DİŞ DOLDURMAK, KAPLATMAK

197 - Sallanan dişleri altın tel ile bağlamak, İmâm-ı Muhammede göre câizdir. İmâm-ı a'zam ise, altın ile bağlamak câiz olmadığını ictihâd buyurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, bir rivâyetde imâm-ı Muhammed iledir ve ulemâ, sallanan dişi altınla bağlamağa cevâz vermişdir. Eshâb-ı kirâmdan Arfece bin Sa'da "radıyallahü teâlâ anh" altın burun takmasına izn-i nebevî südûrunu, İmâm-ı a'zam yalnız Arfeceye mahsûsdur demişdir. Nitekim Zübeyr ve Abdürrahmân "radıyallahü teâlâ anhümâ" için, ipek giymelerine izn sâdır olmuşdu ve yalnız bunlara mahsûsdur, demişdir. Fekat fetvâ, İmâm-ı Muhammed kavli iledir.

Sallanan dişleri bağlayan altın teller ve protez denilen müteharrik dişler, gusl abdesti alırken çıkarılabilmekdedir. İmâmların bu ayrılığı, bağlayan telin altından olup olmamasındadır. Yoksa gusl abdesti bahsinde bütün imâmlarımız müttefikdir. Ya'nî, altın, gümüş ve başka dolguların altlarına su geçmeyince, Hanefî mezhebinde, gusl abdesti sahîh olmaz. Ya'nî insan cenâbetlikden kurtulmaz. Çünki, Hanefî mezhebinin âlimleri; (Ağzın içi sâir derimiz gibi vücûdün hâricidir. Bütün deriyi yıkamak farz olduğu gibi, ağzın içini ve dişleri ve diş çukurlarını yıkamak da farzdır) diyor. Bunun için, tırnaklarında oje bulunanların ve Hanefî mezhebinde olup da zarûretsiz diş dolduranların ve kaplatanların gusl abdesti sahîh olmaz. Gusl abdesti sahîh olmayanın nemâz abdestleri ve nemâzları da sahîh olmaz. (Mecmû'a-i cedîde) adındaki fetvâ kitâbının 1329 [m. 1911] yılındaki ikinci baskısında, Hasen Hayrullah Efendinin "rahime-hullahü teâlâ", (Diş dolgusu, gusl abdestine zarar vermez) fetvâsı yazılıdır. Ba'zı kimseler bu fetvâya dayanarak, diş kaplatanların ve dolduranların gusl abdesti sahîh olur demekdedir. Hâlbuki bu fetvâ, bu kitâbın 1299 senesinde yapılan birinci baskısında yokdur. İttihatcılar zemânındaki câhiller, dînini kayırmıyanlar tarafından uydurulmuş ve kitâba sonradan sokuşdurulmuşdur. Çünki, Hayrullah efendi 1294 de şeyh-ul-islâmlıkdan ayrılmışdır. Böyle uydurma fetvâlara aldanmamalıdır. (Misbâhul-felâh)da diyor ki: (Mum, sakız, katı hamur gibi birşey, vücûdün bir kısmını örtmüş veyâ herhangi birşey, diş kovuğunu doldurmuş bulunup da, yıkandığı zemân, altına su geçmezse, gusl temâm olmaz.) (Mecmû'a-i Zühdiyye)de diyor ki: (Gerek az, gerek çok, dişlerin arasında kalan yemek kırıntısı, katı hamur gibi olup da, suyu geçirmezse, gusle mâni'dir. (Halebî)de de böyle yazılıdır.) (İbni Âbidîn) "rahime-hullahü teâlâ" diyor ki: (Dişlerin arasında veyâ çukurunda kalan yemekler, katı olup altına su geçmezse, gusl abdesti câiz olmaz.) Görülüyor ki, Hanefî mezhebinde guslün sahîh olması için, dişlere ve diş çukuruna suyun ulaşması lâzımdır.

İnsanı birşey yapmağa zorlıyan semâvî sebebe, ya'nî insanın elinde olmıyan sebebe (Zarûret) denir. İslâmiyyetin emr ve yasak etmesi ve şiddetli ağrı ve bir uzvun yâhud hayâtın telef olmak tehlükesi ve başka birşey yapamamak mecbûriyyeti hep zarûretdir. Bir farzı yapmanın veyâ bir harâmdan sakınmanın imkânsız veyâ meşakkatli, güç olmasına (Harac) denir. Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına, (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Ahkâm-ı islâmiyyeden bir hükm yapılacağı zemân, ya'nî bir emri yaparken veyâ bir yasak işi yapmakdan sakınırken, kendi mezhebinin âlimlerinin meşhûr olan, seçilmiş olan sözlerine uyulur. Bu sözlerine uymakda harac olursa, seçilmemiş, za'îf sözlerine uyulur. Buna uymakda da harac olursa, bu hükm, harac bulunmıyan, başka mezhebi taklîd ederek yapılır. Başka mezhebi taklîd etmekde de, harac olursa, haraca sebeb olan şeyin hâsıl olmasında zarûret bulunup bulunmadığına bakılır. Zarûret de bulunursa, o farzı terk etmesi veyâ harâmı zarûret mikdârı işlemesi câiz olur. Zarûret yoksa veyâ zarûret ile birkaç şey yapılabilir ve bunlardan birini yapmağı seçmek mümkin olur ve harac bulunanı seçerse, farzı terk etmesi veyâ harâmı işlemesi câiz olmaz. Haraca sebeb olan şeyi yapmaması lâzım olur.

