Kur’ân-ı Kerim ve Sünnette “Sünnet”:
Kur’ân-ı Kerim’de “Sünnet”in Bazı Anlamları
a- Kur’ân-ı Kerim’den Sonraki Kaynak Olarak Sünnet:
f- Usulu’d-Dîn (İnanç Esasları) ve Akaid Meseleleri
Hakkında Da “Sünnet” Kullanılır:
Müteahhirîne Göre Sünnet Kavramı:
Şer’i Bir Terim Olarak Cemaat:
a- Ashabın -Allah
hepsinden razı olsun- Kendi Dönemlerindeki Cemaati:
c- Cemaat, Hak Üzere Toplanmak ve Ayrılıp Dağılmamak Hakkında Da Kullanılır:
e- Ehl-i Hal ve’l-Akd Anlamında Cemaat:
“Cemaat” Kavramı Dışında Olanlar:
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT KAVRAMINA DAİR
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Kavramı:
Ehl-i Sünneti Tanıyabilmemize İmkân Veren Bazı Bakış
Açıları:
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaate Bu İsmin Veriliş Sebebi:
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat Bir Mekan Ya da Bir Zamana
Münhasır Bir Kavram Mıdır?
Selefin Belirlediği Şekliyle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin
Bazı Nitelik ve Belirtileri:
Prof.
Nâsır b. Abdülkerîm
Çeviren
M. Beşir Eryarsoy
Şüphesiz
hamd Allah’ındır. O’na hamdeder, O’ndan yardım dileriz, O’ndan mağfiret diler,
O’na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden
O’na sığınırız. Allah kime hidayet verirse, onu kimse saptıramaz. Allah kimi
saptırırsa kimse de ona hidayet veremez.
Allah’tan
başka hiçbir ilah olmadığına, O’nun bir ve tek olup, ortağı bulunmadığına
şehadet ederim. Muhammed’in de Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna şehadet ederim.
Allah ona, âline, ashabına, kıyamet gününe kadar izlerinden gidecek olanların
hepsine salât ve selâm eylesin. (Rahmet buyursun.)
Şüphesiz
yüce Allah bu dinin ebediyyen kalmasını takdir buyurmuş, kıyametin kopacağı
zamana kadar onu korumayı hükmetmiştir:
“Muhakkak Zikr’i Biz indirdik, onu
koruyacak olan da elbette Biziz.” (el-Hicr, 15/9)
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem- buyurdu
ki:
“Kıyametin kopacağı vakte kadar
ümmetimden bir kesim hak üzere muzaffer olarak var olmaya devam edecektir.”[1]
Rasûlullah
-Sallallahü aleyhi vesellem-’ın bu
hadisi, bu dinin belli bir taife (kesim)in şahsında temsil edilerek kalmaya
devam edeceğini açıkça ifade etmektedir. Bu kesim ise, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın dinde
ayrılık ve ihtilaf halinde helak olacak fırkalardan istisnâ ettiği “fırka-i
nâciye: kurtulmuş fırka”dır. Çünkü Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- Ebû Hureyre -Radıyallahu Anh-’ın ve başkalarının kendisinden rivayet ettiği ve
sahih olarak sabit olmuş hadiste şöyle buyurmaktadır:
“Yahudiler yetmişbir fırkaya, yahut
yetmişiki fırkaya ayrılacak (ayrıldı), hristiyanlar da aynı şekilde. Benim
ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.”[2]
Yine
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-,
Muâviye -Radıyallahu Anh- ve
başkalarının naklettikleri rivayete göre şöyle buyurmuştur: “...Hepsi ateştedir. Birisi müstesnâ, o ise
cemaattır.”[3]
İlim
ehli ve hidayetin önderleri kurtuluşa eren bu fırkanın ehl-i sünnet ve’l-cemaat
olduğunu ittifakla belirtmişlerdir.
Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat, ashab, tabiûn, selef-i salih ve hidayet imamları olan
fazilet sahibi üç nesildeki hadis ve ilim ehli olup dinde fakih olan, onların
izlerini sürüp, yollarını takip eden, onların gösterdikleri ve tutturdukları
hidayet yoluna uymayan şeyleri ve dinde herhangi bir bid’ati sonradan ortaya
çıkarmayan kimselerdir. Çünkü onlar Rablerinden gelmiş, apaçık bir delil üzere,
apaydınlık bir yolda yürüyen kimselerdir. Hevâlar ve fitnelerin rüzgarlarının
etkisi altında kalmadıkları gibi, bid’atler onları sapasağlam kulptan ve
dosdoğru yoldan saptırmamıştı.
Ehl-i
Sünnet Rasûlullah’ın, ashabının ve tabiûnun zahir ve bâtın hidayet yolunda
yürüyen herkestir.
Allah
Rasûlünün ashabının ve selef-i salihin izledikleri yol açık ve seçiktir. Bize
yazılı olarak nakledilmiş ve korunmuştur. Bu da selef-i salihin anladığı ve
amel ettiği şekliyle Allah’ın kitabı ve Allah Rasûlünün sünnetidir.
Bu
işin açık seçik ortada olmasına rağmen çağımızda müslümanların bir çoğu
kültürlerin karışıp, bid’atlerin yayılması, sapık fırka ve mezheblerin üstünlük
sağlamış olmaları dolayısıyla din ve akideleri ile ilgili birçok hususu bilmemektedirler.
Müslümanların
pek çoğu tarafından bilinmeyenler arasına katılanlardan birisi de ehl-i sünnet
ve’l-cemaat kavramı, onların usulü ve hidayetleri (izledikleri yol)dır. Bu ise
birtakım bilgisizlerin ehl-i sünnetin geçip gitmiş bir tarih olduğunu yahutta
ortada bu şekilde nitelendirilebilecek bir kesimin olmadığını ya da selefin
izledikleri yolların ancak nazari ve ideal birtakım esaslardan ibaret
bulunduğunu ya da bütün müslümanların meşreblerinin farklılığına rağmen sünnet
üzere bulunduklarını yahutta sünnet yol ve yöntemlerini zamanın silip
süpürdüğünü, artık yenileme hareketleri ile yeni alternatifler bulmanın
kaçınılmaz olduğunu ileri sürecek hale gelmelerine sebeb teşkil etmiştir.
Nitekim
son zamanlarda sünnet ve cemaate aykırı birtakım fırka ve cemaatlerin
kendilerinin ehl-i sünnet ve’l-cemaat olduklarını yahut ehl-i sünnet
ve’l-cemaatin kendilerinden olduklarını ya da kendilerine katıldıklarını iddia
edecek şekilde bazı tez ve iddialar ortaya çıkmıştır.
Bu
iddia ve tezlerin akaidlerinin, yöntemlerinin ve amellerinin açık seçik ve
çizgileri belirgin ehl-i sünnet ve’l-cemaat yöntemi ile karşılaştırılmak
suretiyle tahkike ve delillendirilmeye ihtiyacı vardır. Böylelikle bu iddianın
gerçek değeri ortaya çıkmış olur.
Kanaatimce
bu hususu en mükemmel şekilde ortaya koyacak üslup bizzat ehl-i sünnetin
kendilerinin açıkladığı şekliyle ehl-i sünnet ve’l-cemaat kavramını
yaygınlaştırmaktır. Bundan önce ise sünnet bunu açıklamış, ashab ve tabiûn bunu
beyan etmiştir. Fazilet sahibi ilk üç asırdaki salih selefimiz (geçmişimiz)in
hidayet önderlerinin ve onlardan sonra günümüze kadar gelenlerin yöntemleri ile
kilometre taşları belirginlik kazanmıştır.
Bu
kısa çalışmamı sunarak gücüm oranında Kur’ân-ı Kerim ve sünnette ehl-i sünnet
ve’l-cemaat kavramına açıklık kazandırmaya çalışarak işin netleşmesine katkıda
bulunmaya çalıştım. Bunu yaparken kavramı ehl-i sünnet ve’l-cemaatin kendisini
oluşturan ashab, tabiûn, hidayet önderi olan selef-i salihimizin anladığı
şekliyle ortaya koymaya gayret ettim. Bu hidayet önderleri dinde hadis ve fıkıh
ehli olarak bilinen, kendilerine uyulan, ümmetin kendilerinden razı olup, güzel
bir kabul ile karşılayarak dinlerini kendilerinden öğrendiği kimselerdir. O
halde ehl-i sünnet ve’l-cemaat neyin ne ve nerede olduğunu bilen evin (yurdun)
sakinleridir. “Mekkeliler onun yollarını daha iyi bilir.”[4]
Bu çalışma benim bu hususa özetle açıklık kazandırmak maksadıyla ortaya
koyduğum bir çaba olup, esasen imkânları kısıtlı olan bir kimsenin mütevazi bir
gayretidir.
Yüce
Allah’tan bunu faydalı kılmasını, dinini aziz kılıp, kelimesini yüceltmesini,
salih kullarını zafere kavuşturmasını dilerim. O elbetteki bunu yapacak olan ve
buna kadir olandır. Allah’ım Muhammed’e, onun aile halkına ve bütün ashabına
salât ve selâm eyle, onlara bereketler ihsan et.
Nâsır
b. Abdülkerîm el-Akl
Bu
bölümde açıklığa kavuşturulacak hususlar:
Sözlükte
sünnetin tanımı,
Kur’ân-ı
Kerim’de sünnetin anlamları,
Nebevî
sünnette sünnetin bazı anlamları; Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın hadisi, ashab, tabiîn ve selef-i salihe göre sünnet
kavramı:
1- Kur’ân-ı Kerim’in
dışında bir delil olarak sünnet.
2- Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sahib
olduğu ilim, amel, hidayet ve mutlak olarak getirdiği herşey demek olan sünnet.
3- Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın bid’at
ve dinde sonradan uydurulan şeylerin karşıtı olan teşrî buyurduğu ve takrir
ettiği şeyler anlamında sünnet.
4- Bazan nafile demek
olan sünnet.
5- İlim ve amel
hususunda selefin durumu hakkında (ittiba: onlara uymak) anlamı ile kullanılan
sünnet.
6- Dinin esasları ve
akide meseleleri anlamında sünnet.
7- Müteahhirûna göre
sünnet kavramı.
8- “Hadis” anlamında
sünnet.
9- Nafile ve müstehablar
anlamıyla sünnet.
Sözlükte
sünnet “senne, yesinnu, yesunnu, sennen: sünnet kıldı-kılar, sünnet kılmak”
şeklinde. Sünnet kılınana “mesnun” denilir. “Senne’l-emra: O işi açıkladı”
demektir.
Sünnetin
bir diğer anlamı sîyret (yaşayış tarzı) tabiat ve gidilen yol demektir.
Allah’tan gelen sünnet de O’nun hükmü, emri ve yasakları demektir.
Böylelikle
aşağıdaki hususların sünnetin sözlük anlamları arasında yer aldığı sonucuna
varıyoruz:
1- Sîyret (yaşayış tarzı) ve yol:
İster güzel, ister çirkin olsun Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın şu hadisinde bu anlamda kullanılmıştır:
“Kim
güzel bir sünnet ortaya koyarsa, onun ve onunla amel edenlerin ecri ona
verilir. Kim de kötü bir sünnet ortaya koyarsa...”[6]
İbn
Manzur “Lisanu’l-Arab”da şöyle demektedir: “Hadis-i şerifte sünnet ve bu kökten
türeyen lafızlar defalarca kullanılmıştır. Bunun asıl anlamı yol ve sîyrettir.”[7]
2- Cilalamak ve süslemek:
Senne’ş-şey’e yesunnuhû sennen, sennenehû: onu cilaladı ve süsledi demektir.[8]
Sünnet:
Cilalı oluşu, parlaklığı ve düzgünlüğü sebebiyle yüz demektir. Mesnûn da:
Cilalanmış anlamındadır.[9]
3- Takviye (güçlendirmek, pekiştirmek):
Arablar: Ekşi bitkiler develere yol almaya karşı güç verir (yesunnu). Tıpkı
bilemenin bıçağın keskin tarafını güçlendirdiği gibi[10]
derler.
“Yesunnu”
fiilinden “es-sinân” güç kuvvet demektir.[11]
4- Açıklamak:
Allah’ın sünneti, O’nun hükümleri, emri ve yasakları demektir. Allah bunları
insanlara sünnet kıldı: Bunları açıkladı, demektir. Allah bir sünnet ortaya
koydu: Dosdoğru bir yolu açıkladı, anlamındadır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
”Bu önce geçenlerde Allah’ın geçerli
kıldığı sünnetidir.” (el-Ahzab, 33/38, 62)
Görüldüğü
gibi bu buyrukta, Allah bunu sünnet kıldı, ifadesi onu açıkladı demektir.[12]
Bu
sözlük anlamlarından, sünnetin şer’î bir terim olarak: Peygamber -sallallahü aleyhi vesellem-’ın genel
çerçevesi ile söz, fiil ve takrirlerinde izlediği sîret (yaşayış tarzı) ve yol
anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Nitekim
sözlük anlamı ile bu kullanımların bir çoğu Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerifte
de -ileride açıklanacağı üzere- geçmiş bulunmaktadır.
Sünnetin
manası Kur’ân-ı Kerim’de, hadiste ashab-ı kiramdan ve selef-i salihten gelen
rivayetlerde (eserlerde) çeşitli şekillerde kullanılmış bulunmaktadır. Bunların
çoğunluğu da Peygamber -sallallahü aleyhi
vesellem-’ın söz, fiil ve takrirlerinde yaptığı teşrîler ile bütün
hallerinde izlediği sair hidayet ve rehberliği anlamlarında kullanılmıştır.
1- Kur’ân-ı Kerim’de
“sünnet” lafzı yol, sîret, geçmişlerin izledikleri yol anlamında
kullanılmıştır. Bu yol kimi zaman övülen bir yol olabilir, bu da hak ve hidayet
yoludur. Yüce Allah’ın şu buyruğunda bu anlamda kullanılmıştır:
”Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden
öncekilerin sünnetlerine iletmek... ister.” (en-Nisa, 4/26)
Yani
yüce Allah sizden öncekilerin yollarına iletmek ister. Bu da onların öğülmeye
değer olan yollarıdır.[13]
“Sünnetullah:
Allah’ın sünneti” bazan yerilen bir işe karşılık Allah’ın cezası anlamında
kullanılmıştır. Bu da onun peygamberlerine karşı gelip, sapıklık ve batıl
içerisinde kalmaya devam eden ümmetlerin helak edilmesi demektir. Yüce Allah’ın
şu buyruğu bu kabildendir:
”Eğer (şirke) dönerlerse, kendilerinden
öncekilerin sünneti muhakkak devam etmiş olur.”
(el-Enfal, 8/38)[14]
Yani
sırat-ı müstakimi bırakıp, başka yolları izledikleri için Allah’ın onları helak
etmesi gerçekleşmiştir, geçip gitmiştir.
Yüce
Allah’ın şu buyruğunda da bu anlamdadır:
”Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu
halde...” (el-Hicr, 15/13)[15]
Bu
da yalanlamaları üzerine yüce Allah’ın o kavimleri helak etmekte sünnet kıldığı
yol anlamındadır.
2- “Sünen” lafzı geçmiş
ümmetlerin karşı karşıya kaldığı defalarca tekrarlanan hadiseler ve olaylar
anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda bu anlamdadır:
“Sizden evvel birçok sünnetler gelip
geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonları nice
oldu görün.” (Âl-i İmrân, 3/137)
Yani
yüce Allah’ın peygamberleri yalanlayan ümmetler hakkında sünnet olarak kıldığı
birtakım olaylar sizden önce geçip gitmiş bulunmaktadır.
3- “Sünnetullah” lafzı
O’nun hükmü asla geri kalmayan, değişmez kazası anlamında da kullanılmıştır.
Yüce Allah’ın şu buyrukları bu türdendir:
”Bu daha önce geçenler hakkında Allah’ın
sünnetidir. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir değiştirme bulamazsın.” (el-Ahzâb,
33/62)
“(İşte bu) Allah’ın öteden beri süregelen
sünnetidir. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.”
(el-Feth, 48/23)
“(Bu) senden önce gönderdiğimiz
peygamberler için de uyguladığımız sünnetimizdir. Sen bizim sünnetimizde hiçbir
değişiklik bulamazsın.” (el-İsra, 17/77)
O
halde burada sünnet yüce Allah’ın hükmettiği ve kesin olarak hükme bağladığı
sabit, değişmez adet anlamındadır.[16]
Son iki anlamı birbirine yakındır.
4- Kur’ân-ı Kerim’de
İbrahim (a.s)’ın yaptığı şu dua birkaç defa tekrarlanmış bulunmaktadır:
”Rabbimiz onların arasından kendilerinden
onlara âyetlerini okuyan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten... bir peygamber
gönder.” (el-Bakara, 2/139)
Yüce
Allah peygamberi Muhammed -Sallallahü
aleyhi vesellem-’a şöyle buyurmaktadır:
“Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve
sana bilmediklerini öğretmiştir.” (en-Nisa, 4/113)
Bir
başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”O ümmiler arasında kendilerinden onlara
karşı onun âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti
öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki daha önceden apaçık bir sapıklık
içinde idiler.” (el-Cuma,
62/2)
O
halde (burada sözü edilen) “kitab” Kur’ân-ı Kerimdir. “Hikmet” ise sünnettir.[17]
Aynı
zamanda hikmet ile nitelendirilen sünnet, burada Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın hidayeti, sözü, fiili ve sîyreti
anlamındadır.
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
vârid olduğu ve selefin kavradığı şekliyle sünnetin anlamlarını inceleyip,
tesbit etmek uzunca bir araştırmayı gerektirir. Ancak burada açıkça tesbit
ettiğim bazı hususları özetle kaydedeceğim:
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
gelen rivayetlerde Kur’ân-ı Kerim’den sonraki kaynak olarak sünnetin
kullanıldığı rivayetler gelmiştir. Bu, vahyin ikinci türü anlamında olup,
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
Kur’ân-ı Kerim’in dışında mutlak olarak gelen rivayetler kastedilir. Bu
bakımdan: Allah’ın Kitabı ve Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın sünneti denilir. Buna göre burada sünnet din ve
şeriatın kaynaklarından ikinci kaynak anlamındadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de
yüce Allah’ın şu buyruğunda bu anlamda kullanılmıştır:
“Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini
ve hikmeti hatırlayın.” (el-Ahzab,
33/34)
“Onlara kitabı ve hikmeti öğreten...” (el-Bakara, 2/129)
“Ve biz sana kitabı ve hikmeti indirdik.” (en-Nisa, 4/113)
‘Onlara kitabı ve hikmeti öğreten...” (el-Cuma, 62/2)
Bu
âyet-i kerimelerde ve başkalarında “kitab”dan kasıt Kur’ân-ı Kerim, “hikmet”ten
kasıt sünnettir.[18] -Az önce
işaret ettiğimiz gibi.- Bu âyet-i kerimelerde sünnet Kur’ân-ı Kerim’den başka
bir kaynaktır.
