Kaynak: Allah'a ve Resulune En Yakın Yol - Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi, İst-1985
Peygamberimiz Muhammed (S.A.V.) Efendimiz hürmetine her asırda ne kadar nebî gelip geçmişse, her birinin vârisi olarak bir velî zuhur eder. Bunlardan daha kâmil olana «Kutbü'z-zaman» adı verilir. Allahü Teâlâ tarafından, ona ruhsat buyurulur. Doğuya ve batıya hükmeder, zahirde, ne zuhur eder ve icra olunursa, Allah'ın müsaadesiyle tasarruf eder. Yâni, halifetullah-dır, Resûlüllah Efendimizin vârisidir.
Birine “Gavsü'1-âzam” adı verilir. O da, Ebû Bekir Sıddık (radıvallahü anh) hazretlerinin vekilidir.
Birine de «sırr-ı hilâfet» adı verilir. O da İmâm-ı Ali (kerremallahü vecheh) hazretlerinin vekilidir.
Bunlardan başka, tasarruf ve irşada memur buyu-rulmaksızın. bazı asırda iki ve bazı asırda dört zât bu-lunur. Onlara da «kümmelin-i ehlullah» tâbir olunur. Onlar da sıfatı safivye ile muttasıf bulunurlar. Onlar da Hasreti Ömerül Faruk (radıvallahü anh) ile Hazreti Os-man-ı Zinnûreyn (radıyallahü anh) hazretlerinin ve-killeridirler.
Çünkü Fahri Kâinat (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretlerinin vakti saadetlerinde, kendileri makam-ı mahmudda olup ciharı yârlan sıfat-ı safiyye ile muttasıf idiler.
Ne zaman ki Medine-i Münevvere'ye vâsıl oldular, bilâhare ashabı güzîn efendilerimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettiler, Hz. Ebû Bekir efendimizin hâlinde çok değişiklik hissettiler. Ashabın bazıları da dedjiler ki:
— Yâ Resûlâllah, kardeşimiz Ebû Bekrin hâlimde değişiklik görüyoruz?
Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdu ki: - O tarîk yoluna girmiştir.
Sahâbî: «Yâ Resûlâllah, bize de lütuf buyurun» dediler.
Resûlüllah, Ebû Bekir Sıddîk efendimize verilen esmâ ve tarîk yolunu Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radıyallahü anhüm) efendilerimize ve ashabı güzînden arzu edenlere talim ve tarif buyurdular. Hz. Ali efendi-miz asla zevk alamadı. Onun için Fahri Alem (sallâlla-hü aleyhi ve sellem) Efendimiz Cenâb-ı Hakka niyaz-da bulundu. Derhal Allahü Teâlâ hazretleri Cebrail aleyhisselâmı habîbine gönderdi, emr-i ilâhîyi nakl etti.
— Habîbim, onların dördünün de kabiliyetleri baş-ta başkadır. Birisinin gittiği yoldan diğeri gidemez, on-ların tecellileri iktizası böyledir..
Buyurdu. Ve her birinin hakkında Fahri Âlem (sallâllahü aleyhi ve sellem) efendimiz ayrı ayrı tarîk yolunu talim buyurdular.
Hazreti Ebû Bekir Efendimiz Resûli Ekrem âlemi âhirete teşrif buyurduklarında hilâfete geçince kendi tarîki üzere ashabı kiramdan istidadı bulunanları ir-şâd buyurmuşlardı.
Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (R.A.) efendileri-miz, hilâfete geçtiklerinde Hz. Ebû Bekr efendimizin tarîkini arzu edenlere tarif buyurmuşlardır.
Nihayet Hazreti Ali (K.V.) efendimiz halife olunca kendi taikına intisab edenleri irşâd buyurmuşlardı.
Hazreti Ömer ile Hazreti Osman'ın tankları kay- bölmüş olup o tariklardan hiçbir kimse irşad olmadığı için şimdi onların vekilleri tasarruf ve irşâd ile memur değillerdir. Vahdetlerinde bulunurlar.
Sözün kısası. Fahri Kâinat (sallâllahü aleyhi ve selllem) efendimizin vakti saadetlerinden Ebû Müslim zamanına gelinceye kadar tarikat-i aliyye biri gizil ve diğeri açık (cehrî) olmak üzere iki idi.
Asrı saadetten sonra, veniden cehalet vakti geldi çattı ve Ebû Müslim'in ortaya çıkmasına kadar, mü'min ve muvahhid olan kimseler mağaralarında ve hüc-relerinde ibâdet ve tâatle meşgul olmaya ve hallerini kimsye açıklamamaya başladılar. Ebû Müslim'in ortaya çıkması üzerine, kitaplann haber verdiği gibi şe-riatı mutahhara ilerledi, doğuyu ve batıyı tuttu. O za-man fâsıklar. tacirler ve münafıklar birer tarafa dağıldılar ve perişan oldular.
Bundan sonra on iki imamların her birerlerinin tecellisinde bir pîr zuhur etti. Ve 12 tarîk meydana çıktı.
Tariki cehride ilk zuhur eden tarîk. Kadirî' dir; ki bu tarîk İmâm Hüseyin (radıyallahü anh) hazretleri-nin tarîki olup pederleri Hazreti Ali (K.V.) hazretleri-nin gittikleri yoldur. Kadiri tarîkından yedi tarîk ayrılmıştır.
