda Allah'a itaat
ettiğim sürece bana itaat ediniz. Allah'a isyan içine girdiğimde
bana itaat etmeyiniz. Gerçek şu ki ben yeni bir şey icad edecek
değilim. Ben ancak (Kitap ve Sünnete) tabiyim." diye buyurmuştu.
Rasul (s.a.v.)'in şu sözünde olduğu gibi:
“Yeni bir şey icad etmeyiniz, sadece (Kitap ve Sünnete)
tabi olunuz. Muhakkak ki o size yeter.”
Bu nitelikteki tutum ve teslimiyet ancak
Müslümanlarda görülür. İnsanların hayatla ilgili sorunlarını
ele alıp hal çarelerini göstermeye yeltenen diğer fikir ve düşü ncelerde
bu nitelikteki bir birliktelik ve uyum yoktur. Aksine
İslâm dışındaki düşünce sistemleri, kendi aralarında köklü
ihtilaflara sahiptirler.
Demek oluyor ki Müslümana düşen Şer’î nası
eğmek bükmek değil ona bağlanmaktır. Yeni bir takım bid'atları
icad etmek değil, naslara tabi olmaktır.
Bu dinin, Rasul (s.a.v.)'e inmeye
başladığı ilk andan günümüze kadar geçen sürede Müslümanların
durumuna bir göz attığımızda bazı Müslümanların dine olan
muhabbetleri her şeyde aşırılığa kaçmaya sebebiyet verdiğini müşahede
ederiz. Bunlar kendilerine şeriatın belirlediği ölçülerden daha
çok Allah'a ibadet etmeye güç yetirdiklerini gördüklerinde,
şeriatın sahih ve mazbut ölçüleri çerçevesinde Allah'a ibadet
edenlerin ibadetlerini az görmeye başladılar. Neticide şeriatça
istenen ibadetlerde bir abartmaya ve mübalağaya kaçtılar.
Nefislerinin hoşuna giden icad ettikleri bu yeni ibadet metoduna dair
bir delil de gösteremediler. Başkalarını da kendileri gibi ibadet
etmeye davet ederek farklılaştırdılar. Kendilerine iştirak etmeyenleri
eksiklik ve kusur göstermekle itham ettiler. Ne yazık
ki bütün dediklerini ve yaptıklarını şeriata mal ettiler. Halbuki
kaba, katı ve zorlaştırıcı bir anlayışa sahip idiler. Dine olan
aşırı sevgi ve düşkünlükten kaynaklansa da bu şekildeki bir
tavır ve tutum haramdır. Çünkü bu, hakim ve kuşatıcı olan
şeriatın karar kıldığı sınırı aşmak ve dini değiştirmek
demektir. Bizi Allah yaratmıştır, bizim ilmimiz O'nun zatını
kuşatmaya el vermiyor. O'nun zatının hakikatini bilmiyoruz,
bilemiyoruz. Dolayısıyla O, bildirmezse O'na ibadet
edeceğimizi bilecek değiliz. Bilakis o her şeyi kuşatmıştır.
Eğer O'nu razı etmek istiyorsak, O'nun emirlerini dosdoğru yerine
getirmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Zira Cenabı Allah bu açıdan
kendi ilmine dikkat çekmek için şöyle buyurmaktadır:
“Yaratan bilmez mi!? O latif ve her şeyden
haberdardır.”
Buhari Aişe (r.anha)'dan şu hadisi rivayet eder:
"Bir defasında Rasul (s.a.v.)
bir iş işledi. Fakat bir grup sahabi o işi yapmaktan çekindi. Bu
durum Rasul (s.a.v.)'e ulaştığında o,
Allah'a hamd ettikten sonra şöyle buyurdu: Şu topluluğa ne oluyor
ki benim yaptığım şeyi yapmaktan çekiniyor. Allah'a yemin ederim
ki, ben sizin Allah'ı en çok bileniniz ve en çok Allah'tan korkanınızım.”
