EZÂN BAHSİ

64 - Ey Oğul! Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: (Ezân okunurken şu düâ okunsun: "Ve ene eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh ve radîtü billahi rabben ve bil islâmi dînen ve bi Muhammedin sallallahü aleyhi ve selleme resûlen nebiyyâ.") Dînimize uygun okunan ezân-ı Muhammedîyi işitince, kemâl-i hurmetle dinleyip ezândan sonra bu düâyı okuyan kimsenin günâhları her ne kadar çok olsa yine afv olunur. Yine buyurdular ki: (Ey benim ümmet-ü eshâbım! Ezân bitince bu düâyı dahî okuyunuz: "Allahümme rabbe hâzihidda'vetittâmmeti vessalâtil kâimeti âti Muhammedenil vesîlete vel fadîlete veddereceterrefî'ate veb'ashu mekâmen mahmûdenillezî vaadtehu inneke lâ tuhlifül mîâd.") Bu düâyı güzelce okuyan kimseye verilecek sevâb büyükdür.

65 - Dînimize uygun okunan ezâna karşı ta'zîm ve hurmetde bulun! Ezân, yer yüzünde söylenen sözlerin en doğrusudur.

Hazret-i Âişe "radıyallahü anhâ" [Elliyedi senesinde, Medînede, altmışbeş yaşında vefât etdi.] Her zemân ezânı dinlerdi. Sordular: "Ey mü'minlerin anası, niçin ezân okunurken işini terk ediyorsun?" (Ben Resûlullahdan "sallallahü aleyhi ve sellem" işitdim, "Ezân okunurken iş işlemek dinde noksanlıkdır" buyurdu. Onun için ezân okunurken işimi terk ederim) dedi.

Ebû Hafs Haddâd "rahime-hullahü teâlâ", [264 de Nişâpurda vefât etdi] demircilik yapardı. Her ne zemân ezânı işitse, çekici yukarı kaldırmış ise, aşağıya indirmez, eğer çekiç aşağıda ise, yukarı kaldırmazdı. Bir kişi ile konuşuyor idiyse, hemen sözünü keser, ezânı dinlerdi. Nihâyet bu zât merhum oldu. Dostları, cenâzesini götürürlerken, müezzin minâreden "Allahü ekber" diyerek ezân okumağa başladı. Cenâzeyi götürenlerin ayakları yürüyemez oldu. Cehd ve gayretlerine rağmen, cenâzeyi götürmek mümkin olmadı. Nihâyet ezân bitdikden sonra, cenâzeyi götürmek mümkin oldu. Ezân-ı Muhammedîye ta'zîm ve hurmet edenler ve onun, harflerini, kelimelerini değişdirmeden, bozmadan ve tegannî etmeden, minâreye çıkıp sünnete uygun okuyanlar, yüksek derecelere vâsıl olacaklardır. İbni Âbidîn, nemâz bahsinin başında diyor ki, (Oturarak, tegannî ederek, câmi' içinde, vaktinden evvel [ve ho-parlör ile] okunan ezân, islâm ezânı değildir.) Bunlar, sünnete uygun olarak tekrâr okunur.

66 - Bir hadîs-i şerîfde, (Her kim ezân-ı Muhammedî sesini işitdiği zemân müezzin ile berâber hafifçe okusa, her harfine bin sevâb verilir, bin günâhı afv olur) buyuruldu.

67 - Ezân-ı Muhammedî, ya'nî sünnete uygun okunan ezân büyük bir ni'metdir. Ta'zîm edilmesi lâzım gelen büyük lutf-i ilâhîdir. Ezân, İslâm dîninin doğuşunda yokdu. Eshâb-ı Güzîn "radıyallahü anhüm ecma'în" dediler ki, yâ Resûlallah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem"! Nemâz vaktlerini bize bildirmek için bir şey olsa. O gece Eshâbdan Bilâl Habeşî "radıyallahü teâlâ anh" rüyâsında gördü ki, gökden iki kişi inip abdest aldılar. Biri ezân okudu ve kamet getirdi ve biri de imâm oldu. Nemâz kıldılar. Ondan sonra da, göklere doğru yükselip gitdiler. Bu rü'yâyı gelip Resûlullaha "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" söyledi. Resûl-i ekrem de, Eshâb-ı kirâm toplu bir hâlde iken, bu rü'yâyı nakl eylediler ve buyurdular ki, (O gördüğün melek ne dedi?) Bilâl "radıyallahü teâlâ anh" cevâben, (O melek, iki elini kulağına koyup Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü enne Muhammeden resûlullah, eşhedü enne Muhammeden resûlullah, hayyealessalâh, hayyealessalâh, hayyealelfelâh, hayyealelfelâh, Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallah) dedi. Hazret-i Ömer "radıyallahü teâlâ anh" de: (Ben de, bu gece rü'yâmda böyle gördüm) dedi. Eshâbdan bu rü'yâyı görüp haber verenler oldu. Resûl-i ekrem "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" buyurdu ki, (O gördüğünüz kardeşim Cebrâîldir. Nemâzın vaktlerini öğretdi. Diğeri de, Mikâîldir. İmâm olup nemâz kıldılar.)

Tenbîh: Ta'zîmin birinci derecesi, ezânın şeklini ve kelimelerini değişdirmemek, onu bozmamakdır. İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ [1198-1252 Şâmdadır] buyuruyor ki, (Ezân, belli kelimeleri, belli şeklde okumakdır.) Ezânı çalgı çalarken veyâ çalgı âletleri ile okumak da câiz değildir.

Radyoda ve ho-parlör ile ezân okumanın câiz olmadığı, (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbında, tegannî bahsinde ve (Cennet Yolu İlmihâli)nde uzun bildirilmişdi. İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ", nemâz vaktlerini anlatırken diyor ki, (Nemâzın sahîh olması için, nemâz vaktinin girmiş olduğunu iyi bilmek lâzımdır. Vaktin girdiğinde şübhe ederek kılsa, sonra vakt girdikden sonra kılmış olduğu anlaşılsa, kılmış olduğu nemâz sahîh olmaz. Vaktin girdiği, âdil bir müslimânın okuduğu ezân ile anlaşılır. Ezânı okuyan âdil değilse, vaktin girip girmediğini kendi araşdırır. Girdiğini çok zan edince, kılar. Din işlerinde âdil bir müslimânın sözüne inanılır. Meselâ, kıbleyi, birşeyin temiz ve necs olmasını, halâl, harâm olmasını haber verince inanılır. Haber veren fâsık ise yâhud âdil, fâsık olduğu belli değil ise, doğru söyleyip söylemediğini kendi araşdırıp, zan etdiğine göre hareket eder. Çünki çok zan etmek, iyi bilmek demekdir. Nemâz vaktinin girdiğini haber vermek ibâdetdir. Burada da, nemâz vaktini bilen, âkıl bâliğ, âdil bir erkeğin ezânına inanılır. Fâsık olan müezzinin, imâmın haber vermesine inanılmaz. Vaktinden evvel okunan ezân sahîh olmaz. Büyük günâh olur. Ezân, belli kelimeleri, belli şeklde okuyarak, nemâz vaktinin girdiğini bildirmekdir. Yüksek yere çıkıp okumak sünnetdir.)