Tarîk-ı rûhaniyeden ilk zuhur eden, Şâhı Nakşibend'dir. Onun tarîki da îmam Hasan (radıyallahü anh) hazretlerinin tarîkidir ki. Ebû Bekir hazretleri-nin gittiği tarîk idi. Bu sebeple tarîkı rûhânîden zuhûr eden pirler, tarîki Nakşîden sülük görmüştür.
Bu suretle 12 imamın tecellisinde 12 pîr zuhur etmiş ve 12 imamların tarîkları meydana çıkarak ihyâ olunmuştur. Bu 12 imamlar Resûlüllah Efendimizin torunlarıdır. Seyyiddirler. Sözün kısası, hepsi haktır ve hepsinin yolu tarîk-ı vuslattır. Hepsinin maksûdu, varılacak yerleri birdir.
Eğer yalnız sûrî ilimlerle mümkün olabilseydi, mezhebimizin bası olan İmâmı-A'zam (rahmetallahi aleyh) olurdu. Kendileri tarikate sirdikten sonra:
Levlessenetâni lehelekennu'mânü
«İmâm-ı Cafer'e ömründen iki sene evvel intisab etmeseydi Nu'man helak olurdu» buyurmazlardır.
Hazreti Abdülkadir on yaşında iken validesi bir kadın arkadaşıyla otururken şu hikâyeyi nakletmiş: Ben daha bakire kız idim, çölde gidiyordum. Karşıma siyah bir bedevi çıktı, üzerime saldırdı. Ben hem ondan kacıvor hem de feryâdü figân ederek: Yâ Rabbi, şu gencin şerrinden sana sığınıyorum, diyor-dum. Hemen gökyüzünde büyük bir doğan peyda oldu ve bedevinin üzerine çullandı, basma vurmağa başladı. Nihayet bedevi çaresiz kaldı, kaçıp gitti. Doğan da benim başımdaki örtüyü alıp semâya karıştı. O kuşa da-ha hâlâ hayret ediyorum..
Bunun üzerine oğlu Abdülkadir tebessüm ederek yanından ayrılıp bir müddet sonra elinde bir başörtüsü ile geri gelmiş ve validesine şöyle demişti:
Anneciğim, o gördüğün kuş bendim. Cenâb-ı Hak senin sulbünden beni getirecek olduğundan sana yabancı kişiye el uzattırmadım. Başörtünü al, buyur.
Rivayet olunur ki; hicrî 521 senesinin Şevval ayı-nın 10. günü sabaha karşı 51 yaşlarında iken Hz. Fahri Kâinat efendimizin rûhaniyeti zuhur edip:
— Ey evlâdım
Abdülkadir, Bağdat'ta Camii Ke-
bîr'de ümmetime hikmet hakkında vaaz
ve nasihatta
bulun.
Diye emir buyurdu. Abdülkadir Geylânî Hazretleri:
— Yâ Resûlâllah, ben daha gencim ve acemiyim Nasıl olur da Bağdat âlimlerine karşı vaaz edebilirim?..
Hazreti Fahri Âlem:
— Aç ağzını!...
Buyurdu. Hazreti Pîr ağzını açtığında mübarek tü-kürüklerini yedi kere ağzına bıraktı. «Ümmetime hik-met ve doğrulukla vaaz et» buyuruyordu.
Hazreti Pîr Abdülkadir Geylânî sabah namazını kı-lıp kürsüye çıktığında mescidde bulunan ulemâ ve nice velîler ve cemâat hepsi yüzünü Hazreti Pîr'e çevirdi. Hazreti Abdülkadir Geylânî bu kalabalığı ve üzerine dikilen bakışları görünce birden şaşırdı. Nutku tutuldu; bir kelime dahi söyleyemedi. Hemen o anda başucunda Şâhı Vilâyet Hazreti Ali (K.V.) peydah olup dedi ki:
—
Yâ Abdelkadir, niçin konuşmuyorsun?
Gavsül A'zam Seyyid Abdülkadir dedi ki:
—
Cemâatin çokluğu
bana şaşkınlık veriyor.
Hazreti Ali (K.V.):
— Aç ağzını, dedi.
Seyyid Abdülkadir ağzını açtığında beş kere de o tükürüğünü ağzına bıraktı. O zaman Hazreti Şeyh Abdülkadir 'in hitabı açıldı.
Mağribli Şeyh Ebû Medyen'i dinleyelim:
- Ben Hızır Aleyhisselâmı gördüm. Hâl-i hâzırda yaşayan bütün şeyhlerden, velîlerden sual ettim. Bu münasebetle Şeyh Abdülkadir'i de kendilerine sordum. Şu cevabı verdiler:
— Şeyh Abdülkadir, sıddîklarm lideri, ariflerin hüccetidir. O aynı zamanda marifetli bir ruhtur. Velîler arasında onun sânı ve namı hayli büyüktür.. (Allah hepsinden razı olsun.)
Şah Bahâeddin Nakşibendî anlatıyor:
—
Şeyhim Gülâl
bana ismi celâli (yâni Allah ismini)
telkin etmişti. Ve esma ile meşgul olmamı isterdi.
Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lâkin isim yalnız dudaklarımda kalır,
kalbime bir türlü işlemezdi.
