Nakşibendîliğin, Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri

 

Nakşi Tarîkatı, yüz yıllardır bu coğrafyada yaşayan insanların üzerinde top­lumsal açıdan çok yönlü ve silinmez etkiler bırakmıştır. Bu tarikat, toplum psikolojisini son yüz elli yıl boyunca yönlendiren en önemli faktörlerden biri olmuştur. Onun için etkilerinin boyut­ları gerçekten incelenmeye değer.

Hiç kuşku duymamak gerekir ki, Türkiye'de toplumun özellikle din an­layışını şekillendiren temel faktör Nakşibendîliktir. Çoğunluğun, Sünni Müslümanlardan oluş­tuğu kanâatine karşın, Türkiye'deki Sünnilik anla­yışı, Nakşibendîliğin et­kisi altında, Sünnî âlemin din anlayışından bir hayli farklıdır. Kur’an’dan uzaklaşan bu ilginç din modeline, günümüzde «Ortodoks Türk Sünnîliği» adı yakıştırılıyor olsa bile onun ortodoksluğu da Sünniliği de tartışılabilir niteliktedir. Çünkü müslüman olduklarını ileri süren Türkler’in dinsel anlayışı gerçekte ortodoksi değildir. Yani dondurulmuş fıkhî içtihatlara dayalı klasik Arap Sünnliği ile de tam anlamıyla örtüşmez. Hele evrensel İslam eksenine dayalı ve Kur’an merkezli bir İslâm anlayışı hiç değildir. Tam tersine Türkler’in İslâm’a yaklaşımı bin yıldan beri heterojen bir karakter arzetmektedir.  

Nakşibendî Tarîkatı'nın, râbıtaya dayanan «Şahısperest» kültürü, top­lumun hemen bütün kesimlerini etkisi altına almıştır. Özetle denebilir ki halk, farkında olsun veya olmasın, top yekûn Nakşibendîleşmiştir. Büyük ihtimalle bu yüzdendir ki «Merdümperestlik» anlayışı, materyalist gruplar arasında bile yayılabilmiştir. Toplumun büyük kesimi esasen eskiden beri kadavracıdır. Türkiye’de ölüme ve ölüye bakış açısı çok farklıdır. Ölüm ve ölü, bu ülke insanının vicdanına dinle imanla yoğurulmuş olarak kazınmıştır. Bu toplumda ölüme: Allah’ın takdiri ile canlı varlıktaki hayatî fonksiyonların bir daha tekrarlanmamak üzere bu dünyada sona ermesi şeklikde inanan insan sayısı çok azdır. Nitekim, ölen kişi özellikle eğer bir tarikat şiyhi ya da bir din adamı ise ona, öyle birkaç gün sonra mezarda çözülüp çürüyecek bir ceset değil, bilakis mor ötesi alemlere, meleklerden oluşan bir kortej içinde ve rengârenk kanratlarla uçup giden ve gelecekte daima bu dünyadaki insanlara göz kırpacak olan ulu bir müjdeci, bir şefaatçi, zor anlarda himmet elini uzatacak bir «evliya» ve cennetin Osmanlı efendilerinden biri olarak inanılır!

Türkiye’de din, işte bu eksene dayalı olarak yapılanmıştır. Onun için dindar kesim, Kur'ân'a ve Sünnet'e göre değil, tam tersine tarîkat şeyhleri tarafından, (ya da -mahalli deyimle- «evliyâlar» tarafından) şekillendirilmiş bir İslâm'ı ancak kabul etmektedir. Dinden kopuk yığınlar da kendi inanç ve ideolojilerini bilim tarihine geçmiş bulunan felsefe ve teorilerle değil, aksine tanrılaştırdıkları liderlerinin kişisel görüşleriyle ifade etmeye çalışmak­tadırlar. Bu toplumda, insanı tanrılaştırma inanışlarından uzak kalabilmiş olanlar ise yalnızca azınlıktaki «hanîf»[1] Müslümanlardır.

Gerçeği ifade etmek gerekirse Nakşibendîlikte din, bir şekiller ve hayâl­ler cümbüşüdür; âyindir; râbıtadır; tesbihtir; takkedir; cübbedir; kavuktur; sakaldır; çarşaftır; türbedir; tekkedir; eski yazılarla, motiflerle figürlerle ve Osmanlıca övgülerle süslü, koca koca mezar taşlarıdır; Bulutların üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır; batmadan su üzerinde gezen, yıllarca yemeden içmeden çöllerde yaşayan “Baba erenler“'dir; "mürşid-i kâ­mil“lerdir, vs. Evet Türkiye’deki tüm tarikatçılara ve aynı zamanda Nakşibendîlere göre din işte budur.

