İSLÂM'A   DAVET

 

 

 

 

ŞERİATIN METODUNA AYKIRI

TEZLER

 

 

İslâm'a davet ederken; Rasulullah (s.a.v.)'in metodunu, onun metoduna bağlanmamızın önemini ve onun dışına çıkılmamasının gerektiğini söylediğimiz zaman, arkasında bir kısım İslâmi cemaatların veya Müslüman düşünürlerin bulunduğu kimselerden bu konu ile ilgili çeşitli tezlerle karşılaşmaktayız. Biz bu tezleri ileri sürenlere bakmadan tezlerin kendisini ele almak istiyoruz. Müslümanların şaşkınlık içerisinde kalmaması, bu tepkiler içerisinde boğulup kaybolmaması veya davayı yüklenmekle ilgili şüphelere sahip olmaması için hızlı bir şekilde bu tezlerin neler olduğunu arzedeceğiz. Bunların en önemlilerinden bazısı şunlardır:

  

  1. Tez: Hilâfeti Kurma Farziyeti Yalnız Yöneticileri ve 

  Onların Çevrelerini Buna Çağırmakla Sınırlıdır

 

 

İnsanlardan bir grub, insanlara liderlik etmekte, yönetim işini elinde bulundurmaktadırlar. Eğer bunlar davete icabet ederlerse, toplum İslâm lehine çevrilir ve böylece değişir. Bu kişileri böyle bir anlayışa iten sebep ise, onlarca şöyle ifade ediliyor: "Sıradan Müslümanları çağırmak, davetçileri, yöneticilerin zelilleştirme operasyonuna maruz bırakır. Bu ise kişinin sabrı ve takati dışında bir işi üstlenmesi demektir. Böyle bir davranış ise şeriatça nehyedilmiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor "Müslüman'ın kendi kendini zillete uğratması doğru değildir." Soruldu ki: "İnsan nasıl kendi kendini zillete uğratır?" Dedi ki: "Dayanamayacağı belaya maruz kalmasıdır."

Toplumlardaki davet hareketlerini inceleyen kimse, bunların zulüm, fısk, şaşkınlık, sıkıntı ve meşakkatlerin çoğalıp arttığı zamanlarda ortaya çıktığını görür. Yalnız Allah'a kulluk etmekten ve Allah'ın hakimiyetinden uzaklaşıldığı zaman bu türden görüntüler toplumu kuşatır. Bu sebeplerdir ki bütün Peygamberler, Muhammed (s.a.v.) de insanları ilk önce yalnız Allah'a iman etmeye ve yalnız O'na kulluk etmeye davet etmiştir.

Geçmişteki veya günümüzdeki toplumlar genel olarak yöneticiler ve onların çevreleri tarafından yönetilmiştir. Batıl inançlar, tasavvurlar ve bunlardan kaynaklanan kanunlar hep bunların çıkarları doğrultusunda ortaya konmuştur. O yüzden makam ve çıkarlarını korumak için bunları himayeleri altına alırlar ve onları savunma işini üstlenirler. Bundan dolayı uyanık bir bedevi Arap Rasulullah (s.a.v.)'in davetini ilk defa için duyunca şu derin ve isabetli sözü söyledi. "Bu dava krallar tarafından kerih görülür." Toplumlardaki insanlar, yöneticilerin ve bunların çevrelerine boyun eğerler. Etkileyen değil etkilenen olurlar. Onları sevmeseler bile onların kendileri üzerine uyguladıkları hükümlere boyun eğerler. Yöneticilere, onların çevrelerine ve uyguladıkları düzene karşı çıkıp değiştirmek istediklerinde karşılaşacakları tepkiyi bilirler.

Allahu Teâla tarafından, hakla aydınlatmak ve sahih yola ulaştırmak için gönderilen Peygamberler, ilk önce kavimlerindeki yöneticiler ve onların çevreleri tarafından reddedilmişler ve karşı çıkışlara maruz kalmışlardır.

Yöneticilerin çevreleri şunları kapsar; yöneticilerin yardımcıları, çıkar çevreleri ve çok zengin iş adamları. Bunlar insanların liderleri ve önderleri olurlar. Yöneticiler için gerekli olan siyasi ve fikri ortamı oluştururlar. Yöneticiler bunlara dayanırlar ve onların desteğini alırlar. Allahu Teâla, bunların Peygamberler ve davetlerine karşı gelme hususunda öncülük yapanların ta kendileri olduklarını belirtmiştir. Çünkü mal, para ve makam sahibi olma sevgisi ve isteği kalplerini doldurmuştur. Onların çıkarları merkezlerine ve yönetime doğru olmuştur. Bundan dolayı, Allahu Teâla'ya davet edilince, bu kesim davanın, kendi çıkarlarıyla ve merkezleriyle çeliştiği endişesine kapılıp davaya karşı cephe oluştururlar. Yöneticilerin kalplerini davaya karşı kinle doldururlar. Bununla savaşma işini ve yok etme hareketini onlara süslü gösterirler. Böylece yöneticiler kesimi de kendi göğüslerinde sakladıkları şer ve günahla o çevrenin çağrısına ve nasihatına uyarlar. Böylece Allah'ın Peygamberleri ile bu yöneticiler ve çevreleri arasında mücadele başlar. Aralarında fikri kavga ve siyasi mücadele kızışır. Her iki taraf, halkı kendi yanına çekmeye çalışır. Nebiler silahsız, güçsüz ve doğru sözün gücü dışında başka güce malik olmadıkları halde hak silahıyla hakka davet etmekle kaim olurlar.