Kaplama, dolgu bulunan dişin altını ıslatmakda harac olduğu meydândadır. Bu haracdan kurtulmak için, hanefî mezhebinde ikinci bir yol da yokdur. Bunun için, mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd etmek îcâb etmekdedir. Çünki, gusl abdesti alırken, bu iki mezhebde, ağzın içini yıkamak, farz değil, sünnetdir. Taklîd etmek mümkin olduğu için zarûret bulunup bulunmadığını araşdırmağa lüzûm yokdur. Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd mümkin olmasaydı, zarûret bulunması, o zemân araşdırılırdı. Bunun için, dolgu veyâ kaplama yapdırmak istiyenin, (Mezhebler, Allahü teâlânın rahmetidir) hadîs-i şerîfine dayanarak, mâlikî veyâ şafi'î mezhebini taklîd etmesi lâzım olur. Başka mezhebi taklîd etmeğe sebeb olacak bir özrü bulunmıyan bütün hanefîlerin, başka mezheblerde farz olanları yapmaları ve müfsid olanlardan sakınmaları da müstehab olduğu, İbni Âbidînde ve İmâm-ı Rabbânînin ikiyüzseksenaltıncı mektûbunda yazılıdır. Özrü olmıyanların, başka mezhebleri taklîd etmeleri de müstehab olunca, özrü olanın taklîd etmesine karşı çıkmak doğru olmaz. Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd için, gusl ederken ve abdest alırken ve nemâza dururken veyâ unutulursa, nemâzdan sonra, niyyetin farz olduğunu bilerek, mâlikî veyâ şafi'î mezhebini taklîd ediyorum diye kalbinden niyyet edilir. Bu mezhebleri taklîd eden kimsenin guslü, abdesti ve nemâzı bu mezheblere göre sahîh olmalıdır. Şâfi'îde derisi, mahrem olan onsekiz kadından başka bir kadının derisine değince ve elinin içi, kendi kaba avret yerine değince, tekrâr nemâz abdesti almalıdır. İmâm arkasında Fâtiha okuması, Fâtiha ve zamm-ı sûreden evvel besmele okuması lâzımdır. Üstünde, bedeninde, ayaklarını ve başını koyduğu yerde çok az necâset bulunmaması da lâzımdır. 380. ci sahîfeye bakınız!
Bu satırları, kaplama ve dolgusu olan Hanefîlerin gusllerinin sahîh olması için yazıyoruz. Bunlara kolaylık göstermek istiyoruz. Kaplama veyâ dolgulu dişi bulunan imâma uymayınız da demiyoruz. Zarûret olunca veyâ zarûretsiz yapılan bir şeyden dolayı, kendi mezhebine göre yapılmasında harac bulunan bir ibâdeti, başka mezhebi taklîd ederek yapmak lâzım olduğu, (İbni Âbidîn)de, Tahtâvînin (Merâk-ıl-felâh şerhi)nde ve türkçe (Ni'met-i islâm) kitâbında ve molla Halîl Es'irdînin "rahime-hullahü teâlâ" (Ma'füvât) kitâbında yazılıdır. (İbni Âbidîn) "rahime-hullahü teâlâ" ric'î talâkı anlatırken buyuruyor ki, (Hanefî âlimleri, harac olunca, mâlikî mezhebi taklîd olunur dedi. Bir işin nasıl yapılacağı hanefîde bildirilmemiş ise, bu iş, mâliki mezhebi taklîd edilerek yapılır. Çünki mâliki mezhebi, hanefîye dahâ yakındır.) İmâmlığı anlatırken diyor ki, (Başka mezhebdeki imâma uymanın sahîh olması için imâmın, uyan kimsenin mezhebinin farzlarını da yapması ve uyan kimsenin bunu bilmesi lâzımdır. Kuvvetli kavl budur. İmâm bu farzları terk ederse, uymak sahîh olmaz. Kendi mezhebindeki cemâ'at varken, başka mezhebdeki imâma uymak mekrûh olur. Yoksa, yalnız kılmakdan efdal olur. Ba'zı âlimler "rahime-hümullahü teâlâ" diyor ki, imâmın kendi mezhebine göre nemâzı sahîh ise, başka mezhebdekinin buna uyması sahîh olur.) Tahtâvînin (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde de böyle yazılıdır. Kaplaması veyâ dolgusu olmıyan hanefînin, kaplaması veyâ dolgusu olan imâma uymasının sahîh olup olmaması üzerinde iki kavl vardır: Birinci kavle göre, sahîh olmamakdadır. İkinci kavle göre, imâm sâlih ise ve mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd ediyorsa, buna uyması sahîh olur. Taklîd etmediği bilinmedikce, kaplaması, dolgusu olmıyan hanefîler de, bu imâma uymalıdır. Buna, taklîd edip etmediğini sormak, tecessüs etmek câiz değildir. Hanefî imâmın, kaplama veyâ dolgusu olmasa da, mâlikî veyâ şâfi'î mezhebine de uymasının müstehab olduğu, (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Merâk-ıl-felâh)da yazılıdır. Harac olduğu zemân za'îf olan kavl ile amel etmenin evlâ olduğu (Hadîka)da, fitne bahsinde de yazılıdır. Mezheblere kıymet vermiyen, dört mezhebden birine uymıyan kimsenin (Bid'at sâhibi) sapık veyâ mürted [Allaha düşman] olduğu anlaşılır. Nemâzları sahîh olmaz. Buna uymak sahîh olmaz.

Vâızın biri, kaplama diş üzerinde tedkîkler yapdığını söyliyerek, elde etdiği vesîkaları şöyle sıralamış:

1- (Gusl edecek kimsenin ağzındaki dişler kaplatılmış veyâ doldurulmuşsa, hükm bunun üzerine intikâl eder. Bunların yıkanması ile gusl temâm olur. Yara ve sargı üzerine, mesh câiz olup, hükm bunların üzerine intikâl etmekle, sâdece üzerlerinin mesh edilmesinin kâfî gelmesine benzemekdedir. Yaranın üzerindeki sargıyı söküp altını yıkamak mecbûriyyeti olmadığı gibidir) diyor.

Bu yazı, bu hükm, temâmen yanlışdır. İlmî değil, indîdir, uydurmadır. Bunun doğrusu fıkh kitâblarında, meselâ İbni Âbidînde şöyledir: (Yara, kırık, çıkık, şişik, ağrı bulunan yeri veyâ buralara konan ilâcı veyâ sarılmış olan sargıyı çıkarıp altındaki deriyi yıkamak farzdır. Soğuk su ile yıkamak zarar verirse, sıcak su ile yıkar. Bu da zarar verirse, yara üzerini mesh eder. Etrâfındaki sağlam deriyi yıkar. Etrâfını yıkamak yaraya zarar verirse, etrâfını da mesh eder. Bu da zarar verirse, ancak o zemân sargı üzerine mesh etmek câiz olur. Ya'nî, ancak o zemân, hükm sargı üzerine intikâl eder. Hükm sargı üzerine intikâl edince, sargı üzerine mesh eder. Sağlam derisi üzerindeki sargıların ve aradaki sargısız olan sağlam deri kısmlarının çoğu üzerine mesh eder. Böyle yapmak, abdestde ve guslde aynıdır. Sargıyı çözmek, çıkarmak, yara iyi oldukdan sonra bile, yaraya veyâ etrâfına zarar verirse, ya'nî yaranın kanamasına, akmasına, yaranın artmasına veyâ dayanamıyacak kadar ağrı, sızı husûlüne sebeb olursa yâhud tekrâr bağlıyamaz ve bağlıyacak kimse bulamazsa, sargıyı çözmez. Üzerini mesh eder. Ayak çatlağına konan merhem [ve yara üzerine konulan flaster, kollodyum gibi şeyler ve yara üzerinde hâsıl olan kabuk] de sargı gibidirler. Mesh de zarar verirse, terk edilir. Sargı, merhem, yaranın iyi olmasından sonra düşerlerse, üzerlerine yapılmış olan mesh bâtıl olur. Yara üzerini yıkamak lâzım olur.)

Görülüyor ki, dişdeki dolgunun, kaplamanın üzerlerini yıkamak, sargı gibi değildir. Çünki, sargı ve benzerleri, yara üzerine ihtiyâc ile konulmuş ve başka mezhebi taklîd mümkin olmadığı için, zarûret hâlini almışdır. Ağrı yapan dişi çıkarmağı, protez yapdırmağı ise, kendisi istememiş, dolgu veyâ kaplama yapılmasını istemiş, başka mezhebi taklîd mümkin olduğu için, dolgu veyâ kaplama yapılmasında, zarûret olmamışdır. Zarûret olmayan şeyi zarûret olan şeye benzetmek doğru değildir.

2- (Abdestde yüzü yıkamak farz olduğu hâlde, sakalı sık olan kimsenin, sakalının üzerini yıkamasının kâfî geldiği ve sakalının diplerini yıkamak mecbûriyyeti olmadığı gibi, kaplanmış dişin altını yıkamak îcâb etmez) imiş.

Bu sözü de, fıkh kitâblarının beyânlarını yanlış anladığını gösteriyor. Bakınız (Mecma'ul-enhür)de ne diyor: (Sahîh olan rivâyete göre, abdestde sakalın üzerini yıkamak farzdır. Çünki, vechi yıkamak emr olundu. Sakalı sık olanda, yüzün derisi vech olmakdan çıkmışdır. Vech karşıdaki insan bakınca, insanın yüzünden gördüğü yer demekdir. Sakalı sık olanın, derisi değil, bu deri üzerindeki sakal görünür. Bunun için, abdest alırken, deri üzerini değil, sakal üzerini yıkamak farzdır.) (Dürr-ül-müntekâ)da diyor ki, (İmâm-ı a'zamdan gelen zâhir rivâyete göre, yüz hizâsında olan sık sakalın üzerini yıkamak farzdır. Fetvâ da böyledir. Çeneden sarkan sakalı yıkamak ve mesh etmek farz değildir. Yüzü üç kerre yıkadıkdan sonra parmakları, aşağıdan yukarı doğru sokarak, sarkan sakalı hilâllamak sünnetdir. Seyrek sakalın altındaki görünen deriyi yıkamak farzdır.) Yukarıdaki söz sâhibinin bu sakat kıyâsına göre, abdest alırken sık olan sakalın yalnız üzerini yıkamak kâfî olduğu için, guslde de, sakalın yalnız üzerini yıkamak kâfî olup, sakal diplerini ve sık sakal altındaki deriyi yıkamak lâzım olmıyacakdır. Hâlbuki, hakîkat böyle değildir. Guslde sık sakalın da altındaki derinin yıkanmasının farz olduğu fıkh kitâblarında açıkca yazılıdır. Meselâ, (Merâk-ıl-felâh)da ve bunun türkçe tercemesi olan (Ni'met-i İslâm)da, guslü anlatırken diyor ki, (Sakalı sık olsa da, sakalın aralarını ve altındaki deriyi yıkamak farzdır.) Guslde sakalı yıkamak, abdestde sakalı yıkamağa benzetilemeyince, guslde dişleri yıkamak abdestde sakalı yıkamağa nasıl benzetilebilir? Yukarıdaki söz, söz sâhibinin ilmî değil, hissî konuşduğunu gösteriyor. Bu sapık, mantığına uyarak, guslde sakalının altını yıkamamış ise, hem kendisinin, hem de buna inanan müslimânların gusl abdestleri ve nemâzları sahîh olmamışdır.