Aynı
şekilde Peygamber -Sallallahü aleyhi
vesellem-’dan gelen rivayetlerde de bu iki kaynak birbirinden ayrı
kaynaklar olarak ifade edilmiştir. Malik’in Muvatta’da rivayet ettiği hadis
bunlardan birisidir: Malik’in belirttiğine göre kendisine Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın şöyle
buyurduğu ulaşmıştır:
“Ben
aranızda iki şey bırakıyorum. O ikisine sımsıkı sarıldığınız sürece asla
sapmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün Sünneti.”[19]
Hâkim’im
el-Müstedrek’te, İbn Abbâs’tan kayd ettiği şu rivâyet de buna benzemektedir:
“Aranızda öyle şeyler bırakıyorum ki,
onlara sarıldığınız sürece ebediyyen sapmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve
Peygamberinin Sünneti...”[20]
Bunu
Hâkim de yakın bir rivayetle Ebu Hureyre’den kaydetmiş ve şunu eklemiştir:
“Her ikisi de Havzda benimle
buluşacakları vakte kadar asla ayrılmayacaklardır.”[21]
Böylece
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-
mushaflarda yazılı, okunan Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerim ile kendi
sünnetinin farklı şeyler olduğunu göstermiş bulunmaktadır.
Muaz
b. Cebel -Radıyallahu Anh-’ın rivayet
ettiği hadiste belirtildiğine göre de Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- kendinizi Yemen’e gönderdiğinde şöyle
sormuş:
“Sana hüküm vermek üzere bir husus
arzedildiğinde nasıl hükmedeceksin?” Muaz:
“Allah’ın
kitabı ile hükmederim” deyince, Peygamber:
“Eğer Allah’ın kitabında olmazsa?”
diye sorunca, Muaz:
“O
halde Rasûlullah -Sallallahü aleyhi
vesellem-’ın sünneti ile... (hükmederim)” demiştir.[22]
Burada
Muaz sünneti Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir kaynak olarak söz konusu etmiş, Rasûlullah
-Sallallahü aleyhi vesellem- da onun
bu ayırımını reddetmemiştir.
Huzeyfe
-Radıyallahu Anh-’ın zikrettiği hadis
de bunun gibidir: Bize Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem- iki hadis aktardı. Bunlardan birisini gördüm, diğerini de
bekliyorum. O bize dedi ki:
“Şüphesiz emanet yiğit adamların
kalblerinin köküne inmiştir. Sonra onlar Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiler, sonra
da sünnetten öğrendiler...”[23]
Burada
“sünnet” Rasûlullah -Sallallahü aleyhi
vesellem-’ın Kur’ân-ı Kerim’in dışında getirdikleridir.
Aynı
şekilde selefin (Allah onlardan razı olsun) de “sünnet” lafzını Kur’ân-ı
Kerim’in dışında Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem-’dan gelen rivayetler hakkında kullandıklarını görüyoruz.
Onlar: “Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti” dedikleri gibi “Kur’ân ve sünnet”
de diyorlardı.
Bu
şekildeki kullanım ashabın ve selefin sözlerinde ve onlardan gelen rivayetlerde
pek çoktur. Yüce Allah’ın:”Onlara kitabı
ve hikmeti öğreten...” (el-Cuma, 62/2) buyruğunu ashab ve tabiînin
bazılarının kitabı Kur’ân-ı Kerim, hikmeti de Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sünneti diye tefsir ettikleri
önceden geçmiş bulunmaktadır.[24]
Bunlardan bazılarını da burada belirtelim:
İbn
Abbas -Radıyallahu Anh- dedi ki:
“Kim, Allah’ın kitabında olmayan, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sünnetinden, daha önce uygulaması
bulunmayan herhangi bir işi ortaya çıkartırsa...”[25]
Abdullah
b. Mesud -Radıyallahu Anh- diyor ki:
“Bize yüce Allah’ın kitabında yahutta Allah’ın peygamberinin sünnetine dair
bildiğimiz herhangi bir husus hakkında soru sorarsanız, biz de onu size
bildiririz. Fakat sizin sonradan uydurduğunuz şeylere gücümüz yetmez.”[26]
Ebû
Seleme b. Abdu’r-Rahman (vefatı: 94 h.) Hasan-ı Basri’ye (vefatı: 110 h.)
dedi ki: “Bana ulaştığına göre sen
kendi görüşüne göre fetva veriyormuşsun. Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sünneti yahut Allah tarafından
indirilmiş kitabın bir hükmü ile olmadıkça sakın kendi görüşüne göre fetva
verme.”[27]
İmam
Abdullah b. Avn el-Basrî (vefatı: 150 h.)’ın şu sözünde de bu anlamda kullanılmıştır:
“Üç husus vardır ki onları hem kendim için, hem kardeşlerim için severim: Bu
sünneti öğrenmeleri, ona dair soru sormaları, bu Kur’ân’ı iyice bellemeye
çalışmaları, insanlara ona dair soru sormaları ve hayır ile olmadıkça insanlara
ilişmemeleri.”[28]
Yahya
b. Ebi Kesir -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefat: 129 h.) de şöyle demiştir: “Sünnet Allah’ın kitabına dair
hüküm verici konumdadır.”[29]
Abdullah
b. Ömer, Cabir b. Zeyd -Radıyallahu
Anhum-’a şöyle demiştir: “Natık bir Kur’ân yahut uygulanagelmiş bir sünnet
ile olmadıkça sakın fetva verme.”[30]
Hassan
b. Atiyye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 120 h.) dedi ki: Cebrail,
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’a
Kur’ân’ı indirdiği gibi, sünneti de indirirdi.”[31]
O
halde din Allah’ın kitabı olan ve o emin ruhun Muhammed -Sallallahü aleyhi vesellem-’a indirdiği Kur’ân-ı Kerim ile diğeri
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
sünnetinden ibaret olan iki kaynaktan öğrenilir. Onun sünneti sözleri,
fiilleri, takrirleri, yaşayışı ve siretidir. İşte seleften gelen bu
rivayetlerdeki bu taksimden maksat budur.
Sünnetin
bu şekildeki anlaşılması bazı usul alimleri ile dilbilginlerinin sünneti
tariflerine uygun düşmektedir: Şatıbî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- (vefat: 790 h.) el-Muvafakat adlı eserinde şöyle
demektedir: “Sünnet lafzı -özel olarak- Kitab-ı Aziz’de hakkında nass
bulunmayan ve Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’dan nakil yoluyla gelen şeyler hakkında kullanılır.”[32]
İbn
Manzur da “Lisanu’l-Arab”da şöyle demektedir: “Hadiste sünnet lafzı ve bu
kökten türeyen lafızlar çokça tekrar edilmiştir. Bunun asıl anlamı: Yol ve
siret (yaşayış)dır. Şeriatte sünnet kullanılacak olursa, onunla Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
emrettiği, yasakladığı ve teşvik ettiği Kitab-ı Aziz’in ifade etmediği hususlar
-söz ya da fiil olsun- kastedilir. Bundan dolayı şeriatın delilleri: Kitab ve
Sünnettir yani Kur’ân ve hadistir denilir.”[33]
Hadis-i
şerifte “sünnet”in, Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın rehberliği ve yaptıkları hakkında çokça kullanıldığı
görülmektedir. Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’dan sahih olarak rivayet edilen Abdullah b. Amr -Radıyallahu Anh-’dan gelen şu hadis
bunlardan birisidir. Abdullah b. Amr dedi ki: Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem- şöyle buyurdu:
“Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir.”[34]
O
halde burada sünnet Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın rehberliği ve uygulaması, amelidir.
Sünnet
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
rivayet edilen söz, fiil, takrir, yaşayış, şeriat ve Kur’ân-ı Kerim ile,
sünnetin getirdiği din ile ilgili olarak gelen bütün rivayetler anlamında da
kullanılabilir. Yani kapsamlı anlamı ile sünnetin kullanıldığı da olur.
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
el-İrbad b. Sâriye, -Radıyallahu Anh-’ın
rivayet ettiği hadisteki şu sözlerinde bu anlamda kullanılmıştır:
“... Allah’tan korkun ve (meşru müslüman
yöneticilere) dinleyip, itaat etmeye bakın. Gerçek şu ki aranızdan uzun ömür
yaşayacak olanlar çokça ayrılıklar göreceklerdir. O vakit siz benim sünnetime
ve raşid halifelerin sünnetine sımsıkı yapışmaya bakınız. Bu sünnete azı
dişlerinizle yapışınız.”[35]
Buradaki
anlamı ile sünnet Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın getirdiği bütün vahiy, şeriat, din, rehberlik ve
ameldir. Raşid halifelerin ameli de bunların kapsamı içerisindedir. Bu da bir
önceki anlamdan daha kapsamlıdır.
Aynı
şekilde selefin “sünnet” tabirini Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın getirmiş olduğu din ve şeriat
hakkında, mutlak olarak ilim ve amel hakkında, ayrıca ashabın, tabiûn’un ve bu
ümmetin selefinin dinin usulü (itikadi hükümleri) ile furûu (fıkhî ve diğer
hükümleri) ile ilgili olarak algıladıklarının tümü hakkında da kullandıklarını
görebiliyoruz. Bu anlam sünnetin selef tarafından anlaşılmış en kapsamlı ve en
geniş anlamıdır. Çünkü bu anlamı ile Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın gerek Kur’ân-ı Kerim’de, gerek
sünnette getirdikleri ve ashabın bize naklettikleri İslamın getirmiş olduğu
ilim, amel, akaid, ahkâm, faziletler ve güzel ahlâka dair bütün hususları
kapsamaktadır. Bu aynı zamanda “raşid halifelerin sünneti”ni de kapsar. Hatta
burada sünnet Allah’ın hidayet peygamberini kendisi ile göndermiş olduğu İslamı,
özeliyle geneliyle ifade eder. Bu da hak din ve sırat-ı müstakimin kendisidir,
müminlerin yoludur, İbrahim’in milleti olan haniflik dinidir.
Ebu
Bekr es-Sıddik -Radıyallahu Anh-’ın
söylediği: “Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir.”[36]
sözü de bu anlamdadır.
Ubeyy
b. Kâb -Radıyallahu Anh- dedi ki:
“Size o yola ve sünnete sımsıkı sarılmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü kim o yol
ve o sünnet üzerinde bulunup da, Rahman’ı andığı vakit yüce Allah korkusundan
ötürü gözleri yaşla dolarsa, o kimseyi Allah azablandırmaz.”[37]
Ömer
b. Abdülazîz -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- de şöyle demiştir: “Sünneti ancak buna muhalif olarak gelen
yanılmaları (neler olduklarını) bilen kimseler ortaya koymuştur.”[38]
Tabiînin
büyüklerinden olan Abdullah b. ed-Deylemî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “Bana ulaştığına göre dinin gitmeye
başlaması sünneti terketmekle ortaya çıkar.”[39]
Yine
o şöyle demiştir: “Bir halatın tel tel gitmesi gibi, sünnet te birer birer
gidecektir.”[40]
Hasan-ı
Basrî ve Süfyan -Allah’ın rahmeti
üzerlerine olsun- yüce Allah’ın:”Sonra
biz seni dinden bir şeriate sahib kıldık. Sen de artık ona uy.” (el-Casiye,
45/18) buyruğunu: Sünnet üzere kıldık, diye açıklamışlardır.[41]
Mekhûl
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefat: 113 h.) de şöyle demektedir: “Sünnet iki türlüdür. Birincisi alınması
farz, terki küfür olan sünnet, diğeri alınması fazilet, onu bırakıp başkasına
yönelmek ise harec (günah) olan sünnettir.”[42]
Bu
anlamı ile dinin usulünü (akaidini) ve furûunu (diğer hükümlerini) kapsar.
İbn
Receb -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
“Camiu’l-Ulumi ve’l-Hikem” adlı eserinde şunları söylemektedir: “Sünnet yol ve
yaşayış demektir. Bu Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın ve raşid halifelerinin üzerinde bulundukları itikad,
amel ve sözlere sımsıkı yapışmayı kapsar. İşte kâmil sünnet bu demektir. Bundan
dolayı selef eskiden sünnet adını ancak bütün bunları kapsayan şeyler hakkında
kullanırlardı. Bu anlamdaki sözler el-Hasen, el-Evzaî ve el-Fudayl b. İyad’dan
rivayet edilmiştir.”[43]
Şeyhu’l-İslâm
İbn Teymiyye -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- şöyle demektedir: “Sünnet şeriatın kendisidir. Sünnet Allah ve
Rasûlünün din olmak üzere teşrî ettikleridir.”[44]
Adî
b. Müsafir -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- izinden gidenlere yazmış olduğu “el-Vasiyetu’l-Kübrâ” adlı
risalesinde de şunları söylemektedir: “Siz -Allah sizi ıslah etsin-
biliyorsunuz ki kendisine uyulması gereken, sahibleri övülen ve onlara
muhalefet edenlerin yerildiği sünnet, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın itikadi hususlarda, ibadete dair
hususlarda ve din ile ilgili diğer hususlardaki sünnetidir. Bu ise ancak
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
sabit olan söz ve fiillerini; terkettiği söz ve amellerini belirten hadisleri,
diğer taraftan önden gidenlerin (es-sâbikûnun) ve onlara güzelce uyanların izledikleri
yolları bilmekle mümkündür.”[45]
Bu
anlamı ile onlara göre sünnet, hadis hakkında kullanılan anlamından daha
kapsamlıdır.
İmam
Abdurrahman b. Mehdî -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- (vefat: 198 h.) de şöyle demektedir: “İnsanlar çeşitlidir.
Kimileri sünnette de imamdır, hadiste de imamdır. Kimisi sadece hadiste
imamdır. Sünnette ve hadiste imam olan kişi ise Süfyan es-Sevrî’dir...”[46]
O
bu sözleriyle hadisten daha genel kapsamlı olan geniş anlamı ile sünneti
kastetmektedir.
Sünnet,
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
teşrî buyurduğu ve dindeki muhdesât (sonradan ortaya çıkartılmış şeyler, bid’atler)
karşıtı anlamı ile vârid olduğu gibi, onun ikrar ettiği amel anlamına da gelir.
Yani ondan sonra değil de onun döneminde ortaya konulan şey demek olur. Çünkü
ondan sonra meydana çıkartılan şeye bid’at denilir. Bu da Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın: “İşlerin en kötüleri ise sonradan ortaya
çıkartılan şeylerdir, sonradan ortaya çıkartılan herbir şey ise bir bid’attir.”[47]
hadisinden alınmıştır. Buharî ile Müslim’de de Peygamber efendimizin şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: “İşlerin en
kötüleri sonradan ortaya çıkartılanlardır.” Müslim’de şu fazlalık vardır: “Ve her bid’at bir dalâlet (sapıklık)tır.”[48]
İşte
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın:
“Her kim İslamda güzel bir sünnet ortaya
koyarsa, o kimseye hem onun ecri, hem de ondan sonra onunla amel edenlerin ecri
verilir ve onlardan hiçbirisinin ecrinden herhangi bir şeyin eksilmesi
sözkonusu olmaz. Her kim de İslamda kötü bir sünnet ortaya koyarsa, hem onun
vebali hem de ondan sonra onunla amel edenlerin vebali o kimsenin üzerine olur
ve onlardan hiçbir kimsenin vebalinden herhangi bir şeyin eksiltilmesi söz
konusu olmaz.”[49] buyruğu
böyle yorumlanır.
Hz.
Peygamberin şu sözleri de bu kabildendir: “Muaz size bunu böylece sünnet kıldı.
Artık siz de onu yapınız.”[50]
Bu,
cemaatle namaz kılma esnasında imamın arkasında yetişilemeyen ve sonradan
kılınan namazın kazası ile ilgilidir. Bu da Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- bunu ikrar ve kabul ile
karşıladığından ötürü meşru ve güzel sünnet kabilindendir. Sünnet’in bazan
önceki ümmetlerin dinde ortaya koydukları kötü fiil ve sapıklıkları anlatmak
için kullanıldığı da olmuştur. Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın şu buyruğu bu kabildendir: “Sizden öncekilerin sünnetlerine andolsun ki uyacaksınız...”[51]
Bu
da dinde bid’atler işlemek hususunda onların izledikleri yollara ve onların
gidişatına uyacaksınız demektir. Bu kullanım sözlük anlamı gözönünde
bulundurularak yapılmıştır.
Peygamberin
hadislerinde yaşayış ve gidilen yol anlamında sünnet çokça kullanılmıştır.
İbnu’l-Esir şöyle demektedir: “Hadis-i şerifte sünnet ve sünnet kökünden
türeyen lafızlar çokça tekrarlanmıştır. Bunların asıl anlamı ise siret
(yaşayış) ve gidilen yol demektir.”[52]
Bu sözleriyle sünnetin sözlük anlamını kastetmektedir. Şarî ise sünnetin şer’î
anlamına Peygamber -Sallallahü aleyhi
vesellem- ile raşid halifelerin şeriat olarak ortaya koydukları ile özel
bir anlam kazandırmış ve ondan sonra ortaya konulanlara da bid’at adını
vermiştir.
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem-
tarafından sünnetin bid’atin karşıtı olarak kullanıldığına dair rivayetler de
gelmiş bulunmaktadır. İmam Ahmed’in Gudayf b. el-Haris -Radıyallahu Anh-’dan naklettiği Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın şu buyruğu bu kabildendir: “Bir kavim, bir bid’at ihdas etti mi mutlaka
sünnetten onun benzeri kaldırılır...”[53]
Aynı
şekilde sünnet lafzı hadiste birinin diğerinin benzeri olması, bir yola yahutta
önceki bir hükme kıyas edilmesi anlamında da kullanılmıştır. İmam Malik’in -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
naklettiği şu rivayet bu kabildendir: Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- mecusileri sözkonusu ederek dedi ki: Onlara ne
yapacağımı bilemiyorum. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf -Radıyallahu Anh- dedi ki: Ben Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ı şöyle buyururken dinlediğime
tanıklık ederim. “Onlara kitab ehlinin
sünnetini uygulayınız.”[54]
Yani mecusiler tabi olacakları hükümler itibariyle cizye hususunda kitab ehline
kıyas edilirler.
