DAR-ÜL İSLÂM NASIL KURULUR ?
Şimdi şeran yapılması
istenen ameli sınırlandırmaya ve Daru'l İslâm’ı kurmak için
takip edilmesi gereken aşamalara dönüyoruz.
Konuyu iki kısma ayırarak
incelememiz yerinde olacaktır.
Birinci kısımda Rasul ( s.a.v.)'in
"değiştirme"deki metodunu ele alacağız.
Diğer kısımda da Rasul ( s.a.v.)'in
metodunu ortaya koyduktan sonra bu farziyeti yüklenen cemaat veya hizbin
"değiştirme" ameliyesindeki metodunu tespit edeceğiz.
Rasulullah (s.a.v.)
Zamanında Kültürlendirme
Dönemi
Muhammed (s.a.v.),
Rasul olarak görevlendirilir görevlendirilmez insanları İslâm'a
davet etmeye başladı. Bir kısım insanlar ona inandı, bir kısmı
da onu inkar etti, ona inanmadı. İslâm’ın adı Mekke'de
yayılıncaya kadar insanlarla konuşmasını sürdürdü. Rasul (s.a.v.)
başlangıçta insanları evlerinde ziyaret ederek onları İslâm'a
davet etti. Allahu Teâla'nın: “Ey örtüye bürünen!
Kalk ve uyar.!”
ayeti gereğince Mekke'de
insanları İslâm’a açıktan açığa davet ediyor ve onları bu
dinin esaslarına bağlı olarak kitleleştirip gizlice
örgütlüyordu. Bunun içindir ki ashabı kendi kavmi ve kabileleri içinde
namazlarını gizleyerek kılıyorlardı. Rasul (s.a.v.)
yeni dine girenlere Kur'an öğretecek birilerini gönderiyordu.
Meselâ; Hattab'ın kızı Zeynep ve eşi Sa'd'e Kur'an öğretmek için
Habbab b. Eret'i gönderiyordu. Öyle ki bu çabalarla efendimiz Ömer
(r.a.) Müslüman oldu. Rasul (s.a.v.)
müminleri kitleleştirmek için Erkam'ın evini merkez edinmişti.
Erkam'ın evini bu yeni davetin medresesi haline getirmişti. Çünkü
orada onlara Kur'an okuyor onu anlayıp kavramalarına yardımcı
oluyordu. Rasul (s.a.v.) çalışmasını,
kendisiyle beraber olan müminleri kitleleştirmesini ve eğitmesini,
Erkam b. Ebi’l Erkam'ın evinde, Allah'ın; “Emrolunduğun
şeye, kafalarını çatlatırcasına davet et...”
şeklinde
emrinin inzaline kadar gizli tutmaya saklamaya devam etti.
Bu işe başladığında
insanlarda bu daveti kabul etmeye yatkın olanları davet ediyor,
davet ettiklerinin yaşlarına, makamlarına, cinsiyetlerine ve
soylarına bakmıyordu. Çoğu genç olmak üzere muhtelif çevre ve
mahallelerden, erkeklerden ve kadınlardan, zengin ve fakir, kuvvetli
ve zayıf olmalarına bakmaksızın kırk küsur kişiyi kendisiyle
beraber Daru'l Erkam'da kitle haline getirip örgütlemişti. Bu hal
dinini açığa vurmakla emrolunduğu zamana kadar devam etti.
İşte bu sahabe topluluğu
kültürlerinde İslâm kültürü ile olgunlaştılar, düşünüş
biçimleri İslâmi düşünüş biçimi, nefsiyetleri de İslâmi
nefsiyet oldu. Yetiştirdiği bu kitlenin tüm toplumu karşısına
cephe alacak güce, kuvvete ulaştığından emin olan Allah'ın Rasulü,
Allah'ın kitlesini açığa çıkarma emri geldiğinde onları açığa
çıkardı.
Aslında İslâm'a davet işi,
bi'setin ilk gününden itibaren açıktan yürütülmüştür. Yani
Mekke'deki insanlar Muhammed (s.a.v.)'in
ashabını kitle haline getirip onları itaatı altına koyduğunu ve
Müslümanların yeni dini yüklenip omuzlamak için kitleleşmelerini
insanlardan gizlediklerini biliyorlardı. Onların bu bilgileri,
yeni daveti hissetmelerini, nerede
toplandıklarını bilmeseler de mü'minlerin varlığını
duymalarını sağlamıştır. Gerçek şu ki; Rasul (s.a.v.)'in
İslâm’ı açıktan açığa ilan etmesi yeni bir şey değildir.
Yeni olan şey Rasul (s.a.v.)'in
hazırladığı mü'minlerden müteşekkil kitlenin ortaya çıkmasıdır.
Rasul (s.a.v.)'e
Allahu Teâla'nın;
“Emrolunduğun şeye,
kafaları çatlarcasına davet et, müşriklerden yüz çevir,
Allah'la birlikte başka ilahlar edinip seninle alay edenlere karşı
biz sana yeteriz. Onlar yakında (işin hakikatini) bilecekler.”
şeklindeki sözü indiğinde, Rasul (s.a.v.)
İslâm'a daveti açığa vurdu. Böylece gizlenme döneminden ilan
etme dönemine geçilmiş oldu. Daveti kabule istidadı olanlara
ulaşma döneminden bütün topluma hitap etme dönemine geçildi.
İman ve küfür arasında çatışma, İslâm'ın sahih fikirleri ile
küfrün bozuk fikirleri arasında şiddetli sürtüşmeler başladı.
İkinci merhale olan toplumla kaynaşma ve düşmanla yüz yüze gelme
dönemi başladı. Bütün asırlarda tahammülü en zor şiddetli
merhale budur. Bu merhalede Rasul (s.a.v.)'in
evi taşlandı. Ebu Leheb'in karısı olan Ümmü Cemile, Rasul (s.a.v.)’in
evinin önüne pislik attığında Rasul (s.a.v.)
sadece onun attığı pislikleri yoldan uzaklaştırmakla yetiniyordu.
Putlara kesilen koyun işkembesini Ebu Cehil'in, üzerine atması
ancak onun davetteki ısrarını ve sabrını artırıyordu. Müslümanlar
tehdit ediliyor, ceza ve cefaya maruz kalıyorlardı. Her kabile içlerinde
Müslüman olanlara işkence çektirip, onları dinlerinden döndürme
konusunda acımasızca davranıyorlardı. İşte Bilal! İşte Ammar!
Ve onun babası ve annesi (r.a.) ve daha bir
çoğu tahammül ve sabır timsali şahsiyetler...
Kâfirler başlangıçta
Rasulullah ( s.a.v.)'in davetini Ruhban ve
hikmetli sözler söyleyen Hukeman’ın işi gibi bir şey
zannettiklerinden pek ilgilenmediler. İnsanların eninde sonunda
atalarının dinlerine döneceklerini zannettikleri için Rasul (s.a.v.)'in
davetine ciddi bir şekilde engel olmadılar. Allah'ın Rasulü’nün
onların meclislerine uğradığında: "Abdulmuttalib'in
torunu, gökten haber alıp konuşuyormuş!" deyip geçiyorlardı.
Fakat Rasul (s.a.v.) onların ilahlarından
söz ederek onlara çatmaya başladığında, onu düşman kabul
ederek hep beraber ona karşı çıkıp onunla mücadele etme
konusunda fikir birliğine vardılar.
Onun Nübüvvet iddiasını
yalanlamak onu küçük düşürmek istiyorlardı. Bunun için de alay
ederek küçük düşürücü sözler sarf ederek böyle bir üslu pla
ondan mucize getirmesini istiyor, şöyle diyorlardı:
"Muhammed'e ne oluyor ki Safa ve Merve tepelerini altına dönüştürmüyor!
Veya ona gökten yazılmış bir kitap inmiyor! Neden Cibril ona
yardım etmiyor! Neden ölüleri diriltmiyor! Düşmanca inatları
böyle uzayıp gidiyordu. Rasul (s.a.v.) de
insanları Rablerine çağırmaya devam ediyordu. Onu davetten
alıkoymak için ona tabi olanlara kuru iftiraya, bühtan ve
yaygaralara, eziyet ve işkencenin bütün yollarına baş vurdular.
Ancak bütün bunlar Rasul (s.a.v.)'in Allah'ın
ipine sımsıkı sarılıp tutunmasını artırmaktan başka bir işe
yaramadı. O gittikçe daha fazla aşkla şevkle Allah'a çağırmaya
davet etti.
Rasul (s.a.v.)'e
ait haberler, maruz kaldığı eziyetlere karşı gösterdiği tahammül
ve davet ettiği şeyle alakalı bilgiler kabileler arasında
yayıldıkça yayıldı. Yarımadada İslâm kendi adından söz
ettirerek yayıldı. Gelen giden atlılar süvariler, ondan konuşup
haberlerini getirip götürüyorlardı. Haram ayları dışında Müslümanların
insanlarla kaynaşıp onlarla konuşma şansları yoktu. Zira Rasul (s.a.v.)
de bu aylarda Kâbe'ye gelerek Arapları Allah'ın dinine davet
ediyor, sevap karşılığında onları cennetle müjdeliyor,
günahlarından dolayı onları cehennemle uyarıyordu.
Rasulullah (s.a.v.) Zamanında
Kaynaşma
Dönemi
Kureyş'in İslâm'a davet
hadisesiyle çatışması gayet tabidir. Çünkü Rasulullah ( s.a.v.)
onların karşısında seferber olmuş ve kararlı bir kitle ile çıkmıştı.
Ayrıca davet hadisesi bizzat Kureyş'i ve Mekke toplumunu
karşısına almıştı. Onlar Allah'ı birlemeye ve yalnız O'na
ibadet etmeye ve O'nun dışındaki her şeyden uzak durmaya,
hayatlarını yönlendiren bozuk nizamdan vazgeçmeye davet ediyorlar
ve tapındıkları ilahlarını ayıplayarak sefil ve düşük
hayatlarından dolayı onları kınıyorlardı. Zira zalimce bir hayat
yaşıyorlardı. Rasul (s.a.v.) haklı
olarak onlara saldırırken onlar yalan ve iftiralarla karşılık
veriyorlardı. Fakat yine de onları doğrudan doğruya, eğmeden, bükmeden,
yumuşatmadan, karşılık beklemeden, onlara meyletmeden ve
yağcılık yapmadan onları İslâm'a davet ediyordu. Bütün bu tavırları
karşı karşıya kaldığı yalanlama, düşmanlık, iftira,
soyutlanma v.b. onca işkencelere rağmen sergiliyordu. Her şeye
rağmen o insanlara ulaşıyor ve İslâm yayılmaya başlıyordu.
Amcası ve eşinin vefat
hadiseleri vukuu bulup Kureyş'in baskıları artınca, kuvvet,
yardım ve güç elde etmek için Taif'e gitti. Onlardan Müslüman
olup ellerindeki güçlerini İslâm adına kullanmalarını istedi.
Fakat çok kötü bir şekilde onu reddettiler. Hatta o gün Mutim b.
Adiyy'in verdiği emanla ancak Mekke’ye girebildi. Kureyş'in ona yönelik
baskıları arttıkça artıyor, ona gittikçe daha çok kötülük
yapıyorlardı. İnsanların onu dinlemelerine engel oluyorlardı.
Fakat bütün bu engellemeler onu davetinden alıkoymadı. Haram
aylarda kabilelere İslâm'ı anlatmak için var gücüyle kendini
davete vermişti. Onları İslâm'a çağırıyor, kendisinin Allah
tarafından gönderilmiş Nebî olduğunu söylüyor ve kendisini
tasdik etmelerini onlardan istiyordu. Amcası Ebu Leheb de onun
peşinden dolaşıp onu yalanlıyor, insanları onu dinlememeleri
hususunda uyarıyor, onları etkileyip insanların ondan
uzaklaşmasını sağlıyordu. Kinde, Kelb, Beni Huneyfe, Beni Amr b.
Sa'saa kabilelerinin çadırlarına giderek onları davet etti. Fakat
onu dinleyen olmadı. Hatta bazıları onu çok çirkin bir şekilde
redde diyordu. Rasul (s.a.v.)'e yardım eden
her kabilenin Kureyş'in düşmanlığını, karşı olanın ise
dostluğunu kazanacağını gören kabileleri Allah'ın Rasulü’nden
daha fazla yüz çevirmeye başladılar. Kabilelerin ondan yüz
çevirmesi, teker teker bütün insanlar üzerinde etkili olmuştu.