3- (Diş de vücûddan bir uzvdur. Bu uzvun telef olmaması için, zarûrete binâen dişi doldurtmak ve kaplatmak câizdir) demiş. Sanki başkaları, çürük dişi doldurtmak ve kaplatmak câiz değildir diyormuş gibi, böyle söylemiş. Evet biz de, çürük dişi doldurtmak ve kaplatmak câizdir diyoruz. Fekat, Hanefî mezhebi âlimlerinin fıkh kitâblarında bildirdiklerine uymak da lâzım olduğunu ve bunun kolay yolunu kitâblardan bularak açıklıyoruz.

4- (İmâm-ı Muhammede göre, sallanan dişleri altın tel ile bağlatmak, düşen ve çıkarılan diş yerine altın diş takmak câizdir. Fetvâ da böyledir. Dişleri altın ile kaplamada imâm-ı Muhammedin ictihâdı ile amel edilebilir) demiş.

Vesîka denilen bu söz, hakîkaten sâhibinin şâyân-ı i'timâd olamıyacağının bir vesîkasıdır. Sorarız bu sözün sâhibine: İmâm-ı Muhammedin "rahime-hullahü teâlâ" düşen ve çıkarılan diş yerine altın diş takmak câizdir dediğini hangi kitâbda okumuş? Tabi'î hiçbir kitâbda! İmâm-ı Muhammed "rahime-hullahü teâlâ", sallanan veyâ düşüp de tekrâr yerine konan dişi altın tel ile de bağlamak câiz olur demişdir. (Tatarhâniyye) fetvâsında, dişi düşen, imâm-ı Muhammede göre altından diş kor demesi, imâm-ı Muhammedin altın tel ile bağlamak câiz olur dediği içindir. Bu fetvâda bildirilen altın diş, kaplama ve dolgu değildir. Tel ile yanındaki dişlere bağlanmakdadır. Sökülüp çıkarılan dişin yerine altın veyâ başka maddeden konulmuş protez denilen sun'î müteharrik diş gibi, guslde çıkarılabilmekdedir. Altına su sızacağı için çıkarmağa bile lüzûm yokdur. Bu yüce imâmın söylemediği sözü, söyledi demek bir din adamına yakışır mı? Söylenmemiş bir söze uyarak amel edilir demek, havanda hava dövmek gibi olmaz mı?

5- (Kaplama ve dolgusu olanların abdestde ve guslde mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd etmelerine lüzûm yokdur. Zîrâ, imâm-ı Muhammedin cevâzı vardır) demiş.

Kaplama ve dolgusu olanın, Hanefî mezhebinde guslü sahîh olmadığı için, abdestde ve guslde (Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîde niyyet etmesi) lâzımdır diyoruz. Çünki, Hanefî mezhebi âlimleri, (Zarûret olsa da, olmasa da, farza mâni' olan şeyi yapan kimse, başka mezhebe uyarak, bu farzı terk edebilir) demişlerdir. Bu fetvânın muhtâr olduğu, İbni Âbidînde, nemâz vaktleri sonunda yazılıdır. Buna uyarak, birçok işin yapılmasına izn vermişlerdir. Bu fetvâ, Hanefî mezhebinde olanların diş kaplatmalarına ve doldurtmalarına da izn vermekdedir. İmâm-ı Muhammed "rahime-hullahü teâlâ", diş kaplatanların gusl abdestleri sahîh olur demedi. Sallanan dişleri gümüş tel ile bağlamak câiz olduğu gibi, altın tel ile de bağlamak câiz olur dedi. Çünki, bağlanan diş ağzı yıkarken çıkarılabilir. Altına su sızacağı için çıkarmağa lüzûm da olmaz. İmâm-ı Muhammed, kaplama dişi olanın gusl abdesti câiz olur dedi demek, bu yüce imâma iftirâ olur ve müslimânları aldatmak olur.

6- Kaplama ve dolgusu olanların gusl abdesti alırken (Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebine uyuyorum) diye niyyet etmelerine lüzûm olmadığını isbât edebilmek için, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem", (Kolaylaşdırınız, zorluk çıkarmayınız!) hadîs-i şerîfini ileri sürmek, şaşılacak bir şeydir. Bu hadîs-i şerîf, câiz olmasa da, kolayınıza gelen şeyleri yapınız demek değildir. Bir mes'ele üzerinde çeşidli ictihâdlar varsa veyâ mubâh olan birşeyi yapmakda çeşidli yollar bildirilmiş ise, bunlar arasından kolayını seçiniz demekdir. Ya'nî islâmiyyetin izn verdiği kolaylıkları yapınız demekdir. Bu hadîs-i şerîfi, Abdülganî Nablüsî "rahime-hullahü teâlâ", (Hadîka) kitâbının ikiyüziki (202) ve (207). ci sahîfelerinde ve Muhammed Hâdimî "rahime-hullahü teâlâ", (Berîka) kitâbının yüzseksen [180]. ci sahîfesinde açıklamışlardır. Münâfıklar ve mezhebsizler, bu hadîs-i şerîfi ileri sürerek, islâmiyyetin dışına taşmakda, müslimânları aldatmak için, tuzak olarak kullanmakdadırlar.

7- (Diş doldurtmak için son zemânlarda Mûsâ Kâzım efendi de fetvâ vermişdir) sözü, vesîka olamaz. Fetvânın fıkh kitâblarından alınmış olması ve alınmış olduğu kitâbdaki mehaz olan yazının fetvâ altında bildirilmesi lâzımdır. Mûsâ Kâzım efendi böyle yapmamış, kendi mantığı ve düşüncesi ile birçok yanlış fetvâlar vermişdir. Meşrûtiyyetin i'lânından sonra, ittihâdcıların iş başına getirdikleri câhil, hattâ mason din adamları böyle bozuk fetvâlar vermekden çekinmemişlerdir. Müslimânın uyanık olması, masonların ve mezhebsizlerin, münâfıkların ve bid'at sâhiblerinin, bölücülerin güler yüzlerine ve tatlı sözlerine aldanmaması, onların yazılarına değil, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin "rahime-hümullahü teâlâ" kitâblarına uyması ve bu kitâblara uyan hakîkî din adamlarına tâbi' olması lâzımdır.

8- İmâm-ı Ahmed Rabbânî hazretlerinin (Mektûbât) kitâbının üçüncü cild, yirmiikinci mektûbunun sonunda yazılı, (Müslimânları sıkışdırmak, onları incitmek harâmdır. Şâfi'î âlimleri, kendi mezheblerinde yapılması güçleşen şeylerin Hanefî mezhebine göre yapılmasına fetvâ vermiş, müslimânların işini kolaylaşdırmışlardır) sözleri, (Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd etdirmek, müslimânlara güçlük çıkarmakdır) diyenlerin haklı olduğunu göstermek şöyle dursun, bu yazıyı dikkat ile okuyan kimse, diş kaplatmak ve doldurtmak için mâlikî veyâ şâfi'î mezhebine göre gusl etmeğe niyyet etmenin lâzım olduğunu ve böyle yapmanın müslimânlara kolaylık olduğunu iyi anlar. [(Se'âdet-i Ebediyye) 70.ci sahîfeye bakınız!]