İşte bundan dolayı
sıkıntı içindeydim. Bu ahvalde kırlarda
dolaşırken Hızır aleyhisselâm benim hacetimi bir
anda keşfedip bana:
—
Ey Bahâeddin!
dedi, sıkılma! Elbet senin de
derdinin çaresi
bulunur.
Ben sual ettim:
- Benim derdimin çaresi nasıl bulunabilir? O dedi ki:
— Yeryüzünde
tasarruf sahibi bir büyük velî var-
dır. İsmi Şeyh Abdülkadir'dir. Türbesi
Bağdat şehrin-
dedir. Kim ondan hacet dilerse
hacetine yetişir.
Bunun üzerine Seyyid Abdülkadir'den istimdad ettim. Ve o gece mânada kendimi Gavsül A'zam Şeyh Ab-dülkadir'in huzurunda buldum. Ve ona derdimi anlattım.
Seyyid Hasan Nakibül Mukaddem (aleyhirrahme) şöyle anlatıyor:
— [Bir gün Seyyid Ahmed Rufaî hazretlerinin meclisinde oturuyordum. İçeri bir adam geldi:
- Efendim, abdest almak için su çıkarırken biri arslan gelip bu fakirin öküzünü yedi, dedi.
Seyyid Rufaî:
— Bana hemen o aslanı çağırın gelsin, buyurdu.
— Efendim, biz aslanı nasıl çağıralım, vardığımız gibi bizi parçalar, yer.
- Korkmayın,
ondan size zerre kadar zarar gel-
mez.
Bunun üzerine gidip aslanı çağırdılar. Arslan geldi, Rufaî hazretlerinin önünde yüzünü yere koydu. Pîr Seyyid Rufaî hazretleri ona dedi ki:
- Ey arslan, niye böyle küstahlık edip fakirin hizmetinde olan öküzü yedin? Hazreti Allah'dan korkmadın mı?
Arslan dile gelip fasîh bir lisan ile:
— Ey efendim! Ceddin Hazreti Peygamberin ruhu şerifi için gazaba gelip bana beddua etme. Zira yedi gündür bir şey yememiştim. Açlık canıma tak demişti. (Men kesüret hilmü kesiretül hayrat aleyh) mazmu-nunca enlen ve evliyâ-i izam ve ekremi meşâyihı kiram bilmekle affınıza itimad edip çaresiz bu küstahlığa irtikâb ettim, dedi.
Seyyid Rufaî hazretleri, arslanın böyle söylemesi üzerine (el-özrü makbulün indallahi ve inde kirâmin-nâs) fehvasınca özrünü kabul etti ve dedi ki: «Suçunu bir şartla affederini; yediğin öküzün yerine bu fakirin hizmetinde olacaksın.»
Arslan Seyyid Rufai'nin bu şartım kabul etti. O kimsenin hizmetinde bulundu.
Seyyidi A'zam Pîr Ahmed er-Rufaî hazretlerinin tarikatında diğer tarikatlardan bazı farklılıklar vardı. Bazı rastlanmayan kerametler gösterirlerdi. Meselâ: Diri diri yılanları yutmak, cam yemek, içi ateş dolu tandırlara girmek, fırının bir tarafında ekmek pişerken diğer tarafına oturmak, arslan, kaplan gibi benzeri yırtıcı hayvanlara binip gezmek, keskin ve sivri demirle vücudun muhtelif yerlerini delik deşik etmek gibi.
Rivayete göre burhan âdetinin Rufaîliğe konulma sı şöyle olmuştur:
Seyyid Rufaî hazretleri hicrî 555 yılında hacca gitmişti. Dönüşünde Medine-i Münevvere'ye uğrayarak Hazret-i Peygamber'in kabrim ziyaret etti. Huzuru Re-sûlüllah'da vecd içinde: (Esselâmü aleyke yâ ceddî) de-di. Kabirden de: (Ve aleyküm selâm yâ veledî) diye bir nida geldi. Bu sesi müridleri ve maiyetinde olanlar duydular. Ve cezbeye gelerek ellerine kimi satır, kimi çekiç alıp birbirlerine vurmaya başladılar. Bu hâli gören Seyyid Ahmed er-Rufaî hazretleri ellerini göğe açıp: «Yâ rabbî bu benim tarikatıma mahsus bir hâl olmak üzere kalsın» diye dua etti.
Hattâ başka bir rivayete'göre; Resûl-i Ekrem Efendimiz mübarek elini çıkardığı zaman Ahmed Rufaî Efendimiz elini öpmüş olup müridleri de efendimizin elini öpmek aşkıyle kendilerinden geçip bu hâle düş-müşlerdir.
Bunun üzerine Rufaîlik tarikatında vücûda eziyet etmek ve türlü harikalar göstermek âdeti kalmış oldu.
Evliyâ-i kiram için hususi mertebeler olup onların en âlâsı aktab-ı erbaaya mahsus olanıdır. Aktab-ı er-baa (4 kutub) 4 halifenin vârisidirler. Allâme İmam Abdülkadir diyor ki:
«Dört kutub, dört halifenin irşadlarına vâristir. Veraset nisbeti şöyledir: Seyyid Ahmed Rufaî, Ebû Be-kir Sıddîk Efendimizin; Seyyid Abdülkadir Geylânî, Hazreti Ömerül Faruk'un; Seyyid Ahmed Bedevî, Haz-reti Osman Zinnûreyn'in, Seyyid İbrahim Düsûkî, Haz-ret-i İmâm-ı Ali'nin irşadına vâristir.»