Neticede Rasul (s.a.v.)'in yalnızlığı
artmış, daveti de Mekke'deki zor günlerini yaşıyordu. Küfür ve
inat Mekke toplumunu adeta dondurmuştu. Sahabeye yapılan eziyetler
daha da şiddetlenince Abdurrahman b. Avf, bazı sahabelerle Rasul
(s.a.v.)'e gelerek silah kullanmak için izin
istedi ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın peygamberi, biz müşrik
iken kuvvetli idik, Müslüman olduk güçsüz düştük."
Bunun üzerine Rasul (s.a.v.) onları silah
kullanmaktan men ederek şöyle dedi:
“Ben affetmekle
emrolundum, kavmimi öldürmekle değil.”
İşte Rasul (s.a.v.)
birbirini takip eden iki dönemi Mekke'de böyle geçirmişti.
--
Eğitim ve kültürlendirme, fikrî ve ruhi olarak hazırlama dönemi.
Bu dönem fikrin mefhumlaştığı, şahsiyetlerde etkin bir hal
aldığı ve onun etrafında kitleleşmenin gerçekleştiği dönemdir.
--
Daveti yayma ve düşmanla yüz yüze gelme dönemi. Bu dönem,
fikirlerin, onu toplumda müdafaa edebilecek bir güce aktarılması dönemidir.
Zira bu sayede onun hayat mücadelesinde tatbik edilmesi, toplulukların
ona iman etmesi, onu anlamaları, onu yüklenmeleri ve onu tatbik etme
yolunda düşmanla yüz yüze gelmesi söz konusu olabilecektir.
İlk dönem, insanların
İslâm'a davet edilmesi, fikirleriyle kültürlenmesi, hükümlerini
öğrenmesi ve gücü yetenin İslâm akidesi esasına binaen
kitleleşmesi dönemidir. Bu dönem gizli kitleleşme dönemidir. Zira
Rasul (s.a.v.), İslâmi fikirlerle
kültürlendirmesi için dine yeni girenleri Daru'l Erkam'da topluyor,
onları kitleleştirip onların imanlarını artırarak aralarındaki
bağı gittikçe artırıyordu. Üstlendikleri davanın önemini gün
geçtikçe daha da iyi kavrıyorlar ve uğrunda hayatlarını feda
etmeye hazır hale geliyorlardı. Bu dava onların sinelerine
öylesine ekilmişti ki İslâm, damarlarında dolaşan kan haline
gelmişti. Kendileri de adeta yürüyen İslâm haline geldiler. Bunun
içindir ki onlar kendilerini ne kadar gizleseler, kitleleşmeleri ne
kadar gizli olsa ve kitlelerini gizlemeye ne kadar hırs gösterseler
de daveti nefislerinde hapsedemiyorlardı. Güvendiklerine ve daveti
kabul etme yeteneği olan yakınlık duydukları kimselere daveti
anlatmaya başladılar. Böylece insanlar onların mevcudiyetlerini ve
davetlerini fark ettiler. Davet başlangıç noktasından çıkıp bütün
insanlara muhatap olma imkanına kavuştu. Böylece ilk dönem son
buldu. Bu dönem gizli kitleleşme ve kültürlenme dönemi idi.
Sonra, insanlara İslâm’ı
anlattıkları, onu kabul edip bağrına bastıkları, onu
hayatlarının bir parçası durumuna getirdikleri ya da onu reddedip
ona karşı fikirleriyle mücadele
verdikleri, onunla çatıştıkları, karşılıklı etkileşme ve yüz
yüze gelme dönemi olan başka bir dönem başladı. Bu çatışma, küfrü
ve fesadı hezimete uğratan, imana ve salaha güç ve kuvvet kazandıran
bir durumu meydana getirerek sahih fikrin zaferiyle sonuçlandı.
İşte etkileşim böyle oldu. Bu etkileşim döneminde iman ile
küfür, Müslüman ile kâfir yüz yüze geldiler. Bu karşı
karşıya geliş, Rasul (s.a.v.)'in İslâm’a
daveti güpegündüz açıktan açığa, gayet kararlı bir şekilde açık
ve net olarak ortaya koymasıyla başlamıştır. Tevhide davet eden,
şirk ve putperestlik fikirlerine hücum eden, akletmeden atalarını
taklit etmelerini kınayan ve yerin dibine geçiren, ölçüde ve tartıda
hile yapan, bozuk alış-veriş ve sosyal münasebetlerine hücum eden
ayetler inmeye başladı. Rasul (s.a.v.)
de insanlarla gruplar halinde konuşarak onları Müslüman olmaları
ve onu kuvvetlendirmelerini talep ediyordu. Bu yüzden Kureyş ve
Rasul (s.a.v.) arasında düşmanlık gittikçe
arttı. Davet, evlerde, mahallelerde ve Daru'l Erkam'da yapılan
halkalardan yerleşik toplu kültürleşmeye, kendilerine yakınlık
duyulan kimselere davetin götürülmesinden tüm insanlara
götürüldüğü bir döneme geçildi. Tüm topluma yönelik davet ve
kültürlüleştirme Kureyş'i etkiledi. Öyle ki onların
yaklaşmakta olan bir tehlikeyi hissedip İslâm'a olan kinleri daha
da arttı. Muhammed (s.a.v.)'e ve davetinin
kökünü kazıyamasalar da onu engelleyecek ciddi adımlar atmaya
başladılar. Ancak artık bizzat davayı yüklenen etkin bir cemaat
vardı. Bütün insanlar İslâm'ın söylemini duymuş, Allah'ın
dinine olan davet, bütün Mekke ahalisi arasında yayılmıştı.
Erkek olsun kadın olsun insanlar İslâm'a girdiler. Toplumsal davet,
onu en geniş bir ufka taşıyordu. Bu davayı taşıyanlar bu uğurda
çeşit çeşit eza ve cefaya maruz kalsalar da davalarından
vazgeçmiyorlardı. Rasul (s.a.v.)'in Mekke'ye çöken
karanlığa, kasvete ve zulme saldırması, küfür fikirlerinin ve
amellerinin iç yüzünü ortaya koyması, Kureyş liderlerinin gönlünde
tutuşan ateşi körüklüyordu. Doğrusu bu merhale Rasul (s.a.v.)
ve ashabı için en zor merhale oldu.
Unutmayalım ki, kültürlenme
döneminden etkileşim dönemine geçiş süreci maharet, sabır ve
çok dikkat isteyen bir süreçtir. Zira etkileşim dönemi
dönemlerin en zor olanıdır. Kaldı ki bu, doğabilecek sonuçları
ve durumları hesaba katmayacak bir mazeret, cesaret ve sabrı
gerektirir. Öyle ki müslümanlar dinlerine ne kadar bağlı
oldukları konusunda bir imtihana tabi tutulmuşlardır. Böyle bir
dönemde iman ve onu taşıma gücü ve nefislerde olanın gerçek
yüzü ortaya çıkar.
İşte Rasul (s.a.v.)
ve ashabı eza, zulüm ve haksızlıklara böyle göğüs gerdiler.
Onlardan bazıları dini için çıkıp Habeşistan'a hicret ettiler.
Bazıları işkence altında can verdi, bazıları da tahammül etti
dayandı. Mekke toplumunun değişmesi için bu durum bir müddet
devam etti. Fakat eziyet ve işkencenin şiddeti bununla kalmadı.
Araplardan çoğu başlangıçtaki durumda donuklaşıp imana gelme
konusunda bir adım bile ilerlemiyorlardı. Çünkü onlar Kureyş'i
kızdırmamaya dikkat ediyorlardı. Çalışmalar İslâm’ı tatbik
dönemi olan üçüncü döneme geçiş için devam ediyordu. Bu da
muhtemelen Mekke dışında olacaktı. Zira Rasul (s.a.v.)
Allah'tan inen dini insanlara açıklamak için yardım ve kuvvet
talep etmek için yolculuklara çıkıyordu.
Rasulullah (s.a.v.)
İslâm’ı Kabilelere Arzediyor
Bilindiği
gibi Rasul (s.a.v.)in amcası Ebu Talib ve
eşi Hatice (r.a.), aynı yılda öldüler.
İkisinin ölümü Rasul (s.a.v.)'e yönelik
baskıları artırdı. Amcasının ölümünden önce yapmadıkları
eziyetleri yapmaya imkan buldular. Onun başına toprak serpecek kadar
ileri gittiler. Zira Rasul (s.a.v.) şöyle
demiştir:
“Ebu Talib’in
ölümüne kadar Kureyş beni kızdıracak bir şey yapmadı.”
Ebu talib ölünce Rasul
(s.a.v.) kavmine karşı yardım ve kuvvet elde
etmek için Taif'e gitti. Sakif kabilesinin reisleri ve eşrafları
ile görüşmek, kavminden muhalif olanlara karşı İslâm’ı ikame
etme hususunda kendisine yardım etmeleri isteğinde bulunmak üzere
getirdiği dini onlara arz etti. Rasul (s.a.v.)
Taif'e gelişini gizlemelerini istemesine rağmen onun davetini geri
çevirip kavmine de gelişini ve niyetini haber verdiler. Bunun içindir
ki ancak Mut'im b. Adiyy'in emanıyla Mekke'ye girebildi.
Bundan böyle Rasul (s.a.v.)
Mekke'ye gelen kabilelerin konakladıkları yerlere gelerek onlara:
“Ey filan
oğulları, ben Allah'ın size gönderdiği elçiyim. Yalnız Allah'a
ibadet etmenizi, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanızı, Allah'ın
dışında O'na eş değerler kıldığınız bütün bu taptıklarınızdan
uzaklaşmanızı, bana inanmanızı, beni doğrulamanızı, Allah'ın
beni kendisi için gönderdiği şeyi size açıklamam için bana yardım
etmenizi emrediyorum”
deyip
duruyordu. Amcası Ebu Leheb arkasından dolaşıp onu reddedip
yalanlıyordu. Kimse Rasul (s.a.v.)'in
davetini kabul etmiyor, şöyle diyorlardı: "Kavmin sana
uymayacak kadar seni tanıyor." Ona karşılık veriyor, onunla mücadele
ediyorlardı. O da onlara şöyle diyerek Allah'a davet ediyordu:
“Ey Allahım, istersen
durumun böyle olmamasını sağlayabilirsin.”
İbni Hişam'ın Siretinde
bu konu ile ilgili şöyle denilmektedir: "Ez-Zühri anlatıyor:
Rasul (s.a.v.) Kinde kabilesinin
konakladıkları yerlere gelerek kendini onlara takdim etti, geri
çevirdiler. Kelb kabilesine geldi, onlar da kendilerine arz olunanı
kabul etmediler. Beni Huneyfe'ye gelerek onlardan yardım, güç ve
kuvvet talep etti. Araplardan onlar kadar çirkin bir tarzda daveti
reddeden olmamıştı. Amr b. Sa'sa oğullarına gelerek onları
Allah'a çağırdı kendini onlara takdim etti. Beyhâre b. Firas
denilen bir adam ona şöyle dedi: "Vallahi şu Kureyş
gencine sahip olsam, bütün Araplara hakim olurum." Ardından
Rasulullaha yönelerek, "Sana işin için yardım etsek ve
Allah da seni muhaliflerine üstün kılsa senden sonra yönetim
elimize geçer mi?! Ne dersin?!” dedi. Bunun üzerine
Rasul (s.a.v.); “Hüküm Allah'ın, onu
dilediğine verir.” diyerek
karşılık verince, Beyhare; “Senden sonra yönetim bize
geçmeyecekse neden senin için boyunlarımızı
Arapların kılıçlarına hedef yapalım. Senin işinden bize ne?”
dedi.”
Tıpkı bunun gibi, Rasul ( s.a.v.)
haram aylarında insanlar bir araya geldiklerinde kabilelere gidip
onları Allah'a ve İslâm'a davet ediyordu. Peygamberliğini,
getirdiği hidayeti ve rahmeti onlara arz ediyordu. Araplardan
kendisine geldiğini duyduğu hiç kimse yoktur ki Rasul
(s.a.v.) onu karşılamasın, onu Allah'a davet
etmesin ve kendisine ineni ona takdim etmesin, sunmasın.
Rasul (s.a.v.)'in
gittiği ve onları İslâm'a davet ettiği ve kendini onlara arz
ettiği ancak kendisini reddeden kebilelerin isimleri şunlardır: 1-Beni
Amr b. Sa'sa, 2-Muharrib b. Hasfe, 3-Fezara,
4-Ğassan, 5-Mürre, 6-Huneyfe, 7-Süleym, 8-Abes, 9-Beni Nadra,
10-Beni Bükea, 11-Kinde, 12-Kelb, 13-El-Haris b. Ka'b,
14-Uzre, 15-El-Hudareme. Bu isimler, İbni
Sa'd'ın Tabakatına göredir.