Yine bunun gibi dinin emirlerine müdahale ederek onu
abartmak veya kolaylaştırmak hesabına onu oyuncak hale getirmekten
men eden hadisler pek çoktur. Buhari şu hadisi de rivayet etmektedir:
“Şüphe yok ki din bizatihi kolaylıktır. Dini
zorlaştırmaya kalkışan hiç bir kimse yoktur ki din ona galip
gelmesin. Dosdoğru olun, Allah'a yakınlaşın, müjdeleyici olun,
dinden tam faydalanmak için yardımlaşın. İnsanların dinden
yararlanmasını sağlayın ve onlara kolay olanı gösterin. Din uğrunda
biraz da yol tepin.”
Başka bir rivayette, “biraz de
yol tepin” ile kast edilenin dini yaymak
olduğu belirtilmiştir.
Dinde aşırılığa ve zorlaştırmaya sebebiyet
veren iyi niyet hususunda Buhari Enes b Malik ( r.a.)'dan
bir grup insanın Rasul (s.a.v.)'den ibadetle
ilgili şeyleri sorup öğrendiklerinde şöyle dediklerini rivayet
eder: "Rasul (s.a.v.) nerede biz
nerede! Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını
affetmiştir." Böyle dedikten sonra
bütün gece namaz kılmak, gündüzleri aralıksız oruç tutmak ve kadınlardan
uzak durmak konusunda sözleştiler. Bunun üzerine Rasul (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
“Bunları diyen siz misiniz? Halbuki ben en çok
Allah'tan korkanız ve en çok O'ndan sakınanızım. Fakat ben oruç da
tutarım, oruca ara da veririm, namaz da kılarım, istirahat da ederim,
ayrıca kadınlarl a da evlenirim.”
İşte bu hadis, “Kim
Sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir”
ifadesiyle son bulmaktadır.
Unutulmamalıdır ki Allah ( C.C.)
va’z ve teşri etmediği amelleri kabul edecek değildir. Ayrıca
insanların icad ettiği, eklediği bid'atlarla Allah'a yaklaşmak diye
bir şey de söz konusu olamaz. Ebu Davud Süneninde şöyle bir hadis
zikretmektedir: "Bir adam gelip Rasul (s.a.v.)'e;
Ey Allah'ın Rasulü! Her gününü oruç tutarak geçirenin durumu
nedir? diye sorması üzerine Rasul (s.a.v.); Arada iftar
etmeyenin orucu yoktur.”
diye buyurdu.
İmam Ahmed b. Hanbel de, ihtiyar annesinin yürüyerek
haccetmeyi nezrettiğine Rasul ( s.a.v.)'e haber veren adama Rasul
(s.a.v.)'in;
“Bırak bineğine binerek haccetsin. Allah’ın
onun yürüyerek haccetmesine bir ihtiyacı yoktur.”
dediğini
rivayet eder.
Buhari İbni Abbas ( r.a.)'dan
şu hadisi rivayet etmektedir:
"Bir defasında Nebî ( s.a.v.)
bize hitap ediyordu. Baktık ki bir adam öylece ayakta duruyor. Rasul (s.a.v.)
onun durumun sordu. Dediler ki; O Ebu İsrail’dir.
Kendini asla oturmamaya, gölgelenmemeye, konuşmamaya ve devamlı oruç
tutmaya adamış. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.); Ona
söyleyin, konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucuna son versin
buyurdu.”
Bundandır ki aşırıya kaçmak insanı helak eder.
Müslim’ in bir rivayetinde Rasul (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
“Yutamayacağı lokmayı ağzına alan helak olur.”
Rivayete göre Rasul (s.a.v.) bunu üç
kez tekrarlamıştır.
Yine Ahmed b Hanbel, Nesei ve İbni Mace’nin
rivayet ettikleri bir hadisi şerif şöyledir:
“Ey insanlar siz dinde aşırıya
kaçmaktan sakının! Gerçek şu ki, sizden öncekiler dinde aşırıya
gitmekten helak olmuştur.”