Yöneticiler ve çevreleri peygamberlerin davetlerini başlangıçta batıl iddialarla çürütmeye gayret ederler ve şöyle iddia ederler: "Bu davetçilerin sözleri bir büyüdür, eskilerin masallarıdır, bunlar yalancıdırlar. Buna inanan kimseler beyinsiz, ve insanların en alçağı ve düşüğüdür."

Bu batıl propaganda işe yaramayınca işkenceye, hapse atmaya, sıkıştırmaya, eziyete uğratmaya ve öldürme yollarına başvururlar. Böylece Peygamberler ve tabileri ile yöneticiler, çevreleri ve kralların dinleri üzerine devam eden insanlar arasında savaşın bütün kapıları en geniş şekilde açılır. Kur'an-ı Kerim, bu mücadeleyi her zaman birçok yerde anlatır.

Efendimiz Nuh (a.s.) kavmini davet etmeye başlar başlamaz davetine ilk önce karşı çıkanlar kavminin ileri gelenleri veya yöneticilerinin çevresi olmuştur. Allahu Teâla Araf suresinde bu hususu şöyle bildirmektedir:

"And olsun ki Nuh'u kavmine gönderdik. Ey kavmim, dedi. Allah'a kulluk edin sizin ondan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben size büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum. Kavminden ileri gelenler dediler ki; Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz. Nuh dedi ki: Ey kavmim bende bir sapıklık yok, yalnız ben Alemlerin Rabbı tarafından gönderilmiş bir Rasulüm."

Efendimiz Hud (a.s.) Ad kavmini Allah'a kulluğa davet ettiğinde de davetine ilk önce karşı çıkanlar bu kavmin yönetici çevresidir. Allahu Teâla Şöyle buyurdu:

"Ad kavmine de kardeşleri Hud'u gönderdik : Ey kavmim, Allah'a kulluk edin , sizin ondan başka ilahınız yoktur. Ondan korkmaz mısınız? dedi. Kavminin ileri gelenlerinden olanlar şöyle dediler: Biz senin bir beyinsiz olduğunu görüyoruz ve seni yalancılardan sanıyoruz, dediler."

Efendimiz Salih (a.s.) Semud adlı kavmini davetine çağırınca buna ilk itiraz eden yine yöneticilerin çevresidir. Allahu Teâla şöyle buyurdu:

"Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Ey kavmim, dedi. Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilahınız yoktur."

"Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görülen inananlara: Siz Salih'in gerçekten Rabbı tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? dediler. Onlar da: Evet doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız, dediler. Büyüklük taslayanlar: Biz sizin inandığınızı inkar edenleriz, dediler."

Şuayb (a.s.) ise Medyen adlı kavmini çağırınca yöneticilerin müstekbir çevresi davete karşı çıktılar. Allahu Teâla şöyle buyurdu:

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik: Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka ilahınız yoktur."

"Kavmimden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: Ey Şuayb ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız, ya da milletimize dönersiniz."

Musa (a.s.)'in davetinden de örnek gösterelim. Allahu Teâla onu Firavun'a ve çevresindekilere gönderince bunlar onu yalanladılar, diğerlerini Musa (a.s.)'dan korkuttular onun aleyhine değişik şaibeler yaydılar. Onu öldürmek için Firavunu teşvik ettiler. Allahu Teâla şöyle buyurdu:

"Onlardan sonra, Musa'yı mucizelerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik. Ayetlerimize haksızlık ettiler. Fakat bak fesatçıların (bozguncuların) sonu nasıl oldu."

"Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır."

"Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?"

"Firavun'un ileri gelen adamlarının kendilerine kötülük yapmasından korktukları için kavminin içinde Musa'ya yalnız (genç) bir takımdan başkası inanmadı. Çünkü Firavun yeryüzünde çok ululanan ve israf edenlerden (aşırı gidenlerden) idi."

Rasulullah (s.a.v.)'in siyerinin de geçmiş Peygamberlerin siyerlerinden pek farkı yoktur. Rasülün davası esnasında da davayı donduran, ona imanı engelleyen ve onu dinlemeyi önleyen hususların ve müminleri sıkıştırmak, kovuşturmak ve onlara işkence çektirmek isteyenlerin varlığına rastlanmaktadır. Müminler, kavimlerinin ve ailelerinin, kendilerini imanları hakkında fitneye uğratmalarından korkuyorlardı. Yeni inanacak kimseler, daha önce iman etmiş olan kimselerin akıbetlerine uğrayacaklarından çekiniyorlardı. Savaş ve mücadele, başta toplumun ileri gelenleri olmak üzere müminler ile kendilerine muhalif olanlar arasında devam ediyordu. Sonunda tağutların üzerine bastıkları dayanak ayakları altından çekilir ve hakkıyla davayı omuzlayanlar, işi ele alıp yürümeye başlarlar.