Ashab,
tabiûn ve bu ümmetin selefinin ilk nesli, “sünnet” lafzını Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın dine
dair teşrî buyurup, ashab ve tabîinin kendisinden naklettiği şeyler hakkında
kullanmışlardır. Bu ise bid’at ve din hakkında mücerred görüşe dayanarak söz
söylemenin karşıtıdır. Hevâlara uymanın ve itikad ve kader meselelerinde kıyasa
baş vurmanın da karşıtıdır.
Ömer
b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- dedi
ki: “Rey ehli (görüş sahibleri) sünnetlerin düşmanıdır. Hadisleri bellemek
onlara zor gelmiştir. Onlar hadisleri elden kaçırdıkları için onları
belleyememişler, bunun sonucunda görüşlerine dayanarak söz söyleyerek hem kendileri
sapmışlar, hem başkalarını saptırmışlardır.”[55]
Ali
b. Ebi Tâlib -Radıyallahu Anh- da
şöyle buyurmuştur: “Hevâ, sünnete muhalefet edenin kanaatine göre haktır.
İsterse bu uğurda boynu vurulsun.”[56]
Abdullah
b. Ömer -Radıyallahu Anh- kendisine
bir kişinin: ... Ne dersin... Ne dersin? deyince, şöyle dedi: “Sen ne dersin’i
Yemen’de bırak. Burada sözkonusu olan sadece sünnetlerdir.” Yani Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan din
olarak gelen rivayetlerdir.[57]
Kadı
Şureyh -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefat: 80 h.) şöyle demiştir: “Sünnet sizin kıyasınızdan öncedir. O halde tabi
ol, bid’atçi olma.”[58]
Ömer
b. Abdulaziz -Radıyallahu Anh- da
şöyle demiştir: “Sünneti ortaya koyan kimse ona muhalefet etmekteki yanılmaları
bilerek koymuştur. Andolsun onlar tartışma yapmaya, münazara yapmaya sizden
daha da muktedir idiler.”[59]
Selef
sünneti Rasûlullah -Sallallahü aleyhi
vesellem-’ın teşri buyurduğu şeyler hakkında ve onun teşrî buyurmadığı
şeyler mukabilinde kullanmışlardır ki, bunlar da bid’at ve muhdesât (sonradan
din adına ortaya konulan şeyler) diye bilinirler. Şüphesiz ki sonradan ortaya
konulan herbir iş bir bid’attir, her bir bid’at bir sapıklıktır ve sünnete
aykırıdır. Bu dinin esaslarına ve kat’î naslarına dayanan İslam’ın büyük bir
kaidesidir. Mesela Hz. Peygamberin: “Benim
sünnetime sıkı sıkıya sarılınız.”[60]
; “İşlerin en kötüleri sonradan ortaya konulanlardır ve herbir bid’at bir
sapıklıktır.”[61] ; “Sonradan
ortaya çıkartılan işlerden alabildiğine sakınınız. Çünkü herbir bid’at bir
sapıklıktır.”[62] ; “Her kim
bizim bu işimizin üzerinde olmadığı bir amelde bulunacak olursa, (bizim işimize
uymayan bir iş yaparsa) o merduttur.”[63]
buyrukları gibi.
Selefin
“sünnet” lafzını “bid’at”in karşıtı olarak kullanmaları pek çoktur. Bunlara
bazı örnekler:
İbn
Mesud, Ubey b. Ka’b ve başkaları -Allah
onlardan razı olsun- şöyle demişlerdir: “Sünnette iktisat (orta halli
sünnete uymak) bid’atlerde olanca gayreti ortaya koymaktan hayırlıdır.”[64]
Yine
Abdullah b. Mesud şöyle demiştir: “Siz -sünnete- uyunuz. Ayrıca bid’at ortaya
koymaya kalkışmayınız. Çünkü sünnet size yeter, bid’ate ihtiyaç bırakmaz.”[65]
İbn
Abbas -Radıyallahu Anh- şöyle
demiştir: “İnsanların bir bid’at ortaya koymadıkları, bir sünneti
öldürmedikleri, bir yıl geçmiyor. Nihayet bid’atler hayat buluyor, sünnetler ölüyor.”[66]
İbn
Sîrîn -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefat: 110 h.) şöyle demektedir: “Bir bid’ati kabul edip te bir sünnete
başvuran hiçbir kimse olmaz.”[67]
Gudayf
b. el-Haris -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefat: 65 h.) şöyle demektedir: “Bir bid’at ortaya çıktı mı mutlaka
sünnetten onun bir benzeri terkedilir.”[68]
Ebu
İdris el-Havlânî -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- (vefat: 80 h.) şöyle demektedir: “Bir ümmet dininde bir
bid’at ortaya koydu mu mutlaka Allah ondan dolayı onların üzerinden bir sünneti
kaldırır.”[69]
Hassan
b. Atiyye ile ve Hallâs b. Amr -Allah’ın
rahmeti üzerlerine olsun- ve başkalarından buna benzer çokça rivayetler
gelmiş bulunmaktadır.[70]
Fudayl
b. İyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefat: 187 h.) şöyle demiştir: “Yetiştiğim hayırlı bütün insanlar sünnete
bağlı kimseler idiler ve bid’at sahibi kimselerden uzak kalmayı
emrediyorlardı.”[71]
Süfyan
es-Sevrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefat: 161 h.) şöyle demiştir: “Sünnete uy ve bid’ati terket.”[72]
İşte
bu rivayetlerde, bu imamların “sünnet” ile Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın teşrî buyurduğu hususları ve dine
dair ondan gelen rivayetleri kastettiklerini, insanların ondan sonra dine dair
ortaya koydukları herbir işin sonradan ortaya çıkartılmış ve rivayet yoluyla
nakledilegelmiş sünnete muhalif bid’at anlamında kullandıklarını görüyoruz.
Bundan dolayı onlar Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın, ashabın ve hidayet önderlerinin gösterdiği yola uyan
kimseleri “sünnet sahibi” diye, buna karşılık herhangi bir bid’at ve hevâya
bulaşmış olan kimseleri de “bid’at sahibi” olmakla nitelendiriyorlardı. Bu
türden bazı örnekler:
Abdurrahman
b. Mehdi -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 198 h.) şöyle demiştir: “Sen Hammad b. Zeyd’i seven bir Basralı
gördüğün takdirde bil ki o bir sünnet sahibidir.”[73]
Yani o kimse hevâ ve bid’at sahibi bir kimse değildir. Çünkü Hammad ehli
sünnetten idi ve onu ancak sünnet sahibi kimse sever.
Ebu
Bekr b. Ayyaş -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefatı: 193 h.)’a şöyle denildi: Birtakım insanlar oturuyor ve
onların yanına da başkaları oturuyorlar. Halbuki onlar buna ehil değildirler.
Ebu Bekr dedi ki: Oturan herkesin yanına insanlar gider oturur, fakat sünnet
sahibi bir kimse öldü mü Allah onun anılışını canlandırır, bid’atçi ise asla
anılmaz.”[74]
Avn
b. Abdullah -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefatı: 120 h.) şöyle demiştir: “Her kim İslam ve sünnet üzere
ölürse artık her türlü hayrın müjdesi onun içindir.”[75]
Kuteybe
b. Said -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 240 h.) şöyle demiştir: “Sen Yahya b. Said, Abdurrahman b. Mehdi,
Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh -ve başka bir takım kimselerin ismini
vererek- gibi hadis ehli olan kimseleri seven bir adam gördüğünde şüphesiz ki o
sünnet üzeredir. Kim de bunlara muhalefet ederse, bil ki o bid’atçidir.”[76]
Muâfa
b. İmrân -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 186 h.) şöyle demiştir: “Ölüm sırasında olması müstesnâ, sakın hiçbir
adamı övme. Çünkü o kişi ya sünnet üzere ölür yahut bid’at üzere ölür.”[77]
Onlar
(yani selef-i salih) sünneti bid’atlerden, hevâ ve şüphelerden uzak şeyler
hakkında kullanıyorlardı. Bu ise dinin kendisidir, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sünnet
olarak ortaya koyduğu hakkın kendisidir.
Sünnet,
nafile anlamında farzın karşıtı ya da müstehab ile eş anlamlı olarak da
kullanılmıştır.[78] Ya da
fukahânın ifade ettiği gibi: “Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’dan farz veya vacib kılmaksızın sabit olan yahutta vacib
olmayan şey”[79] anlamında
kullanılmıştır.
Ebu
Seleme b. Abdu’r-Rahman’ın babasından, onun da Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan rivayet ettiği şu buyruğu bu
kabildendir: “Şüphesiz yüce Allah size
ramazan ayının orucunu farz kıldı. Ben de size onda namaz kılmayı sünnet
kıldım...”[80] Bir
lafızda da şöyle denilmektedir: “Ramazan
yüce Allah’ın orucunu farz kıldığı bir aydır. Ben de o ayda namaz kılmayı
müslümanlara sünnet kıldım.”[81]
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem- ramazan
ayında namaz kılmayı sünnet kıldığını açıklamaktadır. Yani onda namaz kılmayı
sünnet yoluyla nafile kılmıştır. Burada
sünnet farzın karşıtı olarak nafile anlamındadır. Nitekim ramazan ayının
namazının (teravihin) meşruiyeti hakkında
bildiklerimiz de bu şekildedir.
Selef
-Allah onlardan razı olsun- sünneti
farz olmayan (nafile) ve sünnet kılınmış işler hakkında kullanmışlardır:
Mekhûl
eş-Şamî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin söylediği ve sünneti kısımlara
ayırdığı şu sözleri bu kabildendir: “Sünnet iki türlüdür. Birisi gereğinin
alınması farz olan ve terki küfür olan bir sünnettir. Diğeri ise gereğinin
yerine getirilmesi fazilet olan, onu bırakıp başkasını yapmak sakıncalı olan
sünnettir.”[82]
O
sünneti kapsamlı anlamıyla vacib[83]
olan ve olmayan olmak üzere kısımlara ayırmıştır.
İkincisi
yani vacib olandan daha alt mertebede olan sünnet ise burada kastedilen sünnettir.
Bu
tür sünneti: “Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’dan farz ya da vacib kılması sözkonusu olmaksızın sabit
olan şeylerdir.”[84] diye
tanımladıkları vakit kimi fukahanın kastettiği tür de budur.
Selef
sünneti ashabın, tabiûnun, ilk dönem müslümanlar cemaatinin ve dinde kendilerine
uyulan hidayet önderlerinin izledikleri yol hakkında da kullanırlar. Rasûlullah
-Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
ilim, söz ve amel gizli ve açık rehberliğine dair nakledilmiş bulunan hüdâ
sünnetlerine, sırat-ı müstakime ve apaçık hakka sımsıkı sarılıp, ona tabi olmak
demektir. Bundan dolayı sünnete tabi olan hak ehline “ehl-i sünnet ve’l-cemaat”
adını verirlerdi. Genel olarak selefin bütün sözlerinde bu husus gayet açıkça
görülmektedir. Bunlardan bazıları: Ebu Zerr -Radıyallahu
Anh- dedi ki: “Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem- bizlere, bizi üç hususta geri bırakmamanız için emir
verdi: Ma’rufu emredip, münkerden alıkoymak ve insanlara sünnetleri öğretmek.”[85]
Ömer
b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- dedi
ki: “Gerçek şu ki yakında sizlerle Kur’ân’ın müteşabihlerini ileri sürerek
tartışacak birtakım insanlar gelecektir. Sizler sünnetlere sıkı sıkı yapışınız,
çünkü sünnet sahibleri Allah’ın Kitabını daha iyi bilirler.”[86]
Ali
b. Ebi Talib -Radıyallahu Anh- dedi
ki “Hevâ sünnete muhalefet edenlere göre haktır. İsterse bu uğurda onun boynu
vurulmuş olsun.”[87]
Said
b. Cübeyr -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
yüce Allah’ın:”Ve salih amel işleyip,
hidayet üzere olan.” (Tâhâ, 20/82) buyruğu hakkında: Bu, Sünnet ve cemaatte
bağlı kalıp onlardan ayrılmayan demektir, demiştir.[88]
İbn
Şevzeb -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 107 h.) dedi ki: “Genç ve arab olmayan kimselerim, tereddüde
düştükleri vakit sünnete bağlı ve onu bilen bir kimseye rast gelmeleri Allah’ın
nimetlerindendir.”[89]
Maksat sünnete uyan salih bir kimseye rast gelmeleridir.
Amr
b. Kays el-Mülâî -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- (vefatı: 143 h.) dedi ki: “Sen bir gencin ta başından beri
ehl-i sünnet ve’l-cemaat ile birlikte yetişmekte olduğunu görürsen, ondan
(hayır şeyler) umabilirsin.”[90]
Malik
b. Miğvel -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 159 h.) dedi ki: “Eğer bir kimse İslam ve sünnetten başka bir isimle
anılırsa[91] sen onu
istediğin dine nisbet edebilirsin.”[92]
el-Evzaî
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 157 h.) dedi ki: “Beş şey vardır ki Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın ashabı onlardan ayrılmamışlardır:
Cemaate katılmak, sünnete uymak, mescidi imar etmek, Kur’ân okumak ve Allah
yolunda cihad etmek...”[93]
ez-Zührî
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 135 h.) dedi ki: “Bizim geçip giden ilim adamlarımız: Sünnete sıkı
sıkıya sarılmak kurtuluştur, derlerdi.”[94]
O
halde sünnet hidayetin ve dinin kendisidir. Ashab-ı kiramın, Rasûlullahtan
aldığı, tabîinin de onlardan öğrendikleri hidayet imamlarının bütün çağlarda
ortaya koydukları hidayet ve din ile aynı şeydir. Sünnet, rivayetleri bilen,
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
sünnetlerini alan, bunları hem rivayet, hem dirayet, hem yaşayış olarak
nesilden nesile miras olarak devr alınan selefin izlediği yol ve yöntemdir.
İbn
Manzur “Lisanu’l-Arab” adlı eserinde şöyle demektedir: Sünnet övülen ve
dosdoğru olan yol hakkında kullanlır. Bu bakımdan filan kişi sünnet ehlindendir
denildiğinde, o övülen ve dosdoğru yolun izleyicilerindendir demektir.[95]
Dosdoğru
ve övülen yol ise selef-i salihin yoludur. Bu sünnet üzere dosdoğru bir yoldur.
Allah tarafından övülmüştür, çünkü o bu yolu kulları adına seçip beğenmiş,
Rasûlüne de ona uymayı tavsiye buyurmuştur. Diğer taraftan fazilet ve istikamet
sahibi kimseler tarafından da öğülmüş bir yoldur.
Selef
aynı şekilde usulu’d-din (dinin inanç esasları) İslamın farzları, itikadi
hususlar ve dindeki kat’î hükümler hakkında da “sünnet” tabirini kullanırlar.
Bu terim hicri 3. asırda İmam Ahmed döneminde çeşitli fırkaların ortaya çıkıp,
Mutezile, Rafızi, Mutasavvıf ve Kelamcıların inançları nisbeten revaç bulduğu
bir dönemde (bu anlamıyla) yaygınlık kazanmıştır.[96]
O
dönemin İslamın önder ilim adamları usulu’d-din ve akide meseleleri hakkında
“sünnet” tabirini kullanmaya koyuldular. Böylelikle çeşitli fırkaların ortaya
attıkları görüşlerden (sünnete uygun olanları) ayırmak istemişlerdir. Nitekim
“ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabirinin, usulu’d-din’e dair çeşitli hevâ sahibi
fırkalardan onları ayırmak maksadıyla hak ehli hakkında kullanılması yaygınlık
göstermiştir.
Bu
yani akidenin ve usulu’d-din’in “sünnet” diye ifade edilmesi her ne kadar ashab
döneminde de bilinen bir husus idiyse de meşhur değildi. Mesela İbn Ömer -Radıyallahu Anh-’ın: “Sünneti terkeden
kâfir olur.”[97] sözü bu
türdendir. Ashabın bir kimsenin kâfir olduğunu söylemeleri ancak usulu’d-din ve
itikadi meseleler türünden büyük bir iş hakkında sözkonusu olabilir. Nitekim
Ali -Radıyallahu Anh-’ın şu ifadesi
de buna delildir: “Hevâ sünnete muhalefet edenlere göre haktır. İsterse bu
yolda boynu vurulsun.”[98]
Şüphesiz
ki böyle bir hüküm ancak çeşitli inançlara, hevâ ve sapık fırkalara mensup
kimseler hakkında sözkonusu olabilir.
Buna
Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu Anh-’ın
şu sözü tanıklık etmektedir: “Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir.”[99]
Şüphesiz
ki sünnetin bu şekilde nitelendirilmesi öncelikle usulu’d-din’in bir
niteliğidir, diğerleri de buna bağlı olarak böyle nitelendirilir.
Ömer
-Radıyallahu Anh-’ın şu sözleri de bu
hususa tanıklık etmektedir: “Rey sahibleri sünnetlerin düşmanlarıdır.”[100]
Üçüncü
asırda ve daha sonrasında selefin “sünnet” terimini itikadi hususlar ve
usulu’d-din (dinin inanç esasları) hakkında kullanmalarına gelince, gerçek şu
ki onların itikadi meselelere dair yazdıkları eserlerden bu husus açıkça
anlaşılmaktadır. Çünkü onlar bu hususlara “sünnet” adını veriyorlardı. Bazı
örnekler:
1- İmam Ahmed’in yazdığı
itikadın birtakım meselelerine dair “es-Sünne” adlı eser.
2- İmam Ahmed b.
Hanbel’in oğlu Ebu Abdu’r-Rahman Abdullah’ın “es-Sünne” adlı eseri. Bu itikadi
meselelere dair bir eserdir. Ebu Abdu’r-Rahman 290 h. yılında vefat etmiştir.
3- Ebu Bekr b. el-Esrem
(vefatı: 272 h.)’in “es-Sünne” adlı eseri.
4- İbn Ebi Âsım (vefatı:
287 h.) akideye dair “Kitabu’s-Sünne” adlı eseri.
5- Muhammed b. Nasr
el-Mervezî (vefatı: 294 h.)’nin akideye dair “es-Sünne” adlı eseri.
6- Ebu Cafer et-Taberî
(vefatı: 310 h.)’nin akideye dair bir cüz mahiyetinde olan “Sarihu’s-Sünne”
adlı eseri.
7- Ahmed b. Muhammed b.
Hallâl (vefatı: 311 h.)’in “es-Sünne” adlı eseri.
8- İbn Ebi Zemeneyn
(vefatı: 399 h.)’in akideye dair “Şerhu’s-Sünne” adlı eseri.