Dinde aşırıya kaçanlar için söylenecek bu kadar
şey olunca, dini hafife alan için de söylenecek çok şey vardır.
Onlar her ne kadar dinin aslına iman etmişler ise de farzları ihmal
edip emanete güvenmektedirler. Çekinmeden büyük günahlara dalıp
ölmeden önce kendilerini tevbekar saymaktadırlar. Sanki ecellerinin
ne zaman geleceğini mi biliyorlar da böyle yapıyorlar. Evet böyle
bir tutum haramdır. Bilakis Müslümana düşen tez elden vakit geçirmeden
sahih bir şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmektir. Allah'a en güzel
bir şekilde itaat etmenin yolunu aramalı ve baştan savma bir itaata
razı olmamalıdır. Aksi takdirde Allah'ın sahih ve kavli olan
yolundan sapmış olur.
Rasul (s.a.v.)'in, teker teker müslümanları
ifrat ve tefrite düşmeme hususunda uyardığı gibi alimleri,
cemaatları, hatta devlet başında bulunanlara bile ayrı ayrı uyarı
yapmıştır. Maalesef bugün daveti yüklenen bir çok Müslüman
alimler dine hoşgörü sureti vererek temellerini sarsmışlardır.
Sanki bu din hiç bir şeyi günah ve haram kılmamış ve reddetmemiş.
Böyle yaparak Rasul (s.a.v.)'in çizdiği
sıratı müstakimden sapıp uzaklaştılar. İslâm'ın bir çok
hükmünü hafife aldılar. Şer’î hiç bir delile dayanmayan bazı görüşleri
İslâm’danmış gibi gösterdiler. Bunu güya batıya İslâm’ın
her asra ve özellikle çağımıza uygun, vakıaya göre şekil alan,
değişken bir din olduğunu göstermek için yaptılar. Bununla
yetinmeyip işi, bütün ümmetin üzerinde ittifak ettiği nasları
iptal etmeye vardırdılar. Geri kalan bir kısmını da tevil etmekten
geri kalmadılar. Neticede dediler ki; Rasul (s.a.v.);
“Dinini değiştireni öldürün.”
demiş olsa da mürtedin öldürülmesi
gerekmez. Güya bizim içinde bulunduğumuz şartlar Rasul (s.a.v.)'in
şartlarından farklıymış. Evet bütün delilleri budur. Böyle
söylüyorlar. Çünkü fikirlerinin batının din hürriyeti fikriyle
uyuşması gerekmektedir. Yine bunun gibi kadının idareci hatta
başkan hatta halife olabileceğini de savundular. Rasul (s.a.v.)'in;
“İşlerinin yönetimini bir kadına bırakan bir
toplum iflah olmaz.”
demiş
olması onları ilgilendirmiyordu. Eğip bükerek dediler ki: "Bu
hadis özel manada söylenmiş, her hususta geçerli değildir." Zira
batı; İslâm, kadına eşit haklar vermeyerek ona haksızlık ediyor
demişti. Bunu telafi etmeye çalışıyorlardı. Daha da ileri
gittiler. Faizin mübah olduğunu da söylediler. Dediler ki; "Faiz
ile muamele etmeyen hiç bir devlet yok. Günümüzde faiz kurumları ve
faizli muameleler olmadan işler yürümez." Evet bunu
demekten bile çekinmediler.
Bütün bunlar; İslâm'ın
hayatla ilgili işleri tanzim etmede acze düştüğü neticesine
götüren İslâm hukukunu yok eden fikirler oldular. Gerçekte ise bu,
İslâm'ın değil onların acizliğinin ifadesiydi. İşte ifrat
perdesi arkasına gizlenen bir tefrit idi bu. İşi esastan ele
alanları aşırılıkla suçlayarak İslâm’ı hafife almalarının
üstünü örtüyorlardı. Halbuki bu, insanı
ve dini tanımamaktır. Bunun için bu iki sınıf din ehli helak
olmuşlardır. Biri sırf nefsinin tatmini için dinde aşırılığa kaçanlar,
diğeri de Allah'ın rızasından uzak bir şekilde insanları memnun
etmek için hükümleri hafife alanlar.