Dördüncü cildde şâhidliği kabûl edilmiyenleri şöyle bildiriyor: (A'mânın, mürtedin, çocuğun, yüksek sesle okuyup sesini yabancı erkeklere duyuran kadınların, çok yemîn edenin, dünyâ çıkarı için mezheb değişdirenin [mezhebsizin], şerâb içenin, diğer alkollü içkilere devâm edenin, eğlence için çalgı çalanların, başkalarını eğlendirmek için çirkin şarkı söyliyenin ve bunu dinliyenin, fısk, günâh işlenen yerde oturanın, avret yeri açık gezenin, [karısını, kızını, emrinde olanları çıplak gezdirenin], tavla, kâğıd oynıyanın, her çeşid kumar oynıyanın, nemâz kılacak vakt bırakmıyan oyuna, işe dalanın, fâiz yimekle meşhûr olanın, sokakda bevl yapanın, sokakda yiyerek gidenin, müslimânı açıkça kötüliyenin şâhidlikleri kabûl olmaz. Çünki bunlar, âdil değildirler.)

[Mezhebsizlerin bir kısmı, ehl-i sünnet olan müslimânları, müşrik diyerek kötüledikleri için, diğer bir kısmı da Eshâb-ı kirâmın "radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în" çoğunu ve üç halîfeyi ve hazret-i Âişeyi "radıyallahü teâlâ anhâ" açıkça kötüledikleri için, şâhidlikleri kabûl olmaz.] Açıkça bir büyük günâh işliyen veyâ küçük günâh işlemekde ısrâr eden, âdil olmaz. Bunun şâhidliği kabûl edilmez. Günâhı gizli olanın adâleti gitmez. Yetmişiki bid'at fırkasının birinde olmak büyük günâhdır. (Dürr-ül-muhtâr)ın Tahtâvî hâşiyesinde diyor ki, (Yetmişiki bid'at fırkasından, kâfir olmayanları, ehl-i kıbledir. Bu büyük günâhları kalblerinde gizli olduğu için, şehâdetleri kabûl olunur. Fekat, bunlardan mâcin olanın, ya'nî sapık i'tikâdını başkalarına bulaşdırmak çabasında olanın şehâdeti kabûl olmaz.)

Bir büyük günâhı bir kerre işliyen veyâ küçüklerini işlemekde ısrâr, devâm eden bir müezzinin okuduğu ezâna güvenilmez. Vehhâbîlerin, şî'îlerin, dinde reformcuların, mezhebsizlerin bildirmeleri, nemâz vaktlerinin ve Ramezânın başlamasına delîl olmaz.

Ezânın, kametin ve nemâz tekbîrlerinin radyo [mizyâ'] ile ve ho-parlör [mükebbirüssavt] ile bildirilmesi de, fıkh kitâblarına uygun değildir. Çünki, bunlardan çıkan ses, insan sesi değildir. İnsan sesine çok benziyen ve insanın irâdesine tâbi' olan, başka seslerdir. Elektriğin, miknâtisin hâsıl etdiği seslerdir. İnsan sesi, mikrofon içinde yok oluyor. Bunun yerine, endüksiyon akımı ve bundan magnetik dalgalar ve bundan ses dalgaları hâsıl oluyor. İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ" Tilâvet secdesini anlatırken diyor ki, Okumanın sahîh olması için, okuyanın okuduğunu temyîz etmesi, anlaması lâzımdır. Bunun için, delinin, uyuyanın, okuduğunun ne olduğunu temyîz edemiyen küçük çocuğun, kuşun, aks-ı sadânın sesleri, okumak değildir. Okumak, nemâz kılmak gibidir. [Ya'nî nemâz kılması sahîh olan kimsenin söylediğine okumak denir.] Secde âyetini işitince secde etmesi lâzım olan insan, secde âyeti okursa, bunu işitenlerin secde etmeleri lâzım olur. Ya'nî, bundan başka seslere okumak denmez.

Tahtâvî "rahime-hullahü teâlâ" (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde diyor ki, (Kuşun ve öğretilmiş maymunun söyledikleri şeyler ve yüksek kubbelerde ve dağlardan aks eden sesler, insan okuması değildir. Okumak değil, okumağa benzeyen seslerdir. Çünki, bu sesleri çıkaranlarda temyîz yokdur.) Görülüyor ki, insan okumasının aksleri, insanın irâdesine tâbi' olduğu ve insanın sesine tam benzediği hâlde, buna okumak denilmiyor. Radyodan, ho-parlörden çıkan Kur'ân ve ezân sesleri de, insanın irâdesi ile söylendiği ve söyliyenin sesine tam benzediği hâlde, insan sesi değildirler. Bunlar, Kur'ân okumak ve ezân okumak olmuyorlar. Kur'ân-ı kerîmi ve ezânı radyoda okumak, ho-parlörle okumak, sünnetin terk edilmesine sebeb oluyor. Bid'at oluyor.