9- İbn Batta (vefatı:
387 h.)’nın itikada dair: eş-Şerhu ve’l-İbane alâ Usuli’s-Sünneti ve’d-Diyâne
adlı eseri.
Aynı
şekilde bu dönemde sağlam itikad sahibinin “Sahibu Sünne: sünnete bağlı” diye
nitelendirilmesi de yaygınlık kazanmıştır.[101]
Hak
ehli, hidayet imamları ve onlara uyan kimselerin “ehl-i sünnet ve’l-cemaat”
diye nitelendirilmesi de yaygınlık kazanmıştır. Böylelikle bu dönemde yani
hicri 3. asır ve daha sonrasında “sünnet” tabiri ile çoğunlukla dinin
esaslarının kastedildiğini anlamaktayız.
Sünnet
lafzının sağlam akide ve selef-i salihin usulu’d-din’e dair izlediği yol
hakkında kullanılması oldukça yaygınlaştı. Bundan dolayı ehl-i sünnet mezhebi
denildiği vakit, onların itikad ve usulu’d-din (dinin inanç esasları)
hakkındaki inançları ve izledikleri yol kastedilir.
İmam İbn Ebi Âsım -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 287 h.) “es-Sünne” adlı eserinde şunları
söylemektedir: Sünnet nedir? Diye sordum:
“Sünnet,
ahkâm ve bunun dışında pek çok anlamları topluca ifade eden bir isimdir. İlim ehlinin
sünnete ittifakla nisbet ettikleri hususlardan birisi de kadere imanı kabul
etmektir...” Daha sonra kadere dair birtakım açıklamalarda bulunmakta ve
şunları söylemektedir: “Kur’ân yüce Allah’ın kelâmıdır.” Arkasından şunları
söyler: “İman hem söz, hem ameldir, artar ve eksilir. Yüce Allah’ın
görüleceğinin de kabul edilmesi gerekir.”
Rasûlullah
-Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
ashabının faziletini sözkonusu eder. Raşid halifeleri özellikle fazilet sahibi
olarak belirtir. Kabir azabını, münker ve nekiri, şefaati, Havz’ı, mizanı, vaad
ve tehdidi, namazı, imamlarla (İslâm Devlet’nin yöneticileriyle) birlikte cihad
etmeyi, iyiliği emredip, münkerden uzaklaştırmayı da ele alır.[102]
İşte
bütün bunlar usulu’d-din ve itikad meselelerindendir. Müellif bütün bu hususlarda
“sünnet” kavramının ne anlama geldiğini açıklamıştır.
İbn
Receb, “Camiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem” adlı eserinde şunları söylemektedir:
“Müteahhirin âlimlerinin çoğunluğu sünneti itikad ile ilgili hususlara has
kabul eder. Çünkü dinin aslı odur. Bu hususlarda muhalefet eden kimse ise pek
büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır.”[103]
Bu
çağımızda “sünnet” kavramı çoğu kimseler tarafından iki ayrı anlam hakkında
kullanılagelmektedir:
1- Araştırmacılara,
öğretim kurumlarına, araştırma merkezleri, üniversiteler, kütüphaneler, ilim
öğrencilerine göre sünnet kavramı; Bunlar çoğunlukla bu kavram ile nebevî
hadisi, ona dair ilimleri ve bunlardan dallanıp budaklanan sair ilim dallarını
kastederler.
2- Genel olarak sünnet
kavramı: Bununla da çoğunlukla amelî sünnetler, şer’î emirler yahutta farzın
dışında kalan sünnet olan hükümleri kastederler. Nafileler, müstehablar, teşvik
edilen hususlar ile farzın daha alt mertebesinde bulunan şer’an yapılması
istenmiş işler hakkında kullanılır. Daha önce açıklandığı gibi şeriatte böyle
bir anlayışın esası vardır.
Özetle:
Şer’î bir terim olarak sünnetin genel bir anlamı vardır. O da Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın getirmiş
olduğu ilim, amel ve hidayetin ifadesi olan din demektir. Bir de bu kavramdan
dallanıp budaklanan birtakım kavramları da vardır. Kur’ân-ı Kerim’in dışındaki
kaynak olan sünnet, bid’ate muhalif meşrû’ anlamıyla sünnet, uymak anlamı ile
sünnet, dosdoğru ve sağlıklı inanç ve usulu’d-din anlamıyla sünnet, hadis
anlamıyla sünnet, nafile anlamıyla sünnet ve buna benzer diğer anlamlar.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Sözlük
Anlamıyla Cemaat:
Şer’î
Bir Terim Olarak Cemaat:
a- Ashabın kendi
dönemlerindeki “sahâbe cemaati”
b- Cemaat dinde kendilerine uyulan, hidayet önderleri ve
ilim erbabıdır.
c- Hak etrafında
toplanmak ve dağılmamak anlamıyla cemaat.
d- Cemaat müslümanların
tümü ve sünnet üzere olan büyük çoğunluktur.
e- Cemaat hal ve ahd
ehlinin kendisidir.
f- Cemaat herhangi bir
iş etrafında toplanan bir grub insan demektir.
g- Cemaat sözü geçen bu
anlamların tümünü ya da bir kısmını kapsayabilir.
Cemaat
kavramına dair açıklamaların özü.
Cemaat
kavramının dışında kalanlar.
Sözlükte
cemaat çeşitli anlamları ihtiva eden şekillerden türemiş olabilir:
1- Tefrikanın ve
ayrılmanın zıttı olan “ictimâ”dan türemiş olabilir. Nitekim bir topluluk
şuradan, buradan toplanıp (ictimâ’) ettikleri vakit “kavim tecemmu etti”
denilir.[104] Yine
“cemea’l-müteferrik” ifadesi dağınık olan kısımları, parçaları birbirine kattı
demek olur. “Cemaa ileyhi’l-kulûb” de kalbleri ona ısındırdı, bağladı
anlamındadır. [105]
2- İnsanlar topluluğunun
adı olan “el-cem”den türemiş olabilir. “el-Cem” ise “cemaatu’ş-şey’e”
ifadesinin mastarıdır. [106]
O
halde sözlükte “cemaat” lafzı ile insanlar cemaati kastedilecek olursa, bunlar
herhangi bir mesele hakkında toplanıp, bir araya gelen topluluk demek olur.
el-Ferrâ
dedi ki: Dağınık olanları bir araya getirip,” topladığın takdirde
“cema’tu’l-kavme; topluluğu, kavmi bir araya getirdim dersin. Bu durumda bir
araya gelen kimseler “mecmû’ûn” diye ifade edilirler. [107]
3- İttifak ve
sağlamlaştırmak demek olan “icmâ”den gelmiş olabilir. Mesela “ecmaa’l-emra”
ifadesi onu sağlam ve muhkem kıldı demektir.[108]
Mesela, ilim ehli icma etti denilirken, ittifak ettiler demektir.
Cemaat
çok sayıda insan[109]
ve aynı maksat etrafında birleşen insanlar topluluğu demektir.
“Cemaat”e
bu ismin veriliş sebebi cemaatin ictimâ ile aynı anlamı taşımasındandır, zıttı
tefrikadır. Her ne kadar cemaat lafzı toplanan bir topluluğun bizatihi adı olsa
bile bu böyledir.[110]
Sünnette
varid olduğu ashabın, tabiûnun ve salih selefimizin ifade ettiği şekliyle
“cemea” kavramı birkaç anlam etrafında dönüp dolaşır. Bunlardan bazıları:
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
döneminde özellikle de raşid halifeler döneminde ashabın çoğunluğu, cemaatin
kendisi idiler. Onlar çeşitli işlerinde imamet, ahkâm, cihad ve din ile dünyayı
ilgilendiren diğer bütün hususlarda hak üzere ictimâ eden (toplanmış olan)
kimselerdir. Çünkü onlar dinin taşıyıcılarıdır. Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın kendilerinden razı olarak vefat
ettiği, Allah’ın kendilerini tezkiye ettiği dinin taşıyıcıları ve
nakledicileridir. Onlar sapıklık üzere asla birleşmeyen kimselerdir. Şâtıbî
insanların “cemaat” kavramı ile ilgili görüşlerini sunarken şunları
söylemektedir:
“Üçüncüsü;
“cemaat” özel olarak ashab-ı kiramın kendisi demektir. Çünkü onlar dinin
esaslarını dimdik ayakta tutanlar, onun kazıklarını yere sağlamca
yerleştirenlerdir. Onlar asla sapıklık üzere ictimâ etmeyenlerdir. Bu husus ise
onlardan başkaları hakkında gerçekleşmesi imkânsız olan bir şeydir.”[111]
Muhtemeldir
ki burada sözü edilen cemaatten kasıt Abdullah b. Ömer -Radıyallahu Anh-’ın sözlerindeki şu ifadeler ile örtüşmektedir:
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-
buyurdu ki:
“Allah bu ümmeti bir sapıklık üzerinde
ebediyyen birleştirmez.” -Yine- buyurdu ki: “Allah’ın eli cemaatin üzerindedir. O halde sizler de o en büyük
kalabalık hangisi ise ona uyunuz. Çünkü kim cemaatten ayrılırsa, cehennem
ateşine doğru ayrılmış olur.”[112]
“En
büyük kalabalık (es-sevâdu’l-âzam)” hak üzere bulunanlardır. Bunlar ise kendi
dönemlerinde ashab-ı kiramdır, tabiûndur, kendilerine uyulan din ve hidayet
imamları ile onların izlerinden gidenlerdir.[113]
O
halde ashab-ı kiram, Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın döneminde ve hidayet bulmuş raşid halifeler zamanında
cemaatin kendisini teşkil ederler. Allah onlarla İslamı aziz kılmıştır. Onlar
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ı
desteklemiş, ona gereken şekilde saygı göstermiş, ona yardımcı olmuşlardır.
Onlar İslamdaki ilk ve en faziletli cemaattirler. Sünnet-i seniyyede varid
olmuş cemaate dair naslar herkesten önce bizzat onlar hakkında söz konusu olur.
Çünkü onlar hem zaman, hem fazilet itibariyle öne geçmişlerdir. Bundan sonra
ise İslamda sünnet ve hak üzere olan her cemaat hakkında kullanılır. Çünkü
bunlar da hidayet bulmak ve uymak bakımından ashabın bir uzantısıdır. O halde
tabiînden, cemaatten kasıt, ashab cemaatinin metodu, gidişleri ve sünnetleri
üzere olanlardır. Bizim salih selefimizden onlara tabi olanlar da aynı şekilde
salih selefimizden onlara uyanlar da böyledir, onlar da ancak cemaate ve
sünnete uymaktadırlar. İlim ve ameli onlardan nesilden nesile günümüze kadar ve
kıyametin kopacağı vakte kadar miras alagelmişlerdir.
“Cemaat”
lafzı dinde ilim ve fıkıh sahibi, hadis ehli kimseler ile kendilerine uyulan ve
sünnet ile amel eden hidayet önderleri, onların yollarını izleyip, izlerinden
giden kimseler hakkında kullanılmıştır. İşte bunlar Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’a ve
müslümanların ilk cemaatini teşkil eden onun ashabına uyan kimselerdir. Hak
üzere bulunan herbir cemaat de onların devamıdır. Onlar ashab-ı kiram ve ashaba
uyanlarla, onlara uyanların oluşturduğu selef-i salihtir. Avf b. Malik, Muaviye
b. Ebî Süfyan, Enes b. Malik ve başkalarının rivayet ettiği hadiste Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın ifade
ettiği ehl-i sünnet ve’l-cemaatin kendisi olan fırka-i nâciye (kurtuluşa eren
fırka)dırlar. Bu hadiste Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Ve şüphesiz ki bu millet (İslâma mensub
olanlar) yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmişikisi cehennemde, bir
tanesi de cennette olacaktır. Bu ise cemaattir.”[114]
İşte
bu “cemaat”in sünnet üzere olan kimseler olduklarının, kurtuluşa eren fırkanın
kendileri olduğunun delilidir. İsterse sayıca az olsunlar. Nitekim Abdullah b.
Mesud -Radıyallahu Anh- şöyle
demiştir: “Cemaat Allah’a itaate uygun
düşen şeydir, sen tek başına bile kalsan.”[115]
Bu ise sünnet üzere olmayanların sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar
cemaatten olmadıklarını ifade eder.
Abdullah
b. el-Mübârek -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 181 h.)’e cemaat
hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: “Ebu Bekir ve Ömer’dir. Ona: Ebu Bekir de
Ömer de öldü denilince, bu sefer filan ve filandır dedi. Ona: Filan ve filan
ölmüş bulunuyor denilince, İbnu’l-Mubarek: Ebu Hamza es-Sükkerî bir cemaattir,
demiştir.”[116]
Ebu
Hamza es-Sükkerî ise 168 h. yılında vefat eden Muhammed b. Meymun
el-Mervezî’dir.[117]
İbnu’l-Mubarek de onun hakkında onun cemaat olduğunu söylemiştir. Yani o
faziletli, salih, sünnet üzere ve selef-i salihin yolu üzere yürüyen, cemaatin
yolunu izleyen hak ehli olan bir kimsedir. O halde muteber olan sayısal çokluk
değildir. Asıl itibar sünnete uymaya ve bid’atleri terketmeyedir. Uyanların
çokluğunu bid’atlerin meşruiyetine delil gösteren kimselerin delilleri
temelinden çürüktür.
Buharî
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
cemaati ilim ehli diye açıklamıştır. O Sahih’inde i’tisam bölümünde şöyle
demektedir:”’Böylece sizi vasat bir ümmet
kıldık.’ (el-Bakara, 2/143) buyruğu ile Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın -ilim ehlinin kendisi demek olan-
cemaate bağlılığa dair vermiş olduğu emirler bahsi.”[118]
İbn
Hacer de Buharî’nin bu sözünü açıklarken şunları söylemektedir: “O bu
ifadeleriyle sözü edilen nitelikten maksadın, şer’î ilim ehli kimseler
olduklarını bildirmektedir.”[119]
Buharî
gibi bir kimse “ilim ehli” ifadesini kullandığı takdirde onlarla elbetteki
ilim, hidayet ve basiret üzere sünnet ile amel eden kimseleri kasteder.
İbn
Hacer, Fethu’l-Bâri’de Taberî’den cemaatin tarifi ile ilgili olarak şu sözleri
de aktarmaktadır: “Birtakım kimseler de şöyle demiştir: Onlardan kasıt ilim
ehlidir. Çünkü yüce Allah onları diğer insanlara karşı bir delil kılmıştır ve
din işlerinde sair insanlar onlara uymak durumundadır.”[120]
Bu
anlamıyla cemaat genel olarak müslümanların ve onların büyük çoğunluklarının
özellikle birinci nesil arasında genellerini ilgilendiren iş ve maslahatlarında
izlemeyi kabul ettikleri yoldur. Nitekim en-Numan b. Beşir -Radıyallahu Anh-’ın rivayet ettiği hadiste Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: “... Ve cemaat rahmettir, tefrika ise azabtır.”[121]
Cemaatin
izlediği yola sımsıkı sarılmak rahmet ve kurtuluştur. Ayrılığa düşmek ve
onlardan uzaklaşmak ise azabı gerektiren helak oluş ve sapıklıktır.
Ömer
b. el-Hattab -Radıyallahu Anh-’ın
rivayet ettiği şu hadiste buna benzemektedir: Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- buyurdu ki:
“Cemaate sıkı sıkıya sarılınız.
Tefrikadan uzak durunuz, çünkü bir başına kalanın arkadaşı şeytandır. İki
kişiden uzaktır. Kim cennetin bolluk ve rahatlığını, genişliğini arzu ediyorsa,
o cemaate sıkı sıkıya bağlı kalsın.”[122]
Ebû
Mesud el-Ensarî -Radıyallahu Anh-
kendisine fitneye dair soru sorulunca şöyle demiştir: “Sen cemaate sarılmaya
bak. Şüphesiz Allah Muhammed -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın ümmetini sapıklık üzere bir araya getirmez. Tefrikadan
uzak dur, şüphesiz tefrika sapıklığın kendisidir.”[123]
İbn
Mesud -Radıyallahu Anh-’ın şu sözleri
de bu türdendir: “Cemaat içerisinde hoşlanmadığınız bir şey şüphesiz tefrika
halinde sevdiğiniz bir şeyden hayırlıdır.”[124]
Ali
-Radıyallahu Anh-’ın, ummu’l-veled
(efendisinden çocuk doğurmuş cariye)’nin satılması meselesinde kendi
dönemindeki ashaba hitab ederken söylediği şu sözler de bu türdendir: “Daha
önce ne şekilde hüküm veriyor idiyseniz, böylece hüküm veriniz. Ben insanlar
cemaat olarak kalsınlar diye ihtilâftan hoşlanmıyorum.”[125]
Abîde
b. Ömer es-Selmanî -Allah’ın rahmeti
üzerine olsun- (vefatı: 72 h.) Ali -Radıyallahu
Anh-’a şöyle demiştir: “Cemaat halinde senin ve Ömer’in görüşü ayrılık
halinde tek başına senin görüşünden daha çok hoşuma gider.”[126]
Şeyhu’l-İslâm
İbn Teymiyye ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolu ile ilgili açıklamalarda bulunurken
şu sözleriyle de buna işaret etmektedir: “Onlara cemaat ehli denilmesinin
sebebi cemaatin bizatihi ictimâ (bir araya gelme) demek olduğundandır. Bunun
zıttı ise tefrikadır. Her ne kadar cemaat lafzı bir araya gelip toplanmış bir
topluluğun adı haline gelmiş olsa bile (bu böyledir).”[127]
Nitekim
Ebû Şâme -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’nin
sözü de buna delil teşkil etmektedir: “Cemaate bağlanmaya dair emir
zikredildiği takdirde bundan kasıt hakka bağlanmak ve ona uymaktır. İsterse
hakka sarılanlar az olsun, muhalefet edenler çok olsun. Çünkü Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın ve
ashabının döneminden itibaren ilk cemaatin izlediği yol hakkın kendisidir.
Onlardan sonra bâtıl ehlinin çokluğuna bakılmaz.”[128]
Cemaat
kavramı, herhangi bir kayda bağlı olmaksızın mutlak olarak kullanıldığında, ilk
anlaşılan budur. Burada cemaat imamet, cihad gibi herhangi bir iş yahut
müslümanların büyük maslahatlarından, din ve dünya işlerinden birisi etrafında
toplanmaları halinde sünnete sımsıkı sarılan müslümanların büyük çoğunluğu
anlamındadır. Çünkü bu durumda müslümanlardan ayrılmak ve onlara muhalefet
etmek helâk oluştur, ayrılıktır, cemaatin dışına çıkmaktır ve din bundan
sakındırmıştır.