Buhari İbni Mesud (r.a.)'ın yoluyla şunu rivayet etti: "Peygamber (s.a.v.) secde ederken Kureyş'ten bazı insanlar onu çevirdiler. Utbe bin Ebu Muayıt adlı bir kişi gelip deve yavrusu doğunca onunla sarılıp silindiği deriyi Rasulullah'ın sırtı üzerine attı. Rasulullah (s.a.v.) başını kaldırmadı. Kızı Fatıma (r.anha) gelip onun üzerine atılanı kaldırıp attı ve bunu yapana beddua etti. Rasulullah (s.a.v.) Kureyş'in ileri gelenlerinden Haşim oğlu Ebu Cehil, Rabia oğlu Utbe, Halef oğlu Ümeyye'ye ve diğerlerine beddua etti." İbni Mesut (r.a.) şöyle devam ediyor: "Rasulullah (s.a.v.)'in kendilerine beddua ettiği kişilerin, Bedir savaşında öldürüldüklerini gördüm, onlar bir kuyuya da atıldılar."

Rasulullah (s.a.v.) döneminde Mekke'de bilinen tek yönetici ve çevresi yoktu. Yönetici grubunu oluşturan birçok insan vardı. Davet esnasında Rasulullah (s.a.v.)'e karşı koyan ve insanları ondan uzaklaştıranlar bunlardı.

Diğer Peygamberler yalnız kendi kavimlerine gönderildiler. Fakat Rasulullah (s.a.v.) davetiyle birlikte bütün insanlara gönderildi.

Kibirlerinden dolayı Kureyş'in ileri gelenlerinin O'nun davetini geri çevirmeleri, Rasülün yaptığı davetin yalnızca onlarla sınırlı olduğu anlamına gelmiyordu. Davet ederken insanlar arasında ayrım yapmadan, zengin olsun, fakir olsun, efendi olsun, köle olsun herkesi İslâm’a davet ediyordu. Hatta Rasulullah (s.a.v.), hem Kureyş’in liderlerinin, hem de onların arkasındaki topluluğun iman etmelerine gösterdiği özenden dolayı Kureyş’in liderlerini İslâm’a davet etmesi esnasında yanına gelen ama ve fakir bir mü'min olan Abdullah İbni Ümmü Mektum'a yüzünü buruşturunca Allah tarafından ikaz edilmişti. Allah'ın Rasulüne yönelik bu ikazı, liderlerin İslâm’a davet edilmesine önem vermesini yasaklayan bir uyarı olmaktan öte davette ayrım yapmasını hoş karşılamayan bir uyarıdır. Zira davetin liderlere götürülmesi ile diğer insanlara götürülmesi arasında bir fark yoktur.

Siyer kitaplarında gördüğümüz gibi Rasulullah (s.a.v.)'in toplumun liderlerini ve efendilerini daveti, yalnızca onların iman etmelerine gösterdiği özenden öte, özellikle liderlerin arkasındaki insanların iman etmelerine gösterdiği özenden kaynaklanıyordu. İşte bu yüzden davet herkesi kapsamalıdır.

Üstelik Rasulün davetine, Kureyş'deki liderler tarafından değer verilmeyen Bilal, Ammar, annesi ve babası gibi insanlar veya Suheyb ve Selman gibi Kureyş'in liderlerinden sayılmayan kimseler olumlu cevap vermişti. Yine Amir b. Füheyre, Ümmü Ubeys, Zinnire, Nehdiye ve kızı ve Müemmel oğullarının cariyesi gibi köle iken Ebu Bekr (r.a.) tarafından azad edilmiş ilk Müslümanlar yer almaktaydı.

Rasulullah (s.a.v.) öncelikli olarak, hayırlı olabilecek insanları davet ediyordu. Sonra herkesi davet etti. Kendisine icap edenler ise yaşlı ve genç, kavminde itibar sahibi olanlar ve olmayanlardı.

Buna göre davet etmek hususunda ayrım yapılamaz. Yani davet herkese yönelik olmalıdır. Bu hususta Rasulullah'ın (s.a.v.)'in takip ettiği yol izlenir. Ki böylece Daru’l İslâm kurulsun.

 

  2. Tez: Allah'u Teâla Bizden Dâru'l İslâm'ı Kurmak İçin

  Çalışmayı Değil, Kendisine İbadet Etmemizi İstiyor

 

Rasul (s.a.v.) İslâm Devleti'ni kurmaya davet etmedi. Ancak Allah'a kulluk etmeye davet etti. Başka ifadeyle, temel sorun İslâm Devleti'ni kurmak değil, Allah'a ibadet etmektir. Veyahut; Önemli olan İslâm devletini kurmamız değil, Allah'a kulluk etmemizdir ve buna benzer sözler sarf ediyorlar.

Bu itiraza cevap verebilmek için ibadetin ne anlama geldiğini ve nasıl gerçekleşeceğini belirginleştirmek gerekir.

Allah Teâla insanı kendisine kulluk etsin diye yaratmıştır. Öyleyse ibadet; İnsanın yaratılış gayesidir. "La ilahe illallah" sözünün manası ise; Allah'tan başka tapınılacak ilah yoktur. Allah dışında her şey batıldır ve reddedilmelidir demektir. Ve insanlar bu kelimeye bu anlam çerçevesinde iman etmelidirler. "Muhammedün Rasulullah” kelimesi ise: İbadet ve itaat ancak Muhammed (s.a.v.)'in getirdiğine göre olmalıdır. Bunun manası: İbadet ve itaat yalnız Allah'ın elçisi olan Muhammed (s.a.v.)’in getirdiğine göre olmalıdır. Ve insanlar bu kelimeye bu anlam çerçevesinde iman etmelidirler.