Medine Halkının
Daveti Kabul Etmesi
Rasul (s.a.v.)
her yıl Mecenne, Ukaz, Mina panayırlarında kabilelere giderek,
kendisini onlara takdim ve onları Allah'a davet edip, Allah'ın
risaletinin amacına ulaşmasını, icabet edenlerin cennete girmesini
sağlamak için daveti ikame etmeye devam edip durdu. Ne var ki
Araplardan hiç bir kabile buna icabet etmediği gibi ona eza ve cefa
edip kötü sözler sarf ettiler. Ta ki Allah vadini yerine getirmek
için dinine yardım edip nebisine zafer verene ve onu Ensar'dan saçlarını
tıraş etmiş bir gruba yönlendirene kadar. Rasul (s.a.v.)
onların arasına oturdu, onları Allah'a davet etti ve onlara Kur'an
okudu. Onlar da Allah ve Rasulü'ne olumlu cevap verdiler. Koşuşup,
iman edip onu tasdik ettiler.
Bilahare Medine'ye geri döndüler
ve kavimlerini İslâm'a davet ettiler ve bir kısmı müslüman oldu.
Ertesi yıl ziyaret ve
ticaret mevsimi gelip çattığında Evs ve Hazreç kabilelerinden
Müslüman olanların sayısı on ikiye ulaşmış olduğu halde
Akabe'de Rasul (s.a.v.)'le görüştüler.
Bu Birinci Akabe Biatıdır ki buna "Bey'atü'n Nisa" adı
verilmiştir. Onların talebi üzerine Rasul (s.a.v.)
Mus'ab b. Umeyr'i onlarla birlikte gönderdi. Onlara Kur'an'ı
okumasını İslâm'ı öğretmesini ve dinde anlayış sahibi
kimseler haline getirmesini emretti. Mus'ab (r.a.)
Kur'an okuyucusu manasında "Okuyucu" diye anılmıştır.
Onun evi Es'ad b. Zürare'nin eviydi. Sonra Üseyd b. Hudayr ve Sa'd
b. Muaz ile konuştu ve her ikisi de iman ettiler. Onlar kavimlerinin
reisi idiler. Sa'd b. Muaz Müslüman olunca kavmine şöyle dedi: “Beni
nasıl bilirsiniz? Sizi nasıl yönetiyorum?” Kavmi dedi
ki: “En doğru görüşlü olanımız ve en
temiz olanımızsın.” Bunun üzerine Muaz (r.a.)
onlara şöyle dedi: “Sizden erkek
olsun kadın olsun, akşama kadar Allah ve Rasulü'ne iman etmeyen ile
konuşmayı kendimi haram kılıyorum.”
Akşama kadar herkes Abdü'l Eşhel (r.a.)'ın
evine gelerek Müslüman oldu.
Akabe Biatı
Ardından Mus'ab Mekke'ye döndü.
Zira Ensar'dan bir grup, hac mevsimi geldiğinde müşrik olan
kavimleriyle birlikte yola çıkıp teşrik günlerinin ortalarında
Rasul ( s.a.v.) ile Akabe'de görüşmeyi
kararlaştırdılar. İkisi kadın olmak üzere yetmiş üç kişi
oldukları halde Rasul (s.a.v.) onlarla bir araya geldi.
Beraberinde yalnızca amcası Abbas vardı. Esad b. Zürare ilk söz
hakkının Rasul (s.a.v.)'in amcası
Abbas'ın olduğunu belirtti. Bunun üzerine şöyle dedi: "Ey
Hazreç topluluğu! Herhalde siz Muhammed'i neden buraya çağırdığınızı
biliyorsunuz. Şüphe yok ki Muhammed, aşireti içinde en izzet ve
şerefli olanıdır. Vallahi ona bir zarar gelirse, bizden ona inanan
inandığı için, ona inanmayan da kendi şerefi için muhakkak ona
yardım edecektir. Kaldı sizden başka diğer insanlar onu
reddettiler. Eğer siz kuvvet ve mücadele ehli, harp etmeyi bilen,
Arapları yek vücud olarak karşısına almaktan korkmayan bir kavim
iseniz bir diyeceğim yok. Kararınızı gözden geçirin, aranızda
tartışın. Sonra dağılıp gitmeyesiniz! Zira sözün en iyisi doğru
olanıdır."
Bunun üzerine Medine'liler
şöyle dediler: "Dediğini duyduk! Ey Allah'ın Rasulü!
Kendin ve Rabbın için dilediğini bizden iste.”
Rasulullah (s.a.v.)
söz aldı, Kur'an okudu, Allah'a dua etti, İslâm'ın yüceliğinden
bahsetti. Yalnızca Allah'a ibadet edip, O'na hiç bir şeyi ortak
koşmamayı şart koştu. Sonra şöyle buyurdu:
“Çocuklarınızı
ve kadınlarınızı nasıl koruyorsanız beni öyle korumak üzere
bana biat ediyor musunuz?”
Berae b. Ma'rur
onun elini tutarak şöyle dedi: “Seni hak üzere Nebî olarak
gönderene and olsun ki çoluk çocuğumuzu koruduğumuz gibi seni
koruyacağız. Evet sana biat ettik. Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a
yemin olsun ki biz savaşla büyümüş, zırh ve silahla çokça haşır
neşir olmuş bir kavimiz ki bu özellik bize büyüklerimizden kaldı.
Onlara da büyüklerinden kalmıştı.”
Bu arada Ebu Heysem b.
et-Tayhan ve Berae söz aldılar. Berae şöyle dedi: “Ey Allah'ın
Rasulü, bizimle bir takım insanlar arasında -yani Yahudiler- buğz
ve öfke var. Biz onlardan çok adam asıp kestik. Şu anda biz sana
yardım etsek ve Allah da sana yardım edip sana zafer verse bizi düşmanlarımızla
baş başa bırakıp kavmine döner misin?! Ne dersin böyle bir şey
olmasını umuyor musun?” Bunun üzerine Rasul (s.a.v.)
tebessüm etti, sonra şöyle dedi:
“Hayır! Bilakis kana
kan! Talana talan!! Ben sizdenim siz de benden, sizinle savaşanla
savaşı r, sizinle iyi geçinenle iyi geçinirim.”
Sonra Abbas (r.a.)'a
dönerek: "Mallarımız talan olsa, büyüklerimiz
öldürülse de biz ona biat ediyoruz"
dediler. Ardından Berae şöyle seslendi: "Ey Allah'ın Rasulü
elini uzat." Sonra yetmiş küsur kişi Rasul (s.a.v.)'in
elini sıkarak ona biat ettiler. Topluluk biat edip tamamlanınca,
şeytan Akabe'nin yükseklerinde duyulan en yüksek sesiyle şöyle bağırdı:
"Ey uyuşuk ahali! Muhammed'den ve dinini terk eden bir grup
adamdan haberiniz var mı?! Onlar sizinle savaşmak üzere birleştiler."
Rasul (s.a.v.) onlara dedi ki:
“İsa (a.s.)'ın
Havarilerinin kefil oldukları gibi siz de kavmine kefil olmak üzere
içinizden on iki kişiyi temsilci seçiniz. Ben de kavmime kefilim.”
Hemen on iki tane kefil gösterdiler. Böylece yüksek
iman atmosferinde biat tamamlandı. Hatta Abbas b.
Ubade Rasul (s.a.v.)’e şöyle demişti: “Seni
hak ile gönderene and olsun ki eğer istiyorsan
hemen yarın Mina’da bulunanlara kılıçlarımızla
saldıralım." Rasul (s.a.v.):
“Henüz bununla emrolunmadık. Şimdilik kafilenize geri dönün.”
dedi.
Ziyaret mevsimi sona erip
biat eden topluluk Mekke'den ayrılıp biat haberi Mekkelilere
ulaştığında çıldırdılar. Bu konuda İbni Sa'd Tabakat'ında
Urve'den, o da Hz. Aişe'den (r.anha) rivayetle şöyle demektedir: "Yetmiş
kişi Rasul ( s.a.v.)'e biat
ettiğinde şüphesiz onu sevindirmişti. Zira Allah savaş ehli,
saygın ve cesur bir kavmi ona yardımcı kılmıştı. Ne var ki müslümanlara
yapılan eziyetler daha da artmaya başladı. Rasul (s.a.v.)'in
ashabı eziyetleri şikayet edip hicret için izin istediler. Ardından
Rasul (s.a.v.) hicret edilecek yurtlarının
Yesrib (Medine) olduğunu onlara haber verdi. Artık dileyen çıkıp
oraya hicret ediyordu. Rasul (s.a.v.) şöyle
demişti:
“Rüyamda Mekke'den hurma
bahçelerinin bulunduğu bir yere hicret ettiğimi gördüm. İlkin
oranın Yemame veya Hecer olduğunu düşündüm. Meğer orası
Yesribmiş.”
Şü phesiz Rasul
(s.a.v.)’in kabilelerden nusret talep etme girişimleri,
Birinci ve İkinci Akabe Biatı, bu dine yardım edecek güçlü ve
kuvvetli bir oluşumu meydana getirmek içindi. İş sadece İslâm'a
davet, yapılan işkence ve eziyetlere tahammül etmekten ibaret değildi.
Bilakis Müslümanların kendilerini müdafaa için bir kuvvetin
bulunması da işin bir parçasıydı. Ayrıca uzakmış gibi görünse
de İslâm'ı toplum hayatında tatbik edecek ve İslâm’ı tüm
insanlık alemine taşıyacak olan İslâm Devleti'nin kurulmasını
sağlayacak olan ilk çekirdek güç ve köşe taşını oluşturmaya
sebep olacak bir nusret gerekliydi. Öyle bir güç ve kuvvet lazımdı
ki, İslâm’ı koruyacak ve Allah yolunda önüne çıkacak her
engeli aşarak onu yayacak. İşte bu minval üzere malı, vatanı,
eşi, akrabayı terk etme pahasına hicret hadisesi vukuu buldu.
Medine'ye hicret, Habeşistan’a hicretten tamamen farklı bir
yapıya sahipti.
Habeşistan’a hicret,
dinlerinden dolayı maruz kaldıkları baskılardan ve başlarına bir
musibetin gelmesinden korkarak ferdi bir çıkış niteliğindeydi.
Allah, Habeşistan'a hicreti Mekke'de işkence gören müslümanlara
bir rahatlama ve bir hava değişimi kılmıştı. Uzun süre orada
kalacak durumda değillerdi. Bilakis daveti yeniden daha canlı ve
zinde bir şekilde yüklenmek için kendilerini orada bir süre hazırladılar.
Muhacirlerin gittikleri ülkedeki nizamlara rağmen attıkları hiç
bir adım yoktur ki asıl yerdeki yönetimin değişmesine katkısı
bulunmasın. Ta ki bu sayede daveti daha iyi yüklenebilsinler.
Medine'ye Hicret
Medine'ye hicretle, bir yapının
yani İslâm Devleti'nin kurulmasından sonra davet ameliyesi, sözlü
anlatım, sabır ve tahammül evresinden, infaz devresine geçiş
tamamlanmıştır. Hicret, Daru'l küfürden Rasul (s.a.v.)'in
Medine'de kurduğu Daru'l İslâm’a intikal hareketidir. Zira orada
İslâm, bir devlet halinde İslâm'la hükmetme, onu pratikte ortaya
koyarak ona davet etme, kötülük ve taşkınlıklara karşı maddi
kuvvetle onu himaye etme işlemi ile tamamıyla bambaşka bir şekilde
yüklenilecekti.
Rasul (s.a.v.)
Medine'ye ulaştığında büyük bir topluluk onu karşıladı.
Yaptığı ilk iş, mescidin temelini atmak oldu. Zira mescit hem bir
namazgah hem de istişare, Müslümanların işlerini yönetme ve
aralarında hükmetme yeri idi. Medine'de savaş hazırlıkları
atmosferi başlatıldı. Bir seriye teşekkül ettirilip komutanı
tayin edilerek Medine dışına gönderildi. Ayrıca Yahudilerle bir
anlaşma imzalandı. Kısaca söylemek gerekirse, Rasul (s.a.v.)
Medine'de bir devlet başkanı gibi davranıp hükmetmeye başladı.
İşte bütün bu anlatılanlar
Rasul (s.a.v.)'in Daru'l İslâm’ı kurana
kadar yaptıkları işler idi. Öyle ise Rasul (s.a.v.)'in
yaptıklarından yola çıktığımızda bize düşen nedir?