Buhari’nin,
Sahih’inde Huzeyfe b. el-Yemân -Radıyallahu
Anh-’dan kaydettiği şu hadis bunlardan birisidir: “İnsanlar Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’a hayra
dair soru sorarlar ben de ona beni gelir bulur korkusuyla şerre dair soru
sorardım...” Daha sonra bir takım şer ve fitneleri sözkonusu ettikten sonra
Huzeyfe -Radıyallahu Anh- şunları
söylemektedir: “Eğer bu beni yetişecek olursa, bana ne emredersin? (Peygamber)
buyurdu ki: “Müslümanların cemaatine ve
imamlarına bağlı kalınız.” Şâyet cemaatleri de, imamları da yoksa diye
sordum, şöyle buyurdu: “Bütün bu
fırkalardan uzaklaş, istersen sen bu halde ölüm gelip seni yetişinceye kadar
sürecek olsun, bir ağacın gövdesini dişlerinle ısırmış ol.”[129]
Usâme
b. Şerîk -Radıyallahu Anh- da
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan
şöyle buyurduğunu zikretmektedir:
“Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.”[130]
İbn
Abbas -Radıyallahu Anh-’dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem- buyurdu ki:
“Allah’ın
eli cemaat ile birliktedir.”[131]
İbn
Abbas -Radıyallahu Anh- Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan, şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir:
“Her kim emirinden hoşuna gitmeyecek bir
şey görürse, ona sabretsin. Çünkü hiç şüphesiz cemaatten bir karış ayrılıp da
ölen bir kimse mutlaka cahiliye ölümü ile ölür.”[132]
Abdullah
b. Mesud -Radıyallahu Anh- dedi ki:
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-
buyurdu ki:
“Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına
ve benim Allah’ın Rasûlu olduğuma şehadet eden müslüman bir kimsenin kanı ancak
şu üç husustan birisi ile helâl olabilir: Cana karşılık can, zinakâr evli ve
dininden ayrılıp cemaati terkeden bir kimse.”[133]
Kimi
ilim ehli şöyle demiştir: “Bundan maksat dinini terketmesi suretiyle müslümanların
cemaati terketmiş olacağıdır.”[134]
Zeyd
b. Sabit -Radıyallahu Anh-’ın rivayet
ettiği hadiste Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın şu buyruğu da bu kabildendir:
“Üç haslet vardır ki hiçbir müslüman
kalbi bunları yerine getirmekte kusur göstermez: Ameli Allah için ihlâsla
yapmak, yöneticilere nasihat etmek ve cemaate bağlı kalmak. Çünkü onların
davetleri (onları) arkalarından kuşatır.”[135]
İbn
Hacer’in, Fethu’l-Bâri’de naklettiğine göre de Taberî şöyle demiştir: “Doğrusu
şu ki bu haberden[136]
maksat başlarına emir olarak getirmekte bir araya geldikleri kimseye itaat
etmekte olan cemaate bağlı kalmaktır. Kim ona yapılan bey’ati bozarsa, cemaatin
dışına çıkmış olur.”[137]
O
halde sünnette varid olmuş “cemaat” ile ilgili lafızların çoğu bu anlamlara
yönelik kabul edilir. Yani bir emir yahut din ya da dünya işlerinden herhangi
bir iş etrafında çoğunlukları ya da -çoğunluğu teşkil etmeseler dahi- ilim
adamları fazilet, salâh ve istikamet sahibi kimseler ile hal ve akd ehli
kimselerin şahsında temsil edilmeleri halinde, din ya da dünya işlerinden
herhangi bir iş yahutta bir emir etrafında toplanmaları halindeki müslüman
cemaat anlamındadır. Ancak bütün bunlar(da itaat), sünnete ve ma’rufa uymak
şartına bağlıdır.[138]
Aynı
şekilde ilim adamları, emirler, kumandanlar, valiler, hakimler ve ileri
gelenlerin yahutta bunların bir bölümünün müslümanlara ait herhangi bir iş
etrafında ittifak etmeleri hakkında da “cemaat” terimi kullanılır. Bir imam
(İslam devlet başkanı)’ı başa geçirmek, ona bey’at etmek yahut onu görevinden
almak ve buna benzer hususlar gibi. Müslümanlar arasında hal ve akd ehli olmaya
en lâyık olan kimseler dini hususlarda kendilerine uyulan şeriat ilminin
âlimleridir. Daha sonra da fazilet, salâh ve ileri gelmek özelliklerine sahib
önde gelenler, sırasıyla bunların arkasından gelir. Bunların da söz ve
fiillerinin ümmetin maslahatlarını belirleyip işlerini yönlendirmekte etkisi
olan kimseler arasından olmasına dikkat edilmelidir.
İbn
Hacer, İbn Battal’dan şöyle dediğini nakletmektedir: “Cemaatten kasıt her
dönemin hal ve akd ehlidir.”[139]
Hal ve akd ehli ise az önce belirttiğim gibi öncelikli olarak ilim adamlarını
kapsar. İşte bu, cemaat kavramının geniş anlamının bir parçasını teşkil eder.
Hal ve akd ehli bir yöneticiye bey’at yahut bir cihadın ilân edilmesi gibi
herhangi bir husus üzerinde ittifak edecek olurlarsa, şüphesiz ki cemaati
temsil ederler. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Sünnette
ve selefin ifadelerinde “cemaat” kelimesinin yemek, yolculuk, namaz, ilim taleb
etmek ya da insanların biraraya gelmelerine sebep teşkil eden din ve dünya
maslahatlarından herhangi bir iş için biraraya gelmiş bulunan belirli bir kesim
hakkında da kullanılır ki, bu da büyük “cemaat” kavramının dışında bir manadır.
Bu anlamı ile cemaat lafzının vârid olduğu rivayetlere örnekler:
Ömer
b. el-Hattab -Radıyallahu Anh-’ın
rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
“Hep birlikte yemek yeyiniz ve
dağılmayınız. Çünkü şüphesiz ki bereket cemaat ile birliktedir.”[140]
Bununla
bir yemek etrafında toplanan kimseler kastedilmektedir. Nitekim daha genel
kapsamlı olan şeylerde cemaatin bereketli olacağı öncelikli olarak da anlaşılan
bir husustur.
Cundub
b. Abdullah -Radıyallahu Anh- dedi
ki: Rasûlullah -Sallallahü aleyhi
vesellem- bizlere dehşete kapıldığımız zaman cemaati, çarpıştığımız zaman
da sabırlı ve sükûnetli olmamızı emrederdi.[141]
Yani kendilerini korku ve dehşete düşüren herhangi bir işle karşılaştıklarında
biraraya gelmeye, ittifak etmeye ve birbirleriyle yardımlaşmaya bakmalıdırlar.
Buharî’nin,
Sahih’teki şu ifadesi de bu kabildendir: “İki ve daha fazlasının cemaat
olduğuna dair bir bahis.”[142]
Bununla
kastedilen de namaz için cemaat olacaklardır. Diğer işler de buna kıyas edilir.
Cemaat
mescidde imam ile birlikte namazda hazır bulunan kimseler hakkında da
kullanılmıştır. Osman b. Affan -Radıyallahu
Anh-’ın rivayet ettiği şu hadiste olduğu gibi: Ben Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ı şöyle
buyururken dinledim:
“Kim yatsı namazını cemaat ile birlikte
kılacak olursa, gecenin yarısını namaz kılmış gibi olur. Kim sabah namazını
cemaat ile birlikte kılarsa, sanki geceyi tamamen namazla geçirmiş gibi olur.”[143]
İbn
Ömer ve başkalarının rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamberin şu buyrukları da bu
kabildendir:
“Cemaat ile kılınan namaz, tek başına
kılınan namazdan yirmiyedi derece daha faziletlidir.”[144]
Bununla
mescidde imam ile birlikte namaz kılanların cemaatini kastetmektedir. Çünkü
Abdullah b. Mesud -Radıyallahu Anh-
şöyle buyurmuştur: “Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem- bizlere hidayet sünnetlerini (sünen-i hüdâyı) öğretti.
Ezan okunulan mescidde namaz kılmak da hiç şüphesiz hidayet sünnetlerindendir.”[145]
Dolayısıyla
belirli imamın arkasında namaz kılan herkes bu anlamı ile cemaat kavramı
içerisinde yer alır.
Yani
sünnette ve selef ifadelerinde cemaat tabirinin kullanıldığı şer’î bir takım
lafızlarda sözü edilen bu manaların çoğu ya da bir kısmı birarada kastedilmiş
olabilir ve bu durumda cemaat, nasların akışı, lafzı ya da mefhumundan
hareketle bu işaret olunan anlamlardan birisi, bir kısmı ya da çoğunluğu esas
alınarak yorumlanabilir. Bundan dolayı imamların benimsemiş olduğu “cemaat”
kavramının pek çok şekilde yorumlandığını görebilmekteyiz. Şatıbî “el-İ’tisâm”
adlı eserinde bunların bir bölümüne işaret etmiş bulunmaktadır. Ben de onun bu
açıklamalarını burada özetle kaydetmenin faydalı olabileceğini düşünüyorum:
“İnsanlar
bu hadislerde kastedilen cemaat anlamı hakkında beş ayrı görüş ortaya
atmışlardır:
1- Cemaat müslümanların
en büyük çoğunluğunu (es-sevâdu’l-a’zam)’ı ifade eder. Bu da Ebû Galib’in şu
ifadelerinin delâlet ettiği bir anlamdır: Şüphesiz ki en büyük çoğunluk, diğer
fırkalar arasında kurtuluşa eren kimselerdir.[146]
Bunların dinleri ile ilgili izledikleri yol hakkın kendisidir. Onlara muhalefet
eden bir kimse ise cahiliye ölümü ile ölür. İster şeriat ile ilgili herhangi
bir hususta onlara muhalefet etsin, ister imamları ve sultanları hakkında
muhalefet etsin, o hakka muhalefet eden bir kişi demektir.”[147]
Bu
görüşü benimseyenler arasında Ebû Mesud el-Ensâri ve Abdullah b. Mesud -Radıyallahu Anh-’ın da bulunduğunu
zikretmektedir.[148]
Daha sonra şunları söyler: “Bu görüşe göre ümmetin müctehidleri, alimleri,
şeriat ile amel eden şeriat ehli kimseler cemaatin kapsamı içerisindedir.
Onların dışında kalanlar da onların hükmü kapsamı içerisindedirler. Çünkü
onlara tabidirler, onlara uyarlar. Buna göre onların cemaati dışına çıkan
herkes (cehenneme doğru gitmek üzere) ayrılan kimselerdir. Bunlar şeytanın
talan ettiği kimselerdir. Bütün bid’at ehli olanlar bu kapsama girerler. Çünkü
onlar bu ümmetten önceden geçmiş olanlara muhalefet ederler, hiçbir şekilde
onlar arasına katılamazlar.”[149]
2- Bundan maksat
müçtehid, alim imamların cemaatidir. Ümmetin âlimlerinin kabul ettiklerinin
dışına çıkan kimse cahiliye ölümü ile ölür. Çünkü Allah’ın cemaati[150]
ilim adamlarıdır. Allah onları alemlere karşı bir hüccet kılmıştır. Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın: “Şüphesiz
Allah benim ümmetimi dalâlet üzere toplayıp, biraraya getirmez.”[151]
buyruğu ile kastettiği kimseler de bunlardır.”[152]
“Bu
görüşü kabul edenler arasında Abdullah b. el-Mubârek, İshak b. Rahaveyh
(Rahuye) ve seleften bir topluluk da vardır. Usul alimlerinin görüşü de budur.”[153]
Taklid
ve bid’at ehli kimseler hakkında da şunları söylemektedir: “Durum ne olursa
olsun, bunlar doğrudan en büyük kalabalık (es-sevâdu’l-a’zam)’in kapsamına
girmezler.”[154]
3- “Cemaat özellikle
ashab-ı kiram anlamındadır. Dinin direğini ayakta tutanlar, kazıklarını yere
sağlamca çakanlar, onlar oldukları gibi hiçbir şekilde sapıklık üzere biraraya
gelip görüş birliğine varmamış olanlar da onlardır.”[155]
Daha
sonra bu görüşü kabul edenler arasında Ömer b. Abdulaziz olduğunu
belirtmektedir. İmam Malik de bu hususta onun kanaatini desteklemiştir.[156]
Daha
sonra Şatıbî şunları söyler: “Bu görüşe göre “cemaat” lafzı Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın diğer
rivayette belirtmiş olduğu “(cemaat)
benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu haldir.”[157]
şeklindeki rivayete uygun düşmektedir. Sanki bu açıklama onların söyledikleri,
yaptıkları uygulamalarla, içtihad ettikleri hususların kayıtsız ve şartsız
olarak delil olduğunu belirten kanaatin kapsamında gibidir.”[158]
Daha
sonra da şunları söylemektedir: “Buna göre onların ortaya koydukları herbir iş
herhangi bir tartışma sözkonusu olmaksızın bir sünnettir. Başkaları ise böyle
değildir. Çünkü bu hususta içtihad ehlinin onu tetkik edip, red ya da kabul
etmek imkânları vardır. O halde bid’at ehli olan kimseler -bu görüşe göre-
cemaat kapsamına kesinlikle girmezler.”[159]
4- “Cemaat, herhangi bir
iş hakkında icma etmeleri halinde bütün müslümanların cemaati demektir. O halde
bunların dışında kalan diğer din mensuplarına da onlara uymak gerekir.
Peygamberine yüce Allah’ın kendilerini sapıklık üzere biraraya getirmeyeceği
taahhüdünü verdiği kimseler bunlardır. Şâyet aralarında bir görüş ayrılığı
ortaya çıkacak olursa, anlaşmazlık konularında doğruyu bilmeye çalışmak
gerekir.”[160]
5- “İmam Taberî’nin
tercih ettiği şu görüştür: Cemaat bir emir etrafında toplanan müslümanlar
demektir. Peygamber -Sallallahü aleyhi
vesellem- ona bağlı kalmayı emretmiş, ümmetin bu emiri önlerine geçirmek
hususu üzerinde ittifak sağladıkları bu noktada ayrılığa düşmesini
yasaklamıştır.”[161]
Bu ifadelerinden sonra Şatıbî, Taberî’nin uzunca bir açıklamasını zikretmekte
ve arkasından şunları söylemektedir: “Hulâsa cemaat, kitab ve sünnete uygun
davranan imam etrafında toplanmak anlamı çerçevesinde döner durur. Bu ise
açıkça şunu göstermektedir ki, sünnet olmayan bir husus üzerinde toplanmak sözü
edilen hadislerde anılan cemaat anlamının dışına çıkmaktadır. Haricilerle
onların durumunda olanlar gibi.”[162]
Sonuç: Şer’î nasların
toplamından, imam ve ilim adamlarının nakledilen sözlerinden çıkartılan
“cemaat”in şer’î kavramı birbirine yakın anlamlar etrafında dönüp dolaşmakta ve
hepsi de şer’an cemaatin şu anlam çerçevesi ile çerçevelendiği sonucunu ortaya
koymaktadır:
Cemaat,
ehl-i sünnet, sünnete tabi olanlar, hak ehli ve kurtuluşa eren fırka (fırka-i
naciye)dır. Bunlar da ashab-ı kiram ile onlara güzel bir şekilde uyan hidayet
imamları, dinde fıkıh ve ilim ehli ile kıyamet gününe kadar müminler arasından
onlara uyup, yollarını izleyecek olan kimselerdir.
Cemaat,
sünnet etrafında toplanıp, onu ittifakla kabul eden, hakkın etrafında ve
imamları etrafında toplanan kimselerdir. O bakımdan onların isim ve nitelikleri
“ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabiri ile terkib edilerek ifade edilmiştir.
Buna
göre onlar gerçek anlamıyla sünnet ehli kimselerdir. Onlar sünneti nakletmiş,
bellemiş, sıkı sıkıya ona sarılmış, ona uymayı tavsiye etmiş, öğretmiş,
gereğince amel etmiş ve hakkıyla ona gereken itinayı göstermişlerdir. Bunlar,
hak üzere toplanmaları, Peygamber ve ashabının izlediği yol etrafında
toplanmaları halinde Allah Rasûlünün kastettiği cemaati teşkil ederler. Cemaat
kavramının genel çerçevesi içerisine bazı anlamları ile özelleştirici ifadeler
de girmektedir. Hal ve akd ehli, belirli bir imam yahut müslümanların
maslahatlarından büyük herhangi bir maslahat etrafında toplanan, ayrıca bir
mesciddeki cemaat ve buna benzer ifadelerde olduğu gibi;
Şer’î
naslar ve hidayet imamlarının bu nasları açıklaması çerçevesinde “cemaat”
kavramı içerisine girenlerin kim olduklarını öğrendiğimize göre şer’an
kastedilen cemaat kavramı dışına çıkan kimseleri de bilmemiz -yine şer’î naslar
ve imamların sözleri çerçevesi gereğince- faydalı olacaktır:
1- Bid’atçiler, hevâ
ehli ve dinde olmayan yeni şeyler ortaya koyanlar “cemaat” kavramının
dışındadırlar. Çünkü Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın: “Ümmetim
sapıklık üzere asla birleşmez” buyruğu yanında: “Her bid’at bir sapıklıktır” şeklindeki genel ifadesi bunu
gerektirmektedir.
Ayrıca:
“Her kim bizim bu işimizde ondan olmayan
bir şeyi ortaya koyarsa, o merduddur.” buyruğu da bunu ifade eder.[163]
2- Şia, hariciler,
kaderiye, mutezile, cehmiyye, kelâmcılar ve onlardan dallanıp budaklananlar,
tarikat sahibi sufiler ve benzerleri ile bütün bu bunlardan dallanıp budaklanan
çeşitli fırkalar, onların yönelişleri, itikadi mezhebleri -eskisiyle,
yenisiyle- bütün fırka tabileri de (cemaat kavramı dışındadırlar.) Çünkü Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem-’ın bu
ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, biri dışında hepsinin cehennem ateşinde
olacağını belirten umumi hadisi ile bu tek fırkayı da “cemaat” diye
yorumlaması, bunun da kendisinin ve ashabının üzerinde gittiği yoldan ibaret
olduğunu ortaya koyması bunu gerektirmektedir.[164]
3- Müslüman imamlar ve
onların cemaatinin dışına cemaatten uzaklaşıp, ayrılığı ve tefrikayı
beraberinde getirecek şekilde çıkan yahutta fitnenin ortaya çıkmasına,
çiğnenilmesi yasak şeylerin çiğnenmesine, din ve dünyasında ümmetin büyük
fesadlara uğramasına veya Peygamber -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın sakındırdığı şeylerin kapsamına giren benzeri şeylerin
ortaya çıkmasına sebeb teşkil edecek şekilde cemaatten uzaklaşmak.