Seyyid Ahmed Bedevi hazretleri daima iki nikap ile yüzlerini örterlerdi. Bir gün Seyyid Abdülmecid, Hazreti Pir' in mübarek yüzünü görmek istedi. Kendisine hitaben:
Yâ Seyyidî, mübarek yüzünü görmek ve seni tanımak isterim.
Hazreti Pîr cevaben:
— Benim bir bakışım bir adama mal olur, yâni ben kime bakarsam o adam mahvolur, buyurdular.
- Mübarek yüzünü göreyim de ölürsem öleyim. Bunun üzerine Hazreti Pir nikabı açınca Seyyid Abdülmecid bir nâra attı. Ve yere düşüp ruhunu Allah'a teslim etti.
Seyyid İbrahim Düsûkî anlatıyor:
—Ben altı yaşıma girince Allâhü Teâlâ bana yüce îlemde olan şeyleri gösterdi. Sekiz yaşımda iken levh-i mahfuzu ve onda olan şeyleri müşahede ettim. Dokuz yaşımda iken semânın ve onda olan şeylerin tılsımını çözdüm ve bunda hiç bir güçlük te çekmedim.
Fakat asıl olanlar on dört yaşımda iken oldu. Seb'-u'l-Mesânî tabir edilen manavı on dört yasımda iken bir bilinmez harf olarak gördüm. Bunda yanan ve helak olan insan ve cin tavfasının Bek çok çeşidini o mânada müşahede ettim.
İşte bunlar bana ayân beyân olduktan sonra Rab-bıma hamd ve sena ettim.
Bundan sonra sükûnet hâlinde olanları harekete geçirir oldum. Hareket hâlinde bulunanları da sakin hâle getirdim.
Bunlar ben on dört yasımda iken ilim ve ma'rifet cihetinden Rabbımın bana bir ihsanı ve fazl-u kere-miydi.
Nil kenannda oynayan küçük bir çocuğu timsah yutmuştu. Anne ve babası fervâd ederek Düsükî haz-retlerine geldiler ve ondan çocuklarının kurtarılma-sı Ricasında bulundular. Hazreti Şeyh bir müddet murâkabeden sonra Nil kıyısına teşrif ettiler. Kalabalık bir halk kitlesi de beraber geldi. Nehrin kıyısında: «Ey timsah, yuttuğun çocuğu ağzından salimen geri ver!» dedi. Nehirden çıkan bir timsah çocuğu ağzından dışarı vererek tekrar nehre girdi. Halk hayret ve hayranlık içinde bakakaldı.
Hâce Muhammed Bahâeddin Nakşibendî anlatıyor:
— (Ne zaman bende bir hal kendini gösterse isterdim ki, ben Rabbimden söz etsem de o dinlese, ö söylese ben dinlesem. İlk zamanlarda hatiften bana şu yolda bir nida geldi:
- Ne hal ile bu tarikate sülük ediyorsun? Ben dedim ki:
— Her ne
dilersem o olsun.
Hatiften tekrar denildi ki:
— Yok, övle olmaz, biz her ne dersek senin onu istemen gerek.
Ben dedim ki:
— İstenileni yapmağa benim takatim yoktur. Ve benim tarikate sülûküm için dediğim olması gerek.Eğer dediğim olmazsa tarikata sülük edemem.
Bunun üzerine hatiften yine denildi ki:
— Biz ne dersek onu yapacaksın.
Ben tekrar dedim ki:
- Ona takatim yoktur.
Bunun üzerine Beni benden aldılar. On gün kadar hâlim öyle harap oldu ki; kendimden habersiz, ümitsiz, baygın bir halde idim.
Hatiften yine bir ses geldi:
-
Peki, ne dersen
öyle olsun... Cenâb-ı Bârî bir ku-
lunu illetsiz, özürsüz
beğenir ve tecelli ederse o kimse-
ye erbain ne gerek,
halvet ne gerek, çile ne gerek..
.
Şeyh Şazelî hazretleri şöyle anlatıyor:
— [Seyahatlerimden birinde yattığım yerde gece sabaha kadar etrafımda vahşi ve yırtıcı hayvanlar dolaştı durdu. Fakat ben bu hayvanlardan hiç korkmadım. Aramızda ünsiyet oldu, huzur dolu bir gece geçirdim.
Sabaha doğru yırtıcı hayvanlar çekilip gittiler. Ben:
— Herhalde Allah
Teâlâ bana korkusuzluk makamından
bir makam ihsan etti, diye düşündüm. Sabah
oldu. Yakında bulunan bir dereye indim.Orada
pek çok keklik kuşları vardı. Beni görünce ayak sesimden
ürküp kaçtılar, içime öyle bir korku geldi
ki. Yüreğim ağzıma geldi sandım.
Birden hatiften şöyle bir nida
geldi:
- Dün gece yırtıcı hayvanlar başının ucunda dolaştı, durdu. Ünsiyet ettin, onlardan korkmadın da sana bu gün ne oldu ki keklik kuşlarının uçmalarından korkuyorsun? Sebebi şudur: Dün gece hiç bir şeyden korkmazken bizimle beraberdin. Bu gün (yâni şimdi) kendi nefsinlesin.