Toplumun tarîkata bağlı olmayan diğer kesimleri de bu şekilcilikten bü­yük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, Müslümanımsı dindarlara göre de İslâm, yine şekiller ve hayâller kalabalığından öte bir şey ifade etmemekte­dir. Binaenaleyh onlara göre de İslâm, kocaman kubbeli dev selâtîn camile­ridir; mevlittir; kandildir; ilâhîdir; mehter marşıdır; Mohaç Meydan Savaşıdır; İs­tanbul'un fetih yıldönümü kutlama törenleridir; festir; kılıçtır; tuğrâdır; «kurtçu selâmı» ile birlikte tekbir çekmektir ve bunların en önemlisi olan şemâil edebiyâtıdır...

İslâm'ın, esasen Kur'ân ve Sünnet'den ibaret olduğu, onun için bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm'dan söz edilebileceği ise hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemekte, hatta kimsenin, aklına bile gelmemekte­dir!

Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa Türkiye'de dindar toplumun ölçülerine göre belki Müslüman bile sayılmazsınız. Bu ölçüyü ise temelde Nakşibendîlik belirlemiştir.

Nakşibendî Tarîkatı, halkı o kadar köklü şekilde biçimsellikle yönlen­dirmiştir ki Türkiye'de hemen herkes, kutsallığı çeşitli boyutlarda algılamaya ve şekillendirmeye çalışmaktadır.

Toplumun, başlıca dört kampa ayrışmış olmasının temelinde de yine bu mistik örgütün derin etkileri bulunmaktadır. Ya da başka bir ifade ile, eğer bu olguyu hazırlamış birkaç neden söz konusu ise bunların, belki de en önemlisi Nakşibendî Tarîkatı'dır.

İşaret edilen kamplara gelince bunları:

1. Nakşibendîler;

2. Müslümanımsı dindarlar: Osmanlıcı, sentezci, sağcı ve gelenekçi muhafazakâr kesimler;

3. İslâm karşıtları: Solcu, kökten putçu ve liberal sağcılar gibi laik ve materyalist kesimler,

4. Müslümanlar: Kur'ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak inanan ve onun, bir bütün olarak hayata geçirilmesini vazgeçilmez bir ideal kabul eden mü'­minler diye gruplandırmak mümkündür.

Yukarıda da özetle değinildiği gibi Müslümanların dışında kalan diğer kampların, özellikle İslâm'a bakış açıları, bu tarîkatın etkisi altında son şek­lini almıştır.

Bu bakış açısının temel unsurunu «Kutsal lider», ya da başka bir ifade ile «Lider kutsaldır» kanâati oluşturmaktadır. Bu kanâat, halkın vicdâ­nına âdetâ kazınmış bir temel inanış biçimini almıştır. Türk antropolojisindeki gerçeklerle daha bilimsel boyutlar içinde açıklanabilen bu inanış, gerek şeyh­lik kurumu bakımından, gerekse tarih boyunca Türklerdeki liderlik anlayışı bakımından son derece önemli bir araştırma konusudur.

Sünnî Osmanlı kesiminin, Nakşibendîlikle tanışması ta 1400'lere kadar çıkar[2] Fakat bu tarîkatın toplumsal anlamda yönlendirici etkiler yap­maya başlaması ancak 1800'lerin başından itibarendir.

Doğrusunu söylemek gerekirse tarîkatın, bu tarihlerde Hindistan'dan, ansızın Irak'a yepyeni bir kisve içerisinde sıçrama yapması ve oradan da çok kısa bir sürede İstanbul'a kadar yayılarak bütün Anadolu'yu etkisi altına alması bir rastlantı olmasa gerektir. Siyasetin gizli elleri tarafından, bu se­naryonun hazırlanıp uygulamaya konmuş olmasında büyük olasılık vardır. Daha önce de bir nebze anlatıldığı üzere bu tahmini doğrulayan kanıtlar mevcuttur.

Ancak bu konuda atlanmaması gereken çok önemli bir olay vardır ki esasen Halidîliğin, XIX. yüzyılın başında bir bomba gibi patlaması, bu olayla son derece ilişkilidir. Bu olay ise «Vahhâbîlik» hareketidir.