Radyodan, ho-parlörden çıkan sesler, insanın aynada görülen hayâli gibidirler. Aynadaki hayâl, insana tam benzediği hâlde ve insanın irâdesi ile hareket etdiği hâlde, insanın kendisi değildir. Yabancı kadının, ellerinden ve yüzünden başka yerlerine bakmak harâm olduğu hâlde, aynadaki görüntüsüne şehvetsiz bakmak harâm değildir. İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ" beşinci cildde (Nazar ve lems) faslının sonundaki tenbîhlerin ikincisinde diyor ki, (Bir insanın aynadaki, sudaki görüntüsü, kendisi değildir, benzeridir. Cam arkasındaki ve su içindeki insanın ise, kendisi görülmekdedir. Bunun için, yabancı kadının aynadaki, sudaki görüntüsüne şehvetsiz bakmak harâm değildir.) Şâmdaki Ehl-i sünnet âlimlerinden, Suriye baş kâdısı, Ahmed Mehdî Hıdır "rahime-hullahü teâlâ", 1382 [m. 1962] baskılı (Fihrist-i İbni Âbidîn) kitâbının 127 ve 284. cü sahîfelerinde, (Kadınların sinema perdelerinde görünen hayâllerine bakmanın hükmünü, İbni Âbidînin bu yazısında bulmakdayız) demekdedir. Radyodan, ho-parlörden çıkan ses, okuyan insanın sesinin kendisi olmadığı gibi, aksi de, görüntüsü de değildir. Başka ve metalik bir sesdir. Bu sesleri işiten kimse, imâmı ve ezânı duymuş olmaz. Bu seslerin kendilerini değil, benzerlerini işitmekdedir. Minâreden, ho-parlörün sesini işitince, (ezân okunuyor) dememeli, (nemâz vakti gelmiş) demelidir. İmâmın veyâ cemâ'atin hareketlerini görmeden, yalnız bu seslere uyarak nemâz kılınsa, imâma uyulmuş olmaz. İmâm ile kıldığı nemâzı sahîh olmaz. Sağır olan ve sağır olmayan kimsenin kulaklık takarak işitmesi, ho-parlörden işitmesi gibidir. Sağır olanın, zarûret olduğu için imâmın sesini kulaklıkla işiterek kıldığı nemâz sahîh olur. İmâmın veyâ cemâ'atin hareketlerini görerek kıldığı için de, nemâzı sahîh olmakdadır. Nemâzı ho-parlör ile kıldırmak ise, hiçbir zemân zarûret değildir. Kur'ân-ı kerîmin ve ezânın benzerlerine de hurmet etmek, saygı göstermek lâzımdır.

Fıkh ve fetvâ kitâblarının çoğunda, meselâ (Kâdîhân)da diyor ki, (Ezân okumak sünnetdir. İslâmın şi'ârından, alâmetlerinden olduğu için, bir şehrde, bir mahallede ezân terk edilirse, hükûmetin oradaki müslimânlara zorla okutması lâzımdır. Müezzinin Kıble cihetini ve nemâz vaktlerini bilmesi lâzımdır. Çünki, ezânı başından sonuna kadar Kıbleye karşı okumak sünnetdir. Ezân, nemâz vaktlerinin ve iftâr zemânının başladığını bildirmek için okunur. Bu vaktleri bilmiyenin okuması fitne çıkmasına sebeb olur. Aklı olmıyan çocuğun, serhoşun, delinin, cünüb olanın ve fâsıkın ve kadının ezân okumaları mekrûh olur. Müezzinin tekrâr okuması lâzım olur. Oturarak, abdestsiz, şehrde hayvân üstünde okumak da mekrûh ise de, bunların ezânı iâde edilmez. Ezân minârede veyâ mescidin dışında okunur. Mescidin içinde okunmaz. Telhîn, ya'nî kelimeleri bozacak şeklde uzatarak tegannî yapmak mekrûhdur. Arabîden başka dil ile ezân okunmaz.) (Hindiyye)de diyor ki, (Müezzinin, sesini tâkatinden fazla yükseltmesi mekrûhdur.) (İbni Âbidîn) "rahime-hullahü teâlâ" diyor ki, (Ezânın uzaklardan işitilmesi için, müezzinin yüksek yere çıkıp okuması sünnetdir. Birkaç müezzinin, bir ezânı birlikde okumaları câizdir.) Âlimlerin bu yazılarından anlaşılıyor ki, ho-parlörle ezân, kamet okumak ve nemâz kıldırmak bid'atdir. Büyük günâhdır. Hadîs-i şerîfde, (Bid'at işliyenin hiçbir ibâdeti kabûl olmaz!) buyuruldu. Ho-parlörün sesi, insanın sesine çok benziyor ise de, insan sesinin kendisi değildir. Miknâtisin hareket etdirdiği levhalardan hâsıl olan sesdir. Yüksek yere çıkıp ayakda duran insanın sesi değildir. Ho-parlörleri minârenin, çatının sağına, soluna, arka tarafına koyarak, sesin kıbleye doğru çıkamaması da, ayrıca günâh olmakdadır. Sesin uzaklara ulaşmasına ve ho-parlörün tırmalayıcı, metalik sesine ihtiyâc da yokdur. Çünki, her mahallede mescid yapmak vâcibdir. Her mahallede ezân okunacak, her evden, mahallesinin ezânı işitilecekdir. Bundan başka, (Ezân-ı Cavk) da câizdir. Birkaç müezzinin, bir ezânı birlikde okumalarına, (Ezân-ı Cavk) denir. Bir arada çıkan yanık, hazîn insan sesleri, uzaklardan işitilmekde, kalblere ve rûhlara te'sîr etmekde, insanları vecde getirmekde, îmânlarını tâzelemekdedir. (İbni Âbidîn) "rahime-hullahü teâlâ", nemâzın sünnetleri başında diyor ki, (İmâmın sesini, ihtiyâcdan fazla yükseltmesi mekrûh olduğu gibi, müezzin için de mekrûhdur. İmâmın sesi yetişdiği zemân, tekbîrleri müezzinin de bildirmesinin mekrûh olduğunu ve çirkin bid'at olduğunu, dört mezheb âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir.) Bundan da anlaşılıyor ki, imâmın ve müezzinin ho-parlör kullanmaları tahrîmen mekrûh, ya'nî harâm ve çirkin bid'atdir. Bid'at işlemek büyük günâh olup, hiçbir ibâdetin kabûl olmamasına sebebdir. [Bronzdan, ya'nî bakır alaşımından yapılan liraların renkleri ve şeklleri altın liralara benzediği ve altın yerine kullanıldıkları hâlde, bunlarla zekât verilemez. Çünki, zekât vermek ibâdetdir. Altın olarak verilmesi lâzımdır. Çünki, ibâdet değişdirilemez. İnsanın vekîli, bunun nâmına her işi yapar. Fekat, bunun nemâzlarını vekîli kılamaz. Çünki, ibâdetler değişdirilemez. Bir fâsık, ya'nî hergün büyük günâh işleyen kimsenin temiz olarak ve edeb ile ezân okuması câiz değildir. Ho-parlör de fısk olan şarkıları, kadın seslerini yaymakda kullanıldığı için, bu fısk âleti ile ezân okumak câiz olmaz. Çünki, ibâdet değişdirilemez. Çalgıyı hiç kullanmayıp evinde bulundurmak bile câiz değildir. Ho-parlör ile ezân okumak câiz olmadığı, bu misâllerden de anlaşılmakdadır.]