İbadet, yalnız Allah içindir. Ancak Allah'ın Resulüne vahyedip gösterdiği şekil çerçevesinde yapılır. Her işte ve her sözde bu temelin gözetilmesi şarttır.

Müslüman hayatında bir ihtiyacı sağlamaya veya bir değeri yerine getirmeye kalkışınca değişik şekillerle doyurabileceği uzvi ihtiyaçlarını ve içgüdülerini tatmin etmek için şer’i hükümlerin gösterdiği şekli benimser.

Amelleri şeriat ahkamına göre tatbik etmek, yalnız bu ahkamla yetinmek ve bunu Allah'a imana dayandırmak, yapılan ameli bir ibadet haline getirir.

Gerçekleştirilmek istenen her işin veya ihtiyacın arkasında hayatın her alanını kapsayan insanın davranışları yer almaktadır.

İbadet ise; İnsanın bütün işlerini Allah'ın emir ve nehiylerine göre yürütmekle beraber bunun yalnızca Allah'a imana dayandırılmasıdır. Bu ifade ise, ibadetin insanın her işini kapsadığını göstermektedir.

Bir müslümana; "Allah'a ibadet et" dediğin zaman sadece, fakihlerin ibadet başlığı altında sınıflandırdıkları, namaz, zekat, hac veya oruç farzlarını eda etmesini emrettiği anlaşılmamalıdır. Böylesi bir istekle ancak Allah'ın her emrine itaat ve her nehyinden vazgeçilmesi gerektiği anlaşılmalıdır.

Allah'a iman ise amellerin dayandığı temeldir. İbadet ise, bütün işleri yalnız Allah'a imana dayanarak gütmektir. Bu anlamda dinin tümü ibadettir. İbadet, yaratıcıya boyun eğmektir. Böylece, Allah'a ibadet ettiğimiz zaman, ilim sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah'a itaatkar olmuş oluruz. Bu ise, gönüllü ve tam teslimiyet göstererek ona boyun eğmektir.

Bundan dolayı, Marufu emretmek ve münkeri nehyetmek, kafirlerle ve münafıklarla Allah için cihad etmek, müslümanların yaşayış ve ilişkilerinde Allah'ın dinini hakim kılmak, bütün insanlar arasında İslâm davetini yaymak, müslümanların varlığını korumak, namaz kılmak, oruç tutmak vs, bütün bunlar Allah'a itaat ve ibadetten birer parçadır.

İnsanın bütün işlerini kapsayan Allah'a kulluk etmek müslümanın bulunduğu duruma göre olur. Namaz kılmayan bir Müslümanı namaz kılmaya, oruç tutmayanı oruç tutmaya davet emek veya İslâm şeriatının belirlediği ölçüler çerçevesinde alış-veriş yapmasına davet, müslümanı Allah'a kulluğa yani ibadet etmeye davettir. Her ibadetin temeli Allah'a imana dayalı olunca namaz, oruç ve diğer ibadetlere davet etmeden önce imana da çağırmak gerekir. Nitekim, davet edilen kişinin imanını canlandırmak gerekir. İşleri yürüten yalnız bu iman olmalıdır.

Allah'ın dinini hakim kılmak ve indirdikleriyle hükmetmeye davet etmek de itaat edilmesi farz kılınan Allah'ın bir emrini yerine getirmektir. Ancak Allah'a inanan kimse bunu yapar. Buna davet etmeden önce imana çağırmak gerekir ki bu işte Allah'a ibadet gerçekleşmiş olsun.

Bugünkü müslümanlar Allah'ın dinine dayanmayan, küfür nizamlarının, uygulandığı rejimlerin gölgesinde yaşadıklarına ve İslâmi hayatı yaşamadıklarına göre Allah'ın dinini uygulamaya davet etmek, Allah'a kulluk etmeye davet etmek demektir. Tüm çabalar ve gayretler buna yönlendirilmelidir.

Bu nedenle davetimizi, Allah'a ibadeti tam anlamıyla gerçekleştirecek olan, "Yeniden İslâmi Hayatı Başlatmak" şeklinde isimlendirebileceğimiz çağımızın problemlerini oluşturan Allah'a ibadetle bağlamalıyız. Bu nedenle; İslâm Devleti'ni kurmaya davet etmek, Allah'ın dinini hakim kılmaya davet etmenin ta kendisidir. Bu da bir ibadettir. Bu davet, Allah'a ibadet etmeye bir davettir. Çünkü, bu davet inandığımız Allah'ın bir emridir. Müslüman bunu yerine getirmeye kalkışmazsa Allah'a kulluk etme görevinde haddi aşmış olup günah işlemiş sayılır.

Bu sebeple başta bahsettiğimiz bazı müslümanların önerileri veya anlayışları yanlıştır. Çünkü, onlar Hilâfet devletini kurmak için yapılan mücadelenin ibadetle çeliştiğini zannederler veya öyle gösterirler. Bu ise Kur'an'ın bir kısmıyla amel etmek ve bir kısmını terk etmektir. Halbuki; Müslümanlar bundan nehyedildiler.