9- (Kaplama ve dolgusu olanların bu mes'elede başka mezhebe geçmelerine fetvâ verenler olduğunu ve bu mevzû'da yazılar neşr etdiklerini müşâhede ediyoruz) sözü de iftirâdır. Biz hiçbir kitâbımızda, diş kaplatanın ve dolduranın Hanefî mezhebinden çıkarak, mâlikî veyâ şâfi'î mezhebine geçmesi lâzım olduğunu bildirmedik. Bunların yalnız gusl ve abdest ve nemâz için niyyet ederken, veyâ unutursa, nemâzdan sonra hâtırladığı zemân, (Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd etmeğe) niyyet etmeleri lâzım geldiğini yazdık. Bu ise, Hanefî mezhebinden çıkarak mâlikî veyâ şâfi'î mezhebine geçmek değildir. Diş kaplatmak veyâ doldurtmak, Hanefî mezhebinde guslün sahîh olmasına mâni' oluyor. Mâlikî veyâ şâfi'î mezhebinde ise mâni' olmuyor. Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin, diş kaplatınca veyâ doldurunca gusle, abdeste ve nemâza niyyet ederken, mâlikî veyâ şâfi'î mezhebine göre de niyyet etmesinin lâzım olduğunu, imâm-ı Rabbânî hazretlerinin yukarıdaki mektûbu gösterdiği gibi, fıkh kitâbları da yazmakdadır. Meselâ, (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde, nemâz vaktlerini anlatırken diyor ki, (Zarûret olmasa da, başka mezheb taklîd edilir. Fekat, o mezhebin şartlarını yerine getirmek lâzımdır. Çünki, hükm-i müleffak, sözbirliği ile bâtıldır. Şâfi'î mezhebini taklîd edenin, imâm arkasında Fâtiha okuması ve zî-rahm mahrem olmıyan kadının cildine dokununca abdestini tâzelemesi ve çok az necâsetden sakınması lâzımdır.) (Dürr-ül-muhtâr)da nemâz vaktlerinin sonunda diyor ki, (Zarûret olduğu zemân başka mezheb taklîd edilir. Fekat, o mezhebin şartlarını yerine getirmek de lâzımdır. Mezhebleri telfîk etmenin bâtıl olduğu söz birliği ile bildirildi.) İbni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ" bunu açıklarken, (Zarûret yok iken de, hattâ, amelden sonra da taklîd edilir) diyor. (Fetâvel-hadîsiyye)de 113. sahîfede diyor ki, (İmâm-ı Sübkî buyurdu ki, şer'î bir ihtiyâcı gidermek için başka mezheb taklîd edilir.) Abdülganî Nablüsî "rahime-hullahü teâlâ", (Hülâsat-üt-tahkîk) kitâbında diyor ki, (Şeyh Abdürrahmân İmâdî "rahime-hullahü teâlâ" buyurdu ki, Hanefî mezhebinde olan kimse, zarûret olduğu zemân, diğer üç mezhebden birini taklîd ederek bir farzı terk edebilir. Fekat, o mezhebin o işdeki şartlarına uyması lâzımdır. Zarûret olmadan da, taklîd etmesi câiz olur diyen âlimler çokdur.)

Fıkh âlimlerinin "rahime-hümullahü teâlâ" yukarıdaki beyânlarından anlaşılıyor ki, zarûret ile veyâ zarûret olmadan yapılan birşey, farzın yapılmasına mâni' olursa veyâ harâm işlemeğe sebeb olursa ve bunu önlemekde harac bulunursa, insan, kendi mezhebinin bildirdiği kolaylıklardan istifâde ederek o farzı yapar. Mezhebin kolaylıkları ile de o farz yapılamazsa, o işin farz olmadığı başka bir mezhebe uyarak o ibâdet yapılır. O iş, dört mezhebde de farz ise veyâ başka mezhebin şartlarına uymak mümkin olmazsa, o şey zarûret ile yapılmış ise, ibâdetdeki o farzı yapmak sâkıt olur. Ya'nî yapılmaması câiz olur. Fekat, zarûret ile yapılmamış ise veyâ zarûret ile, harac bulunan ve harac bulunmıyan birkaç şey yapılabilip, insan bu şeylerden dilediğini yapmakda serbest olup, harac bulunanı yaparsa, yine başka mezhebi taklîd eder. Taklîd etmesine imkân olmazsa, o farzın yapılması sâkıt olmaz. Harac bulunmıyan şeyi yaparak, o ibâdeti îfâ etmesi lâzım olur. Zarûret olmayıp, yalnız harac bulunmasında da böyledir. Haraca ya'nî zahmete, zorluğa sebeb olan şeyi yapmamak lâzım olur. Diş çürümeğe başlayınca, şiddetli ağrı yapar. Buna mâni' olmak zarûret olur. Bunun için de, kaplama, dolgu yapmak veyâ protez yapmak lâzımdır. Protez yapmak, sıhhat için dahâ iyidir. Bugün Amerikalılar, çürümeğe başlıyan dişi hemen çıkarıp, yerine protez veyâ yarım yâhud bütün damaklı dişler yapıyorlar. Ya'nî sun'î diş takıyorlar. Sun'î dişler, ağzı yıkarken çıkarılabiliyor. Altları yıkanıyor. Bunun için, gusl abdestinin sahîh olmasına mâni' değildirler. Kaplama ve dolgu ve protez yapılan yerlerde, kaplama ve dolgu zarûret olmakdan çıkmakda, yalnız harac kalmakdadır. Protez yapdırmak istemeyip, kaplama ve dolgu yapdıranların gusl abdesti alırken mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd etmeleri lâzımdır. Bu iki mezhebi taklîd mümkin olmasaydı, kaplama ve dolgu yapdırmamaları, ağrı yapan dişi çıkarmaları, protez yapdırmaları lâzım olurdu.

Harac ya'nî zorluk olduğu zemân, başka mezhebi taklîd etmek mezheb değişdirmek demek değildir. Başka mezhebi taklîd eden bir hanefî, hanefî mezhebinden çıkmış değildir. Meselâ, derisinden kan çıkınca da, abdest almakda ve vitr nemâzını vâcib olarak kılmakdadır. Gusl abdesti için taklîd edilince, yalnız guslde, abdestde ve nemâzda mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd etmekdedir. Taklîd etdiği mezhebin bir şartını, zarûret yok iken yapmazsa, bu ibâdetleri sahîh olmaz. İki mezhebi zarûretsiz karışdırmış, (Telfîk) etmiş olur. Guslü ve nemâzı iki mezhebe göre de sahîh olmaz. Tekrâr edelim ki, mezheb taklîdi, yalnız niyyet etmekle, lâf ile olmaz. İkinci mezhebin farzlarını, müfsidlerini öğrenmek ve bunların hepsine uymak şartdır.