YOLCULUKDA NEMÂZ

68 - (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde diyor ki, (Bir kimse, bulunduğu şehrin veyâ köyün kenârındaki evlerden ve tarla, kabristân gibi (finâ) denilen yerlerinden ayrılırken, bu kenâr yerlerden, senenin kısa günlerinden üç gün veyâ dahâ çok uzakda bulunan bir yere gitmeğe niyyet ederse, ayrılınca müsâfir [yolcu] olur. Bir günde yedi sâat yürür. Arada devâmlı evler bulunan köyden de ayrılması lâzımdır. Arada finâ bulunan köylerden ayrılması şart değildir. Ba'zı âlimlere göre, (müddet-i sefer) üç merhaledir.) Bir merhale, altı fersahdır. Bir fersah üç mildir. Bir mil dört bin zrâ'dır. Bir zrâ' hanefîde yirmidört, diğer üç mezhebde yirmibir parmağın genişliğinde, ya'nî hanefîde kırksekiz, diğer üç mezhebde kırkiki santimetredir. Buna göre, bir mil hanefîde 1920 metre, bir fersah ya'nî bir sâatlik yol 5 kilometre ve 750 metre, bir merhale ya'nî bir günlük yol 34 kilometre 560 metredir. Müddet-i sefer, hanefî mezhebinde 103 kilometre ve 680 metre olmakdadır. Diğer üç mezhebde, müddet-i sefer onaltı fersah, 80 kilometredir. Şehrin kenârından müddet-i sefer uzak bir yere gitmeğe niyyet ederek ayrılan seferî olur. Müsâfir gitdiği yerde, giriş ve çıkış günlerinden başka, hanefîde onbeş gün, mâlikî ve şâfi'îde ise dört gün kalmağa niyyet ederse veyâ kendi mahalline girerse, mukîm olur. [Hanefîde onbeş günden az kalmağa niyyet ederse, burada olduğu günler, müsâfir olur. Onbeş günden evvel veyâ sonra, üç günlük uzakda bir yere gitmek için, yola çıkarsa, yolda ve bu ikinci yerde, onbeş günden az kalırsa, burada da seferî olur.]

Müsâfir, dört rek'at olan farz nemâzları iki rek'at kılar. Dört rek'at kılması günâh olur. Orucu kazâya bırakması, mest üzerine üç gün mesh etmesi câiz olur. Cum'a ve bayram nemâzlarını kılması ve kurban kesmesi lâzım olmaz. Kadının mahremsiz olarak sefere gitmesi, üç mezhebde harâmdır. Şâfi'îde, mahremsiz olarak iki kadın ile farz olan hacca gitmesi câizdir. Diş için şâfi'î veyâ mâlikî mezhebini taklîd eden bir hanefî, gitdiği yerde, üç günden fazla ve onbeş günden az kalırsa, farzları dört rek'at kılar. Çünki bunun nemâzlarının şâfi'î veyâ mâlikî mezhebine göre sahîh olması lâzımdır. Şâfi'î ve mâlikî mezheblerinde, seferde veyâ seferî olduğu yerde, ikindiyi öğle nemâzının vaktinde ve yatsıyı akşam nemâzının vaktinde takdîm ederek veyâ öğleyi ikindinin vaktinde ve akşamı yatsının vaktinde tehîr ederek cem' etmek, ya'nî birlikde kılmak câizdir. Yola çıkmadan, nemâz kasr ve cem' edilmez. Hanbelî mezhebinde, işlerinden ayrılmaları mümkin olmıyanların da, cem' etmeleri câizdir.

RECEB-İ ŞERÎFİN FAZÎLETİ

69 - Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, (Receb-i şerîfin bir gün evvelinden, bir gün ortasından ve bir gün de sonundan oruc tutana, Receb-i şerîfin hepsini tutmuşcasına, Hak teâlâ hazretleri lutf-ü ihsânda bulunur.) Regâib gecesi, Receb ayının ilk Cum'a gecesidir. Çok kıymetlidir. Fekat, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" babasının evlendiği gece değildir. Böyle söylemek yanlışdır. (Tam İlmihâl) 355.ci sahîfeye bakınız!

Mâla mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi,
Bir muhâlif rüzgâr eser, savurur harman gibi.

ŞA'BÂN-I ŞERÎFİN FAZÎLETİ

70 - Şa'bân-ı şerîfde oruc tutmanın da sevâbı çokdur. Resûl-i ekrem "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" buyurdu ki: (Şa'bân-ı şerîf, benim kendime mahsûs bir aydır. Hak teâlâ hazretleri Arş-ı a'lânın meleklerine azamet-i şâniyle buyurur ki, ey benim meleklerim, gördünüz mü, benim kullarım sevgilimin ayına nasıl ta'zîm ve hurmet ediyorlar. İzzim, celâlim hakkı için ben de kullarımı afv-ü mağfiretime nâil eyledim.) Diğer bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Her kim Şa'bân-ı şerîfde üç gün oruc tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a'lâda ona bir yer hâzırlar.) Bir hadîs-i şerîfde, (Şa'bân ayının onbeşinci gecesini ihyâ edenleri, Allahü teâlâ afv eder. Yalnız, müşrikleri, sihr yapanları ve anaya babaya eziyyet edenleri ve bid'at ehlini ve zinâ edenleri ve şerâb içmeğe devâm edenleri afv etmez) buyurdu. Bu geceye (Berât gecesi) denir. Önce, yalnız nemâz kılarken serhoş olmak harâm idi. Bu hadîs-i şerîf, bu zemânlarda söylenmiş idi. Sonra, her zemân içmek harâm olunca, (Fazlası serhoş edenin damlasını içmek de harâmdır) buyurularak, bir damla dahî içki içenin tevbe etmedikçe afv edilmiyeceği anlaşıldı.