 

  3. Tez: Rasulullah (s.a.v.)' in Siyerinin Doğruluğu

  Şüphelidir  

 

Bunların sözünün manası, bu siyerin nassları güvenilir olmadığı için bağlayıcı değildir. Dolayısıyla siyret gereğince hareket etmemiz istenilemez. Bunu da kendileri aleyhine değil lehlerine bir hüccet sayarlar ki Hilâfeti kurmak için Mekke'de iken Rasulullah (s.a.v.)'in amelini örnek almaktan geri kalsınlar.

Buna cevap şöyledir: Siyer, haberler ve olaylardan ibarettir. Bunlar araştırılmaya ve rivayetlerinden emin olunmaya muhtaçtır. Siyer, Rasulullah (s.a.v.)'in amelleriyle ilgili olduğu için vahiyden bir parça sayılır. Buna göre, müslümanlar kitaba ve sünnete ihtimam gösterdikleri kadar Rasulullah (s.a.v.)'in siyerine de o kadar önem vermeliler. Mekke'deki siyeri, orada yaptığı amellerdir. Bu ameller, Medine'de Daru'l İslâm'ın kuruluşuna yol açmıştır. Onu araştırabilen kimseler, bu araştırmayı ihmal edince günahkâr olurlar. Ayrıca, diğer müslümanlar da onu araştırma gücüne sahip olanları teşvik etmedikleri için günahkâr olur.

Ne tuhaftır ki siyerin doğru olmadığını söyleyenler, hadislerin araştırılmasıyla ve tahriciyle ilgilenen kimseler arasından çıkmaktadır. Sanki bunlar, Allah'ın dinini hakim kılmak için çalışmaktan muaf tutulmuşlar da bu tezleri ileri sürerek kendilerini, önemli bir mesafe kaydetmiş ve son noktayı koymuş kimseler sayıyorlar.

Bunlar herhangi bir müslüman gibi İslâm Devleti kurmak için çalışmakla emredildiklerini unutmuş haldeler. Oysa bu durum onların bu konuyu araştırmalarını ve incelemelerini gerektiren bir durumdur. Şartlar, onları, şer’i meseleler için hadisleri tahric etmeye sevk etmişse bunun için onlara teşekkür edilir. Çünkü bunu araştırabilmek için çok çaba harcadılar ve zaman geçirdiler. Ancak bu şartlar altında onların bu durumu anlamaları nasıl olacak? Yapılması gereken işin dinin hakim kılınması ile ilgili olduğunu anlamaları için daha ne kadar zaman geçirmeleri ve çaba harcamaları gerekecek?

Siyer kitapları tamamen ihmal edilecek dereceye düşmediği gibi içinde geçen rivayetler hemen alınabilecek halde de değildirler.

Siyer alanında tarihi yazılar yazan yazarlar, rivayet edenler, onların güvenirliliği ile rivayetlerini ve bunların sağlamlılığını incelerken hadis araştırıcıları kadar dakik değillerdi.

Bu nedenle, hadis alimleri ve hadis araştıranlar, siyer yazarlarına dikkatsiz davranan kimseler gibi bakarlar. Doğru olan hadis ilminin, muhaddislerin ve hadis alimlerinin hadisler ve raviler hakkında yaptıkları gibi araştırma yapılmasını gerektirmektedir.

Aynı tür araştırma ve inceleme Rasulullah (s.a.v.) ve ashabının hayatını içeren siyer ilmi için de gereklidir. Diğerlerinin siyerleriyle ilgilenenler müsamahakârlık göstermişse, siyer ilmi ihmal edilemez, kötülenemez. Olaylar çoktur, günler sürâtle geçmektedir, öyleyse siyer veya tarih yazarları muhaddislerin yollarını izleyeceklerse bütün olayları kuşatamazlar.

Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.)'in siyreti müslümanların çok çok önem vermeleri gereken konulardandır. Çünkü, Rasulullah (s.a.v.)'in sözlerini, fiillerini, takrîrini ve sıfatlarını içermektedir. Bunların tümü, Kuran'ı Kerim gibi teşri kaynağıdır. Nebevi siyer, teşri kaynaklarından birisini oluşturmasından dolayı hadisten bir parça sayılır. Nebî (s.a.v.)'le ilgili ne kadar sahih rivayet bulunursa sünnetten bir parça olup şer’i delil sayılır. Buna ek olarak, Rasulullah (s.a.v.)'i örnek edinmek Kur'an'ın emirlerindendir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Muhakkak ki Rasulullah sizin için güzel bir örnektir.” Dolayısıyla siyrete önem vermek ve tabi olmak şer’i bir emirdir.