İşte Nakşibendîlik, aslında bu hadiseden sonra Türk toplumuna tam an­lamıyla gizli bir din olarak mal olmuş, onun âdetâ vicdânına kazınmış, onu bu güne kadar tahmin edilmedik şekilde etkilemiş ve yönlendirmiştir.[3] 

Nakşibendî Tarîkatı'nın, gerek Hindistan gibi dünyanın öbür ucundan Irak'a aniden 1811'de sıçrama yapması, gerek «Halidîlik» kisvesinde yeni bir kim­likle ortaya çıkması, gerek bu isim altında, Budizm’in bütün malzemele­riyle donanmış olması, gerekse Irak gibi, tarihin hiç bir döneminde hiç bir inanış ve düşüncenin, asla geniş bir taban bulamadığı bölgede bir bomba te­siri yaparak en kısa zamanda yayılması ve özellikle Arap olmayan unsurlar arasında tutunması, ayrıca güneydeki geliş­melerin tırmanışa geçtiği bir dö­nemde bu olayın cereyan etmiş olması âdetâ her şeyi özetlemektedir!

Evet bütün bunlara rastlantı demek inandırıcı değildir. Dolayısıyla bu verilerin ışığında Nakşibendî Tarîkatı'nın ve Nakşibendîlerin o gün­den bu­güne -toplum­sal açıdan etkileri incelenecek olursa- Ortadoğu coğrafya­sında Şii İranlılar ve Sünni Araplar dışında kalan toplulukların, İslâm'a ilişkin düşünce ve ina­nışlarında ne kadar köklü değişiklikler meydana gelmiş bu­lunduğunu tesbit etmek müm­kündür.   

Bu değişiklikler şöyle özetlenebilir:

1. Nakşîlik «tevhîdî iman» konusunda büyük tahrîbâta neden olmuştur.

Önce belirtilmelidir ki, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya (Kurân-ı Kerîm'de bize kendini tanıttığı sıfatla­rıyla) inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinâtın yaratıcısı, yöneticisi, yön­lendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah'ın, bir, eşsiz, benzersiz, ortak­sız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duy­duğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bu­nunla birlikte Allah Teâlâ'nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiç bir kimsenin ve herhangi bir gücün hiç bir halde asla etkili olamayacağıdır! Dolayısıyla, yaratığın neden olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah (cc) tarafından yönetilen kainât düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir.

Gerçek bu iken baştan beri anlatıldığı üzere, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla «Ermişlik» diye bir inanç peydahlanmış, böylece «Evliyâ» diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâ­inat olaylarına yön verebildiklerine inanılmaya başlanmıştır! Tabiatıyla, bu inanış biçiminin doğmasında ve yayılmasında hem çok çeşitli nedenler ve güçler etkili olmuştur, hem de epey eski bir geçmişi vardır. Ancak son iki yüz yıl içinde oluşan «Evliyacılık» birikiminin arkasındaki en büyük güç ve kay­nak Nakşibendî Tarîkatı'dır.

 

* * *


 

 

[1] Hanîf: Allah Teâla'ya Zatı'nda ve sıfatlarında asla ortak koşmayan demektir. Çoğulu Hunefâ'dır. Bk. Kur’ân-ı Kerîm:

Hanîf kelimesi için: 2/135; 3/67, 95; 4/125; 6/79, 161; 10/105; 16/120, 123;  30/30.

Hunafâ kelimesi: 22/31; 98/5.

[2] Evet, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ın Kanûnî döneminde Haydar Baba adlı bir öğrencisini İstanbul’a göndermesiyle Nakşîlik, Osmanlı Toplumuna ilk kez aşılanmıştır. (Bk. BÖLÜM – II. Rûhânîler ve Râbıta Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr)

Nakşîliğin ikinci hamlesi, Rabbânî'nin mürîdlerinden Murâd el-Buhârî (1640-1720) ta­rafından Şam’da yapılmıştır. Bu adamın soyundan gelen altı kişi, birbirlerinin peşi sıra Nakşibendî Tarîkatı'nı bölgede yaymaya çalışmışlardır. Buna rağmen tarîkatları, Araplar arasında pek tutunmamıştır. Bu soyun son temsilcisi Hüseyn b. Ali el-Murâdî (Öl. 1850) Bağdâdî'nin çağdaşıdır. O'nu Şam’a dâvet etmiş, tarîkatının propagandası için O'na yardım etmiştir.

[3] Vahhabiliğe gelince bu hareket, aslında Bağdâdî'den yarım asır önce Hicaz'da patlak vermişti.

Bu olayı başlatanların, yönetenlerin ve destekleyenlerin hemen tümü çöl adamla­rıydı. Hem bedevîliğin verdiği bir sertliğe sahip idiler, hem de mücadele stratejisi konu­sunda tec­rübe ve bilgiden yoksun bulunuyor­lardı. Bu nedenle başlangıçta çok yıkıcı yanlışlık­lar ya­pıldı.