Gerçek şu ki; biz Rasul (s.a.v.)'in
hal tarzıyla mukayyetiz. Onun gidişatını, izini takip etmemiz şer’i
bir vecibedir. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışmak farz
olunca, Rasul (s.a.v.)'in izlediği metodu
takip etmek de farz olacaktır. Zira onun herhangi bir hükmü açıklayıcı
fiilleri, açıklanan meselenin uyulmasını zaruri kılar. Bir
vacibin eda keyfiyetini gösteren fiilleri aynen takip etmek de
vaciptir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: “De ki; İşte
benim yolum! Ben ve bana tabi olanlar bir basiret üzere (sizi)
Allah'a davet ediyoruz.”
Binaenaleyh bize düşen
İslâm'a davet yolundaki çalışmamızı Rasul ( s.a.v.)'in
yaptığı gibi iki döneme veya merhaleye taksim etmektir.
- Kültürlendirme ve yapılanma
merhalesi,
- Mücadele ve yüz yüze
gelme merhalesi.
Rasul (s.a.v.)
birinci merhalede ne yapmışsa bizim de onu yapmamız gerekmektedir.
Bunun için önce daveti kabul edip onun zorluklarını yüklenmeyi
kabul eden kişilere yerleşik İslâm kültürünün verilmesi ve
onlarda seçkin bir İslâmi şahsiyetin oluşturulması hedeflenir.
İslâmi şahsiyet ise aydın bir İslâmi düşünüş biçiminin ve
seçkin İslâmi nefsiyetin oluşturulmasıyla gerçekleşir. Bunları
yapabilmek için ise yerleşik halka davet çalışması yapılır.
Tıpkı Rasul (s.a.v.)'in kendisinde hayır
umduğu kimseleri, toplumdaki mevkisine ve yaşına, cinsiyetine ve
soyuna bakmaksızın davet edip onları kitleleştirmesi gibi. Kitlede
şu özellikler tahakkuk edene kadar bunu yapmaya devam edilir.
- İçerisinde
bulundukları bozuk ortama direnebilecek bir seviyeye gelinceye,
nefsiyetleri ve düşünüş biçimleri İslâm oluncaya kadar İslâmi
kültürde olgunlaşmak.
-
Daveti kendi nefislerinde hapsetmeye takat getiremedikleri bir hale
gelmeleri. Böylece kendilerinden hayır umdukları ve yakın gördükleri
kimselerden başlamak suretiyle çemberi gün be gün genişleterek
benimsedikleri İslâm kültürünü başkalarına götürme arzu ve
isteğinde olurlar.
- Böylece
insanlar onların davetlerini, varlıklarını ve toplantılarını
hissedecek bir duruma gelene kadar.
Rasul (s.a.v.)'in
davetinin ilk aşamasında bulunan bu üç özellik bizde de var
olunca ikinci döneme geçiş yapabiliriz.
İşte bu merhalede bizim
Rasul ( s.a.v.)'in yaptığı gibi daveti açıktan
açığa yapıp onu mevcut olan topluma beyan edip, toplumun
fikirleriyle, adetleriyle, nizamlarıyla çarpışarak, hatalarını
ve bozukluklarını ortaya çıkarıp göstererek buna karşı İslâm'ın
fikirleri, mefhumları ve nizamlarının üstünlüğünü gün gibi
ümmetin anlayışına sunmamız gerekmektedir. Rasul (s.a.v.)'in
yaptığı gibi eğmeden, bükmeden, kısmadan ve yamultup
yumultmadan, yağcılık yapmadan, örfleri, gelenekleri,
dinleri, yöneticileri ve ideolojileri hesaba
katmadan bütün cesaret ve kuvvetlerimizle apaçık bir şekilde İslâm'a
davet etmemiz lazımdır. İnsanların olumlu veya olumsuz
karşılamalarına, geleneklerine göre hareket edip
etmediklerine, daveti kabul edip etmediklerine bakmadan yalnızca
İslâm düşüncesinin mutlak egemenliğini dikkate alarak daveti
taşımamız lazımdır. Bilakis İslâm’ın esaslarına tutunup
başkalarını o istikamette değiştirene kadar ısrar ve sabır içinde
olmalıyız. Bu davetimize karşı mevcut otoriteyi elinde tutanların
yapacakları engellemeler -Rasul (s.a.v.)
zamanında onu engelledikleri gibi- bizim siyasi olarak onlarla yüz
yüze mücadele etmemizi gerektirir. Bu da tıpkı Rasul’ün yaptığı
gibi onların ayıplarını, yönetimlerinin iç yüzünü
yöneticilikteki beceriksizliklerini ortaya çıkarmak suretiyle olur.
İşte Kur'an'dan buna bir örnek. Haşim oğulları arasında
şerefli bir konumunun olmasına rağmen bakın Kur'an, Ebu Leheb'in
adını zikrederek nasıl saldırıyor:
“Ebu Leheb'in iki eli
kurusun! Kurudu da! Onun malı ve kazancı ona bir fayda vermedi.
Alevli bir ateşe atılacaktır.”
Kur'an
böyle bir taarruzu ve tehdidi Mahzum oğullarının efendisi, Velid
b. Muğire'ye de yapmıştır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Tek olarak yaratıp
kendisine geniş servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim
kendisi için (nimetleri) ayakları altına serdiğim kimseyi bana bı rak.”
“Ben onu Sekara
(cehenneme) sokacağım.”
“...Bütün bunlardan
sonra bir de soysuzlukla damgalanmış.”
Ayrıca Ebu Cehil hakkında
ayette şu ifadeler yer almaktadır:
“Hayır! Eğer
(yaptığına) son vermezse derhal alnından yakalar cehenneme
atarız. Çünkü o yalancı günahkar bir alındır.”
Demek ki daveti yüklenmemiz,
Rasul (s.a.v.)'in başkalarının hidayeti için
gösterdiği hırs ve iştiyakı göstermemizi gerektirmektedir. Nasıl
Rasul (s.a.v.) bu merhalede onların akidesi
ve gayesi olması için İslâm akidesini onlara hırsla
anlatıyorduysa bizim de bu daveti, onların dünya ve Ahiret
saadetleri için yüklendiğimize kanaat getirmelerini
istiyoruz.
Bu şekildeki bir amansız
mücadele Rasul ( s.a.v.) döneminde olduğu
gibi beraberinde reddedilmeyi, engellemeyi, yalanlanmayı, düşmanlığı,
iftiraları, ilişkileri koparmayı getirebilir. Bütün bunlar bugün
de olacaktır.
Sahabe (r.a.)'ın
silaha başvurma ihtiyacını duyup Rasul (s.a.v.)'e
gelerek bu konuda talepte bulunmaları ve Rasul (s.a.v.)'in; ِ“Ben
affetmekle emrolundum, kavimle savaşmakla değil”
diyerek
onları engellemeleri bizim de yönetimi elde etmek için nusret
talebinde bulunmadan silaha başvurmamamız gerektiğini göstermektedir.
Rasul (s.a.v.)'in
daveti üçüncü döneme taşıması için -ki bu dönem İslâm’ı
metoduyla hakim kılma imkanını elde etme dönemidir- nusret (yardım)
talep etmesi gibi bizim de metoduna uygun olarak İslâm’ı hakim
kılıp onu ikame etme imkanına kavuşmak için nusret talep etmemiz
gerekmektedir. Zira Rasul (s.a.v.)'in
fiillerinde bunu apaçık görmekteyiz.
Nusret Talep Etmek
Metot hükümlerinden çok
önemli olan bir hüküm olan "nusret talep etmek"
hadisesinin üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Bu konuya biraz
değinip bize gerekli olanı kısaca ele almak istiyoruz. Özellikle
İslâm Devleti'ni kurmaya çalışan kimsenin "nusret talep
etme" meselesini küçümsemesi düşünülemez. Adeta ölçüsü
olmayan bir ayrıntı veya kendisiyle amel edilmeyecek derecede senedi
zayıf bir haber olarak ele alamaz. Buna rağmen ne yazık ki bir
takım insanlar hadlerini aşıp rahatlıkla bu mevzudaki ahkâma ve
bu ahkâmla amel edenlere saldırıyorlar. Kaldı ki Rasul (s.a.v.)'in
sireti, dikkate alınmayacak ufak ihtilaflar dışında tümüyle
bunun vakıasını göstermektedir. Diğer taraftan siyer kitapları günümüz
cemaatlarından hiç birine güven vermemektedir. Siyer kitaplarında
ve bizzat Kur'an'da;
"bağrına bastılar"
ve "yardım
ettiler"
ifadesi geçtiği halde ve
Kur'an onları övmek maksadıyla ve onları en belirgin
özellikleriyle, vasıflarıyla vasıflandırıp isimlendirerek onlara
"Ensar" adını vermiş olması göz ardı edilebilmektedir.
Gerçek şu ki;
Rasul (s.a.v.)'in siretine bakan kimse onun kuvvet
sahibi önderlerden nusret talep ettiğini görür. Kaldı ki o bu
talebinde defalarca çok çirkin bir şekilde geri çevrildiği halde
ısrarla nusret talep etmeye devam etmiş, aralıksız bunu
tekrarlamıştır. İbni Sa'd Tabakatı'nda Rasul (s.a.v.)'in
yardım talep ettiği on beş kabile ve aşiret ismini vermektedir. Bu
denli ısrar, eğer bir şeye delalet ediyorsa o da apaçık bir
şekilde "nusret talep etme"nin bilfiil Allah'ın Rasulü'ne
bir emir olduğudur. "Nusret talep etme" işine olumlu cevap
verenleri "Ensar" diye isimlendirmesi bunun bir başka
delilidir. Ayrıca Kur'an'ın birden fazla yerde onlardan övgüyle
söz etmesi ve Allah'ın onları bağışladığının ifade
edilmesini de buna ekleyebiliriz. Onların derecesi muhacirlerden
hemen sonra olduğu sabit olmuştur.
Diğer taraftan
"nusret taleb"i tanımını içeren lafızlar
"taleb"in şer’i bir hüküm olduğuna delalet etmektedir.
Nitekim Rasul ( s.a.v.) şöyle demiştir:
“Ey falan oğulları, ben
Allah'ın size gönderdiği Rasuluyüm. Ben yalnız Allah'a ibadet
etmenizi ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamanızı emrediyorum. Bana
iman etmenizi ve beni tasdik etmenizi, ayrıca Allah'ın beni kendisi
için gönderdiği şeyi açıklayıp ortaya koyana kadar bana yardım
etmenizi sizden istiyorum.”
Görüldüğü
gibi bu talep Allah ve Rasulü'nün bir emri durumundadır. Emir de
şer’i hükümdür. Bir şer’i hükmü icra ve infaz için uygun
bir uslüb ittihaz edinilmiştir. Haddi zatında soyut bir uslüptan
ibaret değildir.
Ayrıca Rasul ( s.a.v.)
ile kendisinden nusret talep edilen kesimler arasında meydana gelen münakaşalar,
İkinci Akabe Biatında Rasulullah (s.a.v.)
ile Ensar arasında geçen konuşma, Rasulullah (s.a.v.)'in
dinin ikamesi, dini koruyacak ve uygulayacak olan varlığın
oluşturulması hususunda çok fazla ısrarlı olduğunu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Aracılığı ile davetin yönünün değiştirildiği,
davetin uygulanacağı ve tüm aleme yayılacağı bir ülkeye geçişin
tamamlandığı bu hükmü nasıl ihmal edebiliriz? Bunu ihmal etmenin
hesabını kim verecek?
Kâfirler; "nusret
talep etme" işinin arkasında bir biatlaşma ve dinin
desteklenmesi söz konusu olacağını anladılar. İşte! Beni Amr b.
Sa'saa heyetinin, Rasul ( s.a.v.)'in
davetinin yönetimle ilgili olduğunu gayet iyi kavramış olması,
Mekke kafirlerinin İkinci Akabe Biatının yapıldığını haber
aldıklarında çılgına dönmeleri ve şöyle demeleri:
"Ey Hazreçliler! Sizin şu adamınızı
aramızdan çıkarıp bizimle savaşmak üzere ona tabi olduğunuzun
haberi bize ulaştı (aklınızı başınıza alın!)."
Hatta İkinci Akabe Biatı tamamlanınca şeytanın en yüksek
sesiyle; "Ey uyuşuklar! Muhammed ve bir grubun bir araya
gelip sizinle savaşmak üzere biatlaştığından haberiniz var
mı?!" diye bağırması, evet bütün bunlar Rasul (s.a.v.)'in
yardım talep etme ameliyesinin boyutunu göstermektedir.