Dişlerinde kaplama veyâ dolgusu olduğu için mâlikî veyâ şâfi'î mezhebini taklîd edenin nemâzlarının bu mezhebe de uygun olması lâzım olduğundan, nemâzın bu mezhebe göre farzlarını bilmek lâzımdır. Aşağıdaki yazılar, (El-fıkh-ü alel-mezâhib-ül-erbe'a) kitâbından terceme edildi: Nemâz, islâm dîninin temellerinden en mühimmidir. Allahü teâlâ, kendisine ibâdet ve ni'metlerine şükr etmek istiyenlere nemâz kılmalarını emr etmişdir. Her gün, beş vaktde, nemâz kılmağı farz etmişdir. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kullarına hergün beş kerre nemâz kılmalarını emr etdi. Bu emri, birinci vazîfe bilerek yapanı Cennete sokacağını söz verdi) buyuruldu. Nemâzın şânını, yüksekliğini bildiren ve nemâz kılmağa teşvîk eden, çok hadîs-i şerîf vardır. Bu emre ehemmiyyet vermiyene ve nemâz kılmakda tenbellik edene çok acı azâblar yapılacağı bildirilmişdir. Nemâz kılmak, kalbleri temizler. Günâhların afv edilmelerine sebeb olur. Fekat, kulluk vazîfesi olduğunu düşünmeden, şehvetlerini, dünyâ çıkarlarını düşünerek kılınan nemâz, şartlarına uygun olup, sahîh olsa bile, dünyâda ve âhıretde fâidesi olmaz. Nemâz kılarken, Allahü teâlânın büyüklüğünü, Onun emrini yapmağı düşünmek lâzımdır. Ancak, böyle kılınan nemâz, kalbi temizler. İnsanı kötülük yapmakdan korur. Allahü teâlâ, insanın kalbine bakar. Görünüşüne, hareketlerine bakmaz. Ya'nî temiz niyyet ile, Allah korkusu ile yapılan iyilikleri kabûl eder. Nemâz kılarken, önce niyyeti düzeltmek, sonra farzlarına, şartlarına uygun ve avret mahalli örtülü kılmak lâzımdır. Bedeni, rûhu ile birlikde olarak nemâz kılmalıdır. Nemâz kılarken, Allahü teâlânın, kendisini gördüğünü, okuduklarını işitdiğini, düşündüklerini bildiğini unutmamalıdır. Böyle kuldan, kimseye zarar gelmez. Herkese iyilik yapar. Vatanına, milletine fâideli olur.
Nemâz, lugatda, iyilik istemek, birinin iyiliği için düâ etmek demekdir. İslâmiyyetde nemâz, emr edilen hareketleri yaparak, emr edilen şeyleri okumakdır. Nemâza (İftitâh tekbîri) ile başlanır. Selâm vermekle biter.

Hanefî mezhebinde, dört dürlü nemâz vardır: Farz-ı ayn olan, farz-ı kifâye olan, vâcib olan ve nâfile olan nemâzlar. Sünnetlerin hepsine nâfile nemâz denir.

198 - Şâfi'î mezhebinde, nemâzın şartları iki kısmdır: Vücûb şartları ve sıhhatinin şartları. Nemâzın vücûbünün şartları, şâfi'îde altıdır: Bu altı şart kimde varsa, onun nemâz kılması lâzımdır. Müslimân olmak, nemâzın emr olduğunu işitmek, âkıl ve bâlig olmak. Hayzdan ve nifâsdan temiz olmak, işitir ve görür olmak. Nemâzın sahîh olması için, şâfi'î mezhebinde yedi şart vardır: Hadesden tahâret [ya'nî, abdest almak ve gusl etmek], necâsetden tahâret [ya'nî bedenin, elbisenin ve nemâz kılacağı yerin temiz olması], setr-i avret [ya'nî, avret yerini örtmek], istikbâl-i kıble, nemâz vaktinin geldiğini bilmek, nemâzın farzlarını, müfsidlerini [ya'nî, nemâzı bozan şeyleri] bilmek ve müfsidlerden sakınmakdır.

Şâfi'î mezhebinde abdestin farzları altıdır: Birincisi, yüzü yıkamağa başlarken niyyet etmekdir. Elleri, ağzı, burnu yıkarken yapılan niyyet sahîh olmaz. İkinci farz, yüzü yıkamakdır. Şâfi'îde çenenin altını ve sarkan sakalı yıkamak da farzdır. Seyrek olup, altındaki deri görünen sakalı tahlîl ederek, altındaki deriyi ıslatmak da farzdır. Sık sakalın tahlîli sünnetdir. Üçüncü farz, kolları, dirsekleri ile birlikde yıkamakdır. Tırnak altındaki kirleri temizleyip, altlarındaki deriyi ıslatmak lâzımdır. Dördüncü farz, başın, az olsa da, bir kısmını mesh etmekdir. El ile mesh şart değildir. Bir kısmına su serpmekle de olur. Sarkan saçı mesh, sahîh olmaz. Beşinci farz, ayakları, hanefîde olduğu gibi yıkamakdır. Altıncı farz, tertîb, yukarıda bildirilen dört uzvu, sırayı bozmadan yıkamakdır. Sırayı bozunca, abdest sahîh olmaz. Sıra ile yıkamak, hanbelîde de farzdır. Mâlikîde ve hanefîde ise, sünnetdir.

Bevl, mezî ve vedîden biri çıkınca, dört mezhebde de abdest bozulur. Nikâhları ebedî harâm olan 18 kişiden başka ihtiyâr erkek, ihtiyâr kadın dahî derileri birbirlerine dokununca, biri ölü olsa dahî şâfi'îde ikisinin de abdesti bozulur. Mesti açık olarak giyip, sonra bağ veyâ başka şeyle kapamak, dört mezhebde de câizdir. Örtdükden sonra hiç delik bulunmaması şâfi'îde şartdır.

Şâfi'îde guslün farzı ikidir: Birincisi, niyyet etmekdir. İkincisi, bütün bedeni yıkamakdır. İlk yıkamağa başlarken niyyet etmek lâzımdır. Dahâ önce edilirse, gusl sahîh olmaz. Kadının da, örgülü saçı çözüp, arasını ıslatması farzdır. Sünnet derisinin altını yıkamak farz olduğu için, şâfi'îde sünnet olmak vâcibdir.

Şâfi'îde, leşin bütün a'zâsı, kemiği, derisi, kılı, kanadı, yünü necsdir. Hanefîde, kemiği, tırnağı, gagası, pençesi, boynuzu, kılı temizdir. Şâfi'îde, köpeğin her yeri necsdir. Her çeşid kan ve sarı su kıyh ya'nî cerâhat necsdir. Renksiz su, ter, temizdir. Hanefîde renksiz su, hastalıkla akarsa, necsdir. Kabarcıklardan çıkan su, hastalıkla olmadığı için, tâhirdir. İnsanın ve eti yinmiyen hayvânların hattâ süt emen sabînin pislikleri, idrârları ve kusmukları her mezhebde necsdir. Merkeb ve katır böyledir. Hanefîde, bunlardan kuşların necâsetleri, hafîfdir. Şâfi'îde, eti yinen hayvânların pislikleri, bevlleri de necsdir. Hanefîde ise, hafîfe olup havada pisliyen, eti yinen kuşlarınki tâhirdir. Şâfi'îde, insanın ve hayvânların menîsi tâhirdir. Diğer üç mezhebde, menî, mezî ve vedî necsdir. Mezî, zevk zemânında çıkan, renksiz sıvıdır. Vedî, idrârdan sonra gelen beyâz sıvıdır. Mi'deden gelmiyen kusmuklar, iki mezhebde de temizdir. Kâfirin ve fâsıkın ve cünübün ve eti yinen hayvânların ve atın artıkları temizdir. Hınzırdan başka, eti yinmiyen hayvânların sütleri, hanefîde tâhirdir. Diğer üç mezhebde necsdir. Necâset ateş ile yakılınca, külü ve dumanı ve zemân ile toprak olunca, hanefîde tâhir olur. Diğer üç mezhebde tâhir olmaz. Üzümden, hurmadan ve herşeyden elde edilen serhoş edici mâyı'lerin [sıvıların] hepsi dört mezhebde de necsdir. [Biranın ve ispirtonun kaba necâset oldukları, buradan anlaşılmakdadır. Çünki, hanefîden başka, üç mezhebde, necâsetlerin her çeşidi kabadır. Hafîf necâset yokdur.]

[Abdestde ve guslde kullanılmış olan (Mâ-i müsta'mel) denilen su, üç mezhebde, yalnız tâhirdir. Fekat, mutahhir değildir. Ya'nî temizdir. Fekat, temizleyici değildir. Mâlikîde, hem tâhirdir, hem de mutahhirdir. (Mîzân).]

Mâlikîde, nemâz kılanın, necâseti temizlemesi farz veyâ vâcib değil, sünnetdir, dediler. Unutarak veyâ temizlemekden âciz olarak kılınan nemâzı, iki kavle göre de sahîh olur. Necâset bulunduğunu bilmiyerek veyâ bilip de ehemmiyyet vermiyerek kılmış ise, birinci kavle göre nemâzı sahîh olmaz. İkinci kavle göre sahîhdir. Diğer üç mezhebde, temizlenmesi farzdır.