«Vahhâbîler», (daha doğrusu, bu hareketin lideri olan Muhammed b. Abdulvahhâb'ın yandaşları), asırların çığ gibi biriktirip İslâm'a yüklediği şirk inanış ve sembollerini, bir çırpıda ve zor kullanarak ortadan kaldır­maya çalış­tılar. Halbuki bir avuç Müslümandan başka Kur’ân’a ve Sünnete bağlı kimse kalmamıştı. Üstelik devletin politikası da müşrik ço­ğunluktan yanaydı. Ancak bu, tevhid'e karşı bir tavır değil, geleneksel bir anlayıştı. «Vahhâbîler» bu inceliği kavrayamıyor, dolayısıyla tevhid mücadelesini akılcı yollarla yapmayı beceremiyorlardı. Bu nedenledir ki Devlet, «Vahhâbîler»'i çok korkunç bir şekilde cezalandırma yo­luna gitti. «Vahhâbîler» de hırçınlaşıp «müşrik» kıyımına girişince felâ­ketler başladı ve Halidîlik yayılıncaya kadar elli yılı geçkin bir zaman boyunca Osmanlı-Vahhabî boğuşması sürdü.

Kesinlik derecesinde denebilir ki, Osmanlı yönetimi, bu «Vahhâbîlik» ha­reketine, o devrin bütün ayaklanma olaylarından çok daha yıkıcı bir gözle bakmış ve kendini böyle inandırmıştır. Bunun, temelde bir ıslah ve ihya düşüncesinden kaynaklandığını asla hesaba katmamıştır, katmak da is­tememiştir! Onun için bu mesele, başlangıçta ve henüz propaganda aşama­sındayken devlet tarafın­dan tartışma zeminine getirilmemiş, tam tersine «Vahhâbîler», adetâ sıcak çatışma ortamına kaydırılmıştır!

Bunun sebebi tarihîdir ve çok açıktır. Osmanlı Devleti'nin temelinde ta­sav­vuf mayası­nın bulunduğunu unutmamak gerekir. Fakat ne ilginçtir ki ta­rih boyunca gerek mehdîlik olay­ları, gerekse yeniçeri isyanları gibi sürekli yi­ne­lenen korkunç siyasi belâlar da hep bu ma­yayla hazırlanmış olan çeşitli hamurla­rdan ortaya çıkmıştır Buna rağmen, devlet daima İslâm’ın Mistik yo­rumlarına önem vermiş, arı Kur'ânî anlayışın ön plana çıkmasına hiç bir zaman meydan vermemiştir.

İşte Devletin, «Vahhâbîliğe» karşı takındığı tutumun sebebi burada yat­maktadır. Çünkü «Vahhâbîlik» demek, kelimenin tam anlamıyla bütün mis­tik inanış ve anlayışlara karşı olmak demektir. Yani «Vahhâbîlik», as­lında sa­nıldığı gibi bir mezheb değil, yanlış mücadele stratejilerine dayalı olsa bile temelde yozlaşmışlığa karşı bir ihya hareketidir; ama mistisizmin tasfiyesini ve İslâm'ın mistik yorumlardan arındırıl­masını amaçlayan bir vicdânî-siyasî harekettir. Oysa Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri padişahların hemen hepsi birer tarîkata bağlı idiler. Dolayısıyla mistisizmi inkâr etmek, başka bir ifadeyle geçmişlerin inanış şe­killerine bâtıl demek, hatta onları İslâm dışı birer müşrik saymak an­lamına gelecekti.

Öyle anlaşılıyor ki devlet bu yüzden «Vahhâbîliği», İslâm'ı yıkmak iste­yen yeni bir din ve hatta vicdanları köreltici bir zehir gibi görmüş­, dolayı­sıyla bu dâvânın sa­vunucula­rını askeri yöntemlerle sindiremeye çalış­mış­tır. Fakat bunu bece­remeyince de «Vahhâbîliğe» karşı bu kez panzehir ola­rak Neo-Nakşibendîliğin, ülke çapında yayılma­sına yardım etmiştir.

Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi, şanlı tevhid dâvâsının şahlandığı kut­sal toprak­larda bile bu inanış şekli pervâsızca propaganda edilmeye başla­nınca, Hicaz'daki Müslümanlar 1745'lerden itibaren bu talihsiz geliş­meye büyük tepkiler göstermişlerdir. Nakşibendîler tarafından «Vahhâbîlik» diye adlandırılan siyasi hareket işte budur.