Fitneye,
yasakların çiğnenmesine, cihad, iyiliğin emredilip, münkerden alıkonulması gibi
müslümanların büyük maslahatlarının çalışmayacak hale gelmesine sebeb teşkil
edecek yahut yolların korkulu bir hal alması ve kesilmesi ile sonuçlanıp,
insanları korku ve dehşete düşüren neticelere götürecek şekilde (İslam
devletinin) meşru yöneticilerine karşı çıkan yahut ümmete kılıç çeken yahut
itaati bölen, ayıran hariciler gibi. Bu tür sonuçlara götüren herbir iş,
cemaatin dışına çıkmaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[165]
4- Sünnete uygun yolu
izlemeyen, bulamayan, ilim ehline uymayan, engelleyici meşru otoriteyi engel
tanımayan, şer’an kastedilen cemaatin istikametine boyun eğmeyen ve böylelikle
cemaat kavramının dışına çıkarak onların kapsamına girmeyen cahiller,
beyinsizler, günahkârlar, fasıklar ve karıştırıcılar da “cemaat” kavramının
dışında kalırlar. Böyleleri müslüman cemaatten sayılmazlar, aksine bunlar
ayrılıp, uzaklaşmak ve helâk olmak yolundadırlar. Cemaatin işinin dosdoğru bir
şekilde yola koyulması ancak bu gibi kimselerin hizaya getirilmesi ve sadece
hakkın çerçevesinde tutulmaları ile mümkün olabilir.
Sünnet
ile cemaat lafızlarının anlamlarına dair şer’î naslarda ve selefin anlayıp
ifade ettiği şekliyle anlamlarına dair bu şekilde hızlıca göz attıktan sonra,
ehl-i sünnet ve’l-cemaat kavramının açık ve sağlıklı anlamının da netlik
kazandığını görüyoruz.
Kimlerdir?
Nitelikleri nelerdir? Yöntemleri nedir? Buna göre bizler ehl-i sünneti, nitelikleri,
alâmetleri ve yöntemlerini gözönünde bulundurarak çeşitli açılardan
tanımlayabileceğimiz gibi, selefin onları tanımlayışı açısından da yani selefin
kendi kendilerini tanımlaması açısından da onları tanımlayabiliriz. Çünkü bir
diyarın sakinleri orada nelerin olduğunu daha iyi bilir, Mekke ahalisi Mekke
yollarını daha iyi bilir.
1- Onlar sünneti bilen,
onu belleyen, gereğince amel eden, onu nakleden, onu rivayet, dirayet ve yöntem
olarak taşıyan Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın ashabıdırlar. İlim amel ve zaman itibariyle herkesten
önce sünnete koştukları için ehl-i sünnet olarak adlandırmaya en lâyık olan
kimseler onlardır.
2- Ashabtan dini
öğrenen, onu nakleden, onu bilen ve gereğince amel eden Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın ashabına
uyan kimseler de bunlardan sonra gelir. Tabiûna uyanlar ve kıyamet gününe kadar
onlara güzelce uyacaklar da bu kapsam içerisindedirler.
Çünkü
bunlar Rasûlullah -Sallallahü aleyhi
vesellem-’ın sünnetine sıkı sıkıya sarılan, bid’at ortaya koymayan ve
müminlerin yolundan başka bir yola uymayan sünnet ehli kimselerdir.
3- Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat kitab ve sünnet ehli olan selef-i salihin kendisidir. Bunlar
Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
gösterdiği hidayet yolu gereğince amel ederler.[166]
Ashabın rivayetlerine uyarlar, tabîinin rivayetlerine uyarlar. Bid’at ortaya
koymamış, dini değiştirmemiş, Allah’ın dininde ondan olmayan şeyleri sonradan
çıkarmamış, dinde kendilerine uyulan hidayet imamları da bu kapsam
içerisindedir.
4- Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat bütün fırkalar arasında fırka-i nâciye (kurtulmuş fırka)’yı teşkil
edenlerdir. Bunlar ise kıyamet gününe kadar (hak üzere) zahir (ve muzaffer) ve
îlahî yardıma mazhar olan kesimdir.
5- Hevâların, sapıklıkların ve bid’atlerin çoğalıp,
zamanın bozulduğu takdirde “garib” olan kimseler. Bu da Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın şu
hadisinden alınmadır: “İslam garib
başladı. Başladığı gibi tekrar garib dönecektir. O halde gariblere ne mutlu!”[167]
Yine Peygamber -Sallallahü aleyhi
vesellem- şöyle buyurmuştur: “Gariblere ne mutlu! Onlar sayıca çok olan
kötü insanlar arasında bulunan, salih olan (azınlıkta kalan) kimselerdir.
Onlara karşı çıkanlar, onlara itaat edenlerden daha çoktur.”[168]
6- Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat rivayet, dirayet, ilim ve amel bakımından hadis ehli olan
kimselerdir. Bundan dolayı kimi selef imamlarının ilâhî yardıma mazhar kesim ve
fırka-i naciye ehl-i sünnet ve’l-cemaati (hadis ehli) diye tefsir ettiklerini
görüyoruz. Bu açıklama İbnu’l-Mubârek, Ahmed b. Hanbel, Buharî, İbnu’l-Medinî,
Ahmed b. Sinan[169]
-Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun-dan
rivayet edilmiştir. Bu, elbetteki doğrudur, çünkü bu niteliğe layık görülen
hadis alimleri ehli sünnetin imamlarıdır. İmam Ahmed ilahi yardıma mazhar
kesim” hakkında şunları söylemektedir: “Eğer burada sözü edilenler hadis ehli
değil ise ben bunların kim olduklarını bilemiyorum.” Kadı Iyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle
demektedir: “Şüphesiz İmam Ahmed ehli sünnet ve’l-cemaat ile hadis ehlinin
mezhebine uygun itikad sahibi olan kimseleri kastetmektedir.”[170]
Ehl-i
sünnete bu ismin veriliş sebebi Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem-’ın sünnetini alıp onu öğrenen, onun gereğince amel eden ve
Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın:
“Sünnetime uymaya bakınız.”[171]
hadisinin gereklerini yerine getirmeye çalışan kimseler oluşlarından
dolayıdır. Çünkü sünnet ashab-ı kiramın, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan şeriat, din, zahir ve batın hidayet
diye telakki ettikleri şeylerdir. Tabiûn da bunu onlardan almıştır, sonra
onlara tabi olanlar, sonra adalet sahibi onlara uyan hidayet önderi olan ilim
adamları ve kıyamet gününe kadar onların yolundan gidecek olanlardır.”[172]
İşte
bundan dolayı sünnete uyan, hak ehli olan kimseler “ehl-i sünnet” diye
bilinmişlerdir. O halde, gerçek anlamıyla buna asıl layık olanlar onlardır.
Bunlara
“cemaat” adının veriliş sebebine gelince, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın: “Cemaate bağlı kalmaya bakınız.”[173]
hadisi ile kendilerini kastettiği kimselerin onlar oluşundan dolayıdır. Ayrıca
onlar hak üzere toplanmış, hakkı almış, sünnete sıkı sıkıya yapışan ashab,
tabiûn ve onlara tabi olan müslüman cemaatin izinden gitmişlerdir. Ayrıca onlar
-yüce Allah’a hamdolsun ki- her zaman (meşru) imamları etrafında toplandıkları
gibi cihad, iyiliği emredip münkerden alıkoymak, sünnet ve ona uymak esasları
üzerinde toplanırlar, bid’atleri, heva ve sapık fırkaları terketmek noktasında
görüş birliği halindedirler. O halde Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın kastettiği, niteliklerini
belirttiği ve bize kendileriyle birlikte olmayı emrettiği cemaat onlardır.
Nihayet
bizler açık seçik şu sonuca varıyoruz: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat şu hususlara
dayanan bir vasıftır:
1- Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın
sünnetinden dayanağı, bize sünnete bağlılığı emrettiği ve bunu tavsiye ettiği “sünnetime sıkı sıkı sarılmaya bakınız”
hadisi ile cemaate uymayı emredip, bunu “cemaate
bağlı kalmaya bakınız” diye tavsiye ettiği, ona muhalefet etmeyi, ondan
ayrılmayı, ona karşı çıkıp, ondan uzaklaşmayı yasakladığı hadisleridir. İşte
ehl-i sünnet ve’l-cemaate bizzat Rasûlullah -Sallallahü
aleyhi vesellem- bu adı vermiş ve onları böylelikle nitelendirmiştir.
2- Fazilet sahibi
nesiller olan ashabın ve selefin rivayetlerine, onların söz ve nitelikleri ve
hallerine dair ifadelerine dayanır. Bu hidayet imamlarının icma ile kabul
ettikleri bir isim ve bir niteliktir. Onlar bunu hak ehline vermişler, hak
ehlini bununla nitelendirmişlerdir. İşte “sünen” ve bu faziletli nesillerden
gelen rivayetleri, kaydeden eserlerde, buna dair tasnif edilen kaynaklarda bu
husustaki rivayetler açıkça tanıklık etmekte, bu hususu dile getirmektedir.
3- Ehl-i sünnet terimi
doğru, gerçeği ifade eden ve hak ehlini bid’at ve hevâ ehlinden ayırdeden bir
niteliktir. Bu ise bazılarının zannı olan “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” ancak
asırlar sonra, son zamanlarda ortaya çıkmış ve ancak ayrılıkların ortaya
çıkmasından sonra bilinmiş bir isim olduğu şeklindeki kanaatlerine muhaliftir.
Gerçek şu ki bu, bu ümmetin selefinden nakledilegelmiş şer’î bir isim olup,
ashab ve tabiûn döneminden, ilk nesilden ve faziletli nesillerden itibaren
aktarılagelmiştir.
Ehl-i
sünnet ve’l-cemaat mekân ve zamana münhasır, onunla sınırlı değildirler. Bunlar
bir yerde çoğalabilirler, bir yerde az olabilirler. Bir dönemde sayıları
artabilir, bir başka dönemde azalabilirler.[174]
Fakat kesintiye uğrayıp sonları gelmez. Hidayetin bayrakları, karanlığın
kandilleri, kıyametin kopacağı vakte kadar diğer insanlara Allah’ın delilleri
onlar arasındadır, bu dinin korunması şeklindeki Allah’ın vaadi onlar
vasıtasıyla gerçekleşmektedir.
Şüphesiz
ki ehl-i sünnet ve’l-cemaatin nitelik ve belirtileri açık ve nettir. Çünkü
onlar hak ehlidirler, hak ise gayet açıktır. Ayrıca onlar doğruluk ehlidirler,
doğruluk ise apaçıktır. Diğer taraftan onlar sünnete uyarlar, sünnet te
muhafaza edilmiştir.
Hem
onlar cemaatin kendisidirler. Cemaat ise hakka uyduğu sürece hatadan
korunmuştur.
Ehl-i
sünnetin nitelik ve özelliklerine dair seleften gelmiş bazı rivayetleri,
birtakım imamların ifade ettiği şekliyle sunmaya çalışacağız:
1- Ehl-i sünnet Allah’ın
sapasağlam ipine sıkı sıkıya sarılan kimselerdir:
Ebû
Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu Anh-
diyor ki: “Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir. Onu terkeden bir kimse kendisiyle
Allah arasındaki ipi koparmış olur.”[175]
Ömer
b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- da
şöyle demektedir: “...Şüphesiz sünnet sahibi kimseler Allah’ın kitabını daha
iyi bilirler.”[176]
Buna
göre sünnete sımsıkı sarılıp, rivayetlere tabi olan bir kimse sapasağlam kulpa
yapışan kimsedir. İşte ehl-i sünnet de böyledir.
2- Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat hakka götüren, sırat-ı müstakiîme doğru giden yolu gösteren, salih
önderler ve uyulacak örneklerdir.
Onlara
uyan, onlarla arkadaşlık eden, dini onlardan öğrenen bir kimsenin dini esenliğe
kavuşur. Onlardan uzak kalıp, onların yoluna uymayan kimse helâk olur. Amr b.
Kays el-Mülâî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefatı: 143 h.) şöyle demektedir: “Sen bir gencin ilk yetiştiği
andan itibaren ehl-i sünnet ve’l-cemaat ile birlikte olduğunu görürsen, ondan
hayır umabilirsin. Eğer bid’at ehliyle birlikte olduğunu görürsen, ondan
ümidini kes. Çünkü genç delikanlı ilk olarak neye göre yetişirse odur.”[177]
Yine
Amr b. Kays şöyle demektedir: “Genç yetişir. Eğer ilim ehli ile oturup kalkmayı
tercih ederse, kurtuluşa ermesi uzak bir ihtimal değildir. Şâyet başkalarına
meyledecek olursa, helâk olma ihtimali yüksektir.”[178]
İbn
Şevzeb -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 120 h.) şöyle demektedir: “Gencin ve arab olmayanın ibadete
yöneldikleri vakit sünnet sahibi bir kimseye rastlama tevfikine mazhar olmaları
Allah’ın nimetlerindendir.”[179]
Buna
benzer bir söz Eyyub es-Sahtiyanî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 131
h.)’den rivayet edilmiş olup, o şöyle demiştir: “Yeni yetişen bir kimse ile
arab olmayan kimselere yüce Allah’ın ehl-i sünnetten bir ilim adamı ile
rastlama tevfikini ihsan etmesi, onların mutluluklarındandır.”[180]
el-Fudayl
b. İyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 187 h.) şöyle demektedir: “Allah’ın kendileriyle ülkeleri dirilttiği
birtakım kulları vardır. Bunlar sünnet sahibi kimselerdir.”[181]
İbn
Abbas -Radıyallahu Anh-’dan, yüce
Allah’ın: “O günde birtakım yüzler
ağaracak, birtakım yüzler kararacaktır.” (Al-i İmran, 3/106) buyruğu
hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Yüzleri ağaracak olanlar ehl-i
sünnet ve’l-cemaattir, yüzleri kararacak olanlar ise bid’at ve dalâlet sahibi
kimselerdir.”[182]
3- Müslüman sünnet ve
cemaat dışında hiçbir isim ile kendilerini adlandırmamaları da onların
niteliklerindendir:
Ehl-i
sünnet ve’l-cemaatten başkalarına kendisini nisbet eden veya başka isimle kendisini
yad eden bir kimse helâk olmuştur. Çünkü kurtuluşa eren fırka, ehl-i sünnettir
ve çünkü onların yolu müminlerin izlemekle yükümlü oldukları yoldur.
Onlar
İslam ehli olanlardır. İbn Abbas -Radıyallahu
Anh- şöyle diyor: “Her kim bu uydurma isimlerden bir ismi kabul edecek
olursa, o kişi İslam boyunduruğunu boynundan çıkarmış olur.”[183]
O,
bununla sapık fırka ve sapık hevâların peşinden gidenlerin isimlerini
kastetmektedir. Kadı Iyad, İmam Malik’ten şöyle dediğini nakletmektedir: “Bir
adam Malik’e: Ey Abdullah’ın babası, ehl-i sünnet kimlerdir? diye sormuş, o da:
Kendisi ile tanındıkları bir lakabları bulunanlardan, cehmiyeden, rafızilerden
ve kaderilerden olmayan kimsedirler.”[184]
İmam
İbn Kayyım dedi ki: İmamlardan birisine sünnet hakkında soru soruldu, o da
şöyle dedi: “Benim sünnet dışında hiçbir ismim yoktur.”[185]
Malik
b. Miğvel -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 159 h.) şöyle diyor: “Kişi İslamın ve sünnetin dışında bir isim ile
kendini adlandıracak olursa, sen de onu dilediğin dine nisbet edebilirsin.”[186]
Meymun
b. Mihran -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 117 h.) şöyle demektedir: “İslamın dışında kullanılan herbir isimden
sakınınız.”[187]
Bilindiği
gibi sünnet ve cemaate muhalif olan herkes İslam ve sünnetin dışında birtakım
isimler almışlardır. Hevâ ve sapık fırka sahibleri gibi. İsterse bunlar ehl-i
sünnetten olduklarını iddia etsinler. Ehl-i sünnet sahibleri taassubla
hizibçilik yapan ve cemaatçilik yapanlara da, birtakım parolalara da,
kavmiyetçiliklere de nisbet edilmezler. Onlar vatan ve halk taassubuna, ırk ve
kabile taassubuna kapılmazlar. Onları sünnet ve İslam şiarı -hangi yer ve
zamanda olurlarsa olsunlar- biraraya getirir.
4- Ehl-i sünnet
insanların hayırlılarıdırlar. Bid’atlerden ve bid’atçilerden uzak kalınmasını
isterler:
Fudayl
b. İyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 187 h.) diyor ki: “Ben insanların en hayırlılarının tümünün sünnet
sahibi kimseler olduğunu gördüm. Onlar bid’at sahibi kimselerden uzak kalmayı
söylüyorlardı.”[188]
Ebu
Bekr b. Ayyâş’a -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefatı: 194 h.) denildi ki: Sünnî kimdir? Şu cevabı verdi: “Çeşitli
hevâlar sözkonusu edildiği vakit onlardan hiçbirisine taraftar kesilmeyendir.”[189]
Eyyub es-Sahtiyanî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 131 h.) Umâre b. Zâzân’a -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı:
131 h.) dedi ki: “Ey Umare eğer bir kimse sünnet ve cemaat sahibi ise, hiçbir
zaman hangi halde olursa olsun ona dair sormana gerek yok. (O doğru yol
üzeredir.)”[190]
O
halde ehl-i sünnet hak ve itidal yolu olan sırat-ı müstakim üzere bulunan
ümmetin hayırlıları ve vasatıdırlar.[191]
Onlar
aynı zamanda bid’at ve hevâ sahibi kimselerden uzak kalmayı telkin ederler.
Hak, sünnet ve cemaatin dışında hiçbir şeye taassub göstermezler.
5- Ehl-i sünnet
insanların bozulacağı zaman garib kalan kimselerdir.
Çünkü
onlar “bir taife”dirler. Onlar “bir millet”dirler. Onlar birçok fırka ve taife
arasından “bir fırka”dırlar. Yetmişüç fırkadan bir fırkadırlar. Onlar bid’at,
hevâ ve sapık fırka sahiblerinin kalabalıkları arasında “garibler”dirler.