Bu iki durum söz konusu iken bize düşen Allah'ın
emrine bağlanarak ifrata ve de tefrite düşmemektir. Allah'ın şu mübarek
sözünü de bu bakımından ele alıp kavramalıyız:
“İşte böylece biz sizi vasat bir ümmet kıldık
ki insanlara şahit (bir ümmet) olasınız. Rasul de üzerinizde bir
şahit olsun.”
Yani Allah (C.C.)
aralarında Rasul (s.a.v.)'in de bulunduğu
halde bu ümmeti adil bir şahit kılmıştır. İşte bu fonksiyonu
gereği en hayırlı ve en şerefli bir ümmet olmuştur. İslâm
ümmetinin insanlık alemi içindeki yeri bir dağın zirvesi
mesabesindedir ki zaten bir şeyin ortası onun en yüksek noktası
demektir. Ayette geçen "vasat" kelimesinin, batının kendi
kriterlerine dayanarak "orta yol" şeklindeki izahı yerinde
değildir. Bu kelime ile "Orta yol" veya "orta
çözüm" anlamlarının kastedilmiş olması düşünülemez. Daha
önce açıkladığımız gibi bu tarzdaki bir yaklaşım haramdır.
Zira İslâm akidesi, İslâm ile küfür arasında bir "orta
yol"un olmasını imkansız kılmaktadır. Çünkü bu "orta
yol" denilen şey küfrün ta kendisidir. Nitekim bir hal tarzı,
bir fikir, bir hüküm, ya iman ya da küfür, ya nur ya da karanlık,
ya hidayet ya da dalalet olur. Bunların ortası yoktur. Şer’î
hüküm konusunda "Allah'tan başka hüküm koyucu, şari'
yoktur" diye bir ifade daha önce de geçmişti. Evet onun hükmünü
muhasebe edecek merci yoktur. gerçek şu ki, o hakimlerin hakimidir.
İşte itidal ve aşırılık konusunda İslâm'ın
ve batının anlayışları böyledir. Bu iki anlayış arasında hiç
benzerlik ve uyum var mıdır? Batı, bu aşırılık diye ilan ettiği
tezinin arkasında gizlenerek İslâm ümmetini sömürmeye imkan veren
fiili durumun devamını sağlamaktadır. Sömürüsüne engel olacak
fikirleri aşırılıkla nitelendirmektedir. Şimdi biz kalkıp onların
müslümanları köleleştirmelerine yardımcı mı olacağız?! Halbuki
Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
“İşte bunun için davet et. Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol. Onları n heva ve heveslerine uyma.”
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Seninle beraber
tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Haddi aşmayın! Şüphesiz O ne
yaptığınızı görendir. Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size
de dokunur da Allah'tan başka size yardım edeniniz de olmaz. yardım
da görmezsiniz.”
Unutmayalım ki eğer bu din uğranda en hayırlı
konumu elde etmek için çırpınır, bu dinin üstün özelliklerini
ortaya koymak için aşkla, şevkle çalışırsak, Allah'ın tevfik ve
inayetiyle akılları ve gönülleri fethedeceğimiz muhakkaktır.
Neticede bu din zafer elde edecektir. Şüphe yok ki kendimiz için
istediğimiz hayrı ve iyiliği herkes için arzulamaktayız. Allah, içinde
bulunduğumuz bu fiili durumu ıslah etsin. Nasıl bir yağmurla
kurumuş topraklara hayat verirse, bu ümmete de sahih akideyle hayat
bulmayı nasip etsin. Bütün işler dönüp dolaşıp, eninde sonunda
O'na döner.
* * * * *
|