El-Bera; İkinci Akabe
Biatı sonrasında şöyle dedi: "Elbette ki biat
ediyoruz. Ya Rasulullah, and olsun ki biz savaş ve
silahlarla büyüdük." Ebu'l
Heysem b. Et-Teyhan da şöyle dedi: "Bizimle bazı kavimler
arasında sürtüşme vardır. Allah sana yardım edip seni galip
kılarsa, bizi terk edip kavmine dönmeyi umar mısın! Ne
dersin?"
Esad b. Zürare de
şöyle dedi: "Bugün onu çıkarmak, bütün Araplardan ayrılmak
ve kılıçlarınızı ısırsanız da önemli kişilerinizin ölümü
demektir." Abbas b. Ubade'nin sözü de şu olmuştur: "Ey
Allah'ın Rasulü, eğer istiyorsan kılıçlarımızı çekip Mina'da
bulunanlara saldıralım."
Diğer taraftan Rasul ( s.a.v.)'in
Ebü'l Heysem'e cevabı şöyle olmuştur:
“Bilakis
kana kan! Talana talan! Sizin savaştığınızla savaşır, barış
yaptığınızla barış yaparım.”
İşte Aişe (r.anha)'ın
Rasul ( s.a.v.)'den söz ederken dediği şu
söz; "Allah'ın savaşçı, saygın ve kahraman bir kavmi ona
yardımcı kılması onun çok hoşuna gitmişti."
Şimdi de İbni Hişam'ın
Rasul ( s.a.v.)'in nusret talep etmesi
konusunda söylediklerine bakalım: "Allah (C.C.)
Rasulünü aziz kılmayı ve dinine yardım etmeyi dilediğinde onu
Ensar'dan bu küçük topluluğa yöneltti."
Bütün bu sözcükler, bu
hükmün ehemmiyetini gösterdiği gibi İslâm'a davet edilip onu
kabul eden kişinin dinin bir yardımcısı durumuna geleceği gerçeğinden
sarfınazar edilemeyeceğini de gösterir. Zira "biat" esnasında
kullanılan sözcüklerden olan, "dini açığa çıkarma",
"yardım", "harp", "eşraftan olanların
öldürülmesi", "kılıçların kırılması", "bütün
Arapları karşısına alma", "kadınlarını çoluk çocuğunu
korudukları gibi onu koruma" gibi tüm sözcükler, tabirler ve
ifadeler, dini tebliğ etmede güç kullanmayı gerektirse de
Rasulullah ( s.a.v.)'in istediği şekilde
himaye talebidir. Dini ve davayı koruyacak, dinin hükümlerini
uygulayacak ve tüm dünyaya yayacak olan devletin kurulması
talebidir.
Bütün bunları göz
önüne alarak Rasul ( s.a.v.) için şu
değerlendirme yapılabilir:
- Rasul (s.a.v.),
İslâm'a davetin ve şahısların selameti için müşriklerden de
olsa himaye ve yardım talep etmiştir. Diğer insanların ona
saldırmalarına karşı amcasının onu korumasında olduğu gibi.
Mut'im b. Adiyy'in Taif dönüşü onu himayesine alması da böyledir.
Ancak bu himayenin Müslümanı sıkıştırarak onun dinini pazarlık
konusu yaparak verilmesi doğru değildir. Hani amcası ondan
davetinde müşriklerin akidesine acımasızca saldırısını
hafifletmesini istediğinde Rasul (s.a.v.)
şöyle demişti:
“Ey amcacığım, Allah'a
yemin olsun ki güneşi sağ elime, ayı sol elime koyup bu davetten
vaz geçmemi isteseler yine de vaz geçmem. Ta ki Allah ya bu dini
galip kılar ya da ben bu uğurda helak olurum.”
- Rasul (s.a.v.) kabile
reislerine ulaşıp onların imana girmelerini
arzuluyordu ki, ona tabi olanlar da iman etsin. Bu, davetin en kolay
yoldan yayılıp çok sayıda insan tarafından kabul edilmesini
sağlayan bir yöntem idi. Kabileye bağlı olanların katılımını
sağlayan geçerli adetleriydi.
- Rasul (s.a.v.)
İkinci Akabe Biatında olduğu gibi Müslüman olmalarını şart
koşarak kuvvet sahiplerinden nusret talep etmiştir.
Diğer taraftan kuvvet
sahiplerinden nusret talep etmenin Rasul (s.a.v.)
zamanındaki vakıasını iyi anlamak gerekmektedir. Nusret, kavmin
ele başlarını bünyesinde toplayan kişilerden talep edilmiştir. Söz
konusu liderler hem yönetici, hem askeri komutan, hem de insanların
görüşlerine başvurduğu kişilerdi.
Günümüzde ise yönetici
zor kullanarak kuvvete sahip olmaktadır. O halktan bir parça değildir.
Halktan bir parça imiş gibi bir görüntü vermesi gerçek değildir.
Bize düşen Rasul (s.a.v.)'in yaptığı
gibi toplumun arkasında bulunanların önündeki kapının açılması
için toplumda ağırlığı bulunanlara ulaşmamız, halk desteğini
almamız ve yönetimi ele geçirmek için kuvvet sahiplerinden
"nusret talebi"nde bulunmamız gerekmektedir. Ayrıca eza ve
cefanın ileri safhaya varıp şiddetlendiği zaman cemaat fertlerinin
dinlerini pazarlık konusu yapmadan tanıdıklarından ve
akrabalarından himaye istemeleri ya da görmelerinde bir beis
yoktur. Bunu ortaya koyarken biz Rasul (s.a.v.)'in
yaptığını yapmış oluyoruz. Zira bu hükmü, Rasul (s.a.v.)'in
yaptığı olaylardan aynen alıyoruz:
İşte Rasul (s.a.v.)'in
takip ettiği ve bizim de onun fiillerine bağlanarak takip etmemiz
gereken metot budur. Bu metotta şunları buluyoruz:
1- Rasul (s.a.v.)'in
Mekke'de daveti omuzlarına yükleyerek kendisinden sonra ümmete
komutanlık yapacak olan muhacirleri yetiştirdiği gibi İslâm
Devleti'ni kuracak olan gençliği hazırlamak ve örgütlemek.
2-
Ümmette siyasi düşünce ve uyanıklığı sağlayacak görüşü
kazandırmak ve bunu bütün fertlere yaymak. Sadece İslâm’ı
isteyen ve korunmasına her zaman hazır olan Medine halkının
yaptığı gibi İslâm Devleti kurulduğunda üzerine titreyecek,
gözü gibi koruyacak yönetim nizamı gibi her meselede İslâm'dan
başkasına asla rıza göstermeyecek halk desteğinin sağlanması.
3-
Aracılığıyla yönetime ulaşılacak olan güç ehlinin elde
edilmesi.
Gerçek şu ki, ne zaman bu
şartlar hakkımızda tahakkuk ederse, Rasul (s.a.v.)'in
takip ettiği aynı metoda göre İslâm Devleti'nin kurulması için
gerekli olan şartlar da hazırlanmış olur. Allah sübhanehu Teâla’nın
şeriatının gereğini yapmaya koyulanlara yardım etmeyi vaad
ettiği muhakkaktır. Zira şöyle buyurmuştur:
“Mü"minlere yardım
etmek üzerimize bir hak olmuştur.”
“Allah, muhakkak ki kendi
(dini)ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok
kuvvetli ve pek azizdir.”
“Allah sizden iman edip
salih amel işleyenlere, muhakkak onlardan öncekileri halife kıldığım
gibi onları da yeryüzünde halifeler kılacağım. Onlar için razı
olduğum dinlerini hakim kılacağım. Korkularından sonra onları güvende
kılacağım ki bana ibadet edip hiç bir şeyi şirk koşmasınlar
diye vaad etmiştir.”
Metot ve Üslub
Şimdi ortaya atılan soru
şudur: Rasul ( s.a.v.)'in Mekke'deki hayatı
sırasında yaptığı her hareket ve söylediği her söz Allah'ın
ona inzal buyurduğu vahiy olarak değerlendirilerek öylece gereğinin
yapılması vacip olarak mı sayılacak? Yoksa bazı fiiller ve sözler
vahiy olarak değerlendirilmeyip vücubiyet sahasının dışında mı
bırakılacak.?
İşte metot, üslub ve
araç (vesile) konusunu bu başlık altında inceleyeceğiz.
Ortaya atılan diğer bir
soru da şudur: Metodun -ki o şer’i ahkâmın bir yekünüdür-
tecrübe ile elde edilebilecek bir şey olduğuna, denendikten kısa
bir müddet sonra faydalı olduğu görüldüğünde doğru olduğu
kabul edilen, aksi takdirde hatalı olduğu anlaşılabilen bir şey
olduğuna hükmetmemiz yerinde midir? Metot hakkında bu kanaat doğru
mudur?
Birinci Soruya Geri Dönelim
Allah Sübhanehu Teâla
Müslümanlardan Rasul (s.a.v.)'in bütün söz ve
efaline ittiba etmelerini, ayrıca her söz ve davranışını esas
almalarını talep etmektedir. Zira Allah (C.C.)
şöyle buyuruyor:
“O heva ve hevesinden
konuşmaz. O kendisine inzal olunan vahiyden başkası değildir.”
“Rasul size neyi getirdi
ise onu alın, sizi neden nehyetti ise ondan sakının.”
İşte buradaki “neyi” edatı umum ifade eder. Binaenaleyh Rasul (s.a.v.)'in
getirdiği (bize tebliğ ettiği) dinin dışında hiç bir mesele
yoktur. Şu var ki bu umum lafzını tahsis eden şer’i delilin
istisna ettikleri şeyler mevcuttur.
Gerçekten ittiba etmek
konusunda Rasul (s.a.v.)'in bazı fiil ve sözlerini
ayıran deliller mevcuttur.
- Meselâ; Rasul
(s.a.v.) şöyle demiştir: “Dünya
ile ilgili işlerinizi siz daha iyi bilirsiniz.”
Dünya
işleri ile kasdedilen ziraat, sanat, keşif ve icad, tıp ve mühendislik
eğitim-öğretimi v.b. hususlardır. Bütün bunlar vahyin konusu dışındadır.
Rasul (s.a.v.) bu mevzularda kendisinin
diğer insanlardan bir farkı ve üstünlüğü olmadığını bize
bildirmiştir. Hurma ağaçlarının aşılanması hadisesinde olduğu
gibi.
- Rasul (s.a.v.)'in
bazı fiilleri vardır ki yalnız kendisine has olduğu ve
başkasının o fiillere iştirak edemeyeceği sabit olmuştur. Meselâ;
kuşluk namazı yalnız kendisine vacip kılınmıştır. Visal orucu
ve dörtten fazla kadınla evlenmek yalnızca ona mübahtır.. İşte
bu ve buna benzer Rasul (s.a.v.)'e has
olduğu sabit olan amellerde ona ittiba edilmez.
-
Ayrıca bir takım davranışlar da vardır ki insan olmanın bir
gereği olarak herkes onları yapar. Örneğin oturmak, yürümek,
yeme, içme v.b. şeyler bu sınıfa girer. Öyle ki bu fiiller Rasul
(s.a.v.)'e mübah olduğu gibi bütün
ümmete de mübahtır.
-
Diğer taraftan Rasul (s.a.v.) şer’i hükmü
icra ve infaz ettiğinde onu muhtelif üslub ve araçlar kullanarak
icra etmiştir. Demek oluyor ki şer’i hüküm, icra ve infazı
gerekli olan Allah'ın hükmüdür. Şer'i hükmün infaz keyfiyetine
gelince, yani üslub ve araçlar söz konusu olduğunda o,
Rasul (s.a.v.)'in şahsına bırakılmıştır.
Rasul (s.a.v.) da her insan gibi onu harama
götürmeyen güzel bir üslub ve vesilelerle infaz etmiştir.
Bunu şöyle bir örnekle
izah edelim: Allah (C.C.) şöyle buyurmuştur:
“Emrolunduğun şeyi
(kafalarını) çatlatırcasına anlat.”