RAMEZÂN-I ŞERÎFİN FAZÎLETİ

71 - Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutduğun zemân bütün a'zâlarınla tut ki, orucun oruc olsun ve orucun fazîletine ve derecesine nâil olasın. Habîb-i kibriyâ "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz buyurdular ki, (Yâ Ebâ Hüreyre! Oruc tutduğun vakt, orucunu erken aç! [Ya'nî akşam olduğu anlaşılınca, hemen iftâr eyle.] Benim ümmetimden hayrlı o kimsedir ki, akşam ezânı okunduğu gibi, orucunu açar ve sahûr yemeğini geç yer. Zîrâ sahûrda çok rahmet ve bereket vardır. Ve benim ümmetim Ramezân-ı şerîfin orucunu güzel ve tam olarak tutsa, Hak teâlâ hazretlerinin bayram gecesi vereceği ecr-ü mesûbâtı, in'âm ve ihsânı, kendi zât-i pâkinden başkası bilmez. Hak teâlâ hazretleri, azamet-i şâniyle buyurur ki: "Oruc benim rızâm içindir, vereceğim ecri de kendim bilirim.") Bunun içindir ki, kâfirler bütün ibâdetlerle puta tapdılar. Fekat, oruc ile tapmadılar. Ramezân orucu, nemâz kılmakdan sonra, bütün ibâdetlerden ve başka aylarda tutulan oruclardan dahâ çok fazîletlidir.

[Oruc, insanı hasta yapmaz. Kuvvetlendirir ve zihnini açar. Din düşmanlarının yalanlarına aldanmamalıdır.

Tenbîh: İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ" (Redd-ül-muhtâr) kitâbında buyuruyor ki: (Ramezân ayının başında, gökde hilâli, ya'nî yeni ayı aramak, âkıl ve bâliğ olan her müslimân üzerine vâcib-i kifâyedir. Görünce, kâdîya, ya'nî hâkime haber vermesi de vâcibdir. Fâsıkın haberini kabûl eden kâdî, günâha girer. Sözü kâdî tarafından red edilen kimsenin, yalnız kendisi oruc tutar. Kâdî kabûl ve i'lân edince, [her memleketde] bütün müslimânların o gün oruc tutmaları farz olur. Fâsık otuz gün tutdukdan sonra, bayram yapamaz. Herkesle berâber bir gün dahâ tutar. Bulutlu havada, âdil olan bir müslimânın haberi kabûl edilir. Bulutsuz havada, çok kimsenin haber vermesi lâzımdır. Kâdîsı veyâ müslimân vâlîsi bulunmıyan yerlerde, âdil bir müslimânın gördüm demesi ile, bunu işitenlerin oruc tutmaları lâzım olur. Topu ve kandili kullananlar âdil müslimân iseler, kâdînın hükmüne alâmet olurlar. Ramezân ayının takvîm ile, hesâb ile başlaması câiz değildir. Âdil olsalar bile, Ramezân ayının başlaması için, bunların hesâblarının kıymeti yokdur. Bunların, Ramezân hilâlinin doğacağı günü önceden haber vermeleri ile, Ramezân orucu başlamaz. Şâfi'î âlimlerinden imâm-ı Sübkî "rahime-hüllahü teâlâ", (Şa'bânın otuzuncu gecesi hilâli gören olsa, hesâb ise, hilâlin bir gece sonra doğacağı bildirilse, burada hesâba inanılır. Çünki, hesâbla anlaşılan kat'îdir. Doğmadan bir gece evvel görülmesi imkânsızdır) diyor. Şems-ül-eimme Halvânî "rahime-hullahü teâlâ" buyuruyor ki, (Ramezân ayının başlaması, hilâlin görülmesi ile olur. Hilâlin doğması ile başlamaz. Hesâb, hilâlin doğduğu geceyi bildirdiği için, Ramezân-ı şerîf ayının başlaması hesâb ile anlaşılamaz. İki âdil müslimânın, (hilâli gördük) demeleri ile veyâ kâdînın hükm etmesi ile, bir yerde Ramezân başlayınca, dünyânın her yerinde oruca başlamak lâzım olur. Hac, kurban ve nemâz vaktleri böyle değildir. Bunlar vaktlerinin bir yerde ma'lûm olması ile, başka yerlerde de böyle olmaları lâzım gelmez.) Yine İbni Âbidîn " rahime-hullahü teâlâ" nemâzın şartlarını bildirirken, kıble ta'yîninde diyor ki, (Nemâz vaktlerini ve kıble cihetini anlamak için, [âdil müslimânların tasdîk etdikleri] takvîmlere ve astronomik hesâblara inanılır. Bunların bildirdikleri kesin olmasa bile, kuvvetli zan hâsıl eder. [Fekat, takvîmlerin, vaktleri anlıyan sâlih bir müslimân tarafından hâzırlanmış olduğunu bilmek lâzımdır.] Burada kuvvetli zan etmek kâfî ise de, şübhe ve ihtimâl kâfî değildir. Ramezânın başladığını anlamak için ise, astronomik hesâblara uyulmaz. Çünki, Ramezân-ı şerîfin başlaması, gökde hilâli görmekle olur. Hadîs-i şerîfde, (Hilâli görünce, oruca başlayınız!) buyuruldu. Hilâlin doğması, görmekle değil, hesâbla anlaşılır. Hesâbın bildirdiği kesin doğru olur. Fekat, hilâl doğduğu gece görülebileceği gibi, o gece görülemeyip, ikinci gecesi görülebilir. Ramezânın başlaması, hilâlin doğması ile değil, hilâlin görünmesi ile olacağı emr olundu.) Takvîmler, hilâlin görülmesini değil, doğmasını bildirdikleri için, Ramezân ayının başlaması, takvîmle anlaşılamaz. Takvîm ile veyâ âdil olmıyan kimselerin, ya'nî kâfirlerin, mezhebsizlerin, fâsıkların sözleri ile başlayan Ramezân aylarının ilk ve son günlerinin Ramezân olup olmadıkları şübhelidir. Ya'nî, Ramezân ayı, hakîkî zemânından bir gün evvel başlamış ise, birinci günü tutulan oruc, Şa'bân ayında tutulmuş olur. Bayram da, bir gün evvel yapılmış olacağı için, hakîkî Ramezân ayının, son günü oruc tutulmamış olur. Ramezân ayı, hakîkî Ramezândan bir gün sonra başlamış ise, Ramezânın birinci günü oruc tutulmamış, sonunda da, bayram günü oruc tutulmuş olup, bu oruc sahîh olmaz. Böyle başlatılan Ramezân ayı, hakîkî Ramezân ayının başlamasına uygun da olabileceği için, Ramezân olup olmaması, şübheli olmakdadır. Bu şübheli iki günde Ramezân orucu tutmanın tahrîmen mekrûh olduğu ve müslimân memleketinde olup da, ibâdetleri bilmemenin özr olmadığı İbni Âbidînde yazılıdır. Bunun için, büyük islâm âlimi, ondördüncü asrın müceddidi seyyid Abdülhakîm Efendi "rahime-hullahü teâlâ", (Böyle yerlerde bulunan müslimânların bayramdan sonra, dilediği zemân, kazâ niyyeti ile, iki gün dahâ oruc tutmaları lâzımdır) buyurdu. Takvîmlerde bildirilen geceden önceki gecede (Hilâli gördük) demek yanlışdır. Böyle yanlış söze uyarak Arafâta çıkmış olanların hacları sahîh olmaz. Bunlar hâcı olmazlar.]