Hanefîde, kedi ve fâre idrârırın elbiseden temizlenmesinde, harac [meşakkat] ve zarûret olduğu bildirilerek, dirhemden fazlası da afv olundu. Necâsetden kalkıp, elbiseye konan sineğin bırakdığı leke afv edildi. Ölü yıkayanın, üstüne sıçrayan müsta'mel su ve necâset karışmış sokak çamuru ve hafîf necâsetin, elbisenin veyâ bedenin dörtde birinden az kısmına bulaşması afv edildi. Necâsetlerin bir mâyı'a karışmasında, hafîfe veyâ galîza olmalarına ve mikdârlarına bakılmaz. Mâyı' hemen necs olur.

Şâfi'îde, görülmiyecek kadar az necâset ve necâsetden ateş te'sîri ile çıkan buhârın azı ve ateş ile ısıtmadan çıkanın çoğu afv edilmişdir. Taş ile tahâretlenince kalan necâset eseri, nemâzına mâni' olmaz. Sokakda, necâset karışık çamurun elbiseye, bedene sıçraması, meyvede ve peynirde hâsıl olan kurtcağızlar, peynir yapılan kuzu mi'desindeki madde, ilâcları ve kokuları islâh için, içlerine konulan necs mâyı'ler afv edilmişdir. Sinek tersleri [pislikleri], havzdaki balık pisliği, uyuyanın ağzından gelen sarı su, abdest alınan havzlarda az fâre tersi, necs yara üstüne konan yakıya bulaşan, çocuğun ağzından memeye bulaşan necâset, akıcı kanı olmıyan hayvânın öldüğü su, veşm [ve şırınga iğnesi] yerinden çıkan kana karışan ilâc, burundan, kulakdan, gözden çıkan kanın az mikdârı, kabarcık, çıban veyâ yaradan çıkan kanın, kendi sıkıp çıkarmamış ise ve uzva yayılmamış ise, elbiseye bulaşan fazla mikdârı da, kendi çıkarmış ise az mikdârı ve hacamat, iğne yerinden çıkan çok mikdârı, şâfi'îde afv edilmişlerdir.

[Şâfi'î mezhebine göre, (özr sâhibi) olanın, her nemâz vakti girince, önce istincâ etmesi, sonra akıntıyı durdurmak için, pamuk koyması veyâ bez ile sarması, sonra hemen abdest alıp, nemâz kılması lâzımdır. Nemâz kılarken, akıntı pamukdan dışarı taşarsa, nemâzı fâsid olmaz. Abdest alırken, (nemâz kılmak için abdest almağa) niyyet etmesi lâzımdır. Nemâz vakti çıkınca, yeniden istincâ ve abdest almak lâzım olur. Şâfi'îde, dokuz yaşından küçük kızdan gelen ve büyük olanlarda 24 sâatdan az ve onbeş günden çok devâm eden kana, (İstihâza) kanı denir.]

Hanefîde, iftitâh tekbîrini, vakt çıkmadan alırsa, nemâz vaktinde kılınmış olur. Nemâzın hepsi, vakt çıkmadan temâm olmazsa, küçük günâh olur. Mâlikîde ve şâfi'îde, bir rek'atin hepsi vakt içinde olmazsa, o nemâz edâ olmaz, kazâ olur. Şâfi'î mezhebinde de, beş vakt nemâzı, vaktlerinin evvelinde kılmak efdaldir. Kadının sarkan saçları, şâfi'îde de avretdir. Avretini açarsa, nemâzı hemen bozulur. İnce kumaş altındaki cildin rengi belli olursa, nemâz bâtıl olur. Örtü cilde yapışıp, uzvun şekli belli olursa, bâtıl olmaz. Çıplak olan, örtü bulmak ümmîdi varsa, vaktin sonuna kadar beklemesi vâcib olur.

Nemâz dışında da, avret mahallini, kendinden ve başkasından örtmek farzdır. Zarûret olunca, zarûret mikdârı açılır. Müslimân kadının, yabancı erkekler ve kâfir, mürted ve fâsık kadınlar yanında örtünmeleri farzdır. [Üç mezhebde, yalnız yüzlerinin ve ellerinin, hanefîde ise ayaklarının da avret olmadığı (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır.] Hanbelîde, kâfir kadınlarına da örtünmez. Şâfi'îde, küçük çocuğun avret yeri, terbiye edenden başkasına harâmdır. Erkeğin dizi, hanefîde avretdir. Diğer üç mezhebde değildir. Uylukları her mezhebde harâmdır. Mekkede olanın, nemâzını Kâ'benin binâsına karşı kılması farzdır. Mekkeden uzakda olan için de şâfi'îde böyledir. Zan-nı gâlibi Kâ'beye karşı olmalıdır. Kıble ciheti, âdil olan bir müslimâna sorarak, câmi' mihrablarına, güneşin kıble sâatine gelmesine, yıldızlara, pusulaya bakarak anlaşılır. Bunlarla anlıyamazsa, araşdırır. Yine bulamazsa, nemâz kılanlara tâbi' olur. Şâfi'îde nemâzın içinde olan farzlar onüçdür: Beşi ağız ile, sekizi kalb ve beden ile yapılır. Ağız ile olanlar, iftitâh tekbîri, her rek'atde Fâtiha okumak, son rek'atde teşehhüd okumak, salevât okumak, birinci selâmı söylemekdir. Kalb ve beden ile yapılanlar: Niyyet, kıyâm, rükû', kavmede dik durmak, iki secde arasındaki celsede oturmak, son rek'atde teşehhüd mikdârı oturmak, bunları sırası ile yapmakdır. Şâfi'îde niyyet ederken, nemâzın farz olduğuna, nemâzın şeklini, ya'nî oturmağı, rükû'unu, secdelerini, selâm vermesini düşünmek, hangi nemâzı kılacağını niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, iftitâh tekbîrini söylerken yapılır. Edâ veyâ kazâ olduğunu niyyet etmek şart değildir. Bu ikisini birbiri yerine düşünürse, nemâzı sahîh olmaz. Rek'at adedi de böyledir. Sünnetlerin de cinsini, farzdan evvel veyâ sonra olduklarını niyyet lâzımdır. Yalnız kılan, nemâzı arasında hâsıl olan cemâ'ate uyabilir. Nemâza başlarken, tekbîr getirmek, dört mezhebde de farzdır. Hanefîde, tekbîr olarak, (Allahü ekber) demek vâcibdir. Diğer üç mezhebde farzdır. İftitâh tekbîrinin sahîh olması için, şâfi'îde onbeş şart vardır: Arabî olmak, farz nemâza ayakda niyyet etmek, Allahü ekber demek, (ber) derken uzatmamak, (be)yi şeddeli okumamak, iki kelimenin arasında veyâ önce (vav) harfi okumamak, iki kelime arasında durmamak. Allahul-ekber veyâ Allahul'azîm ekber demek câizdir. Kendi işitecek kadar sesli okumak, nemâz vakti girmiş olmak, Kıbleye karşı söylemek, imâmdan sonra söylemek lâzımdır.

Sünnet ve nâfile nemâzları ayakda kılmak farz değildir. Hanefîde Fâtiha okumak vâcibdir. Diğer üç mezhebde farzdır. Şâfi'îde, imâm arkasında, cemâ'atin Fâtiha okumaları farzdır. Hanefîde ve mâlikîde farz değildir.