Bu
emir, yerine getirilmesi gereken bir şer’i hükümdür. Şeriat
onun icra ve infazı için mahdut bir keyfiyet göstermemiştir. Rasul
(s.a.v.) Allah'ın emrine uyarak müşriklerin
kafalarını çatlatırcasına emrolunduğunu tebliğ etmesi, aksi yönde
hareket etmesi mümkün olmayan bir emirdir. Ancak ayet bu emrin infaz
keyfiyeti konusunda Rasulullah'ı bağlayıcı bir hususu
bildirmemiştir. Rasul (s.a.v.)'in
davranışlarını (efalini) kendine esas kılarak İslâm Devleti'ni
kurmak isteyen cemaat için de adı geçen mevzuda bağlayıcı bir
üslub yoktur. Kaldı ki Rasul (s.a.v.)
bazen "Safa" tepesine çıkardı, bazen yemeğe çağırırdı,
bazen de müslümanları alarak iki saf halinde Kâbe'yi tavaf ederek
söz konusu aşikar daveti icra ve infaz ederdi. Bütün bu üslublar
şer’i hükmün infazı ile ilgilidir. Yani asıl hükümle, yüz
yüze mücadele ile ilintili, ayrıntılı davranışlardır. Asıl açısından
mübah sayılmaktadır. Bunların infazı hususunda tafsili usluplar
belirtilmeyerek cemaatın tesbitine bırakılmıştır. Bir
örnek daha verelim: Allahu Teâla şöyle buyurdu:
“Sizin ve Allah'ın düşmanlarını
korkutacak yetişmiş savaş atlarınızdan gücünüzün yettiği
kadarını hazırlayın.”
Burada
"hazırlayın" ifadesi bir şer’i hükümdür. Yerine
getirilmesi gerekir. Farzdır ve ona muhalefet etmek haramdır. Bu
ayette İstenen, şey kendisi dolayısıyla düşmanın korkacağı gücün
hazırlanmasıdır. "Besili atlar" düşmanın korkutulması
için bir vesile (araç) durumunda olduğu için bağlayıcı
değildir. Öyle ise düşmanı korkuya sevk edecek her aracın
bulundurulması istenmektedir. Kendisiyle cihadın tahakkuk ettiği
araçlar yenilenmiştir. Öyleyse şer’i hükmün icra edilmesinde
aktif araçların elde edilmesi istenmektedir. Günümüzde kendisiyle
cihadın yapılabileceği araç ve gereçler, Allah'ın düşmanları
olan münafık, müşrik ve kafirleri korkutacak olan uçaklar, toplar
ve füzeler v.b. şeylerdir. Görülüyor ki şer’i hüküm
şari'nin hitabının merkezleştiği açıkça görülen asıl hükümdür.
Buna göre üslub, asıl hükmün
tenfiz keyfiyetiyle ilintili teferruatı gösteren hükümdür. Mübah
kılınmış olması bakımından en uygun olanını belirleme işi
bize bırakılmıştır.
Binaenaleyh Mekke'de olsun
Medine'de olsun akideye taalluk etsin, nizamı ile
ilgili olsun, metodunu göstersin ya da şer’i hükmün tatbikine
ait olsun yukarıda belirttiğimiz istisnalar ve benzerleri dışında
Rasul (s.a.v.)'den sadır olan her şey
vahiydir, esas alınması gereken şey durumundadır.
Rasul (s.a.v.)'in
Mekke'deki davetinin seyrine dikkatlice bakan, muhalefet edilmesi caiz
olmayan bağlayıcı şer’i ahkâm niteliğinde olan davranışlar
ve eylemleri icra ettiğini görecektir. Ayrıca üslub niteliğinde
olan davranışlarına da şahit olacaktır. Kendisinden infazı
istenen şer’i hüküm için bazı vesilelere baş vurduğunu da görecektir.
İşte bundan dolayıdır ki metot niteliğinde olan hükümler ile
üslub ve vesile karakterinde olan hükümlerin arasını ayırmak bir
mecburiyet olmaktadır. Ta ki söz konusu cemaat kendisinden istenen
şeyin ne olduğunu ve muhayyer bırakıldığı alanı iyice
bellesin.
Metodun tamamen şartlara göre
cemaatın isteğine bırakılmış üslublardan saymak caiz değildir.
Böyle yapıldığı takdirde metotla ilgili şer’i hükümler ihmal
edilerek onların yerini beşeri metotlar alacaktır. Bunu daha iyi açıklamak
için bir kaç misal vereceğiz:
- Allah (C.C.)
şöyle buyuruyor: “Emrolunduğun şeyi kafalarını çatlatırcasına
anlat.”
Bu emir, Allah'ın
Rasulü'ne açıktan açığa davet etmesini isteyen emridir. Bu emir
iki şer’i hükmü ortaya koymaktadır.
1-
Bu ayetin nüzülünden önce açıktan davetin yapılmadığı.
2-
Bu ayetin gereği olarak davetin bundan böyle açıkça yapılacağı.
Buna göre ayetin
inzalinden sonra Rasul (s.a.v.) daveti aşikar veya
gizli yapma konusunda muhayyer değildir. Bilakis aşikar bir şekilde
davet ederek Allah'ın hükmüne itaat etmesi gerekmiştir. İşte bu,
şeriatın beyan ettiği şer’i bir hüküm olup Rasul (s.a.v.)'in
kendiliğinden ortaya koyduğu bir keyfiyet değildir. Öyleyse esas
alınması lazımdır. Zira Allah'ın “Emrolunduğun
şeyi” şeklinde kavli celilesi olan
Allahu Teâla'nın bir emri olduğuna delalet etmektedir.
- Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır: “Kendilerine; ellerinize hakim olun ve namazı
ikame edin, denilenleri görmedin mi...”
Yine
kafirlerin şiddet kullanmalarına karşı Abdurrahman b. Avf'ın
Rasul (s.a.v.)'den silah kullanmayı talep
ettiğinde kendisine;
“Ben affetmekle
emrolundum, kavimle savaşmakla değil.”
demesi ve sonra da
Mekke'den Medine'ye hicret esnasında savaşa izin veren;
“Zulme uğramalarından
dolayı onlara savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım
etmeye kadirdir”
ayeti, daha önce savaşa izin verilmediğine
ve daha sonra izin verildiğine, izin verenin Allahu Teâla olduğuna
delalet etmektedir. Bunun için şer’i bir hüküm olarak gereğinin
yapılması vacip olmaktadır. Bunlar, Rasul (s.a.v.)'in
yapıp yapmamakta serbest kaldığı işlerden değildir. Aksine hepsi
vahiydendir ve bağlayıcıdır. Rasul (s.a.v.)'in
onunla mukayyet olması gibi, bizim de onunla kayıtlı olmamız kaçınılmazdır.
- Rasul (s.a.v.)'in
kabilelerden nusret talep ederken sarf ettiği mübarek
sözler de tıpkı bunun gibidir. O, kabilelere şöyle demişti:
“Ey filan oğulları! Ben
Allah'ın size olan elçisiyim. Ben size yalnızca Allah'a ibadet edip
O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanızı, O'na tapıp O'na denk
tuttuğunuz O'nun dışındaki şeylerden vaz geçmenizi, bana inanmanızı
ve bana kuvvet vermenizi (bir rivayette de, bana yardım etmenizi)
emrediyorum. Ta ki bu sayede Allah'ın beni kendisi için gönderdiği
şeyi beyan edeyim.”
Görüldüğü gibi Rasul
bu işin Allah'ın (C.C.) bir emri olduğunu
ifade etmektedir. Rasul da vahyin gereğini yapıyor. Rasul (s.a.v.)'in
defalarca hem de çirkin bir şekilde geri çevrilmesine rağmen
nusret talep etmekte ısrar etmesi de bunun Allah'ın bir emri
olduğuna delalet etmektedir.
Bu örnekler metotla alakalı
bazı şer’i hükümlerle ilgiliydi. Şer'i hükmün kendisiyle icra
ve infaz edildiği üslub ve vesilelere gelince, onların mahdut
şekilleri bizden istenmemektedir. Biz şer’i hükmün infazını
başarıyla sonuçlandıracak uygun üslub ve vesileleri seçip
uygulayacak durumdayız.
Gerçekte yerleşik kültürlendirme
işini Rasul ( s.a.v.) müminlerle birlikte
bazı evlerde mahallelerde ve Daru'l Erkam'da bilfiil yapmıştır. Bu
hüküm, bizim için bağlayıcı olan bir şer’i hükümdür. Bunu
uygun bir üslubla icra etmiştir. Yerleşik bir şekilde İslâmi
fikirleri vermek için oturumlar düzenlemek veya ailelerle ilgili
üslubları seçebilir. Ona haftalık bir vakit tayin ederek
oturumlara katılacak fertlerin veya ailelerin sayısını
belirleyebilir. Bütün bunlar davete icabet edip iman eden
gençlerin nefislerinde İslâmi fikirlerin kökleşmesini
sağlayacak mütenasib üslublardır. Bu
saha tamamen bize bırakılmıştır. İslâmi fikirleri kökleştirecek
kültürlendirme ameliyesini icra edeceğimiz üslub ve araçları seçip
belirleme durumundayız.
Rasul (s.a.v.) kendini tamamıyla
davasına vererek Mekke sokaklarında ve tüm insanların önünde
devamlı insanları davet ediyordu. Biz de bu işi yapmaya
kalkıştığımızda, hitabet veya sohbetlerde fikirlerin yayılması
gibi uygun üslublar benimseyeceğiz. Ayrıca insanların acı tatlı
günleri dolayısıyla bir araya gelinmesi durumunda davet görevini
yerine getireceğiz. Ya da kitap, dergi ve diğer neşriyat, teyp veya
video kasetleri ile ve diğer iletişim araçları ile en uygun bir
şekilde yapılabilir. Bütün bunlar mübah olan araçlardır.
Bunun gibi Rasul (s.a.v.)
nusret talep etmek için Taif'e doğru yol aldığında yayan veya
binekli olarak oraya gitmesi, bu hususta herhangi bir aracı
kullanması bağlayıcı hususlardan değildir. Bu tür araçları
şeriat sınırlandırmadan bize bırakmıştır.
Bunun için Rasul (s.a.v.)'in
bir kıl kadar çiğnemediği şer’i hükümlerin çerçevesini
çizdiği ve belirlediği vahiy kaynaklı metodu çok iyi kavramamız
gerekmektedir. Ayrıca Rasul gibi bizim de bu ilahi olan metottan kıl
kadar şaşmamamız lazımdır. Şer'i hükmün icra ve infazının
muktezası olan ve değişebilen bütün araç-gereç, şekli ve
üslublar Rasul (s.a.v.)'e bırakılmış
olduğu gibi bize de bırakılmıştır.
Şüphesiz "Daru'l
İslâm"ı oluşturmak şer’i hükümdür. Ne yazık ki onu
oluşturma metodunu, üslub seviyesine indirgeyerek kendi kendimize
bunu ortaya koyma durumunda olduğumuz tasavvur edilmekte ve bizi
Daru'l İslâm'ı oluşturma neticesine götüreceği zannedilerek
işe kalkışmaktayız. Bu çerçevede; fakirlere yardım, güzel
ahlaka davet, okullar ve hastaneler inşa etmek, faziletli amellerde
bulunmaya çağırmak, yöneticilere karşı savaşarak cihad etmek,
veya yönetime katılmak amacıyla meclise girmek gibi hareketlerin
tamamı, Rasulullah (s.a.v.)'in Dar'ı İslâm’ı
kurmak için Rabbinin emrine sarılarak takip ettiği yoldan çıkmak
demektir. Rasul (s.a.v.) Allah'ın emrinin
bir gereği olarak her türlü güçlükler karşısında hakkı
haykırdığı gibi bizim de her türlü zorluklar karşısında
hakkı haykırmalıyız. Yoksa ona muhalif davranmış oluruz. Yine
Rasul (s.a.v.) Mekke'de savaşmaktan elini
çekmesini ve Müslümanların silah kullanmasına izin vermemesini
örnek alarak biz de onun gibi yapmalıyız. Rasul (s.a.v.)'in
nusret talep etmesi gibi muhtelif vakıayı aynı itibarla
değerlendirip biz de nusret talep etmek durumundayız. Kısacası
Allah sübhanehu ve Teâla'nın, Rasulüne belirlediği her adım bizi
bağlar. Ona muhalefet etmek, ona itina göstermemek şeriata muhalif
davranmak demektir.
Görüldüğü gibi metot
hususunda biz muhayyer değiliz. Şeriat bize bir gaye ve ona ulaşma
metodunu birlikte belirlemiştir. Ona itaat etmekten başka bir
muhayyerliğimiz yoktur.
Ayrıca hemen belirtelim ki
metodu ve atılacak adımları belirleyecek tek şey şer’i
nasslardır ki o da Kur'an ve Sünnettir. Metodun belirlenmesinde işi
akla, şartlara ve maslahata bırakamayız.