Hazreti Pîr Hasan Hüsâmeddin Üşşaki hazretleri hayatta iken dergâhında İran'dan Ömer Hayyam'ın müridlerinden biri misafireten bulunduğu sıralarda baz sapık fikirler ortaya atıp ihvanın yollarını şaşırtmal düşüncesiyle ara sıra konuşmak istermiş. Bu durumu Hazreti Pîre beyân ediyorlar.
Ol hazret onu ikaz ettiği halde, sapık fikirli şahıs ihvan arasında durmadan konuşmaya devam edermiş.
Hazreti Pîri Âzam ol sapık müride celalli bir nazar etmesiyle o mürid derhal merkep sıfatına bürünüyor Hazreti Pîr: Götürün, bunu pazarda satın, diye emin buyuruyorlar.
İhvanlarından bir kaç kişi ol merkebi pazara götürüp satmak üzere iken üçüncü Sultan Murad'ın paşalarından bir zâtın yolu oraya uğruyor. Bakıyor ki ga-yet güzel bir merkep, tüyleri pırıl pırıl parlıyor. İçin-den: Bu ancak saraya lâyık bir hayvandır, diye geçirerek diğerlerinden daha fazla bir fiatla alıp saraya gön-deriyor.
Üçüncü Sultan Murad'ın kızının bu merkep çok hoşuna gidiyor. Ona gayet ziynetli bir eğer vuruyor ve daha nice bazı çeşit ziynetlerle güzelce süslüyor. Bah-çede o merkebin önüne yem ve su koyduklannda ne yiyor ne içiyor, yalnız gözlerinden yaş akıtıyor. Bazı konuşulan kelâmları dinliyor.
Nihayet padişahın sarayından memnun kalmayan o hayvancağız nasılsa bir fırsatını bulup saraydan kaçıyor ve Hazreti Pîrin dergâhına geliyor. Hayvancağız sabırsızlıkla hazretin önüne gelip başını yere koyarak ağlıyor, merkep sıfatından kurtulması için iltica ve rica edip affını istiyor.
Hazreti Pîr merhamete gelip Cenâb-ı Hakka dua buyuruyorlar. Derhal eskisi gibi insan sıfatına bürünüyor. Bozuk itikadından tevbe ve istiğfar etmek suretiyle îmana geliyor. Hazreti Pîr merkeple gelen ziyneti ve eşyaları padişaha tekrar müridleriyle iade ediyor. Müridleri de geçen vâkıayı padişaha naklediyorlar.
1 — Şeyh huzurunda
diz dize oturur gibi kıbleye
yönelmeli, kendi kalbini bir
tekneye veya başka bir kaba,
şeyhinin kalbini ise bir engin denize benzetmeli,
kendi kabını altına
tutup o engin denize benziyen mürşidinin kalbinden ilâhî feyzi doldurmağa
çalışmalıdır.Böylece en
az 15 dakika, ortalama yarım saat durmalıdır.
2--_ Şeyhini bir çadıra benzetmeli, kendisini de o çadırın altında oturur farz ederek dört yanından ilâhi feyzin bu çadıra aktığını düşünerek durmalıdır.
3— Şeyhinin ruhaniyetini engin
bir deniz ve kendisini de o engin denize karışmış bir damla farz etmeli
ve böylece teveccühte bulunmalıdır. Bazı rabıtasında
da
kendisini hastalanmış, ölmüş, kabre
bırakılmış farzetmeli, «Ey nefis,
neyin kaldı? Her şeyi terk ettin, ancak
amelin ile baş başa kaldın.» diyerek nefsini
bu gibi şeylerle korkutmalıdır; ki
bütün kötülüklerden vazgeçip Hakka
yönelmeye vesile olsun.
Bu üç şekilden hangisi kendisine daha kolay gelirse, ona devam etmeli ve ilk şekilde gösterildiği gibi çeyrek, yarım veya bir saat kendisini alıştırdığı müddet kıbleye müteveccihen oturup kendisine ihsan olunan zikri teveccühünü bozmadan okumalıdır.
Bu makamın rabıtası üç şekildedir:
a — Sâlik, gezip dolaştığı yerde şeyhinin eli elin-de olduğu halde huzurunda oturur gibi olmalıdır.
b — Şeyhinin ruhaniyetini (bir hırka, bir cübbe veya başka bir elbise gibi) eynine giymiş olduğunu ve her zaman onunla gezip oturduğunu düşünmelidir.
c — Şeyhi hırkası kenarında ve koltuğu altına gizlenmiş ve daima kendisiyle birlikte bulunur gibi olmalıdır.
Bu usuller üzere giden sâlik, uykuya niyet edince, sanki başını şeyhinin mübarek ayaklarına koymuş ta orada uyuyormuş gibi yatmalıdır.
Baştan buraya kadar tarif edilen teveccüh ve râbıta usulleri, birinci esmadan dördüncü esmaya kadar (yâni yeni derse giren) sâliklerin rabıta usûlüdür.