Bilindiği üzere Nakşibendîler, «Vahhâbîlik» diye bir inanış şekli bulun­duğunu, bunun, XVIII. yüzyıl ortalarında Muhammed b. Abdilvahhâb adında Necidli bir hoca tarafından mezhep haline getirildiğini ve genel­likle «Suudî Arabistan» halkının bu mezhebe bağlı ol­duğunu ileri sürmek­tedirler; Hatta buna, «Suûdî Arabistan'ın resmî dini» bile demeye kadar işi vardırmaktadırlar! Nitekim «Vahhâbîlik» diye üretilen kavram ve bu kavrama yük­le­nen çeşitli anlamlar Nakşibendîlerin propagandaları sonucu, başta Türkiye'de olmak üzere Müslümanımsı topluluklar arasında bir kanâat olarak yerleşmiştir!

«Vahhâbîlik» diye adlandırdıkları bu "hayâlî mezhep» aleyhinde, Özellikle son otuz, kırk yıldır İstanbul’da asker emeklisi bir Nakşî şeyhi tara­fından çok yoğun şekilde ya­zılı propaganda yapılmaktadır. Bu nedenle Türkiye'de, Nakşibendîlerin çok büyük etkisi al­tında bulunan halk da ne il­ginçtir ki bu savın gerçek olduğuna inanmakta, bunun doğru olup olmadı­ğını, hemen hiç kimse araştırma ihtiyacını bile duymamaktadır.

Halbuki Muhammed b. Abdilvahhâb'ın, yandaşları arasında bu görüşe katılan, yani «Vahhâbî» olduğunu kabul eden belki bir tek kişi bile yoktur. Bu bir yana, aslında bunlar, «Vahhâbî» diye adlandırılmaktan rahatsız bile olmaktadırlar. Çünkü bu adlandırma, aynı zamanda suçlayıcı ve siyasî bir anlam taşımakta ve onların, Müslümanlardan ayrı bir kamp oldukları izle­nimini vermektedir. İşin il­ginç tarafı, (belki de Türkçe’den Arapça’ya hiç ter­cüme yapılmadığı için) Türkiye'deki bu yoğun propagandalardan haberi olan «Suûdililer»'in sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Dolayısıyla «Vahhâbî» olup ol­madıkları hakkında onlara yöneltilen soruları genelde hayretle karşılamakta, cevap ola­rak: Bu isim altında bir mezhep tanımadık­larını; benimsemiş bulun­dukları görüş ve inanış şeklinin, sadece Muhammed b. Abdilvahhâb tara­fından aslına döndürülmüş olan İslâm'ın kendisi olduğunu; Kur’ân ve Sünnetten başka bir kaynak kabul etmedikle­rini ve Hanbelî Mezhebi'ne mensup Müslümanlar olarak İslâm Ümme­ti'­nin bir parçası bulunduklarını açıkça ifade etmektedirler.

Buna karşın Nakşibendîler, (bağlı bulundukları tarîkatın, tüm Müslümanlarca sanki le­gal kabul edildiği havası içinde) göğüslerini gere gere «Nakşibendî» olduklarını açıkça ifade etmektedirler! Kuşkusuz bu, hem bir yandan büyük bir çelişkidir, hem de «Vahhâbîlik» diye Müslümanlardan ayrı bir kampmış gibi Muhammed b. Abdilvahhâb'ın hayranlarına karşı gi­riştikleri karalama, son yıllarda Müslümanlar arasında yeniden başlamış olan diyalog çalışmalarını büyük ölçüde baltalamaktadır. Bu konudaki propagandalar gerçekten de Türkiye'de çok geniş bir çevreyi etkisi altına alabilmiştir. Nitekim, başka bir Nakşî şey­hinin verdiği fetvâ üzerine bu tarîkata bağlı olanlar, «Haremeyn» imamlarının arkasında namaz kılmamakta, ya da kılmak zorunda kaldıkları zaman «takiyye» yapıp daha sonra namazı iade etmektedirler!

Aslında meselenin önemli olan yanı, «Vahhâbîlik» aleyhinde yapılan propagandalar değil, aksine bu propagandaların perdesi arkasına saklanarak tevhid inancının yıkıma uğ­ratılmasıdır.

Evet «Vahhâbîler»'in belki de çoğu mücessimedir. Fakat onların Allah (cc)'a ortak koşulmaması konusunda yaptık­ları ısrar, en kötü ahvalde Allah (cc)'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini savunmak­tan öte bir anlam taşı­mamaktadır. Halbuki «Evliyâ» diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimse­lerin, (hatta ölmüşlerinin bile) kâinat olaylarına Allah (cc) adına yön verebildik­le­rine ilişkin tarîkatçıların inancı, ne kadar iyi niyetlerle savunulsa bile Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği «Tevhîd»'le hiç bir şekilde uzlaşmamaktadır!