Binaenaleyh bize düşen
Rasul (s.a.v.)'in metodunu iyice kavramak o
nasıl yürümüşse öylece yürüyüp bağlanmamız vacip
olmaktadır. Onun çalışmasının merhalelerini ve her merhalede
tamamlanan işleri çok iyi ortaya koymamız gerekmektedir.
Kültürlendirme
merhalesinde, Rasul (s.a.v.), fertlere ulaşma,
kendisine iman edenlerle beraber gizli bir yerde toplanma ve onları kültürlendirme
işine sürekli bir şekilde devam etmiştir. Bizim de bu işi
yapmamız gerekmektedir ki bu bir şer’i hükümdür. Ancak bunu
yaparken başvuracağımız üslub ve vesilelerden uygun olanı tercih
etmek bize kalmıştır.
Kaynaşma merhalesinde
Rasul (s.a.v.) meydanlarda alenen İslâm'a
davet ediyor, inen yüzlerce ayet, bozuk akide ve adetlere, isim ve
vasıflarını zikrederek Kureyş'in ileri gelenlerine saldırıyordu.
İşte Rasul (s.a.v.) bu işleri görürken
bu haliyle kendini kabilelere arz ederek kabul etmelerini istiyordu.
Bizim de bu işlere birer şer’i hüküm olmaları itibarı ile
sarılmamız gerekir. Bütün bunları, birinci merhaledeki kültürlendirme
ameliyesine eklemeliyiz. Zira birinci merhalede
fikrî çekişmenin ve siyasi yüzleşmenin yaşandığı ikinci
merhaledeki işlerin kültürü verilir. Ayrıca ümmetin maslahatı
İslâm esaslarına göre bina edilerek kâfirlerin ümmeti
sömürerek yaptıkları ihanetlerin ve yönetimde yapageldikleri
zalimliklerin ortaya çıkarılması lazımdır. Bütün bunlar
tamamen Rasul (s.a.v.)'in efali esas alınarak
onlar için uygun üslub ve vesileler tercih edilerek yapılır.
Evet, Rasul (s.a.v.)'in
Mekke'de geçirdiği bu zaman dilimi Daru'l İslâm’ın
kurulmasında esas alınması gereken bir dönemdir. Rasul (s.a.v.)
bu metot üzere yürürken ve bu amacını gerçekleştirecek işlerle
uğraşırken hor görülüyor, zayıf bırakılıyor ve şiddetli
eziyetlere maruz kalıyordu. Fakat bütün bunlar
ne onun hakkı haykırmasını engelledi ne de azmini zayıflattı.
Allah ona emrediyordu o da bütün gayretleriyle onu infaz ediyordu.
Daveti açıktan açığa götürmesini isteyen Allahu Teâla’nın
özet ifade eden: “Emrolunduğun şeye apaçık davet et.”
ayetini işiten ve Rasul’ün bu emre
imtisalen Rabbinin emrini hiç kimseden çekinmeden bütün şiddeti
ile haykıran, Rasulün bu hareketini gördüğü halde onun metodu
bizim için bağlayıcı değildir diyen bir kimse, Rasülün metodunu
anlamaktan ne kadar da uzaktır. Eğer metot bağlayıcı değilse,
kafirlerin hakim olduğu bir ortamda kafirlere meydan okuyarak
onların ilahlarına, liderlerine, adetlerine ve düşüncelerine saldıran
Rasulullah (s.a.v.)'e ne gerek vardı?
Kaldı ki O, bütün bunları Kur'an'ın yönlendirmesi ile yapmaktaydı.
Rasul (s.a.v.) ileri gelenlerine meyledip
onları razı edebilirdi. Ya da bozuk adetleriyle amel edip onları
imkan dahilinde kendine karşı yumuşatabilirdi. Şüphesiz eğer böyle
yapsaydı, Rabbinin emrine muhalif davranmış olurdu. Kaldı ki
Kur'an ayetleri iniyor ve Rasul (s.a.v.) emirlerini,
direktiflerini aynen yerine getiriyordu. Allah sübhanehu Teâla ona; “Kalk
ve uyar!”
dediğinde yukarıda geçtiği gibi
kalkıp müşriklerin reislerine sözlü olarak saldırmıştı.
“Ebu Leheb’in iki
elleri kurusun.”
“Bir de soysuzlukla
damgalanmıştır.”
v.b. ayetler
elbette ki alenen okunmuştur. Ayrıca Kur'an Rasul (s.a.v.)'i
müdafaa ederek; “Sen Allah'ın nimeti
sayesinde mecnun değilsin”
demektedir.
Bununla kalmıyor; “İstiyor ki sen
onlara yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar”
diyerek kâfirlerin vasıflarını ortaya
koyuyor ve Rasul (s.a.v.)'i Mekke ve çevresini apaçık
Allah'ın indirdiği şeye aşikar bir tarzda beyinlerini çatlatırcasına
davet etmesini emrediyordu. Onu ve beraberinde bulunanların silahla
davetini men ediyordu. Görüldüğü gibi Kur'an ayetleri inzal
oluyor, Rasul (s.a.v.) de o istikamette yürüyordu. Metodun
gerekli ve bağlayıcı olmadığını söyleyen kişinin daha ne
delili olabilir ki?!
Zira gerekli ve
bağlayıcı olmaması; serbest bırakılması manasına gelmektedir.
Yani Rasul (s.a.v.) ona inen ayetlere veya
hiç olmazsa bazılarına muhalif davranabilme serbestiyetine sahipti.
Çünkü aslında inen ayetlere bağlanma mecburiyeti falan da yoktur.
Bu da şu demektir: Biz de Rasul (s.a.v.)'in
metodunu takip edip etmemekte muhayyeriz, başka bir metot takip
edebiliriz. İşte bu düşünceyle Rasul (s.a.v.)'in
toplumu değiştirme konusundaki metodunu sahih ve doğru bir biçimde
anlamaktan uzaklaşıyoruz.
Günümüz
Müslümanları, Metot ve Üslubu
Birbirine Karıştırdılar
Günümüzde mevcut durumun
üzerinde kaim olduğu esasların Rasul ( s.a.v.)'in
yaşadığı zamandan farklı olması, bazı Müslümanlarda metot
hususunda bir şüphenin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiştir.
Rasul (s.a.v.) zamanında toplumların ilkel
bir tarzda kabile ve aşiretler şeklinde yapılanmış iken günümüzde
daha karmaşık ve iç içe bir tarzda yapılanmış olması, o günün
devletleri mesabesinde olan kabileler binlerle ifade edilirken,
günümüz devletlerinin nüfusları milyonlar on milyonlarla ifade
ediliyor olması, geçmişte davet, kafirleri imana davet şeklinde
cereyan ederken günümüzde müslümanların İslâmi hayatı yeniden
başlatmaya davet şeklini almış olması, Rasul (s.a.v.)
zamanında Rum ve Fars imparatorlukları gibi büyük devletlerin,
Rasul (s.a.v.)'in Mekke'deki davetine
müdahale etmedikleri halde günümüz liderlerinin büyük
devletlerin siyasetlerine bağlı olmaları, daha da öte onların
siyasetlerinin uygulayıcıları olmaları ve büyük devletlerin İslâm’a
ve Müslümanlara tuzaklar tezgahlamaları, evet işte bütün bunlar
bu şüpheyi beslemektedirler.
Bu şüphe sahiplerinin
halleri şunu ifade ediyor: Bu kadar şey değişmiş iken nasıl
Rasul ( s.a.v.)'in metodunu alacağız? Bunda
bir donukluk ve katılık vardır. Kaldı ki biz böyle zor bir
durumda bırakılmış değiliz. Asıl amaç İslâmiyetin bir devlet
şeklinde tatbik edilmesi ve Allah'a ubudiyetin gerçekleşmesi gibi büyük
hedeflere ulaşmaktır.
Mevzuları ele alışta
sahih ve doğru bir kavrayışın sağlanması için gerekli olan şer’i
hükmün daima sebebi nüzulü olan bir vakıaya inmiş olduğu gerçeğinin
bilinmesidir. Vakıa yerini farklı bir vakıaya bıraktığında şer’i
hüküm de yerini yeni bir şer’i hükme bırakır. Fakat vakıa
değişmediği sürece ona taalluk eden şer’i hüküm olduğu gibi
kalır. Kaldı ki vakıa hakkında itibar olunan onun esas
vasıflarıdır, dış görünümü değildir.
Buna göre toplum; aynı
fikirlere inanan ve o fikirlerden doğan duyguları kabul eden ve bu
fikirler doğrultusunda oluşan her şeye razı olan ve bu fikirlere
muhalif olan duygulara buğz ve nefret duyan insanlardan meydana
gelmiştir. Bu açıdan bu fikirlerden neşet eden ve bu insanlara
tatbik olunan nizam bu duygulara yönelen tecavüze engel olur.
Böylece insanlar kanaat getirdikleri ve güven duydukları bir
hayatı yaşamaya devam ederler.
Bazen ilkel bazen girift
pek çok muhtelif şekillerde de olsa toplumun vakıası budur.
İnsanlardan müteşekkil bütün toplumlar müşterek fikir ve
duygulara sahip ve bu fikirlerin cinsinden olan bir nizamla hüküm
olunmayı gerektirirler. İlkel kabile veya çağdaş devlet şeklinde
olması, nüfusunun binler veya milyonlarla ifade edilmesi arasında
bir fark yoktur. Hapsi de toplumdur. Çünkü onu toplum yapan
nitelikler aynı kalıp, değişmemektedir.
Diğer taraftan Rasul ( s.a.v.)
İslâmi fikirleri, duyguları ve nizamları ortaya koyma metoduyla
İslâm toplumunu meydana getirmeye çalıştı. Bunu İslâm
toplumunu meydana getirme metodu olan şer’i metotla yaptı. Bütün
çalışmasını bu yönde gösteriyordu. Medine'de topluma üstün
gelen Müslümanlardan bir takım fertler oluşturdu. Onlara İslâm’ın
temel fikirlerini kavratmış ve o fikirlerle mütecanis duyguları
meydana getirmişti. Rasul (s.a.v.) onlara
hicret ettiğinde İslâm toplumunu teşkil edecek nizamı ikame etti.
İlk etapta yalın bir şekilde teşekkül eden devlet, bilahare
intizam altına alınarak techiz edildi.
Büyük devletlerin o gün
müdahale etmedikleri, günümüzde İslâm'a ulaşılmaya engel
oldukları meselesine gelince bu durum, metoda olan ihtiyacı ortadan
kaldırmaz, bilakis onun gerekliliğini pekiştirir. Vakıanın bu
olması itibarıyla devlette ve kültürlenme işinde bir kat daha
fazla çalışmayı gerektirecektir. Büyük devletlerin siyasetlerini
ihata edip, kukla ve köle yöneticiler vasıtasıyla bize uygulamayı
planladıkları desiselerini anlamaları için bir kitlenin bu yönde
çalışması gerekecektir. Bu sayede bunlardan korunabiliriz.
Rasul (s.a.v.)'in
gücünü sadece imana davette harcadığını, o zamanda az sayıda
şer’i ahkâmın söz konusu olduğuna gelince, diyoruz ki: Az
sayıda hüküm inmiş olsa da yine davet konusunda şer’i ahkâmla
amel etmenin ehemmiyetine olan delalet önem arz etmektedir. Kaldı ki
Mekke'deki davet İslâm'a girmeye davet niteliğindedir. Günümüzde
bütün ahkâm ayetleri inmiş olarak davet, Müslümanlar nezdinde
İslâmi akideye davettir. Diğer bir ifadeyle Allahu Teâla huzurunda
Müslümanlar sadece inanmakla sorumlu değil bilakis bütün bir İslâm'dan
sorumludurlar. Meselâ; Mekke'de ölen Müslüman, vefatına kadar
inmiş olan ahkâmdan sorulacaktır. Ancak günümüzde ölen bir kişiye
Allah (C.C.) bütün İslâm'dan soracaktır.
Bunun için davetin kuşatıcı olması ve İslâmi hayatı yeniden
başlatmaya yönelik olması gerekmektedir. Zira biz yeni bir şeye
veya yeni bir dine davet etmiyoruz.