Mutavassıt sâlikin rabıta ve teveccühü üç şekilde olur:
l — Diz dize huzurda oturup teveccühünde, şeyhini huzurda bulduğu zaman; şeyhinin kendisini alıp Haz ret-i Resûli Ekrem (S.A.V.) Efendimize götürdüğünü farz etmeli ve sanki Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz, Mescid-i nebevilerinin mihrabında oturmuş, cihar yâr-ı güzîn efendilerimiz de sağ ve sollarında bulunuyorlarmış ve ol mürid de şeyhinin hırkası altına gizlenmiş, Sahib-i Şeriat Efendimizi müşahede ediyormuş gibi çey-rek saat, yarım saat veya bir saat müteveccih durmalıdır.
2— Çadır gibi şeyhini bürünmüş, her yandan ilâhî feyzin nazil olduğunu görür gibi teveccüh ile şeyhini bulduğu zaman; şeyhinin bir örtü veya elbise gibi kendisini her yanından örtmüş ve kendisi içinde kalıp mahvolmuş ve bu hal üzere Seyyidül Enbiyâ (S.A.V.) Efendimizin huzuruna varılmış, Resûl-i Zişân Efendimiz evvelce olduğu gibi yüksek ve müzeyyen bir kürsü üzerinde oturmuşlar, bütün enbiyâ-i izam ve rusül-i kiram (aleyhimüsselâm) efendilerimiz de sağ ve sollarında birer kürsüde oturmuşlar farz etmeli, şeyhini hu-zuru saadette oturmuş ve ayn-i nûr olan mübarek kalblerinden şeyhinin kalbine ilâhi feyizler aktığım düşünerek huzur ve huşû içinde, çeyrek, yanm veya bir saat müteveccih durmalıdır.
3— Şeyhinin ruhaniyeti bir
engin deniz ve kendiside
o engin denize karışıp kaybolmuş bir damlacık mesabesinde
mahvolmuş, teveccühünde şeyhini bulduğu
zaman; o engin denizle
huzûr-u Hazreti Seyyidil Enbiyâ
ve Senedil Evliya vel'Etkıyâya vanp Sallâllahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem efendimizi
bütün mevcudatı kaplamış
ve kuşatmış bir umman, sağ ve sollarında bulunan enbiyâ-i izam ve Rusül-i Kiramı
da birer derya farz etmeli,
bir engin deniz olan şeyhinin bir umman olan Resûlüllah'da
mahvolmuş bulunduğunu düşünmeli ve
böylece huzur ve huşû içinde
çeyrek, yanm veya bir saat
müteveccih durmalıdır.
Bu üç teveccüh şeklinde zuhur eden eserleri şeyhin-den başka hiç kimseye söylemek gerekmez. Zira fenâ-fiş-şeyh makamıdır. Bu makamın rabıtası da; sâlikin oturup kalkarken, uyuyup uyanırken, yerken ve içerken, gezip yürürken, her işinde ve her yerde, şeyhini yanın-da ve beraberinde bilip görmesi, huşu ve hudû ile daima huzurda oturur gibi olmasıdır.
Mutavassıt sâlikin teveccüh ve rabıtası şekli: Dördüncü esmadan (yâni Hak esmasından) Vâhid esmâsına kadar yazıldığı şekilde devam edilir.
Müntekî sâlikin teveccühü de üç şekilde olur:
l — Şeyhiyle diz dize oturur. Teveccühünde, Hazreti Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizi apaçık şemâil-i şerifiyle müşahede ettikte: Fenâfirresûle yakınlaşmış olduğunu farz ederek, şeyhini teveccühünden bırakma-malı ve şeyhinde fâni olduğu halde Aleyhissalâtü Vesselam Efendimizin huzur-u saadetlerinde bulunduğunu ve Resûlüllah'ın kendisi gibi bir çaresizi Allah'a ulaştıracağını düşünerek huşû, hudu ve âdâb ile çeyrek, yarım veya bir saat müteveccih durmalıdır.
2 — Sâlik şeyhini çadır misali teveccühünde gördüğü zaman şeyhinde fâni olup bu hal üzere Hazreti Re-sûl-i Ekrem (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimizi apaçık şemâil-i şerîfiyle müşahede ederek Aleyhissalâtü Vesselam Efendimizin huzurlarına vardığını, huşû, hudû ve âdâb ile oturduğunu, Resûl-i Zişân'ın mübarek kalblerinden şeyhinin kalbine altın oluklarla ilâhî feyzin aktığını gördüğünü ve bu ilâhî feyizler içinde hem şeyhinin hem de kendisinin ifnâ (yâni yok) olduğunu, Serveri Âlem Efendimizin ise Hakkın huzurunda otur düğünü farz ederek ve bütün mevcudatın yok olduğu-nu düşünerek çeyrek, yarım veya bir saat müteveccih durmalıdır.
3 — Sâlik şeyhinin ruhaniyetini engin bir denize misali teveccühünde; kendi bir damlacığının da yok ol-duğunu, Hazreti Seyyidil Beşer (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimizin mübarek kalblerinin bütün âlemleri sarıp kuşattığını, Efendimizi apaçık şemaili şerîfiyle müşahede ettiğini, bir engin deniz olan şeyhinin, bir umman olan deryayı saadete karıştığını, zerrelere varıncaya kadar bütün mevcudatın o ummanda mahv'u perişan olduğunu farzetmeli ve Resûlüllah'ın Hakkın huzurunda oturduğunu düşünerek, çeyrek, yarım veya bir saat müteveccih durmalıdır. Bu mertebe olan sâlike fenâ firresûl ihsan olunduğuna işaret vardır. Bu makama ulaşanlar böyle söylemeğe başlar, bu ihsanlara maz-har olurlar. Ve: «Ve Rabları onları gayet pak bir şarapla suvarır.» âyet-i kerîmesinin sırnna erişirler.