Yâ Hannân, yâ Mennân, yâ Deyyân, yâ Burhân. Yâ Zel-fadlı vel-ihsân! Nercül-afve vel gufrân. Vec'alnâ min utekâi şehr-i Ramezân, bi hurmetil Kur'ân!

TERÂVÎHİN FAZÎLETİ

72 - Terâvîh nemâzı kılmanın fazîletini, emîrülmü'minîn hazret-i Alîden "radıyallahü teâlâ anh" sordular. Cevâbında buyurdu ki, (Her kim Ramezân-ı şerîfin birinci gecesinde terâvîh nemâzı kılsa, Hak teâlâ, o kimsenin bütün [tevbelerini kabûl ederek], günâhlarını bağışlar, ikinci gecesini kılan kimsenin ana babasının günâhları afv olunur. Üçüncü gece kılsa, melekler, o kula derler ki: "Sana müjdeler olsun, Hak teâlâ hazretleri senin ibâdetini kabûl buyurdu, istediğin şerefe kavuşdun, günâhlarını afv etdi." Dördüncü gece terâvîh nemâzını kılınca, Kur'ân-ı kerîmi hatmetmiş gibi sevâb kendisine ihsân edilir. Beşinci gece kılınca, Mescid-i aksâda, Mekkede ve Medînede kılmış gibi, Hak teâlâ hazretleri sevâb ihsân eder. Altıncı gecesi kılsa, Beyt-ül ma'mûru tavâf etmiş gibi, yedinci gecesi kılsa, Fir'avn ile yapılan gazâda bulunmuş gibi, sekizinci gece kılsa, Bedr muhârebesinde Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" ile bulunmuş gibi, dokuzuncu gecesi için hazret-i Dâvüd aleyhisselâm ile berâber ibâdet etmiş gibi, onuncu gecesi için, dünyâ selâmet ve se'âdeti ihsân edilir.)

Ramezân-ı şerîfin sonuna kadar olan bütün gecelerin böylece ayrı ayrı birer fazîleti ve yüksek derece ve sevâbları vardır. Böylece âdâb ve erkânına riâyet ederek, orucu tam olarak, bütün a'zâları ile tutup, terâvîh nemâzlarını kılarak ve harâmlardan sakınarak otuzuncu gecesini ikmâl edince, Hak teâlâ hazretlerinin emri ile, Arş-ı a'lânın altından bir sözcü hitâb ederek der ki: Her gece terâvîh kılan kullar Cehennemden kurtulmuş kullardır. Korkdukları Cehennemden kurtulup arzû etdikleri ni'mete, Cennet ve cemâl-i ilâhîye nâil oldular. Hak teâlâ hazretleri, azamet-i şâniyle buyurur ki, izzim ve celâlim hakkı için, bu kullarıma afv ile muâmele eyledim. Bundan sonra, Hak teâlâ hazretleri emr eder, o kullara birer berât yazılır. Bütün kadın ve erkeklerden, bu şartlar dâhilinde ibâdetini ifâ ederek, cenâb-ı Hakkın bu lutfuna muhâtab olanlara, Cehennem azâbından kurtulup, sırâtı kolaylıkla geçmek için, ellerine birer berât verilir.

Öyle ise, hulûs ve i'tikâd üzre Ramezân-ı şerîf orucunu tutup, kazâ nemâzlarını ve sonra terâvîhleri edâ ederek ve harâmlardan kaçınarak, cenâb-ı Hakkın rahmetine kavuşalım.

73 - Kadr gecesinde gâfil olma! Zîrâ Kadr gecesinin hurmeti, bin ay ibâdet etmekden hayrlıdır. Hâlbuki, bu bin ay ibâdet de, geceleri nâfile ibâdet ile, gündüzleri ise, nâfile orucla geçmişdir.

74 - Ramezân-ı şerîfin orucunu ta'zîm ve vakar ile tut. Her kim Ramezân-ı şerîfi Allahü teâlâ emr etdiği için ve güzelce tutsa, harâmlardan sakınsa, kazâ nemâzlarını kılsa, Hak teâlâ hazretleri her gün için, bin gün nâfile oruc tutmuş gibi sevâb ihsân eyler ve o kimse ile Cehennem arasına birçok perdeler konur. [Nemâz kılmayanlar da, oruc tutmalıdır. Bunlar, oruc tutmamanın günâhından kurtulur. Bu günâh, pek büyükdür.]

75 - Zilhicce ayının da fazîleti çok büyükdür. Rivâyet edildiğine göre, hazret-i Âdemin tevbesi Muharrem veyâ Zilhicce ayında kabûl buyurulmuşdur. İbni Abbâsın "radıyallahü anhümâ" rivâyet etdiği bir hadîse göre Zilhiccenin sonuna kadar olan günler de, Ramezân-ı şerîfin günleri gibi ayrı ayrı fazîlet ve kıymetleriyle tavsif edilmiş ve onuncu gün için de şöyle beyân buyurulmuşdur: (Zilhiccenin onuncu günü Kurban bayramı günüdür. Her kim, o gün bayram nemâzından gelip kurbanını boğazlayıncaya kadar birşey yimeyip, kurbanının böbreklerini yirse ve iki rek'at nemâz kılsa, o kimsenin kurbanının kanı yere düşmeden, kendi günâhı ve ana-babasının günâhları, ehl-ü ıyâl, evlâd ve akrabâlarının günâhları sevâba çevrilir.)