Bunun gibi Müslümanların
içinde bulunduğu vakıayı iyice tahlil eden kişi, Müslümanların
probleminin, akidelerini kaybetmiş olmadığını, fakat İslâmi
akidenin hayat hakkındaki fikirlerle ve hayatı tanzim eden hükümlerle
alakasının nasıl kurulacağını bilmeyecek
durumda olduğunu görecektir. Akidenin dünyevi hüviyeti artık
kaybolmuştur. Tabii ki bütün bunlar kâfir batının Müslümanlar
üzerindeki etkinliklerinin sonuçlarıdır. Zira kâfir batı
devletleri bu olumsuz etkinliğin devamını sağlamak için bu
paralelde nizamlar ve düzenleri hakim kılmıştır. Ayrıca
benimsettiği eğitim, öğretim programlarıyla ve kendine
bağladığı basın ve yayın organlarıyla mevcut olan etkinliğini
artırmak ve yaygınlaştırmaya devam ediyor. Öyle ise İslâm’ı
doğru ve sahih bir şekilde sunmaya çalışan her kimse, akide ve
imanın kendisinden hayata bakış açısı kazandıran fikirler ve
hayatı tanzim eden hükümlerin fışkırdığı temel esaslar
olduğunu önemle apaçık ortaya çıkarması bir gereklilik
olmaktadır. Bu akide çerçevesinde hayatla alakalı fikirler
oluşturulmalı. Bu da her şeyi yaratan ve idare edenin
bizzat Allah olduğunu, hükmün sadece O'na ait olduğunu, dünya ve
Ahiret işlerinin çözümünde yegane tek merci olduğu hususunda
temerküz etmektedir. Müslümana, iman ve ondan fışkıran ahkâmın
farz olunca hakkın kuvveti ve hüviyeti de açığa çıkmış olur.
Tıpkı bunun gibi kitlenin gücü de İslâm’ı ve ona davetin gerçek
mahiyetini anlamakta yatmaktadır. Toplumu değiştirme kudretini de
oradan alacaktır.
Bunun için günümüzdeki
davet, müslümanları İslâmi hayatı yeniden başlatmaya davettir.
Bu da İslâm Devleti'ni kurmakla olacaktır. Bu davetin esası,
siyasi bir şekilde ve kimlikle verilecek İslâm akidesidir. Böylece
bu akide harekete eksen yapılarak Allah'ın emirleri ve nehiylerine göre
değerlendirilecektir.
Değişen sadece şekildir.
Öz hakikatte değişmez. Tıpkı bunun gibi İslâm Devleti'ni kurmak
için yapılacak çalışma ve hüküm de değişmemiştir. Demek ki
ona ulaşmanın metodu da değişmemiştir.
Şer'i Hükümleri
Denemek
İkinci soru münasebetiyle:
İslâm devletini kurmak
için yapılacak çalışmanın tecrübeyle tespit edileceğini, bunun
metodunun da davetin üzerinde yürüyeceği tecrübenin çizdiği
metot olacağını söyleyenler bulunmaktadır. Bu değerlendirme
doğru mudur?
Metodun tecrübe olarak vasıflandırılması
şüphesiz yerinde değildir. Öne sürülen deliller "şer’i
metot" ifadesine mutabık değildir. Kaldı ki İslâm'da
amellerin metodu delil kuvvetine dayanan şer’i hükümlerdir.
Metoda bağlanmak durumunda olan cemaat, şeriata bağlanma
mecburiyetindedir. Onu gerçek manada şer’i ahkâm olarak gördüğü
sürece onlardan ayrılması asla caiz değildir. Şer'i hükümler,
hedefe götürecek -hedefi gerçekleştiren bir metot olduğu tecrübe
edilerek başarı elde ediliyorsa devam edilecek, başarıya götürmediği
anlaşılınca da terk edilecek- metot bulunana kadar soruşturulacak
ve denenecek bir husus değildir.
Tam tersine şer’i metot
daha önce belirttiğimiz gibi şer’i hükümlerden müteşekkildir.
Bunun için İslâmi hayatı yeniden başlatmadan ibaret olan ve
gayesini tahakkuk ettirecek olan bu hükümler delil kuvvetine
dayanmaktadır. Allah sübhanehu Teâla da kullarını bu ahkâmla
mukayyet kılmıştır. Şer'i ahkâmı ikame edecek olanların onda
sabır ve ısrar etmeleri gerekmektedir. Onlarla amel etme noktasında
onlardan daha kuvvetli bir delil ortaya çıkmadıkça değiştiremez.
Şer'i metodun Rasul ( s.a.v.)'in
sünnetiyle bağının açık bir şekilde kurulması gerekir. Bu
ölçü çerçevesinde Rasulün metodu, anlama kabiliyetlerini
zorlayarak işin doğru ve hatalı olanını, başarıya götürenini
götürmeyenini, hedefi gerçekleştirip gerçekleştirmeyeni deneme
yanılma yoluyla araştırıp duran, beşer tarafından vazedilmiş
sistemlere göre çalışanların takip ettikleri metottan tamamen
farklıdır.
Üstelik beşer tarafından
vazedilmiş nizamlar, onları vazedenler için bile son şekil
değildir. Zira değişmeye ve gelişmeye muhtaçtırlar. Kendisiyle
yapılan her amelin doğruluğu tecrübeyle sabit olduğu ortaya
konmalıdır. Bunun için bütün garp kanunları tecrübe
ürünüdür. Fiillerinin doğruluk ölçüsü ancak ve ancak hedefi
gerçekleştirip gerçekleştirmemesidir. Sonuca götürdüyse doğrudur,
aksi takdirde değildir. İslâm düşüncesinin her şeyi bilen ve
her şeyden haberdar olan Rabbın koyduğu ölçüye tabi olması onun
tabiatını farklı kıldığı ve bu farklılığın Müslümanlara
da yansıdığı görülmektedir. Zira o şer’i delile dayandığı
sürece doğru ve mükemmeldir. Onun doğruluğu şer’i delilin
doğruluğundan gelmektedir. Onun doğruluğuna delil sonucu
bakılarak çıkarılmaz. Bunun için esas olan şer’i delile
bağlanmaktır. O esas üzere hareket edilir. Şer'i metodun
gerektirdiği şekilde hareket edildiğinde hakim olmak ve yeryüzüne
halife olmak olan neticeye ulaştıracağı Allah'ın şu sözünde
zikredilmektedir:
“Allah sizden inananları
ve salih amel işleyenleri onlardan öncekileri (yeryüzünde) halife
kıldığı gibi onları da halife kılacağını ve razı olduğu
dinlerini üstün kılacağı, korkularından sonra onlara güven
vereceğini vaad etmiştir. Ki onlar da yalnız bana ibadet etsinler,
hiç bir şeyi bana ortak koşmasınlar.”
“Eğer siz Allah'a
yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit
kılar.”
Buna göre netice hasıl olmadığı zaman metot ilga
edilip değiştirilemez. Onun bir işe yaramadığı şeklinde sözler
sarf edilemez. Bilakis metotla alakalı şer’i hükümler tekrar
gözden geçirilir. Yanlış anlaşıldığına dair kanaat hasıl
olana kadar şer’i hükmün bilinen durumu terk edilmez. Şer'i hükmün
yanlış anlaşıldığına dair bir delil bulunmadığı zaman
bilinen hal üzere ona bağlanır, gereği yapılmaya devam edilir.
Allah'ın emri gelene kadar onda sabır ve ısrar edilir. Bazen olur
ki başarı, nusretin geciktirilmesiyle bağlı olur. Rasuller için
dahi nusret gelmeden başarı gelmemiştir. Allah (C.C.)
şöyle buyuruyor:
“Ama tüm peygamberler
ümmetlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını
sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse
kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla
geri çevrilmez.”
Evet
gerçekten yapılacak iş çok zordur ve büyük çalışmayı
gerektirmektedir. Cemaatın baş vurduğu araçlar, karşı karşıya
kaldıkları sistemin araçlarından çok çok azdır. Yapılan çalışmanın
başarısı sınırlı bir süreye bağlı değildir ki hemen
peşinden başarı getirmediği zaman onun başarısız olduğuna hükmedilsin.
Aksine tutulan metot, sahih fikir ve kuvvetli delile ve onunla amel
edenlerin ona inanmalarına, gereğini yapmalarına ve insanlar
tarafından genel manada fikren kabul görmesine bağlıdır. Bu
aşama tamamlandığında nusret talep etme metoduyla yardım aranır
ve istenir. Bu tür işlerde başarının ne zaman tamamlanacağı,
Rasul (s.a.v.)'in yaptığı gibi Allah'a
bırakılır. Cemaatın çalışmanın ne zaman tamamlanacağı
hakkındaki takdiri ve değerlendirmesi tamamen zanna dayanan
bir husustur.
Allah'ın yardımının
gelmesini sağlayacak ameller yerine getirildiğinde zafer ya gelir ya
ertelenir. Allah'ın zaferi geciktirmesi muhakkak surette bir hatanın
mevcudiyetini ifade etmez. Belki yeteri kadar hazırlıklı
olunmadığı neticesi çıkarılır. Hazırlıklar artırılır.
Bazen de Allah'ın zaferi ve yardımı geciktirmesi kitle ve cemaatın
gençleri için bir imtihan olur. Acaba onlar ümitsizliğe düşüp
davayı mı bırakacaklar yoksa sözlerinde mi duracaklar? Yoksa bazıları
böyle, bazıları başka t ürlü mü olacak?
Her halükarda çalışmaya devam etmek gereklidir. Cemaat, metodunu
değiştirmeyi gerektirecek bir sebep bulmadıkça sırf zafer ve
yardımın gecikmesinden dolayı metodunu değiştirmesi caiz
değildir. Onlara düşen, çalışmalarının üslub ve vesilelerini
kontrol etmektir. Öyle ki mübah olanlardan en uygun olanlarını seçebilsinler.
Demek oluyor ki zaferin gecikmesi metodun elverişsizliğine delil
değildir. Diğer bir ifadeyle mahdut bir zamanda hedefe ulaşmaya
dair şer’i delil mevcut değildir.
Evet bakışl ar,
fikirlerin ve metotla ilgili hükümlerin doğruluğuna,
gençlerin ve ümmetin bunlarla yetiştirilmesine ve hazırlanmasına
çevrilmelidir. Bu fikirler ve bu hükümler cemaatın nazarında
sahih addedildiğinde, fikirleri metoduyla başarıya götürecek
üslub ve vesilelerin tercihi tamamlandığında
artık onda sabır ve ısrar üzere bulunmak gereklidir. Tutulan
metodun meyvelerini toplama zamanı geçti diye değiştirilmez.
Söz konusu olan ümmetin
durumunu değiştirmektir. Ferdin veya fertlerin durumunu
değiştirmek değildir. Toplumun yapısını değiştirmek, ferdin
yapısını değiştirmekten çok daha büyük bir iştir. Bunun için
işler oldukça yavaş yürür. Neredeyse sahih bir bakış açısı
ile olaylara bakabilen ve basiret sahibi kişilerin dışındakilerin
bunu görmeleri mümkün değildir. Ancak bu
durum, davetçinin taşıdığı davanın ancak kendinden sonraki
nesillerin ellerinde tamamlanacağı düşüncesi ile hareket etmesi
gerektiği anlamına gelmez. Bilakis fert veya ilgili cemaatın
bireyleri, bu işin kendi elleri ile tamamlanacağı, Allah'ın
izniyle kendilerinin de zaferin geldiğine şahit olacakları düşüncesi
ile kararlılıkla davayı taşımalıdırlar. Zira Rasul (s.a.v.)'in
ve ashabının elleriyle bu iş gerçekleştirildi. Kaldı ki
fertlerin ömürleri uzun veya kısa olabilir, ancak Allah'ın va’di
ferde değil cemaatadır. Öyle ki Allah (C.C.)
yeryüzünde halifeler kılacağına dair mü'minler topluluğuna va’d
etmiştir. Bazen fertler, bazen de cemaatın lideri ölebilir. Bir
çokları bu yolda telef olabilir. Allah'ın emri üzere kaim olan bir
cemaat bulunduğu müddetçe Allah'ın vaadi devam edecektir.
Muhakkak surette adı geçen cemaatın elleriyle er veya geç zafer
elde edilecektir. Ayrıca buna ait bilgi Allah'ın katındadır.
Cemaat kendine düşeni yapmakla mükelleftir. Kendini aşanı
soruşturması yerinde olmaz.
Bunun içindir
ki şer’i metodun ve hükümlerinin tecrübeye dayandıkları söylenemez.
Hedefin tahakkuku gecikse de onun faydasız ve geçersiz olduğuna hükmedip
terk edilemez. Bazı maslahatlar için yeni bir metoda baş vurulmaz.
Delillere dayalı şer’i hükümlerden oluştuğu müddetçe böyle
denilemez. Ancak üslub ve vesileler denenerek en iyisi tercih yoluna
gidilir.
|