Hasan-ı
Basri -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 110 h.) şöyle demektedir: “Şüphesiz sünnet ehli geçmiş dönemlerde
insanlar arasında sayıca en az olan kimselerdi. Geriye kalanlar arasında da
insanların en az olanlarıdır. Onlar lüks ve debdebe içerisinde olanlara, lüks
ve debdebelerinde eşlik etmezler, bid’at ehline de bid’atlerinde eşlik
etmezler. Rablerine kavuşuncaya kadar sünnetleri üzere sebat gösterdiler. İşte
sizler de -Allah’ın izniyle- hep böyle olunuz.”[192]
Süfyan
es-Sevrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 161 h.) şöyle demektedir: Ehl-i sünnet hakkında birbirinize hayırlı
şeyler tavsiye ediniz, çünkü onlar gariblerdir.[193]
Yine
o şöyle derdi: Biri doğuda diğeri de batıda bulunan kimsenin sünnet sahibi
olduklarına dair sana haber ulaşırsa, sen onlara selam gönder, onlara dua et,
ehl-i sünnet ve’l-cemaat ne kadar da azdır!”[194]
Abdullah
b. el-Mubârek -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- (vefatı: 181 h.) şöyle demektedir: “Şunu bil ki ben bugün
ölümü, sünnet üzere yaşadığı bir
hayattan sonra Yüce Allah’a kavuşan herbir müslüman için bir lütuf olarak
görüyorum. Elbetteki biz Allah’ınız ve biz ona döneceğiz. Yalnızlığımızı,
kardeşlerimizin gidişini, yardımcıların azlığını, bid’atlerin ortaya çıkışını
Allah’a şekvâ ediyoruz. Bu ümmetin başına gelen ilim adamlarının, sünnet
ehlinin gitmesi ve bid’atlerin ortaya çıkması gibi büyük belalardan dolayı da
Allah’a şekvâ ediyoruz.”[195]
6- Ehl-i sünnet
ve’l-cemaat hadis ehli olan güvenilir ve adaletli imamlar ile rivayetiyle,
dirayetiyle dini nakleden, isnadlarda yer alan kimselerdir:
Peygamber
-Sallallahü aleyhi vesellem- buyurdu
ki:
“Bu ilmi sonradan gelen herbir nesil
arasından o neslin adalet sahibi kimseleri taşır. Onlar bu ilimden
saptırıcıların tahriflerini, batılcıların çalmalarını ve cahillerin yanlış
tevillerini ortadan kaldırırlar.”[196]
Bu
ilmi taşıyan kimseler ise hadis ehlidir. Sünneti belleyen, gereğince amel eden
insanlara onu öğreten hidayet imamlarıdır. O halde onlar sünnetin de
imamlarıdırlar.
İbn
Sîrin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 110 h.) şöyle diyor: “Daha önceleri isnada dair (hadis alanlar) soru
sormazlardı. Ancak fitne baş gösterince, bu sefer: Size bu rivayeti nakleden
ravilerin isimlerini bize veriniz demeye başladılar. O halde ehl-i sünnete
bakılır ve onların rivayet ettikleri hadis alınır. Ehl-i bid’ate bakılır ve
onların rivayet ettikleri hadis alınmaz.”[197]
7- Ehl-i sünnet
kendilerinden ayrılmaları sebebiyle insanların üzüldüğü kimselerdir: Eyyub
es-Sahtıyanî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- diyor ki: “Ehl-i sünnetten bir adamın vefat haberi bana ne zaman
verilirse, sanki azalarımdan birisini kaybetmiş gibi oluyorum.”[198]
Yine şöyle diyor: “Ehl-i sünnetin ölümünü temenni eden kimseler aslında
ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isteyen kimselerdir. Fakat kâfirler hoş
görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”[199]
İmam
Abdulaziz b. Muhammed ed-Deraverdî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 187 h.) vefat edince, Süfyan b. Uyeyne -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı:
198 h.) bu işe katlanamadı ve katlanamadığını da ortaya koydu. Kendisine: Biz
senin hiç bu dereceye kadar geleceğini sanmıyorduk. O: “O kişi ehl-i
sünnettendi.” diye cevab verdi.[200]
Muâfâ
b. İmran -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
(vefatı: 186 h.) şöyle demektedir: “Ölüm esnasında olması müstesna, sakın
hiçbir kimseyi övme. Çünkü o kimse ya sünnet üzere ölür, yahut bid’at üzere
ölür.”[201]
Avn
-İbn Abdullah el-Kufî olabilir; Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 120 h.’den önce) şöyle demiştir: “Her kim
İslam ve sünnet üzere olursa, artık ona her türlü hayrın müjdesi vardır.”[202]
Ehl-i
sünnet bütün insanlar arasında sahib bulundukları hakka en güçlü bir şekilde
inanan, sebat gösteren, onu en iyi kavrayan ve ona sımsıkı sarılan, onun
etrafında ittifak eden kimselerdir. Onların dışında kalan kelâm, bid’at ve
sonradan uydurma şeyleri kabul edenlere gelince, bunlar çalkantı
içerisindedirler, bir oraya, bir buraya giderler, tartışma halindedirler. Şeyhu’l-İslâm
İbn Teymiyye sünnet ve hadis ehli hakkında şunları söylemektedir: “Bu gibi
kimselere, hadis ve sünnet ehlini bu lüzumsüz sözlere nisbet etmeleri nasıl
yakışır. Çünkü hadis ve sünnet ehli, insanlar arasında ilimleri, yakînleri,
huzurları ve itminanları herkesten daha büyük olan kimselerdir. Onlar hem
bilirler, hem bildiklerini bilirler. Onlar hakka inanırlar, onda şüphe
etmezler, onda tereddüte kapılmazlar. Belirtildiğine göre ehl-i sünnetin
avamının dahi sahib olduğu bilgi ve yakîn, kelamcılarla, felsefecilerin ileri
gelenlerinin dahi sahib olabildikleri bir şey değildir.[203]
Ben
de diyorum ki: Günümüzde de ehl-i sünnetin avamının sahib oldukları istikamet, temiz fıtrat ve temiz yöneliş;
düşünür, kültürlü diye adlandırılan birtakım kimselerde ve hizib taasubu
taşıyan birtakım cemaatlere uyanların birçoğunda bulunmamaktadır. Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir!
Bu
araştırmanın sonunda değerli okuyucuya aşağıdaki hususları hatırlatmak
arzusundayım:
Birinci Husus:
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat kavramı”nın aydınlığa kavuşturulması çağımızda
oldukça önemli ve zorunlu bir iştir. Çünkü ehl-i sünnete müntesib olmak
iddiaları bu çağda çokça görülmektedir. Bu iddia sahibleri çoğunlukla ehl-i
sünnet akidesini, inanç esaslarını bilmediği gibi, sünnet gereğince de amel
etmez. Hatta itikadi meselelerde yahut onların bir bölümünde ehl-i sünnete
muhalefet eden kimseler dahi, kendilerini ehl-i sünnete nisbet etmektedirler.
Acelece kaleme aldığım bu araştırma maksadı gerçekleştirmeye elverişli
değildir. Bu, ilim talibi kimselerle araştırmacıların da katkıda bulunmaya
çağırdığım bir konudur. Hatta değerli ilim adamlarımızın ve hocalarımızın da bu
katkılarını yapmaları gerekir. Böylelikle bu konu hakettiği şekilde
araştırılsın, layık olduğu itina ve açıklamalara kavuşsun.
İkinci Husus:
Dâvet bayrağını taşıyan, İslâm sancağını yükselten çağdaş İslâmi dâvet ve
hareketleri yüce Allah İslâma ve müslümanlara bir dereceye kadar faydalı
kılmıştır. Şu kadar var ki kanaatimce bunların çoğunluğu hala sünnet sancağını
-selef nezdinde ilim, amel, yaşayış ve yöntem olduğu şekliyle- yükseltebilmiş
değillerdir. Şu anlamda ki, bu çağdaş dâvetlerin çoğunluğu usulde ehl-i sünnet
ve’l-cemaat mezhebine dayanmamaktadır. Bunlar açık ve net bir şekilde selef-i
salihin yöntemini kendilerine yöntem olarak almamışlardır. Şu kadar var ki, bu
hareketler arasında selefin mezhebini bilen ve onun gereğince amel eden fertler
de bulunabilmektedir. Fakat ilmi ve ameli yöntemler hala bunun ilerisine
gidememiştir. Ben bu münasebetle ilim taliblerine ve davetçilerine -ki onlar
öğüt almaya en layık kimselerdirler- bu meseleye hakkını vermeleri gerektiğini
hatırlıyorum. Çünkü bu mesele mana ve kapsamı itibariyle kelimenin tam
anlamıyla usul noktasında selef mezhebinin ana dayanağıdır.
Üçüncü Husus:
Bütün müslümanlara şunu hatırlatıyorum ki: Sünnete selef-i salihin yöntemine
dönmedikçe bid’at, hevâ ve sonradan uydurma şeylerden kurtulmadıkça aziz
olmaları, muzaffer olmaları, yükselmeleri mümkün değildir. Sözkonusu bid’at
hevâ ve sonradan uydurma şeyler müslümanların bir çoğunun kalblerini ve
amellerini karartmıştır. Hala sufî tarikatler, bid’at fırka ve kesimler ile
eski ve yeni sapık bütün yönelişler, bunlara sıkı sıkıya sarılmaktadır.
Son
olarak; yüce Allah’tan kendim için ve bütün müslümanlar için tevfikini, İslâma
zafer nasib etmesini, sapmış olan müslümanları hakka ve dosdoğru yola
iletmesini niyaz ederim.
Allah’ın
salât ve selamı, bereketleri Rasûlümüz, o güvenilir yüce Peygamber Muhammed’e,
bütün aile halkına ve ashabına olsun...
[1] Hadis müttefeku’n-aleyh’dir. (Buharî ve Müslim
tarafından rivayet edilmiştir.) Bk. Buharî, Menakıb, 27; Fethu’l-Barî, IV, 623;
Müslim, İmare, Hadis 1920-1921.
[2] Tirmizî rivayet etmiş
olup: Bu hasen, sahih bir hadistir demiştir. V, 25, İman, Babu mâ câe fiftiraki
hâzihi’l-ümme.
[3] Ahmed, Müsned, IV, 102; İbn
Ebi Âsım, I, 7-8; Hâkim, el-Müstedrek, I, 128;
el-Elbanî, Zilalu’l-Cenne adlı eserinde sahih olduğunu belirtmiştir.
[4] Bu bir yerde bulunanları, oranın gizli köşe
bucaklarını, başkalarının kolay kolay bilemedikleri yerlerini, bir işle
uğraşanların o iş ve mesleğin inceliklerini, püf noktalarını daha iyi
bileceklerini anlatmak üzere söylenmiş bir darb-ı mesel (atasözü)dir. (Çeviren)
[5] Bk. el-Kamusu’l-Muhit, IV, 238-239; Lisanu’l-Arab,
XIII, 220-225, Muhtaru’s-Sıhah, 317.
[6] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, XIII, 235, “Senene”
maddesinde böylece kaydetmiş olup, Müslim, Zekat, 1017’de şu lafızla rivayet
etmiştir: “Kim İslamda güzel bir sünnet
ortaya koyarsa (senne) ona onun da ecri, ondan sonra da onunla amel edenlerin
ecri hiçbirisinin ecirlerinden bir şey eksiltilmeksizin verilecektir. Kim de
İslamda kötü bir sünnet ortaya koyarsa (senne)...”
[7] Lisanu’l-Arab, XIII, 225.
[8] Lisanu’l-Arab, XIII, 223; el-Kamusu’l-Muhit, IV, 238.
[9] Lisanu’l-Arab, XIII, 224.
[10] Lisanu’l-Arab, XIII, 220.
[11] Lisanu’l-Arab, XIII, 221.
[12] Lisanu’l-Arab, XIII, 225.
[13] Bk. İbn Kesir, Tefsir, I, 411, en-Nisa, 4/26. âyetin
tefsiri; eş-Şevkanî, Fethu’l-Kadir, I, 452 aynı âyetin tefsiri.
[14] Ayrıca bk. eş-Şevkanî, Fethu’l-Kadir, bu âyetin
tefsiri.
[15] Ayrıca bk. eş-Şevkanî, Fethu’l-Kadir, bu âyetin
tefsiri.
[16] Bk. İbn Kesir, Tefsir, III, 49, el-İsra, 17/77. âyetin
tefsiri.
[17] İbn Kesir, Tefsir, I, 475 ve I, 162; Ayrıca bk.
eş-Şevkanî, Fethu’l-Kadir, V, 225, bu âyetin tefsiri; İbn Teymiye,
Mecmuu’l-Fetâvâ, III, 363.
[18] Hikmetin sünnet diye açıklandığına dair seleften gelen
rivayetler için bk. el-Lâlekaî, Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sünneti
ve’l-Cemaati, I, 71. Tahkik: Dr. Ahmed Sa’d Hamdan; ve İbn Teymiye,
Mecmuu’l-Fetâvâ, III, 366.
[19] Muvatta’,
899, Kader, I, Hadis: 3. 2/A el-Hakim, el-Müstedrek, I, 93, el-Elbanî,
Sahihu’l-Camii’s-Sağir, III, 39’da sahih olduğunu belirtmiştir.
[20] el-Hakim, el-Müstedrek, I, 93, el-Elbani, Sahihu’l-Camii’s-Sağir,
III, 39’da sahih olduğunu belirtmiştir.
[21] el-Hakim, el-Müstedrek, I, 93, el-Elbani,
Sahihu’l-Camii’s-Sağir, III, 39’da sahih olduğunu belirtmiştir.
[22] Darimî, Sünen, s. 57.
[23] Buharî,
Fiten 13; Fethu’l-Barî, XIII, 38, İ’tisam, 2; Fethu’l-Barî, XIII, 249; Müslim,
İman 64, Hadis: 143, I, 136.
[24] Bk. İbn Teymiye, Mecmuu’l-Fetava, III, 366.
[25] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 38.
[26] Darımî, I, 46.
[27] Darımî, I, 59.
[28] Buharî, İ’tisam Bab: el-İktidâu bi Süneni Rasûlillah
(s.a); Fethu’l-Barî, XIII, 248.
[29] Darımî, I, 144; İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s.
128.
[30] Darımî, I, 60.
[31] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 128; İbn Teymiye,
Mecmuu’l-Fetava, III, 366.
[32] el-Muvafakat, IV, 3.
[33] Lisanu’l-Arab, XIII, 225. Ayrıca bk. İbnu’l-Esir,
en-Nihâye, II, 409-410.
[34] Buharî, Nikâh, Bab: et-Terğibu fi’n-Nikah, Hadis:
5063; Fethu’l-Bâri, IX, 104; Ahmed, Müsned, II, 158; İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I,
31, Hadis: 62; el-Elbanî ilgili notunda şöyle demektedir: “İsnadı sahihtir.
Bütün ravileri Müslim’in şartına göre sika (güvenilir) ravilerdir.”
[35] İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 39, Bab: 16, Hadis: 54,
el-Elbanî hadis ile ilgili notunda şöyle demektedir: “İsnadı sahihtir. Ravileri
sika (güvenilir) ravilerdir.” Buna yakın bir rivayeti Ebu Davud,
Luzumü’s-Sünne, Hadis: 4607; Tirmizî, İlim 16, Hadis: 2678; Ahmed, el-Müsned,
IV, 126; el-Beyhakî, el-İ’tikad, s. 131.
[36] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 120.
[37] Ebu Nuaym, el-Hilye, I, 352-353; el-Lâlekaî, I, 54,
no: 10. Muhakkık bu ifadeyi İbnu’l-Mübarek, ez-Zühd, II, 21-22’ye de
atfetmektedir.
[38] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 38.
[39] Darimî, I, 45; İbn Vaddâh, el-Bid’a, s. 38.
[40] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 66.
[41] Bk. el-Lâlekaî, I, 69 ve ilgili not.
[42] Darimî, I, 145.
[43] Camiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, 230.
[44] Mecmûu’l-Fetâvâ, IV, 436.
[45] Mecmuu’l-Fetava, III, 378.
[46] el-Cerhu ve’t-Ta’dil, I, 118 -Mukaddime-; el-Lâlekâî,
I, 63.
[47] İbn Ebi Âsım, es-Sünne 24, I, 16’da rivayet etmiş
olup, el-Elbanî sahih olduğunu söylemiştir.
[48] Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. Bk. Buharî
-Fethu’l-Barî ile birlikte-, XIII, 249; Müslim, II, 592.
[49] Müslim,
15, Hadis: 1017, IV, 2059-2060.
Bazı bid’atçiler bu gibi hadislere sarılarak bu
hadislerin kendilerinin “güzel” diye nitelendirdikleri bid’atleri onayladığını
iddia ederler. Mevlid ve benzeri bid’atler gibi. Ancak bu hadis, bu gibi
bid’atlerin meşruluğunu ortaya koyan bir delil olarak gösterilemez. Çünkü
Peygamber -sallallahu âleyhi vesellem-
sonradan ortaya konulan şeyleri ve bid’atleri yasaklamış, bunların kayıtsız ve
şartsız olarak sapıklık olduğunu açıklamıştır. Diğer taraftan bu hadis
Peygamber -sallallahu âleyhi vesellem-
hayatta iken ashabın içtihadları ile ortaya koymuş oldukları birtakım amelleri
nitelendirmek ve o amelleri kabul ettiğini ifade etmek için vârid olmuşlardır.
Dolayısıyla bunlar onun bir teşrîi olmaktadır. Bundan sonra da ashab bid’atlere
karşı, sonradan uydurulan şeylere karşı savaşa soyunmuşlar, buna dair sözler
söylemişler ve bid’atlerden sakındırmışlardır.
[50] Ahmed, el-Müsned, V, 246.
[51] Buharî, İ’tisam, 14, Fethu’l-Barî, XIII, 300; Müslim,
Hadis:2669.
[52] İbnu’l-Esir, en-Nihaye, II, 409.
[53] Ahmed, el-Müsned, IV, 105. Suyutî, el-Camiu’s-Sağir’de
bu hadisin hasen olduğuna işaret etmiştir. Bk. el-Camiu’s-Sağir, II, 480,
no:7790; İbn Hacer, el-Feth, XIII, 253’te hasen olduğunu belirtmiştir.
el-Elbanî ise zayıf olduğunu belirtmektedir: Daifu’l-Camii’s-Sağir, V, 78.