Kurban, Zilhicce ayının onuncu günü bayram nemâzından sonra başlayıp, onikinci günü güneş batıncaya kadar devâm eden üç gün ve aralarındaki iki gecede kesilen deve, sığır, koyun veyâ keçidir. Yukarıda bildirilen üç günden önce veyâ sonra kesilen hayvân kurban olmaz. Bir deveyi veyâ sığırı yedi kişiye kadar birkaç kimse ortaklaşa kesebilir. Kadın da, kendi kurbanını ve vekîl olarak başkasının kurbanını kesebilir. Kurbanı bayramdan önce satın almak câizdir. Satın alırken, (Bayram için veyâ yapdığım adak için kurban satın almağa) niyyet etmesi lâzımdır. Bu iki niyyetden hangisini niyyet ederse,o kurban kesilmiş olur. Satın alınan kurbanı diri olarak veyâ satın almayıp, parasını fakîrlere, yardım kurumlarına vermek câiz değildir. Böyle veren, kurban kesmiş olmaz. Sadaka vermiş olur. Bu sadakanın sevâbı, onu kurban kesmemek azâbından kurtaramaz.

Her kim kurbanından, havâyıc-i asliyyeden ma'adâ nisâb mikdârı malı olmayan ve nemâzlarını kılan fukarâya verirse, kıyâmet günü verdiğinin çok fazlasiyle ikrâm ve ihsân edilecekdir. Kırkbirinci sahîfeye bakınız!

Her kim Zilhicce-i şerîfin son günü ve Muharremin birinci günü oruc tutarsa, o senenin temâmını oruc tutmuş gibi fazîlete mazhar olur. Her kim, Zilhiccenin on günü içinde fukarâya yardım etse, Peygamberlere "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ta'zîm etmiş olur. Bu on gün içinde, her kim bir hasta ziyâret eylese, Hak teâlâ hazretlerinin dostları olan kulların hâtırını sormuş ve ziyâret eylemiş gibi olur. Bu on gün içinde yapılan her ibâdet, sâir günlerde edâ edilen ibâdetlerden çok dahâ üstün ve pek fazla sevâba vesîle olur.

Bu on gün içinde din ilmi meclisinde bulunan kimse, Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" toplantısında bulunmuş gibi olur. [Din ilmini öğrenmek kadın, erkek herkese farzdır. Çocuklarına öğretmek, birinci vazîfedir.]

76 - Diğer aylarda da oruc tutmağı kendine âdet edin! Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdular ki, (Her kim her ayın Perşembe ve Pazartesi günleri oruc tutsa, Hak teâlâ hazretleri, o kula, yediyüz sene oruc tutmuş gibi sevâb i'tâ buyurur.)

77 - Eyyâm-ı beyd günlerinde kudretin kâfî gelirse oruc tut. [Eyyâm-ı beyd, arabî ayların 13, 14, 15.nci günleridir.] Eshâb-ı kirâm "radıyallahü teâlâ aleyhim ecma'în" her ayda tutarlardı. Hazret-i Alî "kerremallahü vecheh" rivâyet buyurdu ki, birgün Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yanına gitdim, buyurdular ki: (Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm gelip bana dedi ki, yâ Resûlallah "sallallahü aleyhi ve sellem"! Her ayda oruc tut! Ben dedim ki, yâ Cebrâîl kardeşim, hangi günlerde tutayım?

Cebrâîl aleyhisselâm cevâben buyurdular ki: Her kim beyd günü oruc tutarsa, Hak teâlâ hazretleri, o tutduğu orucun birinci gününe on yıl, ikinci gününe otuz yıl, üçüncü gününe yüz yıl oruc tutmuş gibi sevâb lutfeder.) [Saymakda olduğumuz ibâdetlere mukâbil va'dedilen bu sayısız ecrler, bu ibâdetlerin kudsiyyetlerine ve şereflerine inanarak, ta'zîm ve i'tikâdla yapanlara verilecekdir. Gâyet basît görünen bu ibâdetler hadd-ı zâtında cenâb-ı Hakkın emrlerini ifâ ve bu vesîle ile cenâb-ı Hakka yaklaşmak ve Ona hakîkî kul olmak şerefine müstenid olduklarından büyük bir kıymet taşırlar. İnsanların bir ibâdetine mukâbil, bire on, bire yediyüz, bire sonsuz ecr verileceği Kur'ân-ı kerîmde sâbitdir.]

Hazret-i Alî sordu, yâ Resûlallah "sallallahü aleyhi ve sellem"! Bu günlere niçin Eyyâm-ı beyd dediler? Cevâben buyurdular ki: (Hazret-i Âdem Cennetden çıkdıkları zemân, vücûdü birdenbire karardı. Hazret-i Cebrâîl gelerek, Âdem aleyhisselâma dedi ki, yâ Âdem! Vücûdünün eskisi gibi beyâz olmasını istersen, her ayın 13, 14 ve 15 inci günlerinde oruc tut. Hazret-i Âdem, bu tavsiyeyi yerine getirmekle vücûdü tâm olarak, eskisi gibi beyâz olmuşdur.) Bu üç güne (Eyyâm-ı beyd) denildi.

78 - Gücün, kuvvetin yerinde iken oruc tut! Zîrâ kıyâmet gününde oruc, bir güzel sûret alarak, Hak teâlânın hitâbına mazhar olacak ve Hak teâlâ hazretleri, oruca diyecek ki, yâ oruc, sen memnûn olduğun şahsları alarak Cennete gir! Dahâ sonra, Hak teâlâ soracak, yâ oruc, benden başka ne arzûn varsa iste. Oruc ise, râzı olduğu kimseler için muhtelif şeref ve meziyyetleri Hak teâlâdan isteyip almaya da muvaffak olacak ve böylece oruc tutanlar, kıyâmet gününde yüksek bir şerefe nâil olacaklardır. Bu meyanda, oruc tutanlar, birçok Cehennem ehli müslimâna şefâ'at edebilme imkânına da kavuşacaklardır. Bütün bunların mâ-fevkinde olarak, oruc tutanlar Peygamberimize "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" komşu ve cenâb-ı Hakkın cemâlini görmeğe de nâil olacaklardır.

79 - Aşûre günlerinde de oruc tut! Muharremin dokuzuncu, onuncu ve onbirinci günleri oruc tutmak da çok fazîletlidir. Muharremin onuncu günü, yalnız olarak oruc tutulmaz. Zîrâ, yalnız bugün oruc tutulmasını, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" nehy eylemişdir. Çünki yehûdîler, o güne hurmet ederler. Yehûdîlere benzememek için, yalnız onuncu günü tutmayıp, dokuzuncu ve onuncu ve onbirinci günlerini berâber tutmak lâzımdır.