Şâfi'îde nemâzın sünnetlerinden birisi, imâmın ve yalnız kılanın, sabâh, akşam, yatsı nemâzlarında, Fâtiha ve zamm-ı sûreyi yüksek sesle okumakdır. Yabancı erkek yanında olmadığı zemân, kadın da yüksek sesle okur. Cemâ'at, kendi işitecek kadar, sessiz okur. İmâm yüksek sesle okuduğu zemân, cemâ'at, imâm ile birlikde ve yanındaki işitecek kadar yüksek sesle âmîn der. Sessiz okuduğu zemân ve kendi okuyunca sessiz der. İmâmın, yüksek sesle okuduğu nemâzlarda, Fâtihayı okudukdan sonra, cemâ'atin de Fâtihayı okuyacakları vakt kadar susup veyâ sessiz birşey okuyup, bundan sonra, zamm-ı sûre okunmağa başlaması sünnetdir. [Buradan anlaşılıyor ki, imâm yüksek sesle Fâtiha okurken cemâ'at okumayıp, imâmı dinlerler. İmâm ile birlikde âmîn dedikden sonra, Fâtiha okurlar.] İmâm Fâtihayı bitirdikden sonra uyan, Fâtihayı okumaz. Üç mezhebde, kendi işitecek kadar sesli okumak farzdır. Mâlikîde farz değil, müstehabdır. Eli üzerine secde, üç mezhebde sahîh değildir. Hanefîde mekrûhdur. Secdede, kalça başdan ve sırtdan aşağıda kalmıyacak kadar yükseğe secde câizdir. Hanefîde ise, secde yerinin, dizlerin konduğu yerden yarım zrâ' [yirmibeş santimetre] yüksek olması câizdir. Fekat, mekrûhdur. Câmi'de boş yer yoksa, önündekinin arkasına secde edilebilir. Fekat, öndekinin aynı nemâzı kılmakda olması ve yere secde etmesi lâzımdır. Mâlikîde ve şâfi'îde nemâzın vâcibleri yokdur. Hanbelîde ve şâfi'îde, nemâzın sünneti, müstehabı demekdir. Bunları terk edene, bir cezâ yapılmaz. Yalnız, sevâbından mahrûm olur. Sesli okunan nemâzlarda, Fâtihadan sonra, yüksek sesle âmîn denir. Ayakda eller, göbek üstünde, biraz solda bağlanır. Ayakda, Fâtihadan sonra, bir sûre okumak, hanefîde vâcib, diğer üç mezhebde sünnetdir. Şâfi'îde, her rek'atda E'ûzüyü okumak sünnetdir ve Fâtihadan evvel Besmele okumak farzdır. Okumazsa, nemâzı sahîh olmaz. Zamm-ı sûreleri rükû'da temâmlamak, dört mezhebde de mekrûhdur. Fâtihayı temâmlamak ise, hanefîde mekrûhdur. Diğer üç mezhebde, nemâzı ifsâd eder. Kalbi meşgûl etmiyen canlı resmi nerde bulunursa bulunsun, şâfi'îde, nemâzı mekrûh yapmaz. Özrlü olanın özrsüz olana ve başka mezhebde olana imâm olması şâfi'îde ve mâlikîde sahîhdir. Aynı imâma uyan kadın, erkeğin yanında veyâ önünde ise, üç mezhebde, ikisinin de nemâzı bozulmaz. Hanefîde ise, iki yanında ve arkasında kılan erkeklerin nemâzları bâtıl olur. Fekat, nemâzda iken imâma uyan kadına, imâm veyâ cemâ'atden biri, geri çekilmesi için eli ile işâret eder, o da çekilmezse veyâ imâm, kadınlara imâm olmağa niyyet etmemiş ise, kadının nemâzı fâsid olur, erkeğin olmaz. Bir hizâda, bir rükn mikdârı durmamış ise veyâ biri, bir adam boyundan fazla yüksekde kılıyorsa yâhud aralarında dikili baston, direk veyâ bir adam duracak kadar boşluk varsa, ikisinin de bozulmaz. Aynı imâma uymamış iseler de, bozulmaz ise de, kadın için tahrîmen mekrûh olur. Abdesti, guslü, teyemmümü, mest veyâ cebîre üzerine meshi bozacak birşey, selâm vermeden önce hâsıl olursa, üç mezhebde nemâz bozulur. Son teşehhüdü okumağı bitirmeden önce olursa, hanefîde de bozulur. Beş vakt nemâzdan sonra, hemen bir âyetelkürsî ve doksandokuz tesbîh ve bir tehlîl okumak müstehabdır. Farzdan veyâ son sünnetden sonra okunurlar. Şâfi'îde birincisi, hanefîde ikincisi efdaldir. Sonra, düâ edilir.

199 - (El-fıkh-u alel-mezâhib-il erbe'a)da diyor ki, (Mâlikî mezhebinde, sağlam insandan çıkan bevl, menî, mezî, vedî, istihâza kanı, gâit ve yel abdesti bozar. Taş, solucan, cerâhat, sarı su, kan çıkınca bozulmaz. Abdesti bozanlar, hastalık ile çıkarsa ve çıkması men' olunamazsa, meselâ bevl, bir nemâz vaktinin yarısından çok devâm eder ve çıkma zemânı belli olmazsa, abdesti bozmaz. İkinci kavle göre, bu üç şart olmasa da, hastanın abdesti bozulmaz. Çıkmadığı zemân abdest alması müstehab olur. Hanefî mezhebindeki özr sâhibi hastaların, ihtiyârların, abdest almakda harac ve meşakkat olduğu zemân, bu kavli taklîd etmeleri sahîh olur. Bevlin kesildiği zemânı belli ise, bu zemânda abdest alması iyi olur. İstibrâ zemânı uzun süren veyâ sonraları damlayan ve bir nemâz vakti devâmlı akmadığı için özrlü olamıyan hanefî ve şâfi'îler, mâlikî mezhebini taklîd eder. Bunun için, abdeste ve gusle başlarken niyyet eder. Abdestde ve guslde her uzvu el ile veyâ havlu ile hafîf delk etmeli, sığamalı, abdestde başın her yerini mesh etmelidir. Kulaklar üstündeki cild, baş demekdir. Mesh edilmesi farzdır. Bu cildin, yüz sayılarak gasl edilmesi, hanefî kitâblarında yazılı değildir. Her uzvu aralıksız yıkamak farzdır. Kulakları mesh için elleri yeniden ıslatmak sünnetdir. Lezzet kasd ederek, nikâhlamak câiz olan kadının cildine, saçına dokunmak ve avucunun veyâ parmaklarının içi veyâ yanları ile zekerine dokunmak, abdest aldığında veyâ bozulduğunda şübhe etmek abdestini bozar. Guslde ağzı ve burnu yıkamak farz değil, sünnetdir. Örgülü saçı çözüp mesh etmek lâzımdır. Mest üzerine meshin müddeti yokdur. Her nemâz vakti için ayrı teyemmüm yapılır. Kelb [köpek] ve hınzır [domuz] necs değildir. Fekat, yenilmeleri harâmdır. Balığın dahî kanı necsdir. Eti yinen hayvânların bevli ve gâiti tâhirdir. Necâsetden tahâret bir kavle göre farz, diğer kavle göre sünnetdir. Bâsûr, idrâr, gâita damlaları bedene, çamaşıra bulaşırsa afv olur. İnsanın ve hayvânın kanının, yara, çiban suyunun avuç içi kadarı afv olur. Nemâzda her rek'atde Fâtiha okumak, bir omuzuna selâm vermek ve iki secde arasında oturmak ve rükû'da, secdelerde tumânînet [sâkin durmak] farzdır. İmâmın gizli okuduğu rek'atlerde cemâ'atin Fâtiha okumaları müstehab, âşikâre okuduğu zemân cemâ'atin de okuması mekrûhdur. Kıyâmda, sağ el sol elin üstünde olarak, göğüs ile göbek arasına koymak veyâ iki eli iki yana salıvermek müstehabdır. Farzlarda (E'ûzü...) okumak mekrûhdur. Fâtihayı rükû'da temâmlamak nemâzı bozar.) Müsâfir ile mukîmin birbirlerine imâm olmaları hanefîde câiz, mâlikîde mekrûhdur. Mâlikîyi taklîd eden hanefî, üç gün kalmağa niyyet etdiği yerde, dördüncü günde farzları dört rek'at kılmağa başlar. Mukîm ile cemâ'at yapabilirler. Çünki, mekrûhda kendi mezhebine tâbi' olur.