İlk dönem müslümanlar siyer naklinde rivayet metodunu kullanıyorlardı. Tarihçiler, tarih nakline, duyduklarını başkalarına aktararak başladılar. Rasulullah (s.a.v.)'in amellerini gören, sözlerini işiten ilk nesil, gördüklerini ve duyduklarını diğerlerine aktardılar. İkinci nesil ise birinci nesilden alarak kendilerinden sonrakilere aktardılar. Bunların bir kısmı şu ana kadar hadis kitaplarında da görüldüğü üzere aldıkları hadisleri yazdılar. Hicri ikinci asra gelindiğinde, bazı alimlerin siyerle ilgili haberleri topladıkları ve hadislerin tedvininde olduğu gibi rivayet edenlerin isimlerini de zikrederek rivayetlerini aktardıklarını görmekteyiz. Bu nedenle, hadis alimleri ve araştırıcıları, rivayetleri, rivayet edenleri inceleyerek reddedilen zayıf rivayetler ile sahih rivayetleri birbirinden ayırabilirler ve sahih siyeri tespit edebilirler. Sahih olduğu takdirde siyerde güvenilen deliller bunlardır. Buradaki mesele, yeni bir ilim inşa etmek değil, ancak Rasulullah (s.a.v.)'in sözlerinin ve fiillerinin dikkatli bir şekilde gözden geçirilmesidir. Bu nedenle günümüzde siyerete önem veren müslümanlardan bu işi yerine getiren müslümanların varlığına rastlanmaktadır. Ayrıca, dini yaşatmak ve hakîm kılmak isteyen cemaat ve hizip, delil olarak itimat ettiği nasslardan emin olmalıdır ki Rasulullah (s.a.v.)'i tam olarak örnek edinebilsin.

Farklı isimler altında yazılmış olmasına rağmen siyer kitapları, Kur'an'ın işaret ettiği davetin aşamaları doğrultusunda tıpkı hadis kitaplarının toplanması gibi toplanabilir. Zira Kuran-ı Kerim, siyer kitaplarında nakledilenlerin sıhhatine ışık tutacak şekilde bu merhalelerin bir çok detayını beyan etmiştir. Kuran-ı Kerim'de yapılması istenileni dakik bir şekilde açıklayan ayetlere rastlamak mümkündür.

Örneğin Rasulullah (s.a.v.) putperestler, dehriyyun, (zamanın ezeli olmasına), Mecusiler, Sabiinler, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi bozuk ve batıl inanç sahiplerinin inançlarına, düşüncelerine saldırmıştır. Birçok ayette Kur'an bunları sergilemiştir. Rasulullah (s.a.v.) adetler ve geleneklere çatmıştır. Kız evlatlarını diri diri toprağa gömme konusuna, bazı hayvanlara dokunulmazlık getirilmesine ve falcılığa çatmıştır. Yöneticileri ele alıp onlara bazen isimleriyle, bazen de vasıflarıyla çatıp onları teşhir etmiştir. İslâm daveti aleyhine entrikalarını keşfetmiştir. Daveti taşıyan cemaatların bunların tümüne bağlı kalmaları şarttır. Bağlılığı, bu metodun aslına ve genel manasına yönelik olmalıdır. Uslüp, vesile ve şekillere bağlanmak şart değildir. Yanlış fikirlere, yanıltıcı mefhumlara ve İslâm’a aykırı olan sapık örf ve adetlere dokunup çatar. Yöneticilere dokunup çatar. Onların entrikalarını açığa çıkarır. İslâm fikirlerini ve hükümlerini belirgin bir şekilde izah eder. Ümmetin bunları benimsemesine, hayat sahasında tatbik etmeye, kendisiyle beraber çalışmaya davet eder.

Rasulullah (s.a.v.), kimseye yağ çekmeksizin, dalkavukluk ve uzlaşma yapmaksızın ve orta yolu kabul etmeksizin İslâm fikrine karşı gelen herkesin yüzüne karşı çıkmıştır. Korkutmalar ve tehditlere aldırmayıp onlardan hiç korkmamıştır. Sabrederek dayanıp Rabbının emrinden hiç sapmamıştır. Kur'an bunu bize anlatırken takip edeceği yol esnasında cemaata yol göstermektedir.

Allahu Teâla'nın kendi Resulüne;

“Emrolunduğun konuları açıkça duyur” diye indirdiği ayet, bundan önce çatışmanın söz konusu olmadığını, gizliliğin ve daveti gizlemenin varlığını göstermektedir. Bu ayet, mücadele merhalesinden önce bir merhalenin varlığına işaret etmektedir.

Allahu Teâla'nın, "Başköy (başkent) ve etrafındakileri uyarasın" mealindeki ayeti, Mekke dışına davetin götürülmesine delildir. Kuran'ın muhacirler ve Ensar'dan söz etmesi, hicretin ve nusretin (yardım alma konusunun) var olduğuna delildir.

Böylece, Kuran'ın birinci mürşit olduğu görülür. Hadis kitapları Mekke döneminde yaşayan müslümanların haberleriyle doludur. Örneğin Buhari "Mekke'deki Peygamber (s.a.v.) ve Sahabelerinin Müşriklerden Çektikleri Sıkıntılar" başlığı altında bir bölüm ayırmıştır. Burada Habbab bin Eret'in Rasulullah (s.a.v.)'e gelişi ve müslümanlar için zafer ve yardım etmesi talebiyle ilgili hadisi ve Rasulullah (s.a.v.)'in Kureyş'in ileri gelenlerine beddua etmesine dair hadisi, Taif'e gittiği zaman kavminden gördüğü şiddetli eziyeti rivayet etmiştir. Aynı şekilde diğer hadis kitaplarında da hadisler yer almaktadır. Bu nedenle biz, Rasul’ün yaptığı ve bizden de yapmamız istenen bir emrin karşısında olmadığımız gibi böyle bir nassa da sahip değiliz.