Kürre-i arz üzerinde vazifeli olan kutub ve velîlerin her biri, Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz hazretlerine ün-siyet şerefine nail olmakla, ayn ayn beldelerde kendilerine has birtakım manevî vazifelerle emrolunmuşlardır. Manevî mertebe ve hizmetler şunlardır: Kutbü'l-aktab, gavsü'l-a'zam, kutbü'1-ûlâ, sırr-ı hilâfet.
Kutbü'l-aktablık hizmet-i celîlesi, her yüz senede bir, bir zât-ı vâlâ-kadrin uhdesine verilir. O zât Allahü Teâlâ'nın lütfü ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsü'l-a'zam tâbir olunan zât-ı vâlâ-kadr ise, kut-bü'1-aktâba mülâzımdır. Onun da tasarruf kudreti varsa da emirsiz hiç bir şeye karışmaz.
Kutbü'1-ûlâ tâbir olunan zât-ı şerif diğer kutubla-nn evvelidir.
Kutbü'l-aktâb, gavsü'l-a'zam ve kutbü'1-ûlâ tâbir olunan zâtlar, halk arasında «üçler» olarak anılan ve tanınan muhterem zâtlardır.
Bu yazılan makam ve dereceler, el-Hâc Muhammed Nuri Şemsüddin hazretlerinin 'Miftâhü'l-Kulûb adlı eserinden naklen alınmıştır. Ahmed Ziyâüddin Gümüş-hânevî hazetleri ise o kutublann rütbe ve derecelerini şöyle beyân etmektedir:
— [Gavs, kutbü'l-âzamdır. Ulu kişi, efendi ve mübarek bir kimsedir. Mühim ve esrarlı müşkillerini halletmeye mecbur olanlar ona muhtaç olurlar. Teberrüken vasıta kılınarak, onun duası talep olunur. Zira onların duaları asla reddedilmez, kabul buyurulur. Kutbü'l a'zam, duasının kabulü hakkında Allah'a yemin etse, yemininde hanîs (yalancı) olmaz. Yâni yemini keffâret icab ettirmez. Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz zamanın da Veysel Karanı hazretlerinin yemin ettiği gibi, insanlardan sıkıntısı olanlar kendisine iltica ettikleri, onlardan dua ve himmet bekledikleri için kendilerine «gavs» denmiştir.
Gavsiyyet makamım işgal eden zât öyle bir ferdi camidir ki, o her zaman Allah'ın nazargâhıdır. Allah ona ledün (ğayb) ilminden çok büyük bir pay vermiştir. O hazret, bütün her şeyin zahir ve bâtınında, elinde kâinata yetecek feyiz terazisi ile, ruhun cesedde dolaştığı gibi dolaşır. Onun feyzi ilmine, ilmi de hakkın ilmine tâbidir. O gavsü'l-a'zamın makamı, manevî temizlik hassası dolayısiyle, İsrafil aleyhisselâmın kalbi üzerindedir. Cebrail aleyhisselâmın hükmü, insanın ilk yaradılışında insan ruhunun hükmü gibidir. Mikâil aleyhisselâmın hükmü de ondaki cazibe (çekme) kuvvetinin hükmü gibidir. Azrail aleyhisselâmın hükmü ise ondaki kuwe-i dâfie (itici kuvvet) in hükmü gibidir.
Büyük kutbiyet, kutbü'l-aktabın mertebesidir ki, o mertebe de yaratıkların en sevgilisi Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) in nübüvvetinin bâtınıdır. Nübüvvet, mahlûkatın en mükemmeli olarak yaratılan Hz. Muhammed aleyhisselâma ait bir lütuf olduğundan, vâris-i nübüvvet olan gavsü'l-a'zamlık makamına erişmek te ancak ona lâyık ve gerçek vârisi olabilmekle olur.
Nübüvvet Hz. Muhammed aleyhisselâmda son bulduğu halde; miras-ı nübüvvet olan velayet ve velayetin en yüksek kademesi olan kutbiyyet kıyamete kadar devam eder. İnsanların Kabe'yi tavaf ettikleri gibi Kut-bü'1-aktab olan zâtın kalbi de daima Cenâb-ı Hakkın tecellisini tavaf eder. Her yönden ve yüzden, kalbi ile Cenâb-ı Hakkın tecelliyât-ı ilâhîsini görür. Kabe'yi tavaf edenlerin onu yakînen gördükleri gibi.
Şehirlerin en muhteremi, Kâbe-i Muazzama'nın bulunduğu Mekke şehridir. Binaların en mübarek olanı Kâbe-i Muazzama'dır. Her asırda en mübarek, en mükemmel insan o asîm kutbudur. Mekke-i Mükerreme onun cesedinin benzeri, Kabe de kalbinin misâlidir. Kutbü'l-aktabın çevresindeki rical (evliyalar) ise yeryüzünün en mübarek, en mükemmel insanlarıdır.