200 - Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" buyurdu ki: Bir müslimânda üç şey bulunmazsa, ehl-i Cennetdir:

1- Kibr, 2- Hased, 3- Hıyânet.

Her musîbete ve belâya sabr etmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Zîrâ, sabrı bulunmıyan insanların dinleri kolaylıkla helâk olur. Derd ve belâ çekenlere sevâb olmaz. Derd ve belâlara sabr edenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevâb vardır.

201 - Bir müslimân: Dünyâda azîz, âhıretde sa'îd olmasını isterse, kendisinde şu üç huy bulunsun:

1- Mahlûkatdan hiçbir şey beklememek.

2- Müslimânları [ve zimmî kâfirleri, ölmüş iseler de] gîbet etmemek.

3- Başkasının hakkı olan bir şeyi almamak.

Allahü teâlâ üç şeyi çok sever:

1- Cömertlik.

2- Korkmadığı kimsenin yanında doğruyu söylemek.

3- Gizli yerlerde de Allahü teâlâdan korkmak.

Allahü teâlâ, Tûr-i Sinâda, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: (Bir kimseye, Hak teâlâdan kork deseler, o kimse de Allahdan korkmağı bana mı öğretiyorsun, sen Allahdan kork derse, en fenâ insan odur.)

202 - Kimsenin günâhını başına kakma! Müslimân olsun, kâfir olsun, bir kimsenin hakkını alıp da tevbe etmeyip onunla halâllaşmazsan, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" sana la'net eder. Ana-babanın ve dînini öğreten hocasının meşrû' olan emrlerine âsî olanlar da mel'ûndur. Allahü teâlânın rızâsının gayrine, meselâ falanca kimseye diyerek kurban kesenler de bu la'net halkasına dâhildirler. Kızına zinâ etdiren, çıplak gezdiren, evlâdlarına îmânı, harâmları öğretmiyen babalar ve analar ve Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ve secde edenler de mel'ûndurlar.

[Abdülganî Nablüsî "rahime-hullahü teâlâ" (Hadîka)da el ile yapılan günâhları anlatırken diyor ki: (Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallara ve kendinde emânet olan malları ticâretde kullanarak elde edilen kâra ve Dâr-ül-harbde ya'nî kâfir memleketlerine gidenin [tüccârın, seyyâhın], kâfirlerden, rızâları olmadan aldığı mala, (Mâl-ı habîs) denir. Bunları kullanması harâm olur. Sâhiblerine geri verilmeleri, sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının [ve yetîmin] mülkünü, ondan iznsiz kullanmak harâmdır.) Müslimân, Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin bile mallarına, canlarına, ırzlarına dokunmaz. Nakl vâsıtalarının ücretlerini öder. Kimseye hiyânet etmez.]

Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: (Bir kimse, birine su verse ve o da, ona karşı bir temennâ etse, eğilse, Allaha ortak koşmak olur.) Yine buyurdu ki: (El kaldırarak selâm vermek ve Allahdan başkasına yemîn eylemek de şirkdir.) Meselâ, (babanın canı için) diyerek yemîn etmemelidir.

[Yukarıdaki hadîs-i şerîfde, el kaldırarak selâm vermenin şirk olduğu bildirildi. Hanefî mezhebinin büyük âlimleri ya'nî ictihâd makâmına yükselmiş olan âlimler buna benziyen hadîs-i şerîfleri karşılaşdırmışlar, hanefî mezhebinin üsûl ve kavâ'id-i mezhebiyyesine göre incelemişler. Bu hadîsin mensûh olduğunu anlamışlardır. Uzakda olana, yalnız el kaldırarak selâm vermenin mekrûh olduğunu, söz ile ve el ile birlikde selâm vermenin kerâhetsiz câiz olduğunu anlamışlardır. Bunun gibi, İbni Âbidînde nemâzın mekrûhları sonunda yazılı hadîs-i şerîfde, (Nemâzlarınızı na'lın ile kılınız. Yehûdîlere benzemeyiniz!) buyuruldu. Hâlbuki, fıkh âlimleri, ayakları örtülü kılmanın sünnet, ayakları açık olarak kılmanın mekrûh olduğunu bildirdiler. Yine bunlar gibi, (Hadîka)nın ikinci cildi, beşyüzseksenbirinci sahîfesinde, (Saçını, sakalını siyâha boyayanlar, Cennet kokusunu bulamazlar) hadîs-i şerîfini bildirdikden sonra, âlimlerin hepsi, siyâha boyamak mekrûhdur dedi. Câiz diyenler de oldu. (Mebsût)da böyle yazılıdır. Hazret-i Osmân ve hazret-i Hüseyn ve Ukbe bin Âmir ve İbni Sîrîn ve Ebû Bürde ve başkaları "rahime-hümullahü teâlâ" siyâha boyarlardı diyor. (Hadîka), ikinci cild, beşyüzseksenikinci sahîfede diyor ki, (Saç, sakal boyamakda, bulunduğu yerdekilerin âdetlerine uyulur. Bulunduğu şehrin âdetine uymamak, şöhret olur. Tahrîmen mekrûh olur.) (Mişkât)daki hadîs-i şerîfde, (Müşriklere muhâlefet edip, sakalınızı uzatınız!) buyuruldu. Hâlbuki, Hâdimî "rahime-hullahü teâlâ" (Berîka)nın binikiyüzyirmidokuzuncu sahîfesinde, (Sakalı kazımak sünnete muhâlefet olur. Emr-i vücûbî olsaydı, harâm olurdu. Sakalı bir kabza [bir tutam] uzatmak sünnetdir. Bundan kısa yapmak ve kazımak câiz değildir. Ba'zı kimseler, sakalını kazıyanın veyâ kısaltanın imâm olması câiz olamaz. Yalnız kıldığı nemâz da mekrûh olur. Bu kimse mel'ûndur, diyorlar. Bu sözlerini (Tahâvî)den aldıklarını bildiriyorlar. Böyle sözler doğru değildir) diyor. Ehl-i kitâba [ya'nî yehûdîlere, hıristiyanlara] ve müşriklere, muhanneslere [ya'nî kötü oğlana] benzemek şiddetle men' olunmakdadır. Tahtâvînin, (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesi yüzseksenbeşinci sahîfesinde, (Ehl-i kitâba benzemenin dereceleri vardır. Yimek, içmek gibi âdet olan zararsız şeylerde benzemek câizdir. Kötü, zararlı şeylerde teşebbüh kasd ederek benzemek harâmdır. Teşebbüh kasd etmezse câiz olur) diyor. Kâfirlerin dinlerine mahsûs olup, kâfirlik alâmeti olan şeylerde, kasd olmadan da benzemek küfr olur. Fâideli dünyâ işlerinde benzemek câiz, hattâ sevâb olur.

203 - Hiç kimseye la'net eyleme. Zîrâ, la'net eylediğin adam la'nete müstehak değil ise, yapdığın la'net sana döner.

Hayvânâta dahî la'net eyleme! Zîrâ, melekler, sana la'net ederler. Nemâzı terk edene, yüzüne karşı da, arkasından da la'net edilir. Zîrâ, farz olan nemâzı özrsüz terk eden, dört kitâbda da mel'ûndur. Elinden geldiği her zemân emr-i ma'rûf eyle, ya'nî islâmiyyetin emrlerini söyle, fenâ şeylerden men' et! Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki: (Ahlâk-ı zemîme [ya'nî fenâ ahlâk] olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın:

1- Çok mal toplayıp, yimemek.

2- Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyâya sarılmak.

3- Bahîl olmak [ya'nî, cimri olmak].

4- Harîs olmak.)

İnsanda hayâ olmak, îmân nişânıdır. Hayâsızlık, küfrü mûcibdir. Hayâ, evvelâ Allahü teâlâya karşı olur.

204 - Herhangi bir işini, bahîl, ya'nî hasîs kimselere danışma! Çünki, seni sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimse ile meşveret et! Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih kul) denir.

(ÖNCEKİ SAYFA) (SONRAKİ SAYFA)