Hadis: 4985. Ancak bu hadis Hassan b. Atiyye -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun-den sahih bir senetle rivayet edilmiştir. Mişkatu’l-Mesabih, I, 66,
ilgili not; Ayrıca bk. Darımî, I, 45. Şerhu’l-Lâlekâî, I, 93; İbn Vaddah, el-Bid’a,
37.
[54] Malik, Muvatta, I, 278.
[55] el-Lâlekâî, Şerhu Usul-i İtikad-i Ehl-i Sünnet-i
ve’l-Cemaaa, I, 123, Tahkik: Dr. Ahmed Sâd Hamdân; İbn Batta, eş-Şerhu
ve’l-İbane, s. 121; İbn Hacer, Fethu’l-Barî, XIII, 289’da Beyhakî’ye nisbet
etmiştir.
[56] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 122.
[57] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 126.
[58] Darimî, I, 66; el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 216.
[59] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 123.
[60] İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 29. Hadis no: 54. el-Elbânî
hadis hakkında şöyle demektedir: Senedi sahihtir, ravileri sikadır. Hadisi
ayrıca İbn Mace, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiş olup, Tirmizi: Hasen,
sahihtir demiştir.
[61] Müslim, no: 867.
[62] İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 19, Hadis: 31. el-Elbânî
hadis hakkında şöyle demektedir: İsnadı sahihtir, ravilerinin hepsi sikadır.
Ayrıca Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Ahmed ve Hakim de bu hadisi rivayet
etmiştir.
[63] Buhari, Müslim ve başkaları Åişe (r.anha)’dan rivayet
etmişlerdir. Bk. Fethu’l-Bâri, V, 54; Müslim, Hadis no: 1718, III, 1344.
[64] Darimî, I, 72; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 208; Ayrıca
Hakim, el-Müstedrek’te rivayet etmiş olup, Buharî ve Müslim’in şartına göre
sahihtir demiştir. ez-Zehebî de ona muvafakat etmiştir. el-Müstedrek, I, 103.
[65] Darimî, I, 69.
[66] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 38.
[67] Darimî, I, 69; İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 133.
[68] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 143.
[69] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 36.
[70] Bk. ed-Darimî, I, 45; İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 37-38.
[71] İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 153.
[72] el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 217.
[73] İbn Ebi Hatim, ec-Cerhu ve’t-Tadil, I, 183; el-Lalekaî,
I, 62, no: 38.
[74] Tirmizi, Sünen, Kitabu’l-İlel, V, 739.
[75] el-Lâlekâî, I, 67.
[76] el-Lâlekâî, I, 67.
[77] el-Lâlekâî, I, 67.
[78] Bk. Fethu’l-Barî, XIII, 245.
[79] eş-Şevkânî, İrşadu’l-Fuhûl, s. 33.
[80] Ahmed, el-Müsned, I, 191.
[81] Ahmed, el-Müsned, I, 195.
[82] Darimî, I, 145.
[83] Bununla az önce sözünü ettiğimiz şekilde usule
(itikadî hükümlere) ve farzlara işaret etmektedir.
[84] eş-Şevkânî, İrşadu’l-Fuhûl, s. 31.
[85] Darimî, I, 136.
[86] Darimî, I, 49.
[87] İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 122.
[88] İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 128; el-Lalekaî,
Şerhu Usuli’l-İtikad, I, 71.
[89] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 133.
[90] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 133.
[91] Bu ifadede birtakım fırka, yöneliş ve cemaatlerin
sünnet ve cemaat dışında kendisini nisbet ettikleri birtakım esas, yöntem, şiâr
ve isimler almalarının yanlışlıklarına işaret edilmektedir.
[92] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 137.
[93] el-Bağavî, Şerhu’s-Sünne, I, 209.
[94] el-Lâlekâî, I, 94 no: 94; Muhakkik bunu
İbnu’l-Mubarek, ez-Zühd, I, 281’e de atfetmektedir; Ayrıca Darimî, Sünen, I,
45.
[95] Lisanu’l-Arab, s-n-n maddesi, XIII, 226.
[96] “Ehl-i sünnet”
tabirinin hakka sıkı sıkıya yapışan, hevâ ve ayrılıktan uzak kalan kimseler
hakkında kullanılması birinci asırda fırkaların ortaya çıktığından beri
başlamıştır. Bazılarının ehl-i sünnet terimi sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır
şeklindeki iddiaları gerçeği olmayan bir iddiadır. Çünkü Müslim’in, Sahih’inde
İbn Sîrîn’den (vefatı: 110 h.) şöyle dediği sabittir: “... O vakit ehl-i sünnete bakar ve onların hadisleri alınır.” (Bk.
Müslim, I, 15)
[97] eş-Şerhu
ve’l-İbane, s. 123.
[98] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 122.
[99] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 120.
[100] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 121.
[101] İbn Şevzeb’in sözü bu çalışmada daha önce “e şıkkı”nda
zikredilmiş bulunmaktadır. Oraya bakılabilir.
[102] Kitabu’s-Sünne, II, 645-647.
[103] Camiu’l-Ulum-i ve’l-Hikem, s. 230.
[104] Bk. Lisanu’l-Arab, “cemea” maddesi, VIII, 53-57;
el-Mûcemu’l-Vasît, “cemea” maddesi, I, 135-136; Muhtaru’s-Sıhâh, “cemea”
maddesi, 110-111.
[105] Bk. Lisanu’l-Arab, “cemea” maddesi, VIII, 53-57;
el-Mûcemu’l-Vasît, “cemea” maddesi, I, 135-136; Muhtaru’s-Sıhâh, “cemea”
maddesi, 110-111.
[106] Bk. Lisanu’l-Arab, “cemea” maddesi, VIII, 53-57;
el-Mûcemu’l-Vasît, “cemea” maddesi, I, 135-136; Muhtaru’s-Sıhâh, “cemea”
maddesi, 110-111.
[107] Bk. Lisanu’l-Arab, “cemea” maddesi, VIII, 53-57;
el-Mûcemu’l-Vasît, “cemea” maddesi, I, 135-136; Muhtaru’s-Sıhâh, “cemea”
maddesi, 110-111.
[108] Lisanu’l-Arab, el-Mûcemu’l-Vasît, Muhtaru’s-Sıhâh,
aynı yerler.
[109] el-Mûcemu’l-Vasît,
I, 136.
[110] İbn Teymiye, Mecmuu’l-Fetâvâ, III, 157.
[111] el-İ’tisâm, II, 262.
[112] el-Lâlekâî, Şerhu Usûli’l-İtikad, I, 106; Muhakkik
senedi hasendir demiştir. Hadisi ayrıca İbn Ebi Asım, es-Sünne, 801 no’da
rivayet etmiştir. el-Elbanî zayıf olduğunu belirtmiştir. es-Sünne, I, 39-40.
[113]
“es-Sevadu’l-Âzam: En büyük kalabalık” kavramı ayrılıkların ortaya
çıkmasından sonra ayrılığı belirten hadis ile tahsis edilmiş ve tefsir
edilmiştir. Yani en büyük kalabalık ehl-i sünnet ve’l-cemaattir. Diğer
fırkaların çokluğu muteber değildir, çünkü onlar helâk olmuşlardır. Asıl itibar
hak üzere olanlaradır. Bu da kurtulan fırka “fırka-i nâciye”dır. İşte nasları
bir arada mütalâa ve te’lif etmenin gerektirdiği anlama şekli budur. Doğrusunu
en iyi bilen Allah’tır.
[114] Bu Ebu Davud’un, Sünen’inde Şerhu’s-Sünne bahsinde
4597 no’lu hadis, V, 5-6’daki lafzıdır. Ayrıca Ahmed, el-Müsned, IV, 102; İbn
Mace, no: 3992-3993, II, 1322; İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 32-33, (63-64-65
no’lu rivayetler.) el-Elbânî hadis ile ilgili notunda şunları söylemektedir:
“Hadis kesinlikle sahihtir. Çünkü Enes’ten gelmiş başka altı yolu daha vardır
ve ashab-ı kiram’dan bir topluluktan gelmiş tanıkları da bulunmaktadır.”
es-Sünne, I, 42.
[115] el-Lâlekâî, Şerh-u Usuli İ’tikadi Ehli’s- Sünneti
ve’l-Cemaa, I, 109.
[116] el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 216.
[117] Takribu’t-Tehzib, II, 212.
[118] Fethu’l-Bâri, XIII, 216.
[119] Fethu’l-Bâri, XIII, 316.
[120] Fethu’l-Bâri, XIII- 37 (317?)
[121] Ahmed, el-Müsned, IV, 278-375; İbn Ebi Âsım, Şerhu
Usuli İtikadi Ehli’s Sünne, no: 93, I,
44; el-Elbanî hadisi tahrici hakkında: “Senedi hasendir, ravileri sikadır
(güvenilir kimselerdir)” demiştir.
[122] Tirmizî, Fiten, no: 2165. Tirmizî dedi ki: Bu hasen,
sahih ve bu cihetten garib bir hadistir; Hakim, el-Müstedrek, I, 114’te
zikretmiş olup, hadis Buharî ve Müslim’in şartına göre sahihtir demiştir.
ez-Zehebî de et-Telhis’de onun bu kanaatine muvafakat etmiştir. Ayrıca bk.
Ahmed, el-Müsned, I, 18-26.
[123] eş-Şatıbî, el-İ’tisam, II, 261.
[124] el-Lâlekâî, I, 108; Şatıbî, el-İ’tisam, II, 261.
[125] Buharî, Fedailu’s-Sahabe Menakibu Ali; Fethu’l-Bâri,
VII, 71-73.
[126] Fethu’l-Bâri, VII, 73.
[127] Mecmuu’l-Fetava, III, 157.
[128] Ebû Şâme, el-Bâis, s. 19.
[129] Hadis Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Bk. Buhari, Fiten, Babu Keyfe’l-Emru izâ lem tekun Cemaa, hadis: 7084;
Fethu’l-Bâri, XIII, 35. Müslim, Hadis: 1847.
[130] Hadisi İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 40’ta rivayet etmiş
olup, el-Elbanî sahih olduğunu belirtmiştir.
[131] Tirmizi, Sünen, Fiten 7, Hadis no: 2166, Tirmizî: Bu
hasen, garib bir hadistir demiştir. IV, 466.
[132] Buharî, Fiten 2, Hadis: 7054, Fethu’l-Bâri, XIII, 5;
Müslim, 1849.
[133] Buharî, Diyat 6, Hadis: 2878, Fethu’l-Bâri, XII, 201;
Müslim, Hadis: 1676.
[134] İbn Hacer’in hadise dair açıklaması için bk.
Fethu’l-Bâri, XII, 201-202.
[135] İbn Ebi Âsım, es-Sünne, Hadis no: 94, I, 45. el-Elbanî
isnadının sahih olduğunu belirtmiştir.
[136] Bununla Peygamber (s.a)’ın Huzeyfe (r.a)’a:
“Müslümanların cemaatine ve imamlarına bağlı kalırsın.” buyruğunu
kastetmektedir.
[137] Fethu’l-Bâri, XIII, 37.
[138] Burada “maruf” ile şer’î anlamını yani münkerin zıttı
olan maruf’u kastediyorum.
[139] Fethu’l-Bâri, XIII, 216.
[140] İbn Mace, Et’ıme 17, Hadis no: 3287, II, 1093-1094.
Hadis hasendir, hasen olduğunu el-Elbanî, Sahihu’l-Camiu’s-Sağir, IV, 168’de
belirtmektedir.
[141] Ebû Davud, Cihad, Babun fi’n-Nidâi inde’n-Nefîr, Hadis
no: 2560, III, 55-56.
[142] Ezan 35; Fethu’l-Bâri, II, 142.
[143] Müslim, Mesâcid, Babu Fadli Salâti’l-İşâi ve’s-Subhi
fi Cemaa, Hadis no: 656, I, 454.
[144] Müslim, Mesacid, Babu Fadli Salâti’l-Cemaa, Hadis no:
650, I, 450.
[145] Müslim, Mesacid, Babu Salâti’l-Cemaati min
Süneni’l-Hüdâ, Hadis no: 654, I, 453.
[146] Burada “es-Sevadu’l-Âzam (en büyük kalabalık)” tabiri
ile kastedilenin mevlid bid’ati gibi çoğunluğun uygulamasını, bid’atlerinin
meşruiyetine delil gösteren bid’atçi taifelerin bir çoğunun ileri sürdükleri
gibi, mutlak olarak sayısal çokluğun kastedilmediğine bir işaret vardır.
[147] el-İ’tisam, II, 260.
[148] Bk. el-İ’tisam, II, 261.
[149] Bk. el-İ’tisam, II, 261.
[150] el-İ’tisam’da da ifade bu şekildedir.
[151] Bu husus Tirmizi’nin, İbn Ömer’den, Fiten, Babu Mâcâe
fi Luzumi’l-Cemaa, IV, 466, Hadis no: 2167’de geçmiş bulunmaktadır. Ahmed,
el-Müsned, V, 145; Hakim, el-Müstedrek, I, 115; Darimî, I, 145’de buna dair bir
şahid (destekleyici tanık) da bulunmaktadır. Suyutî, el-Camiu’s-Sağir, I,
278’de Hasen olduğunu belirtmiştir.
[152] el-İ’tisam, II, 261.
[153] el-İ’tisam, II, 261.
[154] el-İ’tisam, II, 262.
[155] el-İ’tisam, II, 262.
[156] Bk.
el-İ’tisam, II, 263.
[157] Bununla, Hakim, el-Müstedrek, I, 128-129; Tirmizî,
İman, Babu İftiraki Hâzihi’l-Ümme, Hadis: 2641, V, 25-26’da zikrettiği ve
ayrıca: “Ümmetim yetmişüç millete
(fırkaya) ayrılacaktır. Biri müstesnâ hepsi ateşte olacaklardır. Bunlar
kimlerdir ey Allah’ın Rasûlü deyince, bugün
benim ve ashabımın üzerinde gittiği yoldur”lafızlarını da ihtiva eden
hadisi kastetmektedir.
[158] el-İ’tisam, II, 263.
[159] el-İ’tisam, II, 263.
[160] el-İ’tisam, II, 263.
[161] el-İ’tisam, II, 264.
[162] el-İ’tisam, II, 264.
[163] Burada zikredilen hadislerin kaynakları daha önceden
gösterilmişti.
[164] Burada işaret edilen hadislerin kaynağı daha önceden
gösterilmişti.
[165] Dinden çıkmak mahiyetinde olan irtidad, dinin kat’i
bir hükmünün inkârı gibi birtakım hususlar cemaatin dışına çıkmak olduğu gibi,
itikadi bakımdan küfrü gerektiren bir iş yapmayan isyancıların çıkışı gibi,
bundan daha alt mertebede olan çıkışlar da cemaatin dışına çıkmak olarak
değerlendirilir.
[166] Bk. İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetava, III, 157.
[167] Müslim, İman, 55, Hadis no: 145, I, 130.
[168] el-Elbanî, Sahihu’s-Camii’s-Sağir’de sahih olduğunu
söylemiştir. I, 12, no: 3816.
[169] Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, XIII, 393, Tirmizî, IV,
504-505. Bk. Silsiletu’l-Ahadîsi’s-Sahiha, 270. hadise dair not, III, 136-137.
[170] Şeyh
Abdullah el-⁄uneyman, Şerhu Kitabi’t-Tevhid min Sahihi’l-Buhari, II, 238.
[171] Hadisin kaynağı daha önceden gösterilmişti.
[172] Bk. İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetava, III, 358.
[173] Hadisin kaynağı daha önceden gösterilmişti.
[174] Bk. Fethu’l-Bâri XIII, 295; eş-Şeyh Abdullah
el-Ğuneyman, Şerhu Kitabi’t-Tevhid, II, 240.
[175] İbn
Batta, eş-Şerhu ve’l-İbâne, s. 120.
[176] Darimî, I, 49.
[177] eş-Şerhu ve’l-İbâne, s. 133.
[178] el-İbâne, I, 206.
[179] eş-Şerhu ve’l-İbâne, s. 133; el-İbâne, I, 205.
[180] el-Lâlekâî, Şerh-u Usul-i İtikad-i Ehl-i Sünne, I, 60,
rivayet no: 30.
[181] el-Lâlekâî, I, 65.
[182] eş-Şerhu ve’l-İbâne, s. 137.
[183] eş-Şerhu ve’l-İbâne, s. 137.
[184] Tertibu’l-Medarik, I, 72.
[185] Medaricu’s-Sâlikîn, III, 174.
[186] es-Suyutî, ed-Durru’l-Mensul, II, 63; el-Lalekaî, I,
62; Ayrıca bak Dr. Ahmed Sâd Hamdan, et-Tehmiş.
[187] eş-Şerhu
ve’l-İbâne, 137.
[188] eş-Şerhu ve’l-İbâne, s. 153.
[189] el-Lâlekâî, I, 60, 65.
[190] el-Lâlekâî, I, 60, 65.
[191] Bk. İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetava, III, 368-369.
[192] Darimî, I, 72. Bk. Muhammed Abdu’l-Hadi el-Mısrî’nin
derleyip, hazırladığı Ehlu’s-Sünne ve’l-cemaa.
[193] el-Lâlekâî, Şerhu İtikad-i Ehli’s-Sünne, I, 64.
[194] el-Lâlekâî, Şerhu İtikad-i Ehli’s-Sünne, I, 64.
[195] İbn Vaddah senedi ile el-Bid’a, s. 39’da rivayet
etmiştir.
[196] el-Hatib, Şerefu Ashabi’l-Hadis, 28-29; İbn Adiy,
el-Kâmil, I, 152-153 ve III, 902; el-Alaî, Buğyetu’l-Mutelemmis, s. 34-35’te
sahih olduğunu belirterek. Bk. Dr. Salih es-Suhaymî, Ulu’l-Ebsar’ın notları, s.
64.
[197] Müslim, Mukaddime, Babu ennel isnade mine’d-din, I,
15; Tirmizî, Kitabu’l-İlel, V, 740.
[198] Ebu Nuaym, el-Hilye, III, 9; el-Lâlekâî, I, 60, rivayet
no: 29.
[199] el-Lâlekâî, I, 61, rivayet no: 35.
[200] el-Lâlekâî, I, 66, rivayet no: 56.
[201] el-Lalekaî, I, 67, rivayet no: 62.
[202] el-Lalekaî, I, 67, rivayet no: 60.
[203] Bu sözleriyle ehl-i sünnete haşviye diyerek ayıplayan
kelam ehline işaret etmektedir. Mecmûu’l-Fetava, IV, 29.