Şunu da söylemek gerekir; Siyer kitaplarını yazanlar güvenilir ve herkesin güvenini kazanmış imamlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

- İbni İshak: (H:85-152) İbni İshak'ın "el-Meğazi" isimli siyeri vardır. İmam Zühri onunla ilgili şöyle demiştir: "Kim Meğazi’yi öğrenmek istiyorsa İbni İshak'a başvursun." Şafi ise şöyle demiştir: "Meğazi konusuna dalmak isteyen kimse İbni İshak'a muhtaçtır." Buhari de zamanında ondan söz etmiştir.

- İbni Saad: (H168-230) Onun kitabı "Et-Tabakat"dır. Onunla ilgili el-Hatib el-Bağdadi şöyle demiştir: "Muhammed İbni Saad bizim nezdimizde güvenilir ve adalet ehlidir. Onun sözleri onun doğruluğuna delalet eder. Rivayetlerinin çoğundan emin    olmak için derin inceleme yapmıştır." İbni Hallikân şöyle demiştir: "İbni Sa’d sadık ve güvenilir biridir." İbni Hacer şöyle demiştir: "İbni Sa’d büyük hafız, güvenilir ve tarafsız biridir."

- Taberi: (H:224-310) Onun kitabının adı "Peygamberler ve Krallar Tarihi"dir. Taberi isnad metodunu kullanarak kitabını yazmıştır. Onun hakkında el-Hatib el-Bağdadi şöyle demiştir: "Sünnetleri, onların yollarını ve sıhhatli olup olmayanını bilir. İnsanların günlerini ve haberlerini de bilir." Hadis konusu kendisine galip geldiği için muhaddislerin metoduna göre tarih kitabını yazmıştır. "Rasulullah (s.a.v.)'den Sabit olan Haberleri Tafsil Etmek Ve Eserleri İncelemek" adlı bir hadis kitabı vardır. İbni Asakir onunla ilgili şöyle demiştir: "Bu kitap Taberi'nin ilginç kitaplarındandır. Rasulullah (s.a.v.)'in sahih hadislerini içermiştir."

İbni Kesir ve ez-Zehebi'nin de siyer kitapları vardır. Bunlar hadis konusunda tam uzmandır.

 

  4. Tez: Şu Anda Toplumu Değiştirmede Takip

  Edilmesi Gereken Metot Yöneticilere Karşı 

  Silah Kullanmaktır  

 

Bu görüşlerine delil olarak da Rasul (s.a.v.)'in Allah'ın hükmünü ikame etmeyen kötü, şerli yöneticilere karşı kılıçla karşı çıkılmasını talep etmesi gerektiğini bildiren hadisi delil gösteriyorlar.

Görüşlerine katılmasak da sahiplerini takdir ettiğimiz bu anlayışta onlara cevap olarak diyoruz ki; Hadisin varid olduğu durumun ve şartların iyi tahkik edilerek hangi vakıaya indiğinin belirlenmesi bize hangi durumlarda başvurulacak bir çözüm teşkil ettiğini gösterecektir. İşte hadisi sahih manada kavratacak yol budur. Hadiste kılıçla karşı çıkılmasının talep edildiği yöneticiler, Daru'l İslâm'ın yöneticileridir ki bunlara şer’i kaide ile biat edilmiştir. O yönetici Müslümanların ona biatıyla halife olmuştur. İşte böyle bir yöneticinin hükmettiği ülke Daru'l İslâm'dır. O ülkenin güvenliği de Müslümanların gücüyle sağlanmaktadır. Bu durumda Müslümanlar yöneticiye itaat etmekle mükelleftirler. Fakat yönetici Allah'ın indirdiği hükümlerden saparsa bir hüküm de dahi olsa müslümanlara küfür hükümlerini uygulamaya başlarsa ve bunun böyle olduğuna dair herhangi bir şüphe kalmazsa, o zaman Müslümanların o yöneticiye karşı silaha sarılmaları gerekir. Eğer bu meyandakı hadislerin üzerinde iyi düşünülürse bunun vakıasının yukarıda geçtiği gibi olduğu görülecektir. İşte hadis; İbni Malik el-Eşcai'den rivayet edilir ki şöyle demektedir: "Ben Rasul (s.a.v.)’i şöyle derken işittim:

“Yöneticilerinizin en hayırlıları sizin onları sevdiğiniz ve onların da sizi sevdiği, onlara dua ettiğiniz onların da size dua ettiği kimselerdir. Yöneticilerinizin en kötüleri de sizin onlara kızdığınız onların da size kızdığı kimselerdir.” Denildi ki; “Ya Rasulullah onlara kılıçla karşı çıkmayalım mı?” Dedi ki: “Aranızda namazı ikame ettiği sürece ona silahla karşı çıkmayın.” Şüphesiz ki burada namazın ikamesinden maksat şeriat hükümlerinin tatbik edilmesidir. Bir parça zikredilerek, bütün kastedilmiştir.

Daru'l küfrün yöneticisine gelince zaten onun vakıası tamamıyla farklıdır. Müslümanları yönetse de Müslümanların imamı veya halifesi değildir. Şer'i bir usul ile onların başına yönetici tayin edilmemiştir. Kendilerine farz olmuş olsa da esasen adı geçen yönetici İslâmi ahkamı tatbik etmek için taahhütte bulunmamıştır.