Tenbîh: Görülüyor ki, ibâdetleri, yehûdîlerin ve hıristiyanların ibâdetlerine benzetmemek lâzımdır. O hâlde, ibâdetlerimizi, câmi'lerimizi ve ezânımızı, Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizden ve hâlis ve temiz müslimân olan ecdâdımızdan gördüğümüz ve bulduğumuz gibi muhâfaza etmeğe çalışmalıyız ve bunlarda ufak bir değişikliğe ve din düşmanlarının, yenileşdirme, kolaylaşdırma ve güzelleşdirme ismleri takarak yapacakları bozgunculuğa ve dinde reform yapmağa aslâ göz yummamalı ve aldanmamalıyız. Dostu, düşmanı tanımalıyız!

Her kim bu gibi kıymetli günlere hurmeten bir yetîmin başını okşasa, Hak teâlâ hazretleri, o yetîmin başındaki kıl sayısınca, o kimseye ni'met lutf eder. O günlerde, bir fakîr kimseye yemek verse, bütün müslimânlara yemek vermiş gibi ihsân ve sevâba mazhar olur. Bir adam ölünce veyâ zevcesini boşayınca, oğlu yedi yaşına, kızı dokuz yaşına kadar, bunları (Hidâne) ya'nî terbiye hakkı, analarına âid olur. Anaları ölürse veyâ evlenirse, bunun kadın akrabâlarına âid olur. Nafakaları, dâimâ babalarının üzerine olur. (Feyziyye), Şeyhul-islâm Feyzullah efendinin fetvâlarıdır. 1115 de Edirnede şehîd edildi.

Tenbîh: Aşûre günü, onuncu gün demekdir. Bugün ibâdet olarak yalnız meşhûr aşûre tatlısını pişirmek ve dağıtmak bid'atdır, günâhdır. O gün, mâtem tutmak da günâhdır.

80 - Birkaç şey orucu bozar. Resûl-i ekrem "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz buyurdu ki: (Gîbet etmek, nemîme, ya'nî söz gezdirmek, yalan yere yemîn etmek, nâ mahremlere şehvetle bakmak gibi şeyler [nâfile] orucu bozarlar.) [Farz orucun da sevâblarını giderirler.] Gîbet, hem Allahü teâlânın ve hem de insanların hakkı olması bakımından çok büyük mes'ûliyyeti mûcib bir hatâ ve büyük bir günâhdır. Gîbet edenlerin dili, kıyâmet günü feci' bir manzara arz ederek bütün mahlûkat arasında mahcûb ve rezîl olacakdır. Gîbet, Kur'ân-ı kerîmde sarâhaten men' edilmekde ve ölmüş kardeşinin etini yimek gibidir, denilmekdedir.

Tenbîh: İmâm-ı Gazâlî "rahmetullahi aleyh" (Kimyâ-i se'âdet) kitâbında, oruc bahsinde buyuruyor ki: Üç dürlü oruc vardır: Birincisi avâmın, ya'nî ictihâd makamına yükselmiyenlerin orucudur. Zemânımızdaki bütün hocaların, imâmların, hâfızların, müftîlerin, vâizlerin ve bütün müslimânların orucları bu birinci derecededir. Bunların orucları, vücûda bir şey girmekle, ya'nî gıda veyâ devâ sokmakla ve cinsî mübâşeretle bozulur. İğne ile ilâc şırınga edince, hanefîde de, şâfi'îde de bozulur. Câhillerin fetvâlarına aldanmamalıdır.

İkinci derece, havâsın ya'nî müctehidlerin orucudur. Bunların orucu, herhangi bir a'zânın günâh işlemesiyle bozulur. Meselâ, gîbet, yalan, söz taşımak, nâ mahreme bakmak ile bozulur. Ba'zı âlimler, bunların avâm orucunu da bozacağını bildirmiş ise de, Hanefî mezhebinde, bunlar avâm için yalnız mekrûhdur. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe "rahmetullahi aleyh" [80 senesinde tevellüd ve 150 de vefât etdi. Bağdâddadır.] yukarıdaki hadîs-i şerîfi, (Orucun sevâbını yok eder) ma'nâsına almışdır. Ya'nî bunlar, orucun sıhhatini değil, kemâlini giderir. Üçüncü derece de, Ehassülhavâs orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur.

81 - Ma'lûmun olsun ki, Hak teâlâ her şeyden evvel aklı yaratmışdır. Ve ona ilm, zekâ, hulûs, doğruluk, cömerdlik, tevekkül, korku, ümmîd hasletleri vermişdir. İşte, bu aklla müşerref olan kimseler, yaratılışlarındaki gâyeyi, ya'nî cenâb-ı Hakkın ülûhiyyet ve vahdâniyyetini tasdîk ederek, Onun rızâsına kavuşurlar. En-Nâzi'at sûresi kırkıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Cenâb-ı Hakkın huzûrundan korkup, nefsini [gayrı meşru'] nefsânî arzûlardan men' eden kimselerin varacakları yer muhakkak Cennetdir) buyuruldu.

Cenâb-ı Hak akldan sonra, nefsi yaratmışdır. Buna, cehl, şehvet, tama'kârlık, yalan, harîslik, gadab, zulm, murdarlık, fesâdlık ve şirk gibi aşağı duygular vermişdir.

Bundan evvelki iki âyet-i kerîmede meâlen, (Her kim benim emrimi tutmayıp nefsine uyarsa, varacağı mahal Cehennemdir) ve (Zulm edip, yalnız dünyâ hayâtını seçen kimsenin varacağı yer, Cehennemdir) buyurulmuşdur. Şu hâle göre herkesin, aklına danışıp iş yapması îcâb eder. Şâyed aklına danışmadan iş yaparsa, nefsine uymuş olur ve nihâyet varacağı ebedî mevki', Cehennem olmuş olur. Aklı elden bırakmayıp, nefs ve şehveti terk etmek îcâb eder. Çünki, nefs ve şehvet, insanlar için en büyük düşmandır. Aklları erip tâm olarak düşünenler, Allahü teâlâya îmân eder. Akl ile hareket etmeyip, nefsine uyanlar, her zemân dalâletdedirler ve cenâb-ı Hakka varan yolu hiçbir zemân bulamazlar.

Aklı olup düşünmeyen ve gözü olup Hakkı görmiyenler ve kulağı olup hakîkati işitmiyenler için cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmin A'râf sûresi, yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Onlar ancak dört ayaklı hayvânlar gibidir, belki de hayvânlardan dahâ fenâdır) buyurmakdadır. Müslimân evlâdı olup da, dâimâ nefsinin arzûsuna koşanlar da böyledir. Bunların yalnız ismi müslimândır.

(ÖNCEKİ SAYFA) (SONRAKİ SAYFA)