Bu anlatılan kutublardan başka, «yediler» ve «kırklar» tâbir edilen zâtlar da, her biri birer -kutub olmakla beraber, Allahü Teâlâ'nın ihsâniyle kutbü'l-aktâba hizmetçi düşmüşlerdir. Bunların her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yâni kutbü'1-ûlâ Bağdat, Halep ve Şam gibi beldelere mutasarrıf olur. Diğer kutub-lar da hallerine göre birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hattâ aralarında küf far beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları, kutbü'1-ak-tâbın emriyledir. Zira kutbü'l-aktâbın iki cihanda tasarruf edemiyeceği hiç bir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehlullahı nefsinde toplamıştır.
Kutubların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmalın demek değildir. Kendisi Türkiye'nin hangi vilâyetinde veyahut İslâm âleminin her neresinde olursa olsun, bir anda icrasına muktedirdir. O muhterem zâtlar için uzak ile yakın müsavidir.
Bunlardan başka, «yüzler», «üç yüzler», «yedi yüzler» ve «binler» vardır. Taraf-ı ilâhîden bunlar da Kutbü'l-aktâbın ve diğer kutubların hizmetlerine memurdurlar.
Aynca, «üç binler», «yedi binler», «on binler» de vardır. Bunlar kâmil ve mükemmeli olsa bile tasarruf işlerine asla karışmazlar.
Aynca her yüz senede, rivayete göre gelip geçen 124.000 peygamberin her birinin vârisi olarak yüz yirmi dört bin veliyyullah bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez.
Kutbü'l-aktâb olan zât, vakti gelip emr-i hak vu-kuuyla dâr-ı bekaya intikal edince; gavsü'l-a'zamı Alla-hü Teâlâ'nın ihsanı ve Resûlüllah'm emriyle kutbü'1-ak-tablık makamına oturturlar. Bazan da, kutbü'l-aktâb henüz hayatta iken, gavsü'l-a'zam bulunan zâtın siyret ve ahlâk güzelliği ve bütün hal ve kavillerindeki üstünlükler dolayısıyla, o kutbü'l-aktâb gönül nzâsiyle gavsü'l-âzarnı kendi makamına getirir ve kendisi ta-.' sarruftan el çeker. Böylelikle, kutbü'l-aktâb hayatta iken gavsü'l-âzamın kutbü'l-aktâb olması vuku bulur imiş.
Vazifeli diğer herhangi bit kutuba da emr-i hak vâki olunca, Cenâb-ı Hak tarafından Hızır aleyhisselâma bildirilir. O da kutbü'l-aktâba bildirir. Onlar da icabını düşünür ve ilhâm-ı ilâhî ile, nöbet değiştirir gibi sonda bulunanları ileriye doğru götürerek o katara ithal buyururlar. Böylelikle herkes yeni vazifesine tâyin olunur.
Bazan da emrolunur: Falan yerde şu şekilde bir kişi var, denilir. Kutbü'l-aktâb ile Hızır aleyhisselâm memur olunurlar, gidip o zâtı getirirler.
Şöyle de vâki olur: Vann cihanı dolaşın. Gecenin yansında uyanık, agâh birisini bulursanız alıp getirin, diye emrolunur. O hazretler gittiklerinde birkaç kişi uyanık bulurlarsa, aralarında en lâyık olanı alırlar. Bu suretle seçilen kimseyi kutbü'l-aktâb olarak Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizin huzurundaki divana götürürler. Huzuru saadette hil'atini giydirerek ölenin yerine geçirirler.
Her asırda bu suretle kutublar ve ehlullah bu hal üzere gelip geçmektedir ve kıyamete kadar da bu durum böyle devam edecektir.
Müridin şeyhe teslimiyetinin beyânı:
Müridliğin bir şartı da teslimiyettir.Gasilhanede cenaze yıkayıcıya ölü nasıl teslim olursa, mürid de kendisini şeyhine öylece teslim etmelidir. Yıkayıcı nasıl dilerse öyle yıkar. Cenaze ona hiç bir şey söylemez. Su ister sıcak, ister soğuk, nasıl olursa olsun yıkayıcıya hiç bir itiraz olmaz. İşte mürid de şeyhine karşı aynı du rumda olmalıdır. Yıkayıcı, usûl ve âdeti ne ise onu yapar. Mürid de şeyhine:
- Beni aç bıraktın, uykusuz koydun, geç bıraktın erken bıraktın, gücümün yetmediği işlere söktün... dememelidir.
İbrahim Edhem hazretleri padişahlığı bırakıp şeyhin kapısına vardığı zaman, şeyhi ona bir balta ile bir! ip verdi, sırtında odun taşımasını emretti. İbrahim Edhem şeyhinin kapısına nice yıllar arkasında odun taşıdı. Odun taşımaktan arkası delik deşik oldu.
Demişlerdir M: «Şeyh gassal (ölü yıkayıcı) gibi, mürid de ölü gibidir.»
Yeni tarikata giren bir mürid manen cünüb ve murdardır. Şeyhlik de bu cünüblüğü yıkayıp pak etmektir. Şeyh, kendine teslim olan müridi velayet suyuyla yıkar, manevî cenabetten ve murdarlıktan pak eder.
Şeyhe teslimiyette tıpkı İsmail aleyhisselâmın babası İbrahim aleyhisselâma kendisini teslim ettiği gibi olmalıdır..