Bunun içindir ki hali hazırdaki vakıamıza dikkatli bir şekilde baktığımızda toplumu değiştirmeksizin silaha sarılmanın yeterli olmadığını görürüz. Değişimi gerçekleştirmek isteyen her kimse bilmelidir ki mesele yöneticiyi İslâmi hükümlerle hükmetmeye yöneltmekten farklı bir boyut kazanmıştır. Zira bu iş için devlet adamlarına, İslâm merkezli bir siyasete ihtiyaç vardır. Şüphesiz İslâm'la hükmetme ve İslâmi yönetim işi öylesine kolay bir iş değildir. Ancak yeterli bir gücü elinde bulunduran önemli askeri komutanın ve İslâm'a olan büyük bir bağlılığın başarabileceği bir iştir. Ayrıca dirayetli şer’i anlayışa sahip seçkin alimlere de ihtiyaç vardır. İşte Rasul (s.a.v.)'in metodu bu adı geçen unsurların hepsini temin etmektedir. Şöyle ki:

- Evet Rasul (s.a.v.)'in metodunda, İslâm Devleti'nin kurulmasından önce İslâm davetini yüklenmede harcanmış yılların tecrübesine sahip örnek siyasi komutanlar mevcut idi. Öyle ki bunlar kâfir devletlerin ve onu dünya devletlerine karşı şanına yakışır bir tavır alma merhalesine taşıyabilirler. İşte bunu becerecek olan devlet; hidayetin yolunu açan hidayete kavuşturan Rasul (s.a.v.)'in metodu üzere kurulan Raşid Hilâfet Devleti’dir.

- Ayrıca İslâm Devleti'nin kurulmasından önce devletin külfetini yüklenmeye gönül vermiş mü'min gençlerin bulunması. Bu gençler davete ve İslâmi siyasi ortamı oluşturacak davet işlerine önem veren gençler olacaktır. Bunlardan valiler, cihad emirleri, büyük elçiler ve diğer devletlerde İslâmi daveti yüklenecek onu organize edecek insanlar çıkacaktır.

- Diğer taraftan İslâm’ı ve devletini kucaklayacak ve koruyacak olan halk desteğinin temin edilmesi.

- Gerçek şu ki; Güçlerine güç katacak, halkın desteğine sahip eğitimli, tecrübeli ehli kuvvetin temin edilmesi. Çünkü onlar halka karşı değildirler, halkla beraberdirler. Özellikle halk yöneticinin ve yönetiminin bütün gücüyle halkın yanında ve onlarla beraber olduğu, Allah'ın farz kıldığı İslâmî hükümlerini onlara tatbik edeceklerini ve böylece dini aziz kılacaklarını anladıklarında adı geçen İslâm Devleti'ne ve halifesine tam destek vereceği muhakkaktır. İşte Rasul (s.a.v.)'in metodu bütün bunların teminatıdır.

Kaldı ki her şeyden önce silahlı mücadele işi büyük bir serveti, silahı ve silahlı eğitimi gerektirir. Buna yeltenmek ise takat getirilmeyen bir kuvvet ve harekete kalkışmak demektir. Bu metotla yönetimi değiştirmek İslâm dışı başka bir güce sığınmakla ancak olur. Bu da daha yolun başındayken davayı kaybetmek demektir. Kaldı ki Müslümanlar bunu denediler ve sadece ellerinde günah ve vebal kaldı. Zaten deneme (tecrübe) sözlüğünün İslâmi davet metodu için söz kabalığından başka bir değeri yoktur.

Şüphesiz biz, silahlı mücadelenin toplumu değiştirmede şeriatın gösterdiği metot olmadığı ifademiz, Müslümanların bu zalim yöneticiler üzerinde hiçbir hakları olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine bütün ümmet dinde kardeşlerimizdir. Gerçekten biz onların gayretlerini ve güçlerini birleştirmek istiyoruz. Onlar şer’i hükmün istediği amelde bir araya gelsinler. Bununla beraber onlara, Rasul (s.a.v.)'in ashabının, Mekke'de silah kullanmaya izin talep etmelerine rağmen bunu men ettiğini hatırlatmak istiyoruz. Rasul (s.a.v.) şöyle demişti:

“Ben affetmekle emrolundum, kavimle savaşmakla değil.”

Ayrıca Allahu Teâla'nın şu sözü de bu yöndedir:

“Kendilerine; Ellerinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekat verin denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında...”

İşte bu deliller davette Rasul (s.a.v.)’in metodunu takip etmek hususunda bir birini desteklemektedirler. Dolayısıyla Rasul (s.a.v.)'in metodundan kıl kadar sapıldığında bunun kötü tezahürleri, söz konusu cemaat ve hatta bütün ümmet üzerinde ortaya çıkacaktır. Burada özellikle ehemmiyetini vurgulamak istediğimiz şey Rasul (s.a.v.)'in metoduna güzel bir şekilde bakmak için bu konudaki şer’i ahkamın ve Rasul (s.a.v.)’in metodunun tekrar titiz bir şekilde ele alınmasının gerekliliğidir. Neticeyi verecek olan Allah'tır, dönüş Allah'adır.

 

   

 

[ geri ] [ kapak ] [ ileri ]

AHMED  EL- MAHMUD